16 Aralık 2018 Pazar

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA VEYA ESAS HADİSE O KİRAZ AĞAÇLARI

İlkokul sıralarında müzik dersi ile ilk tanışmamızda bize öğretilen bir okul şarkısı vardır hepimizin bildiği, benim kuşağımdan kimilerinin mandolin ile çaldığı “Orda bir köy var uzakta” şarkısıydı.

Bu ilkokul şarkısının hem melodisi hem de sözleri sadece küçükleri değil, belki de hayatında hiç köy görmemiş büyükleri de duygulandırır, insanı bir pastoral dünyaya götürürdü.

…/…

Sonraları öğrendik Bedrettin TUNCEL’ i.
Onun DTCF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde büyük ustalardan Talip ÖZKAN’ ın da hocası olduğunu.

Talip ÖZKAN’ ın da devlerden bir dev Hayri DEV’ i, bir başka ustayı, dünya müzik tarihine kazandırdığını.
Sonraları öğrendik yine Bedrettin TUNCEL’ in vefatından sonra onun adına yazılan mektuplardan oluşan bir seçkinin “BEDRETTİN TUNCEL’ MEKTUPLAR” (*) olarak yayınlandığını.

Okuyunca daha bir duygulandık o bizim hala kulaklarımızda cıvıldayan ilkokul şarkımızın sözlerini bir şiir olarak yazan Ahmet Kutsi TECER’ in de Bedrettin TUNCEL’ e bir mektup yazdığını.
Biz şarkıyı söylerken ve hala duygulanırken, şair Ahmet Kutsi TECER yazdığı mektubunda o ünlü şarkının şiirinde geçen köyünden söz ederken öyle duygulu şeyler anlatır ki.

Şiirde adı geçen köy, ERZİNCAN-KEMALİYE- Apçağa Köyü Ahmet Kutsi TECER’ in köyüdür.

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: APÇAĞA KÖYÜ

(…)

AHMET KUTSİ TECER’ DEN

                                                                                   Kemaliye, 17 Haziran 1941

Bedri’ ciğim, iki gündür sıcaktan baygın bir haldeyim. Daha evvel de hayranlıktan kendimi alamayacak bir halde idim. Çocukluğumdan beri hayalimde yaşattığım yere ayak bastığım andan itibaren artık benim, şahsımın olan, babamın, dedemim hatıralarını yaşıyorum. Apçağa’ ya kendi köyüme gittim… Şimdi yıkılmış, başka ellere geçmiş olan dedemin, babamın evinin yerinde, aile mezarlığında, köyün güzel mevkilerinde gezdim. Sağ bulduğum akrabalarımın, ihtiyar bir halanın, köylü amcazadelerimin muhabbetlerine kavuştum. Kazanın en büyük köyü olmakla beraber kasabaya bakan bir meylin yüksekliğinde ve kazaya bir saat yerdedir. Bütün bu havali gibi, fakat bilhassa, gümrah, yeşil bir hazinenin bekçisidir. Fırat eteklerinden geçiyor. Taşın altından bir su kaynıyor. Bütün bu su ve yeşili yalçın taşların semaya doğru uzanmış kasesi içinde dağ tanrılarının sofrasına konuşmuş bir adak zannediyorum. Öyle bir adak ki, gurbet ve hasret için yapılmış gibidir. Kayadan kayaya akseden türkülerindeki melal de hep budur…
Eğin’ de bizim Fıratlı’ nın (**) evinde kalıyorum. Bir roman için epey malzeme topladım. Daha birkaç gün buradayım.  Sana gene yazarım. Annenin ellerinden öperim. Nimet hanımefendiye hürmetlerimi sunarım. Kardeşlerine, Namıl Beylere selam ve saygılar.

Gözlerinden öperim.

(*) Bedrettin Tuncel’ e Mektuplar-Hazırlayan: Alpay KABAÇALI – YKB
(**) Edebiyat öğretmeni Halil Vedat Fıratlı
A.K. TECER                        

Apçağa Köyü – Eğin


İnsan yerleşimleri hep köylerde başladı.

Hepimizi besleyen kök köy-kır köküdür.

Köklerimiz yavaş yavaş kuruyor, ama bizim dışımızda da kurutuyorlar köklerimizi.

Boşalan ve boşaltılan köyler, artık solup giden yüzler, artık dağlarını yaban otların bürüdüğü, sularının bile öksüz aktığı köyler var Anadolu’ da.

Bir tarafta yoksulluktan ve inançlarından ve ten renklerinden dolayı dışlanmış köylülerin yaşadığı köyler varken, diğer yanda aydınlık yüzlü insanların yaşadığı ve insana umut veren köyler var.

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: KIRIK SOKU KÖYÜ

Bir Yurt Gezimizde uğradık bu köye. Yoksulluğun içinde, inançlarından ve ten renklerinden dolayı iki kat, üç kat yok sayılanların köyü idi Kırık Soku Köyü. Aynı Kırık Soku Köyü ustalar ustası Muharrem ERTAŞ’ ın kendi yurdu Kırşehir’den kalkıp yanında iki öksüz çocuk Neşat ERTAŞ ve Necati ERTAŞ ile gelip yerleştiği ve Muharrem Usta’ ya yer yurt olan, başını sokacak bir hane olan köydür.

Var olsun Kırık Soku Köyü’nün Muharrem ERTAŞ Usta’yı bağrına basan insanlarına.

Kırık Soku Köyü – Yozgat

Muharrem Ertaş


…/…

Bazı insanlar şehirleri ile değil, köyleri ile anılır.

Bazı köyler şehirlerden daha çok konuşulur.

Bazı köylerin içinde öyle isimsiz ustalar vardır ki, yaktıkları türküler, icat ettikleri oyunlar ülke sınırlarını bile aşıp, ta gider Fransa üniversitelerinde tez olup sunulur.

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: MASIT – Gökçeyaka Köyü

Hayri DEV, ismi ile müsemma veya ismi cismi bir olan DEV gibi bir cüsseye sahip olan bir insan olmasının yanında doğup, şekillendiği MASIT-GİRENİZ Bölgesi’nin bütün seslerini, bütün figürlerini kendinde toplar ve bir senteze varır.

Birgül Kız bahanedir Hayri DEV için.

Bütün derdi Çam Kavalı’ yladır.

