Bu blog, Recep Babayiğit'in kaleme aldığı yazıları paylaşmak amacıyla arkadaşları tarafından oluşturulmuştur.
PAYLAŞMAK GÜZELDİR.
30 Aralık 2020 Çarşamba
DERSİM’E YOLCULUK (ALTINCI BÖLÜM)
23 Kasım 2020, Pazartesi
Dün olduğu gibi bu sabah da erkenden kalkıyoruz. Bu sabah da sobaya iki odun atıp, salonun soğuğu kırılsın, diyorum, Selman gerek yok diyor.
Dün yapmış olduğumuz sert çıkışlı ve inişli Eğin Gabanı ve Dilli Vadi yürüyüşlerimizin verdiği yorgunluktan hiç eser kalmamış bedenimizde. İnsan bu coğrafyada yorulmazmış meğer.
Meğer bu insanların, Eğin insanlarının bunca taşı işlemeleri, bunca taşı taş üstüne koymaları, bunca yolu açmaları, bunca kuru duvarı örmeleri, terasları yapmaları, bir karış bahçe, bir dal dut ağacı için teraslara sırtlarında toprak taşımaları, gübre taşımaları bunca gabandan çıkıp Hotar’a, yaylaya gitmeleri, sonra da yaz bitip kar düşmeden ellerinde kollarında, katırlarında yayladan tereyağı, peynir, bal,etlik kavurma ile hayvanları için deve yükü gibi otla dönmeleri onları da hiç yormazmış.
Nasıl yorsun ki?Arsen YARMAN aktarıyor yine:*)
Eğinli gazeteci ve yazar Toros Azadyan, Eğin’i ezgiler ve pınarlar şehri olarak tanımlamıştı. Ona göre Eğinli şair doğar çünkü Eğin, coğrafyasıyla ve insanlarıyla şiirsel bir cennet bahçesidir. Bu konuyla ilgili NorLur (“Yeni Havadis”) adlı dergide şunları yazmıştı: Heybetli dağlarından Fırat Nehri’nin yamaçlarına kadar patikalardan, kayaların etrafından, uçurumlardan, bahçelerden, vadilerden ve sayısız pınarlardan coşan suların sesi, ormandan gelen kuşların seslerine karışarak adeta bir müzik şöleni gibi yankılanır her tarafta. Her yerde lirizmin ahengi hissedilir, tüm bunlara bir de doğanın eşsiz manzarası ve evlerin panoraması eklendiğinde karşınıza Agın (Eğin) diye adlandırılan cennetin bahçesi, şiirsel bir dünya beliriverir. Eğinli şair doğar.
*) kebikeç / 38 • 2014 160- Arsen YARMAN
Bu kadar lirik bir coğrafyada bizden öncekiler onca zahmete rağmen yorulmamışlarsa, Şaban kardeşin hep dediği gibi,biz neden yorulalım ki?
…/…
Sırt çantalarımız hazırlayıp odalardan çıkıyoruz. Bugün Eğin’den ayrılma, Eğin’e veda günü.
Bahçeli Osman dün olduğu gibi bugün de erkenden kalkarak bize çardakta kahvaltı hazırlamış, biraz da olsa ısınalım diye çayı çardakta ve küçük tüplü gaz ocağında demliyor.
Gabanlar, Dilli Vadiler derken Eğin şehir merkezini, sokakları, evleri, Fırat boylarını, dutlukları, kapıları, Kadıgölü ve Küçükdere boyunca sıralanan rıhtım döşeli uzun dik sokakları gezemedik, sokakların kokusunu hissedemedik.
Öyle de olsa Eğin’i henüz terk etmeden, Eğin’ e son bir bakıştan önce Eğin sokaklarında hızlı bir gezi yapmadan bu lirik şehirden, bu küçük şehirden ayrılmak istemiyoruz.
Kahvaltı sonrası Bahçeli Osman’a çok teşekkür ediyoruz. Bahçeli Osman bize söylemese de salondaki kanepenin kolçaklarının o ustalıklı işçiliğinin verdiği ipuçlarından onun sanki iyi bir marangoz olduğunu çıkarır gibi oluyorum.
Bahçeli Osman giriyor söze, daha ben sormadan.
Bu işi yapmadan önce iyi bir marangoz olduğunu, evdeki bütün ağaç işlerini ve salondaki kanepeyi de kendisinin yaptığını söylüyor.
Bir insan bir konuyu mimikler ve beden dili ile bu kadar güzel anlatabiliyorsa, o kişi sadece küçücük bir dükkanda nalburiye işi yapmıyor demektir. O kişi aynı zamanda elinden ince dokunuşla çıkan marangozluk ürünleri yapıyor demektir.
Bahçeli Osman’ın elinden çıkan ince dokunuşlu marangozluk ürünlerine hayranlıkla bakıyoruz, o kadar pürüzsüz ve o kadar temiz ki. Sanki dün Dilli Vadi’ de gördüğümüz ve tek bir harekette kusursuz olarak çizilmiş kaya resimlerine benziyordu.
Bahçeli Osman avluda kuytu bir yerde duran Eğin’de sokağa atılmış eski bir konak kapısını gösteriyor bize. Başkası olsa görmez, görse bile bakıp geçer, ama Bahçeli Osman görürse ahşaba olan genetik yatkınlık ve çekim olsa gerek, hemen alır o kapıyı korur, özenle evine getirir ve saklar. O kapı kim bilir kimlere açıldı, kimler açtı onu?
Kimleri gurbete gönderdi, kimler döndü gurbetten ve o kapı açılınca kavuştular?
Bahçeli Osman da bütün bunları bizim kadar merak etmiş olmalı ki, kapıyı alıp getirmiş, evin avlusunda, korunaklı bir kuytuya koymuş tıpkı benim geçen sene çöpte bulduğum gömme dolabın beyaz fincandan kulplarını alıp korumam, saklamam gibi.
Bahçeli Osman ile vedalaşıyor, aracımıza binip hızlıca bir Eğin şehir gezisi için yine şehir merkezine gidiyoruz.
EVLER / KAPILAR
Eğin evlerinin mimarisi kendine özgü bir üslupla yapılmıştır. Uzun uzun mimari analizler, mimari malzemelerin ve ögelerin tarifi, anlatımı başka bir yazımızın konusu olacak.
Ama bize Eğin’ in en güzel evi, en güzel konağı hangisidir diye sorsalar, kuşkusuz biz de Eğin’de bir eşi daha olmayan ve şu anki son sahipleri Ali DEMİRSOY’ un amcazadeleri Mustafa DEMİRSOY’ un konağını gösterirdik.
