2 Eylül 2020 Çarşamba

CINCIK (Altıncı Bölüm)

 Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü

Ruhi SU Anısına

Göllü Dağ bize bir yol göstermiş oluyor, Kömürcü Köylüleri bize bir şeyler öğretmiş oluyor.

Kimin öğrenen, kimin öğreten olduğunu bilmediğimiz bu dünyada, belki bir daha gelemeyiz, belki birisi ile takas ederiz, belki de Hasan Dağı yolunda hayat kurtarır, diye yanımıza irili ufaklı “cıncık“ parçaları alıyoruz.

Köylülerle veda ederken, zaman baskısına karşı koyamıyoruz, ama yeniden ve daha kalabalık gelmeye söz veriyoruz.

Artık Kömürcü Köy’ e ve Göllü Dağ’ a veda etme zamanı.

Köylüleri o yoksul ve susuz  halleri ile baş başa bırakarak aracımıza binerek köyden ayrılıyoruz.

Binlerce yıl öncesinin Hitit insanları gözümün önüne geliyor. İşte şimdi diyorum, tam köyden çıkarken bizi çevirip, çantalarımızı arayacaklar, cıncık kaçırıp kaçırmadığımız kontrol edecekler.

Köyden uzaklaşıyoruz.

Çok geçmeden, bende bir tutku olan dağ geçitlerinden aşıp gitme hevesi az sonra 1.689  metrelik Sekkin Geçidi’ ne  varınca yeniden canlanıyor. Yıllar önce sadece merakımdan bu yollara geldiğimi, bu geçitten geçerek Güzelyurt’ a, Gelveri’ ye geldiğimi hatırlıyorum.

Geçitten geçerek, Ilısu – Ihlara üzerinden Ihlara  Vadisi’ nin kuzeyinde son köy olan Selime Köyü’ne varmaya çalışıyoruz.

Bir yandan acıkmamız, bir yandan Hasan Dağı kamp alanına vaktinde varma telaşımız var.

Köylerin içinden geçerek gidiyoruz. Yönümüz doğru, ama Selman gördüğü  köylülere yol sormayı muhabbet  sayıyor. Yol kenarından yürüyen orta yaşlı, tombulca bir köylü kadını durdurup Ilısu Köyü’ nü soracak oluyor.

-Teyze Ilısu’ ya nasıl gideriz?

-Ey,

 

diyor, köylü kadın yüksek ve beklenmedik bir heybetle

 

Selman bu nereden ve nasıl çıktığı belli olmayan nida karşısında ürküp korkuyor.

Doğru yoldayız.

…/…

Ilısu Köyü’ ne vardığımızda ta 1991 yılında bu köye bizim Burhan Eliş ile oto stop yaparak geldiğimizi  hatırlıyorum. Derme çatma çantalarımız, kırık dökük ayakkabılarımız ile yola çıktığımızda bahar ayları idi ve Hasan Dağı kar altında bir gelin gibi süzülüyordu.

Bir Ramazan günü ve iftara yakındı. Güzelyurt’ tan Ihlara’ ya gidecektik. El kaldırdığımız kamyoncu bizi aldı. 

-Nereye?

-Ihlara’ya. 

-Ne var Ihlara‘ da sizi Ilısu’ ya götüreyim, orada ılıca var, bir güzel yıkanırsınız.

-Tamam.

Kamyoncu ne derse, kabul etmek zorundayız. On beş dakikalık bir yolculuktan sonra Ilısu Köyü’ nün girişine geliyoruz. Kamyoncu bizi burada indiriyor.

-Deyha, Ilıca‘ nın girişi solda. Oraya girer bi güzel yaykanırsınız.

-Çok teşekkür ederiz.

Tam iftar vakti.

Önü açık, kapısız, mağara girişini andıran bir girişten giriyoruz. İftara geç kalmış 

ya da yaşlı bunlar diye, sıraları sona kalmış abdest almakta olan bir iki ihtiyar dışında ılıcada kimse yok. İhtiyarlara selam veriyoruz.

-Yaykanın burada, su sıcak, iyi gelir

İhtiyarlar da ılıcayı terk ediyorlar. Burhan ile yalnız kalıyoruz. Yıkanacağız. Ama ne soyunacak yer var, ne de böyle bir imkanı önceden bilerek yanımıza şort almışız.