Çam Kavalı’ nın tek yaratıcısı ve icracıdır ve UNESCO tarafından YAŞAYAN İNSAN HAZİNESİ olarak ilan edilmiştir. Koca Usta Hayri DEV orada, uzakta bir köyde doğdu, orada yaşadı ve orada yatıyor.
Koca Usta’nın oğulları Bayram DEV ve Zafer DEV köylerin, orada uzakta duran köylerini, yurtlarını terk etmiyorlar.

Hayri Dev

Masıt – Gökçeyakae

…/…

Ağıtlar hiç bitmez bu topraklarda.
Hep savaşlar vardır, hep kıran, hep kırım.

Hep kadınlarımız yakar ağıtlarımızı, geriye sadece onlar kalmıştır çünkü.
1939 Erzincan Depremi.

26-27 Aralık, zemherinin tam ortası, yıl 1939.
Kıyamet koptu Kelkit Havzası boyunca, her taraf yerle bir oldu.

Yardımlar ulaşamadı, haber alınamadı, ölenlerin çoğu donarak öldüler.
İmranlı’da Zazaca, Reşadiye’ de Türkçe ağıt tufan kırılıp gitti.

Bu nasıl iştir, duyan işiten hiç oldu mu?

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: HASANŞEYH KÖYÜ

Hasanşeyh Köyü TOKAT-REŞADİYE ilçesine bağlı güzel bir köydür.
Bu köyden bir güzel insan vardır, Reşadiye’nin belediye başkanı, Reşadiye’nin Can’ı  Tahir Bey. Deprem gecesi onun için de son gece olur bu dünyada.

Ağıtlar onun için yakılır. Bir kadınımız yakar yine ağıtını. “Tahir Bey’ in Ağıdı,” diye hala okunur cemlerden önce, musahipler arasında, diğer adı Reşadiye Irmağı’dır bu ağıtın.

Reşadiye Irmağı
Geliyor taşa taşa
Vali bize bakmadı
Sen yetiş İsmet Paşa

1939 Depremi-Erzincan                                            
Hasanşeyh Köyü-Reşadiye
…/…

Tokat ve yöresi türküler, folklorik kaynak bakımından çok zengindir.

Farklı inançtan insanların, Zile gibi bir hazinenin, Yeşilırmak gibi bir bereketin, Maşat Höyük gibi bir tarihin üzerinde yaşar Tokat.
Ağıtları kadar kıvrak oyun havaları da vardır.

Tokatlı değilseniz veya özel merakınız yoksa dinleyince sizi hemen ve kıpır kıpır oynatacak bir türkü de TOKAT– REŞADİYE-TİNYABA Köyü kaynaklıdır.
ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: TİNYABA

Yeni adı her ne kadar ÇEVRECİK olsa da yine Tokat’ tan, yine Reşadiye’ den bir güzel köydür, güzel insanların yaşadığı.

Aradaki dağın hemen ardında TAHİR BEY’ in TÜRKÜSÜ ağıt olarak söylenirken, dağın bu yamacında Şemsi Kıza dizilen bir oyun havasını söyler Tinyabalı delikanlılar gece gündüz.  

Tinyaba’ ya vardın mı?
Şemsi kızı gördün mü?

Şemsi de kızı görünce
Saçlarını ördün mü?
Tinyaba - Çevrecik
…/…

Bu topraklara geldiklerinde artık sonsuza kadar bu ülkede yaşayacaklarına inanıyorlardı.
Çünkü onlar savaşsız bir dünya düşleri ile silahlara veda etmişler, Çar’ın ordusuna katılmayı reddedip silahlarını topluca bir yığın yaparak yakmışlar ve Çar’ ın hışmından Anadolu’ ya gönüllü sürgün gelmişlerdi.

Onları MALAKANLAR olarak bildik, öyle tanıdık.
Onlardan o kadar çok şey öğrendik ki.

Başka bir Yurt Gezimizde solan renkler gibi, solan bahçeler gibi hala duran, ama öğretmen ANNA ve öğrencisi FİDAN’ ın artık seslerinin işitilmediği bir köye, eski bir Malakan Köyü’ ne yeni adı Sulakyurt olan ARDAHAN’ a bağlı SARZEP Köyü’ne.

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: SARZEP

(…)

SARZEP Köyü eski bir Malakan Köyüdür.
Bununla birlikte köyde sadece Malakanlar yaşamıyor.

Ama Malakanların bölgeye ilk geldiklerinde yerleştikleri bu köy civar köylerden, onların kültürlerinden, günlük hayatlarından çok farklıydı.
Kendilerine ait Malakan okulu var.

Evlerinde piyano var.
Peynircilikten, ev gereçleri yapımına kadar her şeyi kendileri yapıyor.

Köyde hekimleri var.
Geldiklerinde Rumların işlettiği değirmenlerin daha iyisini onlar işletmeye başlıyor.

Kısaca, komşu Değirmen Köy’ de beyliğini ilan etmiş Zulümkar Celil  Bey her seferinde SARZEP’ ten geçerken için için bu köyü ve köyde yaşayan Malakanları kıskanıyor.
SARZEP MALAKAN İLKOKULU
Köyde yaşayan Türkler çocuklarını köyde bulunan diğer milletlerin, Rum ve Ermenilerin okuluna değil, Malakan okuluna vermeyi tercih ediyorlar.
Sarzep İlkokulu – Fidan kız yok

Solup giden güzel insanlar-Malakanlar

Bugün artık köylerde öğrenci olmadığından ve olan öğrenci taşımalı sistemle merkezi yerlere veya ilçeye taşındığından SARZEP okulu da kendi haline terk edilmiş durumda yazık ki.
Oysa biz daha FİDAN kızın bu okuldan mezun olduğunu görecektik.

(…)

Bu topraklara bu kadar zenginlik katan Malakanlar varsa, başka bir yurt köşesinde, Sarzep’ ten çok uzak bir yurt köşesinde bu topraklara başka bir zenginliği, akıl ve yürek zenginliği katan insanlar da var demektir.
Fakir BAYKURT Köy Enstitülü öğretmen yazarlarımızdandır.

Mücadele insanıdır.
Onun Boşnak güzelliği BURDUR-YEŞİŞOVA-AKÇA Köy’ de hala ışıl ışıl yanmaktadır.

Akça Köy’ e giderseniz, Türkiye gündeminin çok ilerisinde konuşan insanlarla tanışırsınız.
ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: AKÇA KÖY

1960’lı yıllar.
Sağlık Bakanlığı köylere doğum kontrolü ile ilgili gezici ekipler gönderiyor.