İnsanı hemen etkisi altına alan konağın heybeti ve konağın üzerinde bulunduğu teras ve bahçeli avluya uyumu sizi hemen sarmalıyor, kucaklıyor. Konaktan size doğru yansıyan o heybet bir anda yumuşuyor. Bu yumuşamayı yansıtan konağın dışına çıkan cumba ve cephelerin tamamının ahşap ile kaplanmış olması oluyor.
Biraz daha yaklaşalım konağa diyoruz, ama taş örgülü yüksek avlu duvarı size izin vermiyor. Yine de cumbada oturan birisinin size bakmakta olduğunu hissediyorsunuz. Konağın ne tarafına dönerseniz dönün, cumbada oturan kişi üç yana bakan pencerelerden oturduğu yerden sizi görüyor. Cumbada veya pencere önünde oturan Eğinliler evlerine, konaklarına geleni görmek için değil, Fırat’ı görebilmek, gözlerini lirik bir Fırat sabahına açabilmek için yapıyorlar o güzelim evleri.
Bütün bu birbirinden güzel ve heybetli, bir o kadar da pahalı konakları kimler ve hangi parasal güçle yapmış, yaptırmış olabilir ki?
O heybeti sizi ürkütmüyor
Rahip Karekin SIRVANTSDYANTS veriyor ipucunu aynı kitaptan,
Rahip Sırvantsdyants neredeyse her yerde Eğinli göçmenleri
gördüğünü ileri sürmekte ve raporunda Eğinli göçmenlerle ilgili bir halk deyişi
aktarmaktadır: “İki ayağı topal bir Eğinli, bir ayağıyla Hindistan’a diğer
ayağıyla Çine kadar ulaşmış. Leyleği hatırlayın; bir taşın kovuğuna yuvasını
yapar, hızlı hızlı oraya buraya uçup solucan, çekirdek vs. getirir yavrularını
besler. Eğinli de öyledir; gider gelir, getirir-bitirir ve yine geri döner.”
Hakikaten de Eğin’de ticaret ve tarım, coğrafi koşullar nedeniyle gelişmediği
için Eğinliler genelde dönmemek üzere yurtlarını terk ediyorlardı ya da
İstanbul’dan Eğin’deki ailelerine, geçimleri için yardım gönderiyorlardı.
Gurbetten gelen bunca para nereye yatar? Eğin dediğin bir ufak şehir, bir avuç toprak bile bulamazsın ekecek ve dikecek. Para konağa gider, varlığa gider, o şairane yaşantıya gider.
1839 yılında Eğin’i ziyaret eden Moltke on sene için gurbete çalışmaya giden Eğinli gençlerin zengin olup memleketlerine dönmeyi adet edindiklerinden söz eder.
Bir de Eğinli amiraların çoğunluğunun İstanbul’da sarraflık yaptıklarını ve Osmanlı devlet adamlarının mali işleri ile uğraştıklarını bu nedenle çok büyük zenginliğe kavuştuklarını düşünürsek, Eğin’ e geri dönecek zenginlik var olan kültürel birikimle eşsiz bir mimari ve şiirsel bir hayata dönüşür.
O şiirsel hayatın geçtiği eşsiz mimari tarzdaki evleri dolaşıyoruz hızlıca. Evlerin içlerine giremesek de dış kapıları ve kapıların üzerindeki tokmaklar ve tokmakların vurduğu çeşitli figürlerdeki metal zeminler bize yine Tuğut’ da gördüklerimizi hatırlatıyor.
Figürlerde saklı ifadeler neyi anlatıyor acaba? Anadolu ve Orta Asya’da gördüğümüz kaya resimlerindeki figürlerle olan benzerlikler tesadüfi olabilir mi?
En az beş bin yıllık kaya resmi
Eğin kapılarındaki tokmak altı figürleri
Kapıdan kapıya dolaşıyoruz, hangisinin önünde dursak dalıp gidiyoruz.
Kimi kapının önünde, kiminin iki yanında artık damlarda kullanılmayan, artık ata binen olmadığı için binek taşı olarak bile kullanılmayan loğ taşları duruyor geçmişin yorgun anıları ile, bir başlarına ıssız ve sessiz.
Eğin’ de ıssız ve kimsesiz loğ taşları bir kapıdan çok bir anıyı, bir türküyü bekler gibiler
MANİ YOLU
Evler bizi Kadıgölü’ne oradan da bir zamanlar bütün Eğinli genç kızların ve kadınların dağarcığında duran ve hergün taze olarak yenilenen Eğin manilerinin okunduğu şimdi ise direklere yazılı olarak asıldığı Mani Yolu’na götürüyor.
Eğin manilerini hem söz dizimi hem de konu bakımından tek bir grupta toplamak gurbetliği kendine kardeş, sırdaş etmiş Eğinli kadının acısını, sevincini anlatmaya yetmez.
Enver Gökçe 1947 yılında DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü bitirme ödevi olarak Eğin Türküleri’ ni sunduğunda bu ödevde tam 40 tane Eğin manisi bulunuyordu.
Biz de Mani Yolu’na çıkıyoruz. Maniler dizim dizim. Bizim de yolumuz uzun mu uzun.
Ama henüz Eğin’den çıkabilmiş değiliz. Kalsanız, günlerce, haftalarca vakit geçirebilirsiniz.
Eğin manileri ve Eğin Mani Yolu
Hep yokuşlardan, hep gabanlardan bakıyorsunuz Eğin’e. Baktığınızda kırmızı kiremitten veya çinkodan çatılarıyla evler, evlere çıkan taş merdivenler ve yokuşlardan ibaret yollar, yol boyu veya evlerin bahçelerinde dut ağaçları, görebildiğiniz bu, bir de hep ama hep Fırat.
Moltke yine söze giriyor, Eğin’de beş tane çalışır durumda su değirmeni gördüğünü, bunların bir sıra halinde yukarıdan aşağıya Fırat’ a kadar yapılmış olduğunu ve birinin çatısının diğerinin zeminine gelerek kimsenin diğerinin görüş açısını bozmadığından, söz ediyor.
Tam da böyle bir bakışla dolaşıyorsunuz Eğin sokaklarını
KAPALI CAMİLER VE İSİMSİZ KİLİSELER
Bunca zenginliğin, bunca varlığın sadece sivil mimariye harcanmış olduğunu düşünürseniz yanılırsınız. İslami eserler de görülmeye değer, Ermeniler’den kalma Surp Kevork Kilisesi de.
