22
Kasım 2020, Pazar
Sabah saat 07.00’ de uyanıyorum. Sönmüş sobaya birkaç parça
odun atarak tutuşturmaya, salonun soğuğunu biraz da olsa kırmaya çalışıyorum.
Derken Selman da uyanıyor. Bugün yoğun bir gün olacak. Çok yorulacağız.
Giyinip dışarı çıkıyoruz. Saat henüz 07.30, ama “ben size
kahvaltı hazırlayamam” diyen bizim Bahçeli Osman etrafı şeffaf örtü kaplı
çardakta kahvaltıyı hazırlamış bile.
Çardakta üşümeyelim diye, biraz da olsa faydası olur diye
çayı küçük bir tüp gazın üstünde demliyor.
Oturup kahvaltımızı yapıyoruz. Evden ayrılmadan önce
Bahçeli Osman’ın bahçesindeki ağaçtan düşüp düşmeme konusunda hala direnen
birkaç elma topluyor, bugünkü azığımız için çantalarımıza koyuyoruz.
Selman yanında getirmiş olduğu termosa sıcak su ve az demli
çay koyuyor.
Saat 08.00’de Bahçeli Pansiyon’dan ayrılıp, eskiden Eğin’in
buğday pazarı olarak kullanılan şehir merkezindeki meydana geliyor ve aracımızı
park ediyoruz.
Bugünkü ilk etkinliğimiz Eğin’de bulunan ve Eğin deyince
akla ilk gelenlerden “gabanlardan” birine, en çok bilinen, en çok çıkılanına
gitmek olacak.
Eğin’de en bilinen ve en çok çıkılıp inilen gaban Eğin
Gabanı’dır.
Kaç gaban var ki, diye soracak olursanız, hemen sayayım:
EĞİN GABANI
BAHÇE GABANI (iki tane)
CİCİ GABANI
VENK (ŞİRZİ) GABANI
KOÇAN GABANI
GEŞO GABANI
SANDIK GABANI
HALİL AĞA GABANI
PİSİK GABANI
Gaban mı nedir?
…/…
Her şey ve bu gabanlara çıkma tutkusu adına Serdal KARAKUŞ
kardeşimizin romanı KAPANCA SOKAK’ tan hareketle ve onun mihmandarlığında BİR
ROMAN BİR ŞEHİR başlıklı şehir gezisi etkinliği yapmamızla başladı.
Gezi sırasında Kapanca Sokak’tan aşağı doğru inerken yolun
sağında kuru bir çeşmenin mola taşına oturup roman adında geçen “kapanca”
kelimesinin ne demek olduğunu roman yazarı Serdal KARAKUŞ’ a sorduğumda,
aslında hikayeyi de anlatmaya hazırdım. Hikaye orada tam olarak anlatılmadı,
ama daha sonraki günlerde aşağıdaki şekilde yazıldı.
GABAN – KABAN – KEBAN
– KAPANCA
Keklikler sosyal
anlamda belki de insana en yakın kuş türüdür.
Anadolu’ da evine keklik almayan yoktur.
Sabahın seherinde kekliğin ötüşü insana candır.
Pazarda körpe söğüt dalından örülmüş kafeslerinin içinde satılan kınalı
keklikleri gören oğlan çocuğu annesinin elinden kaçar, keklikle göz göze
gelirdi.
Küçücük yüzünü küçücük iki avcunun içine alarak körpe söğüt dalından kafesinde
duran keklikle konuşmaya çalışan oğlan çocuğu, o küçücük kuştan o kadar yüksek
ve güzel sesin nasıl çıktığını, kuşun gözlerinin ve gagasının, göğsündeki
kınanın nasıl da güzel olduğuna bakar, anlamaya çalışırdı.
Aslında kekliğe
öyle hayran hayran bakan oğlan çocuğu adının “keklik” olduğunu bile bilmediği
bu güzel kuşta kendi kız kardeşinin, kendi ablasının, kendi annesinin, yani
kısacası bir kadının güzelliğini görür, bir kadının duru sesini duyar gibi
olurdu.
Nasıl da benzerdi, körpe söğüt dallı kafesindeki keklik o oğlan çocuğunun bildiği, tanıdığı o
güzel kadınlara?
O nedenle biz kızlarımızın adını keklik koyarız hala.
O nedenle bizim keklik gibi güzel kızlarımız kınalı olur hep.
