“Hep daha yakından görmek istiyordum. Ama bunun için hiç imkanım olmadı. Adadan Paşa Limanı Adası-Balıklı’ ya uğrayıp Erdek’e giden feribottan baktığımda aklım hep orada kalıyordu. Bu küçük Paşa Limanı adasının yanında acaba başka küçük bir ada mı vardı? Yoksa iki ada arasındaki kara bağlantısı jeolojik nedenlere bağlı olarak batmış mıydı? Hep merak ediyordum. Sanki bir çöküntü var gibi geliyordu bana, zira feribottan aradaki kara bağlantısını neredeyse hiç göremiyordum. Sanki arada hiçbir kara bağlantısı yok gibi görünüyordu.
Kendi kendime bunun bir “Nehrung”[1] olması gerektiğini düşünüyordum. Şimdi bugün, burada tam kırk yıldır görüp görüp de merak ettiğim, ama Paşa Limanı – Balıklı’ da inerek o merak ettiğim yere kadar yürüyerek gördüğümün ne olduğunu öğrenememenin bana vermiş olduğu sıkıntıdan kurtuluyorum. Demek, o arada kara bağlantısı yok gibi gördüğüm, kara bağlantısı olsa bile benim hep “Nehrung” diye bildiğim kıyı şekli bir “Kıstakmış.”
Bir
daha söyle bakalım Reco, “Kıştak mı?”
Hayır,
‘Kıstak’.”
Öyle mutluydu ki Mişa. İlkokula yeni başlayan ve öğrendiği her şey için heyecan duyan küçük bir çocuk gibiydi.
Her
fırsatta bana teşekkür ediyordu Mişa, benim üniversitede Alman Dili ve
Edebiyatı okurken 1984-88 yılları arasında hocam olan Dr. Michael FRITSCHE.
Yakınları
ve ailesi ona hep Mişa, diyor.
Üniversitede
ise o Herr FRITSCHE idi.
Biz de Mişa[2] olarak devam edelim o halde.
20 HAZİRAN, PAZARTESİ
“Seninle
Paşalimanı’na gidelim mi, oradaki adaları merak ediyorum,” diye soran Mişa’ ya
olur elbette, diyorum.
Hazırlıklarımızı
yapıyoruz. Pazartesi günü kalkacak ve Balıklı’ ya uğrayacak 07.15 feribotuna
bineceğiz.
Mişa
bizimle birlikte adada yeni komşuları Ulaş Hanım ve eşi Teoman’ın da geleceğini
söylüyor.
Tamam, diyorum.
Sabah
06.20’de beni ve Mişa’yı araçlarıyla alan Teoman ve eşiyle feribot iskelesine
gidiyoruz.
Ulaş
ve Teoman’ı daha önce görmüştüm adada, ama tanışmamıştım.
Michael Mişa oluyorsa, Teoman da Teo oluyor.
Feribotun
kalkış saati geliyor ve üst güvertede bir yere oturuyoruz. Üst güverteden
birkaç kare fotoğraf çekiyorum. Havada yağmur havası var.
Hava
serin ve rüzgarlı. Ulaş üşüyor, rüzgar almayan iskele tarafına geçiyor. Sancak
tarafında durabilmek çok zor. Teo yanına aldığı polar hırkasını bir eşi Ulaş’a
veriyor, bir kendisi giyiyor.
Ben
üşümüyorum.
Mişa
ise ateşli bir hastalıktan yeni çıkmış olduğu için tedbirli ve yanına ince
montunu almış ve üzerine giyiyor.
Feribot Balıklı’ ya saat 07.45’de varıyor.
İnmemiz
ve yürüyüşe başlamamız saat 08.00’i buluyor.
Erdek’e giden feribot dönüşte saat 12.00’de yine Balıklı’ ya uğruyor. Yani bu demektir ki, ada gezimiz için tam dört saatimiz var. 12.00 feribotunu kaçırırsak, bir sonraki ve Balıklı’ ya uğrayan son feribot saat 20.00’de.