Ama ne Kadıgölü suyunun çıktığı kayanın yanı başına yapılmış 17. Yüzyıldan kalma zarif Taş Dibi Camisi’ nin içine girebiliyorsunuz ne de şehrin en güzel yerinde bütün heybeti ile duran o taş yapının bir kilise, Surp Kevork Kilisesi olduğunu gösteren bir yazı bulabiliyorsunuz.
Taş Dibi Camisi cematin azlığından dolayı ibadete kapalı. İyi ama ziyarete neden kapalı, bunu anlamak gerçekten zor.
Surp Kevork Kilisesi binasını görünce irkiliyorsunuz, böyle bir bina için kim bilir ne kadar para harcanmış olduğunu düşünüyorsunuz.
Hepsi bir yana, ama bu binanın da bir kilise binası olduğunu gösteren ne bir yazı ne bir işaret var. Olduğunu düşünsek bile bir an, bina içine girince kilise ile ilgili, onu çağrıştıran hiçbir şey göremiyorsunuz.
Taş Dibi Camisi 17. Yüz yıl
Surp Kevork Kilisesi 19. Yüz yıl
Eğin’ de sorduklarınız kilisenin adını bilmez, ama hepsi bir hikaye bilirler. 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi gereği halkı Ermeni olan vilayetlerde mahalli ihtiyaçların gereği ıslahatı yapmakla yükümlü kılınıyordu. Bu maddeden hareketle Eğinli Ermeniler Yukarı Fırat Havzası’nın en büyüğü olmasını istedikleri bir kilise yapmaya başlarlar, ama bir zaman gelir ki inşaata harcayacak para bulamazlar.
Eğinlilerin kilise hakkında bildikleri tek hilkaye de burada devreye girer. Para bulmaya çalışan Ermeniler zorda kalmıştır. İnşaat yarım kalmıştır. Neyse uzun uğraşlar sonunda biraz kaynak bulunur, ama bulunan kaynak kilise inşaatını tamamlamaya yetmez. Müslüman ahali de hayli hatırı sayılır bir yardım yaparak kilise inşatını birlikte tamamlarlar.
Anlatılan hikaye budur, ama ne kilise duvarında bir isim, ne de Kemaliye üzerine yazılan turistik ve/veya resmi tanıtım yazılarında bu kilise hakkında bir bilgiye rastlayamazsınız.
Aynı durum aslında Taş Dibi Camisi için de geçerlidir, tarihini tam olarak bilemezsiniz, mimarı kimdir, bilemezsiniz. Korkulan odur ki bir gün yanıp kül olmasın o güzelim cami veya zamanla çatısı çökmesin.
Surp Kevork Kilisesi ön yüzüne bakarsanız sadece en tepede, cihannümanın olduğu yerin altında zor okunan bir levha görürsünüz, o kadar: Kemaliye Türk Halı Şirketi
Cihannnüma altındaki levha
Surp Kevork Kilisesi
İnsan ister istemez böyle bir taş yapıyı merak ediyor ve ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Öğrendikleriniz sizi şaşırtmıyor aslında. Öğrendikleriniz Eğin’ in o zengin ve gösterişli hayatındaki iniş ve çıkışları, o arada ortaya çıkan eserleri yansıtıyor.
Surp Kevork Kilisesi ile ilgili olarak Eğinlilerin anlattıkları doğrudur, ama eksiktir.Papaz Karekin eksik kalanı, Eğinli Ermeniler üzerinden anlatıyor:
“Zaten marhasalık bölgesi de
küçüktü.*) Papaz sayısı yetersizdi. Okulları idare etme ve geliştirme gibi bir
hevesleri de yoktu. Biraz da “ben benci” idiler. Ancak birkaç eleştiri
denememiz, millet menfaati ile ilgili konularda hemen ikna olabileceklerini
gösterdi. Çok fazla da eleştiremiyordum, zira Eğin’deki en fakir Ermeni varını
yoğunu konsolide yatırmıştı. Bu kağıtlara ümit bağlayanların başına ne tür
felaketler geldiği hepinizin malumu zaten.**)
*) Nitekim
Fatih döneminde Bursa’dan İstanbul’a getirilen Hovagim’den itibaren 16. yüzyıl
ortalarına kadar İstanbul’daki Ermeni liderine verilen unvan “patrik” değil
“marhasa”dır. Marhasa (veya murahhasa) unvanının kilise literatüründeki
karşılığı ise “bir şehir veya bölgedeki başepiskopos”tur. Başepiskopos bir
bölgedeki en yüksek rütbeli din adamını ifade etmektedir.
**) “1873 mali kirizi
sonunda Osmanlı Hükümeti borç ödemelerinde morotoryum ilan etmişti. Duyun-u
Umumiye İdaresi Osmanlı Maliyesi üzerindeki Avrupa kontrolünü sağlama almak
için 1881’de kuruldu. 1863’de ise Bank-ı Osmani-i Şahane kuruldu ve
imparatorlukta para basma tekeli bu kuruma devredildi. Banka 1. Dünya Savaşı’na
kadar sınırlı miktarda kağıt banknot bastı. Bu banknotlar altına
dönüştürülebiliyordu. Ancak devlet 1873-76 krizi ve 1877-78 savaşı nedeniyle
mali problemler artınca dönüştürülebilir olmayan kağıt paraya başvurdu,
kaimeler tekrar basıldı. Devlet bazı ödemeleri kağıt parayla yapmayı kabul
etmesine rağmen, fazla sayıda olmalarından ötürü iki sene içinde değerlerinin
dörtte birine kadar düşmüştü.”(Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Para
1326-1914)
Kısacası ekonominin kuralları gereği çarklar çalıştı ve o dillere destan Eğin’i yaratan Ermeni sermayesinin neredeyse sıfıra inmesinin getirdiği sonuçlardan birisi de yapmaya çalıştıkları bölgenin en büyük kilisesi inşaatında finans kaynaklarının kurumasıdır.
Ama bütün bu mali krizler, savaşlar birbiri ardına gelse de en büyük kültürel hasar, en büyük yalnızlık, en büyük unutulma ve terk ediş 1915 deportasyonu ve sonrasında geliyor ve bugün Eğinlilerin halen kullanılmakta oldukları Ermeni yer isimleri dışında neredeyse kalan tüm izler silinip gidiyor.
ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA
Eğin coğrafyasından henüz uzaklaşmadık, ama Eğin şehrinden çıkıyor ve başka bir cennete, Eğin’e sadece 3 km mesafe güneyinde bulunan APÇAĞA Köyü’ne doğru yola çıkıyoruz.
Apçağa Köyü’nde bizi şair Ahmet Kutsi TECER karşılıyor köyün girişindeki dizeleriyle.