Akça Köy’ e gelen bir ekip daha sonra geldiklerinde köy kahvesinde gösterilmek üzere bir eğitim filmi getiriyor. Film gösterilmeden önce Sağlık Bakanlığı ekibi Akça Köylülerle biraz sohbet ediyor. Köylülere kimin kaç çocuğu olduğu soruluyor.

Köylülerin büyük çoğunluğu “birer” çocuğu olduğunu söyleyince bakanlık ekibi şaşırıyor ve ardından “bu filmi sizin izlemenize gerek yok,” diyor ve köyden ayrılıyor.

Kaplumbağalar Fakir BAYKURT’ un romanında kaldı belki, ama Akça Köy lavanta kokuyor, Fakir BAYKURT’ un ektiği tohumlar Akça Köylü bir güzel insan tarafından umuda dönüştü, “Lavanta Umudu.”
Akça  Köy                                                             
Fakir Baykurt
Akça Köy lavantaları

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: BAHADIN
Başka bir umudumuz ta 1965 seçimlerine kadar gider.

Köy Enstitülü başka bir öğretmen yazarımız, güzel ,insan Yusuf Ziya BAHADINLI 1960’lı yılların karanlığında ve koyu siyasi çekişmelerinin yaşandığı biz zamanda Sorgun’ dan bir jeep kiralar .
Bir kendisi vardır jeepte bir de sadece ona şoförlük yapan birisi.

Yusuf Ziya BAHADINLI yazdığı yazılardan, romanlardan zaten iğnelenen birisidir, bir de bunun yanında taşıdığı Alevi kimliği vardır.
Bütün bunlara aldırmaz Yusuf Ziya BAHADINLI.

Yanındaki şöförün kullandığı jeep ile Yozgat’ ın hiç istisnasız bütün köylerini dolaşır.
1965 seçim sonuçları açıklanır.
Yusuf Ziya BAHADINLI Türkiye İşçi Partisi Yozgat milletvekili olarak meclise girer.

Başka bir Yurt Gezimizde yolumuz Yusuf Ziya Bey gibi hepsi aydınlık yüzlü insanların yaşadığı Bahadın Köyü’ ne düştü.
Yusuf Ziya BAHADINLI ileri yaşına rağmen pırıltılı bir zeka ve aydınlık bir bakışla dergilerde sürdürüyor mücadelesini.
Bahadın Uluslararası Kültür Festivali köy korteji                           
Yusuf Ziya BAHADINLI

…/…



Saymakla bitmez köylerimiz var orada, bizi bekleyen, “o köy de bizim köy” diyebileceğimiz.

Ama bir köy var ki ve o köyde doğup büyümüş, sadece ilkokulu okuyabilmiş sinema oyunculuğu yapmış,  yönetmenlik yapmış, yapımcılık yapmış ve çok ama çok sefil bir hayatını başından sonuna kadar BİR AVUÇ BULGUR adlı kitabında yazmış Hidayet PELİT hem kendi köyünü hem de komşu köyü anlatırken, hiç de farkında olmadan, aslında bu topraklarda da saklı bir masalın Bremen’ de “Bremen Mızıkacılar” olarak söylendiğini anlatır bize, ama ne Bremen’i bilir Hidayet PELİT ne de  duymuştur mızıkacıları.

Bize başka antropolojik bilgiler de verir Hidayet PELİT kitabının “Melesün’ de Yılbaşı” bölümünde. Köyün gençlerinin yılbaşı gecesi rakı yerine turşu suyu ile sarhoş olduklarını anlatır mesela.

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA: MELESÜN

Yeni adı Cevizli olan SİVAS-KOYULHİSAR İlçesi’ ne bağlı MELESÜN Köyü’nde tıpkı babası gibi daha çocukluğundan kabına sığmayan birisi yaşar: Hidayet PELİT.

Melesün Köyü                                                              
Sineme oyuncusu Hidayet PELİT
Yönetmen Hidayet PELİT

(…)


Melesün’ de Yılbaşı

Yılbaşı gecesi, köy odasında toplanan gençler, rakı niyetine turşu suyu içerler ve kafayı bulurlar. Yılbaşı (saya) gecesini her yıl yaparlar.

Saya gecesinde evlerden yiyecek temin edecek olanlar üç gruba ayrılır.1.nci grup; iki veya üç kişidir. Ellerinde sekiz on çan kelek alırlar. 2.nci grup: ayı, at, horoz, tilki, kurt, köpek ve koç kılığına girerler.

(…)

Ayı, ev sahibine oynayarak ve hünerini gösterirken evde bulunanlara ayı gibi sesler çıkararak saldırır, horoz, horoz gibi öterek ev sahiplerini gagalar, at at gibi kişneyerek evdekilere çifte atar. Köpek, köpek gibi havlayarak ev sahibine saldırır, evdekiler de ellerine almış oldukları sopalarla onlardan korunmaya çalışır.

(…)                                                                 Hidayet PELİT-Bir Avuç Bulgur-Kişisel dağıtım

Hidayet PELİT farkında olmadan benim bugüne kadar başka hiçbir yazılı kaynakta okumadığım bir önemli bilgi daha verir bize.

(…)

Cörgü Köyü’nde ise saya on iki Şubat’ta yapılır.

(…)                                                     Hidayet PELİT-Bir Avuç Bulgur-Kişisel dağıtım

Bu sıradan gibi, çok yöresel gibi gelen kısacık bilgi aslında ne kadar büyük bir geçmişi barındırıyor içinde.

Kendi köyleri Melesün’ de yılbaşı, yani saya gecesi 31 Aralık’ ta yapılırken, komşu köy Cörgü’ de yılbaşı, yani saya gecesi neden 12 Şubat’ ta yapılır?

Bunun tek bir açıklaması vardır.

Melesün köylülerinin yaşadığı köy çok eski uygarlıkların gelip geçmiş olduğu kadim bir Anadolu köyüdür ve yılbaşı geleneğini Roma-Bizans geleneğinden almaktadır.

Bu nedenle Miladi takvim kullanıyorlar ve yılbaşı 1 Ocak’ tır.

Komşu köy Cörgü halkı ise oraya Orta Asya’dan gelen Türklerin kurmuş olduğu bir köydür. Cörgü köylüleri halen Çinlilerin kullandığı ve Türklerin ise Anadolu’ ya geldikleri zamana kadar kullandıkları “hayvan takvimi” kullanıyorlar.