![]() |
Üst güverteden havanın durumu böyle görünüyor, saat 07.20 |
Feribottan iniyoruz. Elli metre gidiyoruz ve bir yol ayrımına varıyoruz.
Yol
ayrımında soldaki levhalar Harmanlı-Paşa Limanı-Poyrazlı köylerini, sağdaki
levha ise Tuzla köyünü gösteriyor.
Mişa’nın
aklında Poyrazlı Köyü, daha doğrusu Vori-Voria Köyü var.
Vori veya Voria Rumca’ da “Poyraz” anlamına geliyor. Fakat bu da “Boreas veya Voreas”- kuzey rüzgarı anlamına gelen ve rüzgar tanrısı poyraz kelimesinden bozma ve halk ağzında “Vori” olan bir kelimedir.
Lala Mustafa Paşa
Kıbrıs seferinden dönüşünde, çok sert bir havaya tutulması ve bu adanın
kuytusuna yaklaşarak sığınması ve orada kalması üzerine, Paşa'nın Limanı
anlamında Paşa Limanı adını almıştır. Lala Mustafa Paşa bu ziyareti ile adada
yaralı askerlerini tedavi ettirmiş, şehit askerlerini defnetmiş, cami ve çeşme
gibi halkın kullanımına açık meskenler inşa ettirmiştir. Caminin çatısını
gemisinin direği ile desteklemiştir. 1935'teki depremde cami tamamen yıkılmış
yerine şimdiki cami yapılmıştır. Caminin yanındaki mezarlıkta çok eski mezarlar
mevcuttur. Bunların en eskileri 'Sahib-i hayat ve hasenat Paşa Limanı Zabiti
Elhoş Halil Ağa 1200' ve 'Merhum Tiryaki Mehmet Paşa 1174' kitabelerini taşıyan
taşlardır. Bu eserler halâ ayakta durmaya çalışmaktadır.
Paşa Limanı-Balıklı Köyü İskelesi
Ama
Mişa’nın Erdek’e giderken görmüş olduğu ve ayrı bir ada olduğunu düşündüğü yer
adanın güney batısında ve Tuzla Köyü yönünde olmalı ve biz de Tuzla Köyü’ne
doğru yürümeliyiz.
Üstelik
dört saat içinde hem Vori’ye-Poyrazlı Köyü’ne hem de Tuzla Köyü’ne yürümemiz
için vaktimiz yok.
Yola koyuluyoruz. Rüzgar devam ediyor.
Kısa bir yürüyüşten sonra yol sağa dönüyor. Denize bakan bir terastaki çamlık dikkatimizi çekiyor. Çamlığın etrafı dikenli tel ile çevrilmiş. Burasının eski bir mezarlık olduğunu düşünüyoruz. Açık olan yerden çamlığa giriyoruz. Evet, burası mezarlık, ama sadece tek bir mezar görebiliyoruz. Mezar Osmanlı döneminden ve hem baş, hem ayak taşları hala yerinde duruyor. Diğer mezarlara ne olmuş? Yeni mezarlık nerede, bilemiyoruz.
Mezarlığın içinden yürüyerek denize bakan yamaçtan yürüyoruz. Önümüze çıkan bir inşaat yolumuzu kesiyor ve yeniden asfalt yola çıkmak zorunda kalıyoruz.
Asfalt
yoldan yürümeye devam ediyoruz.
Kısa
bir süre sonra asfalt yoldan sola ayrılan toprak yol dikkatimizi çekiyor ve
asfalt yoldan ayrılarak toprak yola giriyoruz.
Toprak
yol denize doğru gidiyor. Denize yaklaştıkça yolun sağa doğru döneceğini ve
daha sonra yeniden asfalt yola kavuşacağını tahmin ediyorum.
Denize
doğru birisi sağ tarafta, diğeri solda olmak üzere etrafı yüksek duvarlarla
çevrili olan iki yazlık ev görüyoruz.