Herkesin bildiği o okul şarkısı
Ve şairi Abçağalı Ahmet Kutsi TECER
Bedrettin Tuncel ’e Armağan
“İlkokul
sıralarında müzik dersi ile ilk tanışmamızda bize öğretilen bir okul şarkısı
vardı. O şarkı hepimizin bildiği, benim kuşağımdan kimilerinin mandolin ile
çaldığı “Orda
bir köy var uzakta” şarkısıydı.
Bu ilkokul şarkısının
hem melodisi hem de sözleri sadece küçükleri değil, belki de hayatında hiç köy
görmemiş büyükleri de duygulandırır, insanı bir pastoral dünyaya götürürdü.
…/…
Sonraları öğrendik Bedrettin TUNCEL’ i.
Onun DTCF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde büyük bağlama ve ses ustalarından, büyük etno-müzikologlarımızdan Talip ÖZKAN’ın da hocası olduğunu.
Talip ÖZKAN’ ın da devlerden bir dev Hayri DEV’ i, bir başka ustayı, dünya müzik tarihine kazandırdığını.
Sonraları öğrendik yine Bedrettin TUNCEL’ in vefatından sonra onun adına yazılan mektuplardan oluşan bir seçkinin “BEDRETTİN TUNCEL’E MEKTUPLAR” (*) olarak yayınlandığını.
Okuyunca daha bir duygulandık o bizim hala kulaklarımızda cıvıldayan ilkokul şarkımızın sözlerini bir şiir olarak yazan Ahmet Kutsi TECER’ in de Bedrettin TUNCEL’ e bir mektup yazdığını.
Biz şarkıyı söylerken ve hala duygulanırken, şair Ahmet Kutsi TECER yazdığı mektubunda o ünlü şarkının şiirinde geçen köyünden söz ederken öyle duygulu şeyler anlatır ki.
Şiirde adı geçen köy, ERZİNCAN-KEMALİYE- Apçağa Köyü Ahmet Kutsi TECER’ in köyüdür.
AHMET
KUTSİ TECER’ DEN
Kemaliye,
17 Haziran 1941
Bedri’ ciğim, iki
gündür sıcaktan baygın bir haldeyim. Daha evvel de hayranlıktan kendimi
alamayacak bir halde idim. Çocukluğumdan beri hayalimde yaşattığım yere ayak
bastığım andan itibaren artık benim, şahsımın olan, babamın, dedemim
hatıralarını yaşıyorum. Apçağa’ ya kendi köyüme gittim… Şimdi yıkılmış, başka
ellere geçmiş olan dedemin, babamın evinin yerinde, aile mezarlığında, köyün
güzel mevkilerinde gezdim. Sağ bulduğum akrabalarımın, ihtiyar bir halanın,
köylü amcazadelerimin muhabbetlerine kavuştum. Kazanın en büyük köyü olmakla
beraber kasabaya bakan bir meylin yüksekliğinde ve kazaya bir saat yerdedir.
Bütün bu havali gibi, fakat bilhassa, gümrah, yeşil bir hazinenin bekçisidir.
Fırat eteklerinden geçiyor. Taşın altından bir su kaynıyor. Bütün bu su ve yeşili
yalçın taşların semaya doğru uzanmış kasesi içinde dağ tanrılarının sofrasına
konulmuş bir adak zannediyorum. Öyle bir adak ki, gurbet ve hasret için
yapılmış gibidir. Kayadan kayaya akseden türkülerindeki melal de hep budur…
Eğin’ de bizim
Fıratlı’ nın (**) evinde kalıyorum. Bir roman için epey malzeme topladım. Daha
birkaç gün buradayım. Sana gene yazarım. Annenin ellerinden öperim.
Nimet hanımefendiye hürmetlerimi sunarım. Kardeşlerine, Namık Beylere selam ve
saygılar.
Gözlerinden öperim.”
(*) Bedrettin Tuncel’
e Mektuplar-Hazırlayan: Alpay KABAÇALI – YKB
(**) Edebiyat öğretmeni
Halil Vedat Fıratlı
Ahmet Kutsi TECER, Bedrettin TUNCER, Talip ÖZKAN, Hayri DEV, KAPANCA SOKAK yazarı üniversitede Fransızca kamu yönetimi okuyan kardeşimiz Serdal KARAKUŞ nasıl da bir tablonun içinde, Eğin tablosunun içinde, Apçağa tablosunun içinde bir araya geliyorlar.
ABUÇEX-APÇAĞA ZENGİNLİĞİ
Bu kadarla bitmiyor Apçağa Köyü. Daha köyün girişinde sizi çok ama çok uzak dünyalara götüren, hem zenginlik, hem gösteriş, hem zevk anlamında bu dünyaya ait olmayan, bu dünyada pek göremeyeceğimiz, bize gelebildiği kadarı bile muhteşem olan şeyleri görmek beni bir kere daha Selman’ ı ise daha başından büyülüyor.
Bütün bunları kim yaptı, kim yaşattı, hangi parasal güç ve zengin estetik duyguları ile yaptı? Bütün bu yapılanları günümüze kadar koruyan bir geleneği, kültürü nasıl inşa etti? Bunlara cevaplar bulmak zor, ama imkansız değil.
Papaz Karekin anlatıyorApçağa’ yı: “Surp Nişan adlı gösterişli bir kilisesi var. Ancak Varaka adlı okulu yıkık dökük ve son derece düzensiz durumda. Yazık kütüphane ve kitaplara! Yazık bu köyün ve okulun şanına!
Papaz Karekin raporunda devamla Eğinlilerin geleneklere dayanarak kendilerini Ani, Abuçeh ve Gamırgaplıların ise kendilerini Vaspuragan (Van-blogger notu) göçmeni Ermeniler olarak tanımladığını yazar.
Devamında ise Papaz Karakin bize Abuçeh/Apçağa Köyü’nün zenginliğinin kaynağını ve sonra da çöküşünü anlatır.
“Otuz
yıl kadar önce Gaban Maden (bugünkü Keban-blogger notu) oldukça ünlüydü. Büyük
vali orada ikamet ediyordu. Dersim, Harput ve Diyarbakır ona bağlıydı. Büyük
çapta gümüş çıkartılıyordu. Ocaklara on yıl önce kilit vuruldu. Bu madenler
sayesinde burada Rum, Ermeni, Türk işçiler ustalar, tüccarlardan oluşan bir
kalabalık yaşamaktaydı. Eğin-Abuçehli (Abçağalı-blogger notu) Arpiryan adlı
Ermeni amiralar madenlerin amiri ya da müdürü idiler. O bölgede gerek halk
gerekse resmi görevliler üstünde çok büyük etkiye sahip olmuşlardı. Sadakat ve
hizmetlerinden dolayı Osmanlı Sultanlarından önemli ayrıcalıklar elde
etmişlerdi. Bu bölgede Arpiryan adını bilmeyen yok. Arkalarında kendilerine dua
edenler olduğu gibi nefretle yad edenler de eksik değil. Abuçeh ikametgahları
çok büyük ve gösterişli idi. Şimdilerde ise yeri bile belli değil. Yanmış.