Cörgü köylüleri farkında olmadan, yılbaşı, yani saya gecesini 12 Şubat’ ta kutlarken aslında, hayvan takvimi kullanıyorlar, Çin yılbaşını takip etmiş oluyorlar.

Oysa iki köyün arası yürüme mesafesi olarak ancak bir saattir, bu gelenek bozulmadan nasıl bugüne kadar gelebiliyor?

…/…

Orada başka köyler de var Anadolu’da.

KAYSERİ-TALAS- köylerine giderseniz, askerliğini sıhhiye eri olarak yapmış ve köyünde “tohtur” olmuş Tohtur Salih TOKGÖZ ile Amerikalı Dr. Warren H.WİNKLER’ in yoksul ve çaresiz köylülere yaz kış demeden nasıl şifa dağıttığını duyarsınız hala.

  İki Doktor Bir Yolculuk – Dr. Warren H. WINKLER- YKB
…/…

Orada başka köyler de var Anadolu’ da.

Yazarımız, dostumuz Arif IRGAÇ’ ın köyü var GİRESUN-ŞEBİNKARAHİSAR-Alişar Köyü. Sizi içine alır, kavrar, Şebin kültürünü hissedersiniz. Ara GÜLER’ i görürsünüz.



…/…

SİVAS-İMRANLI-Kapıkaya Köyü ise başka bir yazar dostumuzun, kardeşimizin, Serdal KARAKUŞ’ un köyüdür, orada duruyor. Koçgiri kültürü, halayları, sesleri orada duruyor.


…/…

Dinek Köyü de orada, İncesu Köyü de.

…/…

Baş eğmeyen efelerin yaşadığı, Kerimoğlu Eyüp’ ün köyü de orada duruyor.

MUĞLA-Pisi Köyü civarındaki Karadağların sandal ağacını ta yüreğimize dokunarak anlatmıştı bize başka bir yazar dostumuz Hüseyin İlker ALTINSOY.

…/…

ESAS HADİSE O KİRAZ AĞAÇLARI

Şair diyor ya, “gezmesek de tozmasak da” öyle köyler var ki, isimleri de cisimleri de silindi haritalardan.

Ama yine de gider kökleri orada olan insanlar o köylere.

O ismi cismi haritada bile olmayan insanlar o köylere neden giderler peki?

Mihri BELLİ anlatır, Yunanistan İç Savaşı’nda Türk vatandaşı olarak partizanların safında yer aldı. Ona “kapiten” , yüzbaşı anlamında, komutan anlamında “kaptan”, dediler iç savaşta.

Mihri BELLİ çok uzaklardaki “oradaki çok uzak bir köyü” yazdı, ismi ve cismi artık haritada olmayan bir köyü ve o köyün “kiraz ağacını.”

(…)

Diyarbakır’da bir aile köyünü terk etmek zorunda kalıyor. Aileden yaşlı bir adam var, arada bir ortadan kayboluyor. Nereye gittiğini kimse bilmiyor. Meğer yüzlerce kilometre aşıp köyüne gidermiş. Kiraz ağaçları varmış köyünde, onların bakımsız kalmasına gönlü razı değilmiş. Gerekeni yapar, geri gelirmiş. Bu olay bile tek başına bana çok anlamlı geliyor. Kiraz ağaçlarının bakımı için orada askerin kontrolündeki araziye geçiyor, gerillanın arazisini geçiyor, ölümü göze alıyor, bakımı yapıyor ve geri dönüyor. Bu da Türkiye işte. İşte esas hadise o kiraz ağaçları.

(…)                                                     Mihri BELLİ-Esas Hadise O Kiraz Ağaçları- Çivi Yazıları


Bir köyünüzün olması gerekmiyor.
Bir kökünüz olsun.
Bir kökünüzün olması sizin “aidiyet “duygunuzla ilgilidir.
Bir aidiyetiniz olsun.
Şairin şiirini yeniden okuyun.


Gezmesek de, tozmasak da, demeyin, o köyü gezin.
Yatmasak da, kalkmasak da, demeyin, o evde yatın.
Duymasak da, tınmasak da, demeyin o sesi duyun.
İnmesek de, çıkmasak da, demeyin, o dağa çıkın.
O yola varın ve dönmeyin.

Esas hadise o kiraz ağaçlarıdır.


Aşk-ı niyaz ile.
Recep Babayiğit
14/12/2018































BİR EFSANE YEMEK: ÇEKİRGE


Kutsal ve lanetli yemekleri yazarken aslında “çekirgeyi  de”  yazmak istemiştim.

Ama konu fazla dağılmasın, diye ve çekirgenin “kutsal mı” yoksa “lanetli mi” olduğu tartışmasına girmeyeyim, diye yazmamıştım.

İnsanlar tarım yaparken, hasat öncesi ve sonrasında şarkılar, türküler ve maniler söyler.

Hayvanlar insan yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır, neredeyse bütün evcil hayvanlar ve kuşlar için türkülerimiz vardır.

Turnalar belki de üzerine en çok türküler, deyişler söylenen kuşlardandır.

Toroslarda “alageyik” dediğimiz, yaban keçisi vurulmaz, yenmezdi, kutsaldır.

Geyik Hacı Bektaş Veli’nin kutsal hayvanıdır, birçok efsanede yol gösterici olmuştur.

Elik, diye geçer Türklerin türeyiş destanlarında.

Trabzon’da “Beşikdüzü” bir “elik”, yaban keçisi efsanesi anlatılır.

…/…

Bahar geldiğinde tarlalarda diz boyuna gelen buğday başakları o sene için bir bereket habercisidir.

Ama o bahar o yöreden geçen göçmen turna sürüsü yorulup da veya havadaki termali kaçırıp zorunlu olarak o diz boyuna gelmiş yeşil buğday tarlalarına indiğinde, koca bir tarlayı neredeyse bir saat içinde başaklarından başlayarak dibine kadar kırpar, kel ederlerdi.

Buna rağmen, kimse turnaları öldürmeyi düşünmez, aklına bile getirmezdi.

Turna Alevi-Bektaşi inancında önemli bir yere sahip olduğu kadar Türklerin ta Uzak Asya motifli olarak yanlarında getirdiği bir kutsal kuş idi.

Japon Kültürü turna kuşunun sembolik olarak anlatıldığı “origami” ile yayılmıştır bütün dünyaya.

Kızlarımıza “Turna - Durna” adı koyarız.

Gurbete gidenler turnadan bir haber sorarlar, onu canlı bir insan yerine koyarak.