Çamlıktan Balıklı sahilinin görünüşü
Sahile kadar iniyoruz.
Yol
sahil boyu devam ediyor.
Sağ
taraftaki ev sahibi bahçesine bir şeyler ekmiş olmalı, kuşlar yemesin, diye
bahçesine bir korkuluk da dikmiş.
Oysa yaşadığımız dünya bütün canlılar için ortak bir yaşam alanı değil mi? Kuşlarla bile paylaşılmayan bir dünya nasıl olabilir? Korkuluk da neyin nesi?
Benim
derdim ev sahibinin bahçesine neden bir korkuluk koyduğu değil, benim derdim ev
sahibinin bahçesine koyduğu korkuluğun şekli ve ne olduğudur.
Korkuluk
vitrin mankeni bir kadının üst tarafı. Mankenin duruşu sanki saldırıya
uğrayarak üstü parçalanmış bir kadın görüntüsü veriyor.
Bu
ne demek?
Ev sahibi bu kadın vitrin mankenini ya muhtemelen daha önce denize çöp olarak atılan ve poyraz rüzgarlarının attığı kıyıdan almış ya da ev sahibi bir giyim mağazası sahibi olmalı, diye düşünüyorum.
![]() |
Kadın vitrin mankeni |
SAHİLDEKİ İŞARETLER
Sahile iniyorum. Poyraz rüzgarlarının kıyıya vurduklarını merak ediyorum. İlginç parçalar görüyorum. Ne görsem yanıma alacak durumum yok elbette. Ama işte bir meşe odunu buluyorum. Ne ilginç. Meşenin baş tarafı bir taraftan bakarsan deve başını, diğer taraftan bakarsan köpek başını andırıyor.
“Bu
bir işaret Recep Abi,” diyor Ulaş. Mişa ve Teo da buna şaşırıyorlar.
Biraz
daha sağa sola bakayım, derken işte başka bir şey daha. Bu sahillerde pek
rastlanmayan ve iç yüzeyi sedef kaplı bir istiridye parçası.
Bunun da bir işaret olduğunu söylüyor Ulaş.
Asıl şaşılacak şey ise, bulduğum her iki parçanın da şekil olarak bir hayvan başına benziyor olmasıdır. Meşe odunu ve sedef sola baktıklarında benzerliğe şaşırmamak elde değil. Öyle ki sedef şekilde görülen devenin başındaki burun derisi kıvrımları bile görülebiliyor.
NİHAYET O KARA BAĞLANTISI
Kuzey sahili boyunca uzanan toprak yoldan ilerliyoruz. Toprak yol bir süre sonra bizi asfalt yola bağlıyor. Asfalt yol deniz seviyesinden biraz yüksekte ve en tepeye çıktığımızda aşağıda, güney doğu yönünde uzanan kara parçasını görüyorum ve Mişa’ya dönerek “Merak ettiğin yer burası mıydı?” diye soruyorum. “Evet,” diyor Mişa.
O zaman biz bu kara parçasına Türkçede “Kıstak” diyoruz. Mişa ilk defa duymuş olduğu kelimeyi telaffuz etmekte biraz zorlanıyor. Unutmamak için de sürekli tekrarlıyor.
İşte
kırk yıldır Mişa’yı merak içinde bırakan kara parçasını nihayet görüyoruz.
Mişa’ nın kırk yıllık tahminlerine göre bu kara parçası neler neler olmadı ki, ona ne hikayeler uydurmadı ki?
Nihayet
bu kara parçasının bir kıstak olduğunu öğreniyor Mişa. Benim de çok ilgimi
çekiyor bu kara parçası. Hemen aklıma Kapıdağ Yarımadası bağlantısına, yani tombolo’suna
açılmak istenen kanal geliyor.
Başka?
Başka
aslında birer kıstak olan Panama Kanalı ve Korint Kanalı geliyor.
Oralarda açılan kanallar kıstağın en dar yerindeydi ve coğrafyaları değiştirdiği gibi, siyaset ve ekonomileri de etkiledi.