Küllerin arasından gümüş, altın, inci ve mücevher bulunmuş. Mücevher sayısını
kendileri bile bilmezmiş.”
İşte Adam SMITH’ in Ulusların Zenginliği açıklaması sanki.
Ama çöküşün nedenleri de olmalı elbette.
En büyük neden belki de Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü mali krizdi. Papaz Karekin hepimizin bildiği, ama dile getirmeye çekindiği nedenleri de sayar:
“Eğin,
Abuçeh ve Gamırgap (bugünkü Toybelen Köyü-blogger notu) Ermenilerinin zengin ve
müsrif hayatı, kendilerinden emin tavırları, ticaretteki becerileri, evlerinin
ve mobilyalarının temizliği ve gösterişi, uşakların çokluğu, kadınların şık
giyecekleri ve altın takıları, feraceleri, uzun ve geniş kollu pelerinleri,
değerli kürkleri, başlarına taktıkları beyaz tülbentler, başlarından aşağı inen
saçlarına karışmış zarif püskülleri, gümüş düğmeleri, boyun ve bileklerini
süsleyen incileri, altınları ve mercanları ve gösterişli hatunları vs. Tüm
bunlar, normal insanlar ve zamanımızın adamları olmadıklarını gösteriyor. Ama
artık kendilerini zamana uydurma vakti gelmiş.”
Kısacası çöküşün nedeni biraz değil, belki de çokça müsrif bir hayatları olmalıdır.
Bugün ise bir Eğinli konuştuğu kimsenin Apçağalı olduğu hemen anlayabiliyor.
Bunu fiziksel görünüşle anlamak zor elbette, ama orada yüzlerce yıl yaşayan Vanlı Ermenilerin 1915 deportasyonuna rağmen kalanların, geri dönenlerin, daha önce asimile olanların, din değiştirenlerin, entegre olanların buharlaşıp uçmadıklarını düşünürsek gelenek ve göreneklerini, kültürlerini, konuşma tavır ve kelimelerini birlikte yaşadıkları Türklere de aktarmış olduklarını düşünmemiz gerekir. Aksi halde Eğin ile aralarında sadece 3 km varken Eğinli ve Apçağalı iki kişinin konuşmalarının, günlük hayatlarının farklı olmasını nasıl açıklayabiliriz?
Ani yüksek bir kültürün ve eğitimin, gelişmiş bir uygarlığın başkentiydi ve oradan gelip Eğin’e yerleşen Ermenileri de aynı gelişmişliği gelip kondukları Eğin’e verdiler, yansıttılar.
Van veya Vaspuragan da gelişmiş idi kuşkusuz, ama bu Türk-Rum mübadelesinde Türkiye’ye gelen Türklerin eğitim ve kültür bakımından geri kalmışlıkları ile Türkiye’den giden Rumların gelişmişlikleri gibi bir şeydi.
Van veya Vaspuragan diasporası Ermenileri de günümüz Apçağalıları gibi ince mizahtan anlıyor muydu veya mizah üretebiliyor muydu, bilemiyoruz, ama aklımıza gelen birkaç Apçağa fıkrasını hemen anlatalım.
Güven Dostumuzdan aktarıyoruz.
1-
İneğin biri dut pekmezini içmek için kafasını pekmez küpüne sokmuş. Gören demiş ki, küpe yazıktır, ineği keselim. İneği kesmişler. Daha sonra da ineğin kafasını çıkarmak için de küpü kırmışlar.
2-
Apçağalının birisi sağ kolu dirsekten bükülmüş halde hiç yere indirmeden açık vaziyette Apçağa’ dan geliyormuş. Görenler sormuş, hayırdır, kolunu niye öyle tutuyorsun? Adam demiş ki, cam ölçüsü aldım, Eğin’ e gidiyorum.
3-
Apçağalı birisi bir gün Apçağa Dağı’nın beri tarafına bir perde germiş. Görenler sormuş, ne yapıyorsun? Apçağalı demiş ki, perdeyi geriyorum ki Eğinliler güneş görmesin, güneşini keselim.
4-
Apçağalının biri dut pekmezini kaynatmış, güneşlenmesi için kazanları dama çıkarmış. Apçağalı dama çıkmak için dayadığı merdiveni de kaldırmış. Sormuşlar, merdiveni niye kaldırdın ki?
Apçağalı cevap vermiş, merdiveni kaldırdım ki, sinekler pekmeze gitmeye.
…/…
Bu çıkış ve çöküşü anlamak aslında çok da zor değil. Akıl almaz kazancın neredeyse tamamı Osmanlı devletinin madenlerinden ve devletle olan çok sıkı ilişkilerden kaynaklanıyordu. Keban’daki (Gaban Maden) gümüş ve diğer madenleri işleten Apçağalı Arpiryan aslında Apçağalı Çobanyan (Çobanoğlu) amiralarındandı.
Çobanyan / Çobanoğlu aile adı daha önce de Şaban kardeş anlatımında karşımıza çıkmıştı. Tesadüf olabilir mi veya Çobanyanlardan geriye kalan sadece Şaban kardeşin gönül zenginliği miydi?
Ama yine de bunca zenginlik ve varlık size akıl almaz, eşsiz güzellikte mimari eserler yaptıramaz meğerki sizin çok eskilere dayanan bir eğitim ve kültürel geleneğiniz ve ona uyumlu bir hayatınız yoksa.Yani para her şey değildir Eğin’de bunca eseri yaratabilmek ve yaşatabilmek için.
Araçla Eğin’ i en güzel gören yere, Kayabaşı’na çıkıyoruz. Bir yerden sonra aracı park edip Kayabaşı terasına çıkıyoruz. Eğin’ e son bir bakış, demeyelim, ama bir huzurlu bakış ile bütün vadiyi, Fırat’ı, başı dumanlı Munzurları, Hotar’ı, gabanları görüyoruz.
Kayabaşı’nda bizi karşılayan kedilerden başka kimseler yok.
Ahmet Kutsi Tecer Müze Evi
Kayabaşı’ndan bakış
Apçağa sokakları, huzur dolu, Çobanyan amiralar nerelerde kim bilir?