Ama hiç yıkanmadan da bu ılıcadan ta, Hititler‘ den bu yana, ta Roma’ dan bu yana akan ve insanlara şifa veren bu ılıcaya girmeden gitmek olur mu?

Gözümüz karanlığa alışınca fark ediyorum. Sıcak su yer altından kaynamıyor, kayanın yüzeyinden kendine bir çatlak bulmuş olan su, adeta çeşmeden akan bir su gibi, kavis yaparak mağaranın taş zeminine düşüyor şarıl şarıl. Zeminde ne bir havuz var, ne de suyun gideri. Akan su, mağaranın eğimli zemininden  dışarıya, bahçelere  akıyor.

Soyunuyoruz.

Daha da soyunuyoruz.

Daha da.

Üstümüzde hiçbir şey kalmıyor.

Burhan gazeteci. Elinde dia pozitif çeken fotoğraf makinesi var.

Basıyor denklanşöre.

Ankara‘ ya dönüyoruz.

Burhan akşam dia pozitifleri getirip gösteriyor.

Ilısu‘ da çıplak, daha da çıplak halim var.

İlk karede yakalamış beni Burhan kalçalarımdan, arsızca!

“Cıncık” gibi.

 

…/…

Yolumuz az kaldı, ama acıktık diyenler, gizliden telaş edenler var.

Merak etmeyin, diyorum.

Ramazandan dolayı gideceğimiz yerde açık yer bulup yemek yiyebileceğimize inanmayanlar var.

Merak etmeyin, diyorum. Şimdi Çatlak Pansiyon’ u Beytullah’ ı ararım.

Beytullah’ ı arıyorum. Telefonu yanıt vermiyor. Pansiyonu arıyorum. Telefonu açan kişiye kendimi tanıtıp, Beytullah’ a not bırakıyorum. 

Biraz sonra Beytullah arıyor beni. Sesi çok sıcak geliyor.

-Buyur abi. 

-Beytullah biz beş kişi geliyoruz, yemek var mı?

-Ne demek abi.

Beytullah’ tan en kısa yol tarifi de alarak, Ihlara’ ya kadar gelmiş oluyoruz.

Ihlara’ dan ötesi bana ait, on dakika içinde vadi içinden akan Melendiz Çayı’ nın kenarında kurulu, Yaprak Hisar Köyü’ nün çıkışındaki Çatlak Restoran’ a varıyoruz.

Eski bir dostu görmüş gibi, Beytullah ile kucaklaşıyoruz.

Yemekler yeniyor, çaylar içiliyor.

Akşam yanaşıyor. Vaktinde kalkmalıyız.

Hasan Dağı çıkışları için son kamp yeri olan Helva Dere Köyü’ ne doğru yola çıkıyoruz.

Bütün kumanya hazırlıklarımızı Derin Kuyu’ da yapmış olduğumuzdan, fazla oyalanmadan kamp yerine varıyor ve hemen çadırları kuruyoruz.

Sütle kavrulmuş kabak çekirdeği, baş lezzetimiz.

Biraz sonra, Ürgüp’ ten aldığımız beyaz Turasan Şarabı çıkıyor ortaya.

Fazla değil, sadece bir şişe ve kağıt bardaklara dolan şarabın rengi, batan güneşin kızıl rengini içine alıyor.

Doktor Mehmet Abi, Hasan Dağı ile ilgili, içinde Hasan  Dağı geçen türkü, şiir, deyim, açıklama vb şeyleri sıralıyor. Ruhi SU’ nun “Hasan Dağı“  şiirinden başka Hasan  Dağı ile ilgili  bir şey bilmezdim, şimdi iki yeni şey daha öğrendim, diyor.

Diğer ikisinden  birisi:

  • Kıçındaki dona bakmadan Hasan Dağı’ na oduna gider.

Diğeri ise bu dağın Hasan adı ile hiç ilgisinin olmadığıdır. Arapça sessiz harflerle söylendiğinde “hsn” olan ve “taş, kaya“ anlamına gelen bu kelime, burada karşımıza Hasan, diye çıkar.  