Kapıdağ Yarımadası kıstağına kanal açılması düşüncesi ta Roma’dan beri devam ediyor. Roma döneminde yarım kalan kanal projesi 1957 tarihinde DSİ tarafından yeniden gündeme getirilir.
DSİ kıstak kısmına
gemiler için bir kanal
yapmaya başlamış, fakat denizin getirdiği
sedimentler ile kanal ağızları hemen dolduğundan bu kanal işinden
vazgeçilmiştir, kanalın izi hala görülebilir. Kıstak günümüzde hala bataklıktır
![]() |
Kapıdağ ve Paşalimanı Adası Tuzla Köyü kıstakları aynı haritada |
![]() |
Korint kıstağındaki kanal |
![]() |
Korint kıstağındaki kanal |
![]() |
Panama kıstağındaki kanal |
![]() |
Panama Kanalı |
Zira “Nehrung” olarak söylemek istediği aslında Türkçede “Kıyı oku” dediğimiz kıyı şeklidir ve Kuzey Denizi kıyılarında harika görüntüler oluştururlar.
Mişa
daha önce gördüğü ve üzerinde bulunduğu Kıyı oku, Nehrung hakkında konuşmaya
başlıyor.
Şematik olarak kıyı şekilleri Kur Lagünü Kıyı Oku
Mişa’nın gördüğü ve sözünü ettiği ünlü Kur Lagününü çevreleyen kıyı okunu gösteren harita durumu anlatıyor artık. Bizim Tuzla Köyü’nde gördüğümüz kıyı oku değil, bir kıstak oluyor.
GÖRDÜM GÖRDÜM
Asfalt
yolun tepe noktasına çıktığımızda Tuzla Köyü kıstağı önümüzde apaçık ve çok
güzel görünüyordu.
Şimdi
o kıstağa kadar yürümeliyiz.
Uzaktan
bakınca kıstağın sağ tarafındaki su birikintisi bir lagüne benziyor. Ama, hayır
burası köye adını veren tuzla olmalıdır. Marmara Takım Adaları’na ulaşım
imkanları çok azdı. Adalarda yaşayan insanların su dışında her türlü ihtiyacı
dışarıdan sağlanıyordu. Tuzla Köyü’nde ise kıyıda, kıstağın bulunduğu yerde bir
tuzla olmalıydı ve bütün adalarda yaşayan halk tuz ihtiyacını buradan
karşılıyor olmalıydı. Bu nedenle kıstağın bulunduğu köyün adı Tuzla Köyü olarak
bilinir. Deniz suyu kıyıyı aşarak bu tuz gölüne dolar, yaz aylarında çekilen
deniz suyu geride tuz bırakır, işte bu tuz “Tuzla” tuzudur ve adalarda yaşayan
insanlar bu tuzu kullanıyordu. Şimdi ise tuzla adı sadece köyün adı olarak
duruyor ve bu bölgedeki tuzlanın varlığı veya köyün Tuzla adının nereden
geldiği bile bilinmiyor.
Tuzla Köyü kıstağı ve sağ tarafta deniz tuzlası
Küçücük adalarda bile ne hikayeler, ne ilginç yer yüzü ve kıyı şekilleri var. İçimizde en çok sevinen Mişa oluyor.
Çok
sevdiği bir şeyi ilk gördüğünde mutluluktan havaya sıçrayan çocuklar gibi
kıstağı ilk gördüğümüz yerde havalara sıçrıyoruz, Mişa, ben ve Ulaş. Teo o anı
yakalıyor.
Kıstağı gördüğümüz anda sevinçten havalara sıçrıyoruz
Asfalt yoldan yokuş aşağı kıstağa doğru iniyoruz. Kıstağın kara parçasının genişliğinin 100 metreden daha az olduğunu düşünüyorum. Deniz seviyesine kıyıya vardığımda kıstağı adımlıyorum, tam 110 adım. Kendi adım uzunluğumun 70 cm olduğunu düşünürsem, kıstağın genişliğinin yaklaşık 80 metre olduğunu hesaplıyorum.