Apçağa çarşısına gelip aracımızı park ediyoruz. Sokakları dolaşıyoruz. Hayranlık uyandıran bu mimarinin bu zenginliğin kaynağını, temelini, kültürel ve parasal kökenlerini öğrendikçe şaşkınlığımız daha da artıyor.
Hiçbir şey kaybolmuyor. Her şeye rağmen yaşıyorsa, yaşatılıyorsa, bize gelene kadar suyunun suyunun suyu bile olsa görenlerde hayranlık uyandıran bir şey varsa, bunu açıklamanın hiç de kolay olmadığını bilmemiz gerekiyor.
Ne kadar derinlere salmış bir kök, bir damar hala toprağa tutunmaya çalışıyor.
APÇAĞA BOYLU EKMEĞİ
Eğin şehir merkezinde üç tane fırın olmasına rağmen, imkanı olan kendisi geliyor, olmayan ise giden birine sipariş veriyor Apçağa’ ya ve Apçağa Köyü fırınında pişen “boylu ekmekten” alıyor.
Neymiş bu boylu ekmeğin sırrı, diye merak ediyoruz. Biz de yolluk olarak iki tane boylu ekmek alıyoruz. Aldığımız boylu ekmeği kapıya yakın yerde ayakta duran bir adam ortası ekmek bıçağı girecek şekilde yarık olan bir tezgahın üzerine koyuyor ve elindeki bıçağı fırından taze çıkmış boylu ekmeğe saplıyor ve ekmek bir mastarla kesilmiş gibi eşit parçalar şeklinde kolayca kesiliyor.
Eğin ekmeyi veya Apçağa ekmeği veya boylu ekmek bayatlamaya yakın dilimlenmiş olarak kuru bir yere konup kurutulursa, sonra ihtiyaç halinde sulanıp yenebilir. Yani boylu ekmeği uzun süre saklama imkanınız var.
Biz yine de soruyoruz, fırında ekmek var, niye acele edelim ki?
Öyle deme, diyor Apçağalı bakkal Rıfat Amca, Apçağa ekmeği, boylu ekmek sadece Eğin için değil, Eğin dışında da nerede bir Eğinli var, kargoyla, otobüsle, özel araçla oraya mutlaka Apçağa ekmeği gider, bir de bakmışsın bir anda 500 ekmek siparişi gelir, sana ekmek kalmaz.
Boylu ekmekten daha önce tattığım için biliyorum, Rıfat Amca çok haklı.
Apçağa Fırınında boylu ekmek
DIŞ GAPILI AHMET AMCA
Bakkal Rıfat Amca ile biraz sohbet ediyoruz. Nereli olduğumu soruyor, Çorumluyum, diyorum. Burada da var bir Çorumlu, diyor. Bu cümle yapısı tam Apçağalı konuşması, yüklemler hep başta veya ortada.
Kim, diyorum?
Burada onu herkes tanır, ama adını bilmezler, şimdi 82 yaşında, buraya geldiğinde bir otobüste muavinmiş ve 12 yaşındaymış. Kimsesiz, gariban, kalmış burada. Burada evlendirmişler onu. Adını da “dışgapılı” koymuşlar, kimse adını bilmez doğru dürüst.
Rıfat Amca’nın Dış Gapılı dediği Çorumlu Ahmet Amca şimdi 82 yaşında ve gırtlak kanseri. Hala Eğin’ de ve torunları ile birlikte bir arada yaşıyor.
İnsanın 12 yaşında gariban bir şekilde hiç bilmediği bir diyara gidip orada yurt yuva kurması ne kadar zor olsa da mümkün iken, ona bunca yıl “dış gapılı” diye seslenmeleri ne kadar acı veren bir durum.
Ahmet Amca tam 70 yıl bu hakarete varan kelimeye nasıl katlandı acaba?
Türkiye’ nin gurbete en çok çıkan ve en çok gurbetlik çeken insanının Eğinliler olduğunu bilerek Eğinlilerin de gariban bir insana, kimi kimsesi olmayan, tutunacak dalı kalmayan birisine “dış gapılı” diye seslenmeleri ne yaman bir çelişkidir.
Eğin’ e bir daha gelişimde Dış Kapılı Ahmet Amca ile görüşmeyi düşünüyorum.
EĞİN MÜZİĞİ EŞLİĞİNDE EĞİN’E SON BAKIŞ
Apçağa’ dan ayrılıp aracımıza binerek Eğin’ e en yüksek noktadan bakmak üzere, Kırkgöz’ e gidiyoruz. Kırkgöz’ de Eğin’ e son kez bir daha bakarken neler geçmiyor ki aklımızdan.
Eğin
Türküleri
Eğin
Müziği ve Gomidas
Udi
Hrant ve Agın
Ali
DEMİRSOY’ un Iskandalı
Kırkgöz’ den Fırat ve Eğin
EĞİN TÜRKÜLERİ
Eğin türküleri ile ilgili olarak daha kimseler yazılı olarak derli toplu bir şeyler yapmazdan önce, kendisi de Eğinli, Çit Köylü olan şair Enver GÖKÇE 1947 yılında DTCF – Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi olarak bitirme ödevinde Eğin Türküleri’ ni konu olarak seçer.
Enver GÖKÇE de Eğinlidir, ama o da Eğinle ilgili turistik ve resmi tanıtım kitaplarında asla yer almaz. Oysa bugün Eğin Türkülerini bilinir kılanların içinde en çok emeği geçen şair Enver GÖKÇE’ dir.
Hocası Pertev Naili BORATAV halkbilimi konusunda dünyanın en yetkin akademisyenlerinden birisidir. Enver Gökçe’nin teslim ettiği bitirme ödevini yıllar geçmesine rağmen unutmaz, hatırlar ve yayınlamaya karar verir. Pertev Hoca’ nın bu vefa borcu Enver GÖKÇE’ nin hemşerileri Eğinlilerden daha değerli ve anlamlıdır.
Pertev Hoca bitirme ödevini aynı adla EĞİN TÜRKÜLERİ adı altında yayınlar ve şunları yazar.
“Eğinli
Enver Gökçe ile, onun kuşağından ve daha sonraki kuşaktan şairler kadar nice
hikayeci ve romancılarımız, Eğin türkülerinin dilini, anlatımını daha da
güçlendirerek, topraklarından kopmuş insanlarımızın acı-tatlı gerçeklerini,
yurt-içi ve yurt-dışı gurbetlerdeki alın-yazılarını yazıya döktüler. Demek
istiyorum ki ”Eğin Türküleri” konusu, kültür sosyolojisi, folklor,
karşılaştırmalı halk ve aydın edebiyatları alanlarında araştırmalara girişecek
olanlar için bu bakımdan da bir çıkış noktası değerindedir.”