Tıpkı, Erzurum’ da Hasan Kala, Batman’ da Hasankeyf gibi, buralarda geçen Hasan kelimelerinin de bir özel isim olan Hasan ile hiç ilgisi yoktur.

Doktor Mehmet  Abi’ nin öğrenme şerefine, Bayburtlu Zihni’ den bir deyiş söylüyorum.

 

Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş

Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı

Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş

Sakiler meclisten çekmiş ayağı

…/…

Mehmet Abi bize henüz “İbradı’ yı“ anlatmadı. İzin almadım anlatmak için. Ona bıraktım ve merakla bekledim.

…/…

Bu deyişten sonra gece 03.30‘ da kalmak üzere çadırlarımıza çekiliyoruz.

…/…

Sabah ezanı okunmadan çadırlardan çıkıyoruz. Dağdan inişte vakit kaybı olmasın ve çevrede yayılan inekler çadırlara basmasın diye çadırları hemen toparlayıp, araca koyuyoruz.

Günün doğuşunu Hasan Dağı’na çıkarken karşılıyoruz.

Derin vadiler iniyor çıkıyor, taşlık, kayalık yerlerden geçiyoruz. İki kere çıktığım bu dağ belki de volkanların en güzeli, en delisi.

Çıkış bitmesin, zirveye asla varmayayım istiyorum.

Doktor Mehmet Abi, itiraz etse de ısrarlarımız üzerine baretini takıyor. Yine itiraz etse de bir eline baton alıyor ve Selman ile Bülent’ in arasında yavaş, ama güvenli adımlarla çıkışını sürdürüyor.

Sütle kavrulmuş çekirdeğin hikmeti olsa gerek, dur durak bilmeden gruptan çok önde hiç durmadan çıkıyorum.

Mehmet Abi benim için “bu adam hep mi böyledir,“ dermiş. Bülent, bana inişte doping testi için idrar vermem gerektiğini söylüyor.

Nihayet zirve görünüyor.

Mehmet Abi, bırakmıyor.

Nasıl bıraksın?

Bunca insan, onun ideali için ona bir an’ı yaşatmak için, içine cıncığı da alarak onca yolu gelmiş. Bizi bir kenara bıraksa bile Mehmet Abi, o çocukluğunda her sabah ve her akşam kalın taş duvarlı eski Rum evininin pencereleri ne der Mehmet Abi’ ye?

Neden geri döndün, demez mi?

Hani her gün ve her akşam, sevda ile bakardın o dağa, neden yenildin, demez mi?

Ya Ruhi SU, beni hiç anlamadın demek ki, o şiiri nasıl yazdığımı anlaman için o dağa çıkmalıydın, demez mi?

Yükseldikçe, daha önceki çıkışlarımda fark etmemiş olduğum ovaya yayılmış olan irili ufaklı parazit volkanları görüyoruz.

Hep öğreniyoruz.

Zirveye çok az kaldı.

Elleri koynunda, saçları Heidi’ nin saçlarının renginde, iki sıra belikle örülü, taşın üstünde hareketsizce duran bir kadın “merhaba,“ diyor.

Yabancı sanıyorum kadını uzaktan, aferin, diyorum içimden, tek başına buralara  gelmiş.

Merhabasına, merhaba, diyorum.

-Benden başka, 21 kişi daha var.

Şaşırıyorum.

-Ne zaman hareket ettiniz, biz sizi  görmedik

-Gece saat 01.00’ de ve az önce çıktık zirveye

Şaşırmam üzülmeye bırakıyor kendini, zira Hasan Dağı  gibi  bir etkinlik için hiçbir  grubun gece 01.00’ de kalkıp yola, dağa çıkması doğru değil.

Ardından Kuvvet Hoca, sonra da Selman, Mehmet Abi ve Bülent geliyorlar.

En mutlu olan Mehmet  Abi.

İşte, diyor, işte altmış yılın rüyası, işte kışın gelin başı, yazın yiğit başı gibi salınıp süzülen Hasan  Dağı, eğiliyorum önünde.

Zirve defterini yazma işini Mehmet Abi’ ye bırakıyoruz.

Benim nerede, kiminle olduğum bu dünyada hiç ama hiç önemli değil. Bu dünyada kaydımın bile  olması boşuna.

Ama zirve defteri yazılmalı.