Deniz seviyesine, kıstağa iniyoruz. Mişa tuzlanın kenarına geliyor. Ben tuzlayı çepeçevre dolaşıyorum. Tarihi tuzla ne yazık ki artık bir bataklığa ve çöplüğe dönüşmüş halde. Beni mutlu eden şey ise böyle bir tuzlayı yakından görebilmek ve tuzla üzerinde uçuşan sumru kuşlarının sesini dinleyebilmek oluyor.
![]() |
Mişa tuzlanın başında, ben uzakta tuzla çevresini adımlıyorum |
Tuzlanın etrafını dolanıp meşelik ve dikenli bir bölgeye varıyorum. Sağ tarafımdan yavrularıyla bir kuş sürüsü havalanıyor. Ne kadar seviniyorum. Her şeye rağmen, zalim avcılara rağmen adada hala kuşlar var.
Keklik
sürüsünü ve tuzlayı geride bırakıp tekrar asfalt yola çıkıyorum.
Mişa, Ulaş ve Teo benden bir hayli ilerdeler, feribota geç kalmama telaşındalar. Hızlı ve tempolu bir yürüyüşle onlara yetişiyor ve geçip önlerinden yürüyorum.
PAŞALİMANI’NDA BİR MUŞLU’DAN ÖĞRENDİKLERİM
Az
ileride yolun sağ tarafında elindeki kürekle çuvallara toprak dolduran bir
köylü görüyorum. Biraz şaşkınlıkla köylüye soruyorum, bu toprağın ne özelliği
olduğunu merak ediyorum.
Köylü çuvallara doldurduğu toprağın kumla karışık bir toprak olduğunu ve bahçelerde yüzey toprağının üzerine serildiğinde yaz güneşinin bahçe toprağını yakmadığını söylüyor. Bir şey daha öğrenmiş oluyorum.
Muş nere, Balıklı nere, diyecek oluyorum. Konuşma ağzında hiçbir değişiklik olmamış, kendi yöre konuşma ağzını koruyan Muşlu köylü tam kırk yıldır bu adada yaşadığını söylüyor.
Balıklı sahiline, feribot iskelesine erken varıyorum. Saat 11.00.
Az sonra Mişa, Ulaş ve Teo’ nun kıyı boyunca yürüyerek iskeleye geldiklerini görüyorum.
Feribot
gelene kadar sahilde bulunan köy kahvesinde taze demlenmiş çay içiyoruz.
Saat
11.45. Feribot iskeleye yanaşıyor ve biz sabah yola çıktığımız Marmara Adası’na
dönmek üzere feribota biniyoruz.
Feribot hareket ediyor, saat 12.00.
Marmara iskelesine yanaşan feribottan iniyoruz. Dağılmadan önce Mişa yarın, Salı günü Marmara Adası’nda su depolarının yukarısında bulunan eski bir manastır kalıntısını son bir kez daha görmek istediğini söylüyor. Ulaş ve Teo gelemeyeceklerini söylüyorlar. Ben gelirim, diyorum.
21 HAZİRAN, SALI
ADANIN TAŞLARI-2
Daha
önce yazmış olduğum Adanın Taşları blog yazımda Marmara Adası merkezinde ve
Saraylar Köyü’nde gördüğüm taşları anlatmaya çalışmıştım.
Adanın Taşları-2 yazıma Paşa Limanı Adası – Balıklı Köyü’nde kıstaklar gezimizin dönüşünde Teo’nun çekmiş olduğu fotoğraflarla başlıyorum.
Bir zamanlar sütün başı, sütun ayağı olarak kullanılmış ve Marmara Adası-Saraylar’ dan getirilmiş olan mermer parçaların yeni yerlerindeki işlevleri insanı mutlu ediyor. Mermer parçalar hiç olmazsa parçalanıp yakılmamış.