Eğinli şair gibi yaşar, dedik ya, şair Enver Gökçe’nin şiirleri de türkü gibidir, insanın dilinden akıp gider, bestecilerimiz için neredeyse hazır bir formdur.
GOMİDAS VE EĞİN MÜZİĞİ
Pertev Naili BORATAV nasıl halk bilimi alanında dünyanın en saygın bilim insanlarından birisiyse, bu topraklarda, Kütahya’da doğan GOMİDAS da etno-müzikoloji alanında dünyanın en saygın, en çok bilinen müzikologlarından birisidir.
Gomidas’ ın derlemiş olduğu beş bine yakın Türk, Kürt, Ermeni, Fars vb müzik örneği içinde notaya aldığı 24 adet Eğin Türküsü de bulunmaktadır.
Arsen YARMAN aktarıyor:
“Eğin’e
özgü halk şarkı ve şiirlerinin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu
şarkılardan sadece 24 tanesi Rahip Gomidas tarafından 1895 yılında notaya
dönüştürülerek kaydedilmiştir.
İki
yıl sonra 1894 yılında Eçmiyadzin’deki Başpatrik seçimlerine katılan Hovsep Canigyan,
Rahip Gomidas ile tekrar görüşme fırsatı buldu. Bu görüşmede daha önce
notalayarak kaydettikleri şarkıları gözden geçirdiler ve eksik kalan yönlerini
tamamladılar. Rahip Gomidas bu şarkılar dışında iki şarkı daha bulmuştu ve
bütün şarkıları tekrar sınıflandırarak notalara döktü. Doğu formatında
notaladığı 25 şarkı, 1895’te 16 sayfalık bir fasikül halinde Başpatrik Mıgırdiç’in
izniyle Surp Eçmiyadzin Kadim Başpatriklik Kilisesi tarafından basıldı. Eserin
tam adı “Agın Halk Şarkıları Seçkisi” şeklindedir. Bu eserdeki şarkılar, daha
sonra Bayan Kharig Hazarosyan tarafından batı formatında tekrar notalara
dökülmüştür. Rahip Gomidas Vartabed’in doğu formatında notaladığı 25 şarkı:
1)
Oror (Ninni)
2)
HarsaneganYerk (Düğün şarkısı)
3)
HarsaneganYerk (Düğün şarkısı)
4)
HarsaneganYerk (Düğün şarkısı)
5)
HarsaneganYerkağcikdanelu (Gelin alma düğün şarkısı)
6)
HarsaneganYerk (Gelin ve damat eve girerken düğün şarkısı)
7)
BarerkParegentaniyevZadgi (Karnaval ve Paskalya Oyun havası)
8)
Anduni (Gurbet temalı şarkı)
9)
Anduni (Gurbet temalı şarkı)
10)
Hin Yerk (Eski şarkı)
11)
Hin Yerk (Eski şarkı)
12)
Abuçeh ağzı alagözlü
13)Yerk
Garibi (Garibin şarkısı)
14)
YerkHampartzman (Hampartzum bayramına özgü şarkı)
15)
Ghmperk (Toplu –koro- şarkısı)
16)
Hin Yerk Tevakhahi (Eski şark)
17)
ZanırTevakhah (Ağır oyun)
18)
Arak Baryerk (Hızlı oyun havası)
19)
Arak Baryerk (Hızlı oyun havası)
20)
Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)
21)
Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)
22)
Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)
23)
Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)
24)
Cor bar (Oyun havası)
UDİ HRANT VE AGIN
Arsen YARMAN devam ediyor,
12 numaralı şarkı Udi Hrant tarafından icra edilip, plağa kaydedilmişti. Bu şarkı Eğinli Yeğyazar tarafından “Alagözlüler” ismiyle Türkçe de okunmuştu.
Eğin havalarını, Eğin türkülerini bilenler 12 numaralı şarkıda adı geçen ve Udi HRANT tarafından taş plağa okunan “Alagözlüler” havasını da ala gözlünün kim olduğunu da bilir.
Enver GÖKÇE de bilir ala gözlüyü ve bitirme ödevinde yazar.
ALAGÖZLÜ: Eğin’ e özgü bir mani türüdür. Ayrı bir ezgisi ve öbür manilerden farklı bir yapısı vardır. 11 hecelidir.
Alagözlü, o cumbalı Eğin evlerinden Fırat’a bakarak gurbetteki sevdiğinin yolunu gözleyen “ela gözlü” Eğinli kadınların bilinen/bilinmeyen adıdır.
Kendisi de muhtemelen bir Ani-Eğin diasporası Ermenisi olarak Sakarya’ da doğan ve dünyanın şu an en büyük udilerinden birisi olarak kabul gören Diyarbakırlı Onnik DİNKJAN’ ın oğlu Ara DINKJAN’ ın da hocası olan Udi HRANT 2014 yılında yayınlanan CENNETTEN KALANLAR*) adlı bir uzunçalarda atalarının geldiği Eğin (Agın) için aynı adlı türküyü AGIN Türküsünü çalıp söylüyor.
Cennetten Kalanlar Uzunçalar Kapağı
Gomidas bir eseri notaya alıyor
*)Cennetten Kalanlar:
78'lerden Anadolu ve Levanten Müzikleri, yak. 1928 - 52
Orijinal olarak Mississippi / CanaryRecords tarafından
LP olarak yayınlandı. Eric Isaacson tarafından kapak. IanNagoski
tarafından derleme, ses restorasyonu ve notlar. 5 Şubat 2014 yayınlandı.
Udi HRANT’ ın okuduğu türkü aslında form olarak çok bilinen ve halen radyolarda ve meclislerde söylenen, icrası zor ve ustalık gerektiren bir Eğin Türküsünü andırır, Yeşil Kurbağalar.
Enver GÖKÇE bitirme ödevinde Yeşil Kurbağalar türküsü için şunları yazar:
Türkünün şimdiye kadar görebildiğim parçalarında, bir kıta müstesna söz hep bekleyen kadınındır. Bir tek kıta, meşhur “Yeşil Kurbağalar” kıtası gurbet diyarındaki erkeğin feryadıdır. Lakin bu:
Kırıldı kanadım, kaldım çöllerde
Anasız babasız gurbet ellerde
Ya ben ağlamayım, kimler ağlasın!