Turna ile selam gönderir insanlar memleketlerine, nazlı yârine.

Hacı TAŞAN hepimizi duygulandırır Allı Turnam’ ı söylerken.

Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle kaymak söyle bal söyle
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük benze soluk yar söyle

Hazreti Ali’nin avazının turnada saklı olduğuna inanır Anadolu Alevi-Bektaşi toplulukları.

Bozlakların “ay dost” diye başlayan ve insanın içini yakan ünlemesi, turnalara öykünmedir.

Cemlerde tutulan bütün semahlar turnanın yere inerken, göğe yükselirken, gökyüzünde dönerken yaptığı hareketleri sembolize eder.

Buradaki her hareketin birer inanç  motifi vardır.

Turnanın göğe yükselme hareketi ise vuslatı, ilahi kavuşmayı temsil eder.

Cemde halka şeklinde kanatları açık birer turna gibi dönenler evrenin sonsuz döngüsünü ifade ederler.

Sorumuz açık, “burada turna kutsal mı, lanetli midir?”

…/…

Benzer soru çekirge için de geçerlidir.

Çorum ve Yozgat yöresinde adına türkülü oyunlar vardır çekirgenin.

Oysa çekirge sürüsü de bir gelince tüm ekili alanları bir günde yiyip bitirirler.

Dilimize yerleşmiş bir deyim bile vardır bir şeyi hızla yok edip tüketenler için söylenen: çekirge sürüsü gibi

Buna rağmen, çekirgenin yaptığı tahribata rağmen insanımız çekirge için türkülü oyunlar oynamış, onu adeta kutsallaştırmış, günlük hayatlarına, düğünlerine, eğlencelerine almıştır.

Turnada görülen inanç motifi burada görülmez kuşkusuz.

Ama Birinci Dünya Savaşı yıllarında Medine ve çevresini 2 yıl 7 ay süreyle savunan Fahrettin (Türkkan) Paşa Mondros Mütarekesi ilanından tam 72 gün sonra teslim eder Medine Kalesi’ni.

Medine Savunması sırasında açlık, susuzluk had safhaya varır.

Fahrettin Paşa tek bir hurmanın bile ziyan edilmemesini emreder.

Altı ton buğday ektirir El Ayun’da.

Kuyular açtırır, çeşmeler yaptırır, hurma bahçelerini koruma altına aldırır.

Ama yine de kıtlığı ve açlığı önleyemez.

Son çare sürüler halinde gelen çekirgeleri yemektir.

Bunun için Maliki ve Hanefi din alimlerinden de icazet alan Fahrettin Paşa, aşağıdaki o ünlü “Çekirge Emirnamesini” yayınlar.

Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitkilerle besleniyor, temiz ve taze şeyler yiyor. Hem de tiryaki ve keyif sahibi, tütün ve limondan zevk alıyor. Ayrıca Hicaz, Asir, Yemen ve Afrika bedevilerinin başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlıklarını ve zindeliklerini yedikleri çekirgeye borçludurlar. Çekirgeyi develerde büyük zevkle yiyorlar. Dizlerinin bağı çözülenlere, basurlulara ve romatizmalılara şifadır.
Dün karargah sofrasında çekirge tavası vardı. Arkadaşlarımla beraber yedim ve bunu dil konservesinden daha lezzetli buldum. Hele zeytinyağı ile ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor.
Elhasıl, dün çekirgeyi bahçelerden def ve tenkil tedarikini düşünürken, bu gün çekirge geliyor mu diye yollarını gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse tarifim veçhile istifade edilmesini ve bana da hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ederim.

…/…

Şimdi ortada duran soru şudur:

Onca kırıma, kıtlığa ve yokluğa neden olduğu halde, Çorum ve Yozgat yöresinde hala oynanan türkülü “çekirge” oyunu çekirgeye bir güzelle mi, yoksa Medine Savunması’ nda Fahrettin Paşa’nın verdiği emirle yenmesiyle binlerce askerin hayatını kurtarmasından dolayı çekirgeye verilen kutsal bir anlam ile mi açıklanabilir?

Bu türkü Medine Savunması’ na katılan ve çekirge yiyerek hayatta kalan Orta Anadolulu askerler tarafından mı yakıldı acaba?

Beslenme uzmanlarının ve müzik tarihçilerinin, halkbilimi uzmanlarının türkülü çekirge oyununun ilk defa ne zaman söylenip oynamaya başlandığını, bu oyunun ilk oynanmaya başladığı yılların Medine Savunması yılları ile aynı yıllara gelip gelmediğini, bu türkülü oyunu çekirge yiyerek hayatta kalan Anadolu evlatlarının  çekirgeye bir şükranı olarak mı ortaya koyduklarını araştırmaları gerekir.

Son sözü yine çekirge için söyleyelim oyunun türküsünün sözleri ile.

Çekirgeyi hayladılar yazıya
Ot kalmadı koyun ile kuzuya
Eğri butlu sivri butlu çekirge
Malımın ortağı mısın çekirge
Canımın ortağı mısın çekirge

Çekirgenin ayağında nalini
Ben de sandım kaymakamın gelini
Eğri butlu sivri butlu çekirge
Malımın ortağı mısın çekirge
Canımın ortağı mısın çekirge

Muhabbetle,  

Recep Babayiğit
13/12/2018





AYAĞIN TAŞA GELMESİN

İnsan ayağını korumak için ne zaman bir şey geçirdi ayağına bilmiyoruz.

İnsanın ayağını korumak için ayağına geçirdiği şeye ne zaman “kundura-fotin-sandalet-ayakkabı-papuç-çapula vb” dedi, onu da bilemiyoruz.
Her millet, her kültür farklı isimler koydu ayağını korumak için yaptığı giyimlere.

İtalyanlar “kundura” derken, Farsiler “papuç” dediler, pa: ayak ve poş(i): örtü kelimelerini birleştirerek.
Türkler de ayak ve kap kelimelerinden ayakkabı kelimesini buldular.

Çarık ise yine Türkçe bir kelime olup, kökleri Hititlere kadar giden Anadolu topraklarında bilinen en eski ayak giyimidir.
Kesilen büyük baş hayvanın derisi gön olarak hazır hale getirilip ayak ölçüne göre kesilir.

Kesilen gön ıslatılır ve ayağa sarılır.
Ayağın üzerinde kuruyan gön ayağın şeklini alır.