Mübadele ile Rum kireç ocağı sahiplerinin Anadolu’dan ayrılmasıyla birlikte bütün Kapıdağı-Erdek ve adalarda kireç ocağı işleten Türkler için kireç yapmanın en kolay yolunun mermer yakmak olduğu düşünüldüğünde ne kadar değerli mermer parçaların yakılmış olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
“Değersiz yapılara sıva olmadan önce kurtarıp derlemeye çalıştığım yapıtları, Erdek’te kurduğum açık müzeye yerleştirirken, bu didinmelerime kendince acıyan ve Hadrianus Tapınağı’ndaki kireç ocağını son işletenler arasında bulunan biri, “Günün birinde bir kaymakamın bu taşları toplamaya kalkışacağını nereden bilecektim? Ocakta öyle heykeller yaktım ki, çıplak kadınlar, kireç olunca bile hala bana güler dururlardı,” demişti.[3]
Bunları yazıyordu 1946 Mayıs ayında Erdek’e kaymakam olarak atanan ve bize dev gibi bir hazine bırakan, aynı zamanda Sabahattin Ali’nin dayısının oğlu olan Reşit Mazhar ERTÜZÜN.
Neyse ki kireç olmaktan kurtularak
başka işlevlerde kullanılan mermer parçaları hala ayakta duruyor. Teo o mermer
parçaların fotoğraflarını çekmiş dönüşte.
Artık bir kuyu halkası olan mermer bir sütün ayağı Bu da önce bir bulgur sokusu olan şimdi ise saksı görevi gören mermer bir sütun başı
Balıklı’da
sadece mermer parçalar değil, antik bir yapının parçaları da kullanılmış ve
terk edilmiş dahi olsa sağlam bir ev olarak karşımıza çıkıyor.
Salı günü saat 11.00’e doğru Mişa ile buluşuyor ve Marmara Adası’nda su depolarının olduğu yamaca doğru yükselerek yürüyoruz. Hava sıcak, ama rüzgarlı, sıcak rahatsız etmiyor.
SOL SAĞ – BİR İKİ
Mişa
ile ne zaman yola çıkıp yürüyüş yapsak hep arada bir tempo yakalayıp uygun adım
yürümeye çalışırız. Mişa tempo için Almanca “Links zwo, drei, vier” der,
Sol-ki-üç-dört, der.
Biz ise askerde hep “Sol-sağ” deriz. Arada 1-2-3-4 diyerek tempo sağlanır.
Türk ordusunda askerliğini yapmaya gelen erlerin bir kısmı sağ taraf neresi, sol taraf neresi karıştırırlardı. Bu durum aslında sivil hayatta da çıkar karşınıza. Bazı insanlar sağını-solunu hep karıştırır.
Sağını solunu askerde karıştıranlara “Sağına sarımsak, soluna soğan” derlerdi hatırlatıcı bir söz olarak.
SAPLA SAMANI KARIŞTIRMA
Mişa
benzer bir sözün Rusça’da da olduğunu söylüyor.
Bu
sözün Rusça karşılığında kullanılan kelimelerin “Sap ve saman” olduğunu
belirtiyor.
Yani
sağına sap, soluna saman.
İşte
bir bağlantı daha.
Bizim günlük hayatımızda, her şeyin birbirine bilerek ve kasten karıştırıldığı, demagojiye açık durumlarda en çok söylenen söz “Sapla samanı karıştırma veya sapla samanı karıştırıyorsun” sözü değil midir?
Acaba
biz bu sözü Ruslardan/Rusça’ dan ödünç almış olabilir miyiz?
Bunu etimologlara bırakalım isterseniz.
Su
depolarının önünden geçerken 2019 yılında adanın bu bölgesinde çıkan ve çam
ağaçlarıyla birlikte çok sayıda zeytin ağacını yakan büyük yangının izlerini
hala görebiliyoruz.