ALİ DEMİRSOY’UN ISKANDALI*)
Eğin için değil sadece, Türkiye için, dünya için çok önemli bir bilim insanı, biyolog olan Eğinli Prof. Dr. Ali DEMİRSOY Gamırgaplı, yeni adıyla Toybelenlidir.
En az Enver GÖKÇE’ nin bitirme ödevi kadar Eğin kokan, en az onun kadar eski bir sırrı, annesinin bir sırrını paylaşır bizimle Yeni Gelen Dergisinin 2018 Haziran, 4. Sayısında.
Ali DEMİRSOY annesi ile
Biz de Ali DEMİRSOY’ un annesinden kalan Skandal marka kutusu hiç açılmamış parfümü bulduğunda hissettiklerini Eğin’de bulunduğumuz süre içinde ve en çok da Eğin’ e son kez bakarken hissediyoruz. Biz Eğin’ e olan sevgimizi ancak onu yazarak, onun türkülerini söyleyerek, onun hakkında bildiklerimizi paylaşarak ifade edebiliyoruz.
*) Iskandal:Scandal marka parfümün Türkçe’ de okunuş hali, Recep-İrecep gibi.
Akşam hava kararmadan Pertek’ e varmak istiyoruz. Daha Pertek’e kadar gidecek çok yolumuz var.
Eğin’ e Divriği üzerinden, kuzeyden geldik. Güneye, Çemişkezek üzerinden Pertek’ e gidiyoruz.
MOLTKE ise Eğin’ e güneyden, Arapgir üzerinden geldi.
O da Eğin’den dönüşünde Çemişkezek yolunu kullanacak bizim gibi.
MOLTKE Eğin’ e gelirken Munzurların zirvelerini kestirim/nirengi noktaları alarak yakın zamana kadar kullanılan bölgenin topoğrafik haritalarını çıkarır.
Eğin’e geldiğinde ise aşağıdaki duygularını yazar 08 Nisan 1839 tarihli Malatya’dan Almanya’ ya gönderdiği mektubunda.
Sarp sırta varınca insan, önünde yeniden Fırat vadisini ve
ta aşağıda Eğin şehrini görüyor.
Bu şehirle Amasya benim Asya’da gördüğüm en güzel yerler.
Amasya daha garip ve hayret verici, fakat Eğin daha muhteşem ve güzel; burada
dağlar daha muazzam, nehir daha önemli. Aslında Eğin birbirine ulaşmış bir sürü
köyden meydana geliyor. Bütün evler ceviz ve dut ağaçları, kavaklar ve
çınarlarla gölgelenmiş bahçelerin ortasında olduğu için şehir büyük bir alanı
kaplıyor. Yukarıdan görüldüğü zaman tamamıyla vadide imiş gibi görünüyor; fakat
nehrin kenarına varılınca evlerin bir kısmının yukarıda çeşit çeşit garip
şekilli taşlık ve kayalıkların üzerinde kurulduğu ve vadinin dik yamaçlarının
ta 100 ayak yüksekliğe kadar meyve bahçeleri ve bağlarla örtülü olduğu
görülüyor. Birçok küçük sular dağdan aşağı çağlayarak iniyor. Bunlardan birinin
üzerinde beş değirmen saydım, her değirmenin çatısı ötekinin tabanı hizasında
idi, öyle ki su bir çarktan ötekine dökülüyordu. Ağaçların çiçek açma zamanında
yukarıdan görünüş anlatılmayacak kadar güzel olacak.
Karın çokluğu ve iznimin kısalığı daha ileriye gitmeme engel oldu. Henüz
haritalara adı geçmemiş fakat önemli bir kasaba olana Çemişgezek üzerinden geri
döndüm
Bu bölüm için son söz yerine;
Eğin bu gelişimizde bizim için gabanlar demekti.
Eğin’ de bulunan dokuz gabandan sadece birisine, EĞİN GABANINA çıkabildik.
Gaban ise bize İzmit’ ten, bir zamanlar Ermenilerin yaşadığı Kozluk Mahallesi’ndeki Kapanca Sokak’tan miras kaldı. İzmit Ermenileri ise tıpkı Anadolu’dan göçen/göçe zorlanan Rumlar ve Ermenilerin yaptığı şekilde gittikleri yeni yerlere geldikleri yerlerin adını, Eğin’in köylerinin adlarını verdiler. Çünkü Papaz Karakin’ in raporuna göre Eğin’deki Ermeni köylülerinin çoğu İzmit’e taşınmışlardı.
Kapanca Sokağı yazanlar, sokakta yaşayanlar, iz bırakanlar için bir borcu ödemek için gelmiş olduk Eğin’e.
Hayat hep bir borç ödeme değilse nedir?
Eğin’den, Apçağa’ dan, Fırat’tan, gabanlardan, Hotar’dan, Sarıçiçek Yaylası’ndan geriye kalanlar aslında UDİ HRANT’ ın da bir parça okumuş olduğu uzunçaların taşıdığı isim gibi, bütün bunlar ve bilemediklerimiz, hiç fark edemediklerimiz bizim için CENNETTEN KALANLAR mıydı?
Gabanlar başka bir tema, başka bir içerikle yeniden yapılacak.
Önce o güzel gaban türküsünün kaynağına Tokat’ a gidilecek. Sonra Eğin, sonra İliç.
Sonra da Leon BAHAR’ ın karısı Jenny’ e mektuplar yazdığı sürgünde bulunduğu Erzurum-Aşkale’nin PIRNAKABAN Köyü, yani meşeli gaban,
Altıncı Bölüm için teşekkür:
Eğin’de kaldığımız geceler ve gündüzler boyu bize yardımcı olan, mihmandarlık yapan, sohbetine katan, bildiklerini paylaşan, tüm Eğinli Canlara içtenlikle teşekkür ediyorum.
Merhaba Recep Bey. Ben bu yazınızda geçen "Dışgapılı Ahmet'in oğluyum. Yıllardır zihnimin bir köşesinde olan ve her fırsatta eğinlilerin yüzüne vurduğum sözleri ilk defa birinden daha duydum. Eğer isterseniz sizinle görüşmek olayı tam olarak anlatmak isterim. Saygı ve selamlarımı sunarım.
Hep Ermeniler anlatılmış maaşallah
YanıtlaSilMerhaba Recep Bey. Ben bu yazınızda geçen "Dışgapılı Ahmet'in oğluyum. Yıllardır zihnimin bir köşesinde olan ve her fırsatta eğinlilerin yüzüne vurduğum sözleri ilk defa birinden daha duydum. Eğer isterseniz sizinle görüşmek olayı tam olarak anlatmak isterim. Saygı ve selamlarımı sunarım.
YanıtlaSil