Ayaktan çıkarılan gönün birleşme yerleri yine bir deri olan sırım ile birleştirilir ve Anadolu köylüsünün ta Hititlerden bu yana yakın zamana kadar kullandığı “çarık” çıkar ortaya.
Gönü biraz uzun keserseniz, uzun konçlu bir çarık yaparsınız kış ve savaş için.

Çarık artık giyilmiyor, ama Nazım’ın o hasret dolu “vapur” şiiri hala okunuyor.
vapur

yürek değil be, çakırmış bu, manda gününden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz'a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri...

(…)                                  Nazım HİKMET-Vapur

…/…

Oysa doğal manda gönünden yapılıyordu Anadolu köylüsünün yakın zamana kadar ayağına geçirdiği çarıklar. Ama petrol türevi lastikten yapılma kundura görünümlü “kara lastikler” bir kandırmaca sonucunda çarığın yerine halkın ayağına geçince, ayak mantarı başta olmak üzere ayaklarla ilgili bir sürü sorunlar da beraberinde geldi.
Şehirli insan ise kundura giyiyordu levanten kültürünün etkisi ile.

Anadolu insanı kundura giyemese de kundura ile ilgili türküleri eksik etmiyordu dağarcığından.

AYAĞINDA KUNDURA
Zaralı İnce Halil’ in türküsünü yakın dostu Diyarbakırlı Celal GÜZELSES okudu yıllarca.

Sonra popüler kültürün ilahları çıktı sahneye ve bu türküyü seslendirdiğinde belki de ayağında kundurası bile olmayan İbrahim TATLISES mitini ortaya sürdü.
Sanki Fırat kenarında, çay kenarında çıplak ayak ve paçalar yukarıya çemrenmiş kum dolduranların ayağında “kundura” varmış gibi, kundura olurmuş gibi, kundurasına dolan kumdan rahatsız olan delikanlılar bir türkü tutturdular:

KUNDURAMA KUM DOLDU  

…/…

Levantenler gidince onların dilimize soktuğu çoğu kelimeler de göç etti zamanla.
İtalyanca kundura yerine bu sefer Fransızca, yeni kültürün taşıyıcısı olarak “bottine” kelimesinden “fotin” kelimesini kullanır olduk ayak giyimleri için.

İronik bir şekilde ayağında kundura olan birisi nasıl Fırat kenarında asla kum yüklemezse,  ayağında “fotin” olan bir kişi de zenginim, diye kırışıp, böbürlenip gezer oldu.
Bu kırışkan* insanlar, Hacı TAŞAN’ ın, Hacı EMMİ’ nin diline düşmez mi?

Hacel Obası’nı engin mi sandın
Ayağımda fotini var zengin mi sandın

Her olur olmazı dengin mi sandın

Ay da doğdu göremedim yar seni

Hacel Obası, Hacının Eli, Hacının yurdu anlamındadır.
Türküyü başka türlü de anlayabiliriz.

Yine popüler kültürün sunduğu şekilde ayağımıza pahalı marka ayakkabılar geçirince bize bizim uçacağımızın inandırılması neyse, Hacı TAŞAN zamanının insanları ayağına fotin geçirdiğinde kendisini zengin sanıyordu galiba veya genç kızlar delikanlıların ayağında fotin olup olmadığına bakıyordu.

DOST BAŞA DÜŞMAN AYAĞA BAKAR
Genç kızlar genç oğlanların ayağında fotin olup olmadığına bakar bakmasına, ama bu bakış düşmanca bir bakış olamazdı.

Ama Osmanlı’ da yaşayan insanları onlarla konuşmadan, onlara soru sormadan bir bakışta ayırabilmek için en ayırt edici eylem insanların ayaklarına giydiklerine bakmaktı.
Bakışların elbette düşmanca olması gerekmiyordu, ama ola ki insan karşısındakinin giydiği ayakkabının rengine göre de kendini konumlandırabiliyor, ona göre tavır alabiliyordu.

Nasıl mı?
Pazar Ola Yurt Gezimizde Ödemiş Kent Müzesi’nde bir ayakkabıcı esnafının canlandırıldığı köşede farklı renkten ayakkabılar dikkatimizi çekmiş ve rehber genç hanım bize renklerin en anlama geldiğini anlatmıştı.

Osmanlılar sarı renk ayakkabı giyerlerken, 
Museviler siyah
Frenkler Sarı
Ermeniler kırmızı
Rumlar mor renkli ayakkabı giymek zorundaydı.
Yeşil cennet rengi olduğu için, yeşil renkte ayakkabı giyilmezdi.
Çoğu zaman anlamını bilmeden kullandığımız bu söz “dost başa düşman ayağa bakar” sözünün, ayakkabının boyalı ve gıcır gıcır parlıyor olması veya ayağında ne kadar şık ve pahalı veya ne kadar zavallı yoksul bir ayakkabı olup olmadığı ile hiç ilgisi yoktur.

Öyle ki yüzyıllarca ve  benim çocukluğumda da şahit olduğum gibi, özellikle kadınların ve kızların asla ayakkabı giymediklerini, bütün bir gün ve yıl, şehre gitme dışında, çorap dahi giymeden her yerde, bağda bahçede, hayvanda, tarlada, yazıda yabanda “çıplak” ayakla dolaştıklarını bilenimiz kaç kişidir? Bu kadınların günlük hayatlarında çıplak ayak ile dolaşmalarının aykırı değil, ayaklarına bir ayakkabı giymelerinin aykırı olduğunu söyleyebiliriz.

…/…

Oysa insan ayağını koruyacak bir şey geçirmek ister ayağına.
Ama öyle değil aslında.

Mahmut MAKAL ölümsüz “Bizim Köy” romanında anlatır ve hatta romanın Fransızca çevirisi için Ara GÜLER gider Mahmut MAKAL’ ın köyü AKSARAY’ ın DEMİRCİ Köyü’ ne ve kadınları, kızları, genç kızları çıplak ayaklı olarak fotoğraflar günlük işlerinde, suyolunda.