Yamaçtaki bir baraka yanmış, yapının demir profillerden iskeleti yangın ateşiyle adeta erimiş. Yapının demir kapılı girişine asılan metalden horoz bile yangını erkenden haber verip insanları uyaramamış anlaşılan!
Yanmış barakanın arka tarafından geçen toprak yoldan yükselerek yürümeye devam ediyoruz.
Sol tarafta, dik bir yamaçta adeta granit blok akıntısı gibi bir yer gözüme çarpıyor. Mişa bu granit bloklarının manastırın yapı parçaları olduğunu ve manastırın muhtemelen büyük bir depremde yıkılmış olabileceğini söylüyor.
Ben ise aynı görüşte olmadığımı söylüyorum. Bunun için Dr. Rıza Nur’un söyledikleri geliyor aklıma.
Horoz yangından kurtulmuş, ama erken uyarı görevini yapmamış!
Eski uygarlıklardan, dinsizlikle suçlanan ne kadar eser varsa hepsinin yok edilmesi, tahrip edilen yapıların bir daha bir araya getirilerek yeniden yapılarak ayağa kaldırılmaması için yapı parçaları çok uzaklara veya bir araya getirilmesi mümkün olmayan yerlere atılmış, yuvarlanmış olmalıydı. Milli Mücadele’ nin önemli isimlerinden biri ve aynı zamanda ilk Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Rıza Nur da daha sonraki hayatında yukarıdaki düşünceleri paylaşıyordu etrafındakilerle.
Manastırın granit blok taşları da dik yamaçtan aşağıya bu zihniyetle yuvarlanmış olmalıydı.
Mişa,
ben burada bekleyeceğim, sen en tepeye çık ve tepede manastırdan kalan ve üçgen
girişleri olan iki tane sarnıç göreceksin, diyor.
Tamam,
diyorum Mişa’ya ve dik yamacı tırmanıyorum.
Tırmanırken dik yamaçtan aşağılara yuvarlanmış büyük granit bloklara basıyorum. Nihayet en tepedeyim. Biraz arandıktan sonra birisi tahrip edilmiş, iki sarnıcın üçgen girişini buluyorum.
Tepede
bulduklarım sadece iki tane sarnıç girişi değil, manastırın doğu tarafını
oluşturan ve büyük granit bloklardan örülmüş duvar kısmen ayakta duruyor.
Anlaşılan
bu duvarı doğu tarafına yuvarlamak risk oluşturduğundan, duvar öylece kalmış.
Duvarın
örgü tekniği ta Hititlerden, Hattuşa ve Alacahöyük’ten aşina olduğumuz
poligonal taş örgü tekniğini andırıyor. Öyleyse yapı mirası da devam ediyor
demektir.
Üçgen formunda girişleri olan sarnıçlar, aşağıdaki kısmen tahrip olmuş
![]() |
Manastırın doğu tarafındaki poligonal örgü granit duvar |
Tepeden inerek Mişa’nın yanına geliyorum. Dönüşte yanmış, yangından sonra zavallı bir görünüm kazanmış zeytinliklerin arkasından dolaşıyoruz.
Eve dönüyoruz. Mişa’yı kırk yıldır merakta bırakan, nihayet dün gidip gördüğümüz kıstağın Almancası için sözlüğe bakıyorum.
Sözlük
kıstak için Almanca karşılığını “Der Landenge” olarak veriyor. Mişa’ya
okuyorum. Mişa benim Almanca telaffuzumu düzeltiyor.
Kelimeyi birleşik bir kelime gibi değil, iki ayrı kelime gibi, Land-enge, okumam gerektiğini söylüyor.
Bir şey daha öğrenmiş oluyorum.
Mişa’nın kırk yıllık merakını gidermek için çıkmış olduğumuz Paşa Limanı Adası gezimizde gördüklerimiz, bulduklarımız, öğrendiklerimiz bize ışık oluyor.
Mişa’ya,
Ulaş’a,
Teo’ya
İçtenlikle teşekkür ediyorum.
Muhabbetle,