Mehmet Abi zirve defterini yazıyor. Okumuyorum. Büyü bozulmasın.


Düşünceler Mehmet Abi’ ye kalsın.

Selman, izin alarak defterin sayfasını okuyor ve resimliyor.

…/…

Hızlı şekilde inişe geçiyoruz.

Kamp yerine, varmadan, Selman hızlanıyor. Göllü  Dağ inişinde benim koştuğum gibi, bu sefer Selman koşuyor. Kamp yerindeki araca bir an önce varıp, onu alıp getirecek ve bizi kamp yerine kadar yürümekten kurtaracak, bizi yoldan alacak.

Selman koşar da Bülent koşamaz mı?

Mehmet Abi de koşmasa bile, dağı aşmanın verdiği, “bir dileğim vardı, kabul oldu’ nun” verdiği mutlulukla bir çırpıda iniyor yola, Selman’ ı beklemeye.

Helva Dere içinden geçerken, gürül gürül akan pınardan içiyoruz kana kana.

Hep yaptığımız gibi, yerel ekonomiye katkıyı ihmal etmiyoruz. Yol kenarına sergi açan köylü bir kadından bolca ak kiraz alıyoruz.

İniş tamamlanıyor.

Yeniden Selime yolundayız.

Ziga Kaplıcaları var yol üzerinde. Girip yıkanmak istiyoruz, daha doğrusu tozdan topraktan arınmak.

Girmek için bir hayli ter döktükten sonra, yıkanmak için de bir o kadar ter döküyoruz, hiç olmayan veya yarısı kırık plastik hamam tasları ile.

Olsun, şikayet etmiyoruz.

Aklanıp, paklanmasak da temizleniyoruz.

Yine Çatlak Restoran.

Yine güzel  yemekler.

Yine Beytullah’ a veda.

Yine geç kalmışız gibi tatlı telaşlar.

Nevşehir Kapadokya Hava Limanı’ na varıyoruz.

Selman uyarıyor, “cıncıkları kargoya verin, uçağa almazlar.”

Kiraladığımız aracı boşaltıyoruz.

“Yangında ilk kurtarılacak eşyaya” yapılan muamele gibi, herkes önce “cıncığını” sağlama alıyor.

Her şey, her an, sorunsuz ve noksansız, pürüzsüz akıp gidiyor, cıncık gibi.

İstanbul’ a varıyoruz.

Bandın başında çantalarımızı bekliyoruz.

Bant bir tur dönüyor. Burnuma ekşi bir koku geliyor. Aldırmıyorum.

Selman bizden ayrılıp gidiyor.

Kuvvet Hoca da çantasını alıyor, Bülent, Kuvvet  Hoca ve ben Mehmet Abi’ nin park halindeki aracına doğru gidiyoruz.

Çantanın bir ucundan ben tutuyorum.

-Hocam, çantadan şarap kokusu  geliyor.

-Ben bir koku alamıyorum.

Mehmet Abi de bir koku alamıyor.

-Ha, evet şimdi ben de aldım kokuyu.

Araca binmeden, Kuvvet Hoca çantasını yokluyor. İki şişe beyaz Turasan Şarabı’ndan birisi kırılmış.

Hoca, kırılan şişenin camlarını çantadan dışarı çıkarıp atıyor.

Şişeyi kıran şey “cıncık mıydı” acaba?

…/…

Yumru Kaya dinlenme tesislerine geldiğimizde, oto yoldan çıkmadan beni bırakıyorlar.

Mehmet Abi, kabullenemiyor, beni ta evimin kapısına kadar bırakmadığına üzülüyor.

Hayır, diyorum, iki dakikada eve giderim, siz devam edin.

Araçtan iniyorum.

Yağmur hızlanmış, ıslatıyor. Islanıyorum.

Islandıkça aklıma gelenleri sayıyorum birer birer

Ömer KÖSE, Cılat Ömer

Sadık KARAARSLAN

Ömer AYNA

Musa ACAR

Eski Ekin Köyü

Nadire EKER

Burhan ELİŞ

Göllü Dağ

Kömürcü Köy

Aşıklı Höyük

Çatlak Restoran

Hasan Dağı

Mehmet Abiiiiiiiiiiiii

Obsidyen

Cın cın cın cın cın cın cın cın cın 

Cıncık