Bu fotoğraflara bakıp da veya benim çocukluğuma dönerek, benim köyümde yalın ayak dolaşan kadınları görüp de onları kınamak, onları küçümseyip ayıplamak olmaz.
Ayıplamak, kınamak, küçümsemek için önce “toprak ana” nedir, “ana tanrıça” nedir, ”evrenin kutsal annesi nedir”  toprak nasıl doğurur onu bilmek, ona kafa yormak gerekir.
Fotoğraflara dikkatlice bakarsanız, kadınların üzerlerindeki giysilerin hiç de yoksul olmadığını, kolunda helkesi ile suya giden kadının ise başındaki tepelikte bir sıra gümüş mecidiyeler olduğu fark edilir.
Yani kadınların yalın ayak dolaşmalarının nedeni yoksulluk olamaz.
Bunu ben de fark ederdim çocuk yaşımda, ama neden yalın ayak dolaştıklarını bir türlü anlayamazdım.
Mahmut MAKAL romanın “Ayaklar” bölümünü nasıl anlatıyor bakın.
Bizim köyde ayakkabı giyen kadınların sayısı, yüzde beşi geçmez. Gerisi hep yalınayak. Kışın bile, karda-çamurda çaya, çeşmeye su doldurmaya böyle giderler.
Kızlar hep yalınayaktır, ama başlarında taşıyamayacakları kadar ağır fesler, yazmalar, pullar, incik boncuklar doludur.
Bu ayaklar, yazın da ekin tarlasına, çift sürmeye giden, çatlayıp taş kesilen ayaklardır. Kirden gözükmezler.
Ceyhun Atıf Kansu, bir köyse kadınların hep bel ağrılı olmalarının nedenini arıyordu. Eğer o köyde de böyle yalınayak geziliyorsa, nedeni belki de budur.
                                                                              Mahmut MAKAL-Bizim Köy- sayfa 64-65

Çünkü toprak bir anadır, yaratandır, doğurandır, kutsaldır.
Ta eski Anadolu pagan inanışlarından beri gelen bu düşünce, bir kültür haline gelmiştir ve toprağa yalın ayak basılması gerektiğini aktarır nesilden nesile.
Öyle olmasa, bütün cemlerde erkana çıkan canlar neden yalınayak çıkarlar?
Dergah yok iken de, açık havada, bozkırda tutulan cemlerde de yalın ayak dönerler canlar bir turna sürüsü gibi.
Öyle olmasa Şeb-i Arus gecesinde, Mevlana’ nın öldüğü gecede, onun için “düğün gecesinde” Mevlevi dervişler neden yalın ayak dönerler?
Siz bakmayın şimdi insanların rugan ayakkabılarla Şeb-i Arus törenlerini izlemeye gittiklerine.
Evimize girdiğimizde terlik giyeriz hemen, oysa terliğin tarihi nedir şunun şurasında?
Terliksiz girilirdi evlere, evin toprak zemini hissedilirdi.
Eve gelen gelin ayakkabısını ve çorabını çıkararak ve evin eşiğine basarak girerdi, evin eşiğini ayaklarının altında hissederdi, zira her ev aynı zamanda bir “ocaktı.”
BORÇLU OLDUKLARIMIZ
Ama Azizlerden bir Aziz NESİN’ imiz var iyi ki.
Onu herkes gülmece ustası olarak bilir.
Akıl almaz bir şekilde kendisini bu topraklara, bu toprakların insanlarına “borçlu” hisseder.
Akıl almaz bir şekilde sağdan ve soldan ve çok bilmişçesine “inkar edilen ve kabul edilmeyen” Kurtuluş Savaşı’nın Burhaniye’ de geçen bir bölümünü anlatır “BORÇLU OLDUKLARIMIZ” kitabında.
Aslında çocuklar için yazılmış olan bu kitabın bence en önemli bölümü konumuz “ayakkabı” ile ilgilidir, ders verir, öğretir Azizlerden biz Aziz NESİN.
(…)
Gönüllü asker yazılmaya gelen köylülerin çoğunun üstübaşı bitik, giysileri yırtıkpırtıktı, pek çoğu yalınayaktı.
Bigün Yazman Hüseyin Hüsnü, gönüllülerin künyelerini deftere yazarken, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin başkanı olan Şükrü Hocaefendi de oradaydı. Hüseyin Hüsnü karşısında duran yirmiye yakın köylüyü, gönüllü defterine yazmıştı. Ama onlar gitmiyorlar, öylece duruyorlardı. Başkan Şükrü Hocaefendi, onlara çok sert bağırdı:
-Daha ne beklersiniz? Dikilip durmayın! Hangi milis taburuna gideceğiniz söylendi ya size. Taburların yerlerini de biliyorsunuz. Durmayın daha, hadi taburlarınıza!
Yırtıkpırtık giysiler içindeki bu yalınayak köylüler, başları önlerinde, seslerini çıkarmadan hala öylece duruyorlardı. Şükrü Hocaefendi onların neden beklediklerini biliyor, ama bilmezden geliyordu. Çünkü onların isteklerini karşılama olanağı yoktu. Bu yüzden de acı duygusunu dışa vurmamak, üzüncünü onlara belli etmemek için, sözde sert davranmaya çalışıyordu. Onlara bikez daha taburlarına gitmeleri için bağırınca, içlerinden biri, utana sıkıla, başını yerden kaldırmadan, çok alçak sesle, fısıldar gibi,
-Ayakkabı… dedi.
Hiçbirinin ayakkabısı yoktu. İşgalcilere karşı yurtlarını savunmak için savaşa gönüllü gidecek olan bu yiğitler, sanki kendilerine apartıman bağışlanmasını istiyorlarmışçasına sıkılarak ayakkabı istiyorlardı.                       Aziz NESİN-Borçlu Olduklarımız-Nesin Vakfı
(…)
Bir yanda rugan ayakkabı ile Şeb-i Arus törenlerini izleyenler, bir yanda bazılarına göre hala gülmece yazdığını sanan Azizlerden Aziz AGAM NESİN’ in Kurtuluş Savaşı’ ndan Burhaniye sahnesi.
Hangisi gerçek ola ki.
…/…
Ayaklarımızla yürürüz.
Ayaklarımızla basmadığımız yeri hissetmeyiz.
Balerinler o yüzden içten devinirler, kendilerinden geçerler sahnede çıplak sayılacak ayakları ile dans ederlerken.
Şamanlar kor ateşin üzerinde yürürler, ateşi ayakları ile okurlar.
Ama Nietsche ayaklarımız işin içine girince başka bambaşka şeyler söyler.
Ayağımızla yazmaktan, ayağımızla duymaktan söz eder.
(…)
Bu durum bizi Nietsche’ nin ayağa düzdüğü methiyeye götürür: Sadece elimizle yazarız, evet ama “sadece ayağımızla” iyi yazarız. Ayak mükemmel, hatta belki de en sağlam tanıktır. Okurken öncelikle ayak “kulak kesiliyor” mu, buna dikkat etmemiz gerekir çünkü Nietsche’ ye göre ayak işitir. Zerdüşt’ ün ikinci “dans şarkısı” nda okuruz bunu: “Ayak parmaklarım dinlemek için dikiliyorlar çünkü dansçının kulakları ayak parmaklarındadır”; okurken keyiften titriyorsa, derhal dışarıya, dansa davet edildiğindendir.
(…)
Yürümenin Felsefesi – Frederic CROS – Kolektif Kitap
    
EVEREST – ÇOMOLUNGMA - SHERPALAR
Siz bakmayın öyle binlerce dolar harcanarak veya sponsör hoyratlığı içinde alınan dağcı botlarına ve kibirli “dağcılara.”
Bakmayın siz Everest’ e çıkan ilk insanın Sir Edmund HILLARY olduğuna.
Uzun yıllar adı geçmeyen Sherpa TENZING NORDAY’ ın adının Hillary tarafından yüceltilmesi ile sherpaların hayatları değişti, insan gibi bakmaya başladı onlara batılı ve kibirli dağcılar.
Oysa Sherpa TENZING NORDAY olmasa, bu çıkış asla olmazdı.
Sherpalar Himalayaların dibinde doğup yaşarlar, istediklerinde Everest’ e, çıkabilecek güce ve doğal metabolizmaya sahiptirler.
Ama Sherpalar Everest’ e asla çıkmazlar.
Tibetçe’ de “Çomolungma” olarak bilinir Himalayaların doruğu ve “evrenin kutsal annesi” anlamına gelir.
Bu nedenle çıkmaz, kutsal anneye saygılarından dolayı çıkmazlar Sherpalar Everest’e. Anadolu insanı da çıkmaz köyündeki dağın doruğuna.
Çokbilmiş dağcımız ise o köylünün ne kadar tembel olduğunu ve burnunun dibindeki dağa bile çıkmadığını sanır ve o köylüye akıl verir, çıkın, turist gelir, der,
Oysa o dağ o köylü için de “evrenin kutsal annesidir” ve bir Tibetli gibi görür dağını.
Bu yüzden Everest’ e gelen dağcı gruplarının eşyalarını sırtlarında taşıyan Sherpalar bu taşıma işini yıllarca ve yıllarca “yalın ayak, çıplak ayak” yaptılar.
İsteseler gelen dağcı gruplardan dağcı botları alıp giyebilirlerdi.
Ama Sherpaların yıllarca yükleri çıplak ayakla taşımalarının nedeni bastıkları Himalaya topraklarını Kutsal Anne gibi gördüklerinden ve o Kutsal Anne’ den güç aldıklarını hissettiklerindendir.
Böyle bakınca aslında Mahmut MAKAL’ ın çıplak ayaklı kadınları ile Himalayaların çıplak ayakla yük taşıyan Sherpaları arasında evrene bakış açısından, toprağa, toprak anaya bakış açısından hiçbir fark yoktur.
…/…
Tibet hacıları günlerce aylarca süren onca yolu çıplak ayakla yürürler.
Avrupa’ da nasıl yapılırdı hac yolculukları acaba?
(…)
Halbuki gerçekte hac yolculukları güvenlik nedeniyle bir başına değil, küçük gruplar halinde ve şayet gidilecek yer çok uzaksa at üstünde yapılırdı. At üstünde yapıldıysa, son durak yani kilisenin çan kulesi ya da katedralin kulesi belirince yere inip yolculuğu yürüyerek bitirmek şarttı. Yolculuğu ayaklarla nihayete erdirme zorunluluğu hacıya pek çok ders verirdi. Öncelikle İsa’nın yoksulluğunu ve tevazusunu hatırlatırdı. Yalın ayak yürüyen kişi yoksullar yoksuludur. Yoksulun tek zenginliği bedenidir. Yürüyen kişi toprağın evladıdır.
(…)
Yürümenin Felsefesi – Frederic CROS – Kolektif Kitap
…/…
Anadolu’nun çıplak ayaklı kadınları da kendilerini “toprağın evladı” gibi görüyor ve buna inanıyorlardı. Ama bunu, yani neden bunca yıl, bunca kar kış, çıplak ayakla yaşadıklarını bilmiyorlardı ve bilmeleri de gerekmiyordu, çünkü inanmak yeterlidir.
AYAĞIN TAŞA GELMESİN
Konar-göçer Yörük-Türkmen boylarında yaylalara çıkarken insanlar arkalarından gelenlerin ayakları değmesin diye önlerine çıkan en küçük bir taşı dahi alıp, ya yol kenarına koyar veya önceden belirlenmiş ve artık bir kutsal ocak veya ziyaret veya adak yeri haline gelmiş taş yığınının üstüne atardı.
Buradaki tek amaç, yayla yolunda kimsenin ayağının taşa değerek düşmemesi, yolundan olmaması, obadan geri kalmamasıdır.
Obadan geri kalan, kalmıştır, oba geride kalanı beklemez.
Oba yayla yolunda doğum yapan obanın kadınını da beklemez.
Kadın kendi kendine doğum yapar, bebesini kundaklar ve yoluna devam eder, obaya yetişir.
Ama küçük dahi olsa birisinin ayağının bir taşa değip geri kalmasını kimse istemez. Bu anlamda obada kolektif bir bilinç söz konusudur.
Taşın günümüzdeki anlamı büyük sorunlar, büyük bunalımlar ise ve ayak dediğimiz şey bir beden, bir aile, bir varlık ise, bu sözün ardında yatan niyet “işlerin rast gitsin” niyetidir.
Bu söz, “ayağın taşa gelmesin” sözü şehirlerde artık söylenmez oldu.
Onun yerine bize, bu topraklara ve kültüre çok yabancı sözler kullanılır oldu.
“Kendine iyi bak” sözü ne demekse?
Nasıl da Amerikan İngilizcesi kokar “take care” der bazı çokbilmişler bir de.
Ayağınıza dünyanın en pahalı ve şık ayakkabısını da giyseniz, o ayakkabı “ayağınızın taşa gelmesini” önlemez. Ayağınız taşa gelmesin, diye her daim yanınızda olanları asla bırakmayın.
…/…
Yeni bir yılın arifesindeyiz.
Ayağınız taşa gelmesin.

Aşk illaki, 

Recep Babayiğit
12/12/2018

  
Kırışmak: Böbürlenmek, şişinmek
Kırışkan: Kibirli
Orta Anadolu-Çorum ağzı Türkçesi