…/…
11 Mart, Pazar
günü BİR ROMAN BİR ŞEHİR projemiz kapsamında dostumuz,
kardeşimiz Serdal KARAKUŞ’ un yazmış olduğu “KAPANCA
SOKAK” Romanı arka planında Doğu Roma’nın ilk başkenti,
Nikomedya’yı, İzmit’i, Kocaeli’ni, Sırrı Paşa’yı, Ali Kemal’i, Santa Barbara’
yı , Sultan Orhan Zamanını, solup giden ve geriye sadece eğri ve dik bir yokuş
ile bir kilise bırakan Ermeni hemşerilerimizi andık.
Serdal KARAKUŞ ve
onun dostu Saim YILDIZ dostumuz var olsunlar.
…/…
Ama çocuklar
bilmezler kekliğin nerelerde yaşadığını.
Çocuklar, Karadeniz Bölgesi hariç, bu topraklarda keklikler için bir
sürü oyun, türkü, folklorik ve etnografik malzeme olduğunu da bilmezler.
Bir Tokat Türküsü
vardır örneğin, Mehmet Erenler’ in bize kazandırdığı, yetişkinler de bilmez bu
türküyü.
Yurt Gezilerinde
benim güzel kardeşim Saniye YILMAZ katıldığı her gezide benden söylememi ister:
Sabahın
seherinde ötüyor kuşlar
Balinen
yoğrulmuş o sırma saçlar
Kudretten
çekilmiş karadır kaşlar
İşte bu
gönlümün cananı geldi
Yetişkinler bilir
bilmesine bu türküyü ama türkünün ikinci bendinde geçen bir kelimeyi bilmezler,
bilmeden dinlerler ve bilmeden söylerler.
Seher vakti
keklik çıkar kabana
Sallandıkça
püskül değer tabana
Korkarım
sevdiğim vara yabana
İşte bu
gönlümün cananı geldi
Türküde keklik kaban’ a çıkar.
Kaban nedir?
Bilemeyiz.
Bilemeyiz, ta ki
Serdal KARAKUŞ kardeşimiz KAPANCA SOKAK Romanı’ nı yazana kadar.
Ta ki, bu romanın
bana imzalı olarak geldiği günün sabahında dilime dolanan türkünün ikinci
bendinin birinci dizesinde geçen “kaban”kelimesinin anlamını bulana kadar.
…/…
Pazar yerinde
annesinin elinden kaçarak körpe söğüt dalından örülü kafesin içindeki kınalı
kekliğe aşık olan o oğlan çocuğunun dilinde değil belki, ama kulağında da hep
keklik türküleri dolaşır.
Koca koca adamlar
ellerinde kaşıklarla kekliği taklit eder ve seke seke oynarlar hala
Silifke yöremizde, arada durup keklik gibi öterler:
Gakgakgubarak
Gakgakgubarak
Gakgakgubarak
O oğlan çocuğu eve
geldiğinde, boş kaldığında keklik gibi ötmeyi dener.
…/…
Çocuklar bilmez ve
biz büyükler bilir, kekliği “düz ovada” avlarlar.
Keklikler o
nedenle,su içmeye gitmeleri dışında, düze inmezler, hep kayabaşında, hep
gabanda olurlar.
Keklikler o nedenle
ovayı hep yukarıdan, dikçe, yokuşça,“ gaban” bir yerden
seyrederler ve oradan öterler.
Keklikler oradan,
yokuştan, “gabandan” öterler ovaya ve ovaya inmiş keklikleri, kendi ailesini
avcının eline düşecek keklikleri oradan öterek uyarırlar.
Gakgakgubarak
Gakgakgubarak
Gakgakgubarak
…/…
Bir hevesle ve bu genellikle
evin babasının hevesi ile eve alınan körpe söğüt dalından kafesin içindeki
keklik bir süre sonra ona aşık olan o küçük oğlan çocuğunun yapacağı ufak bir
hile ile özgürlüğüne kavuşur ve evden uçar, gider yine gabana çıkar.
Aslında oğlan
çocuğunun yaptığı ufak hile, keklik ile sözleşerek, anlaşarak yapılan bir
hiledir.
…/…
Şehrin solan
yüzleri, geride sadece bir sokak bırakarak – KAPANCA SOKAK – gittiler.
Ne bir kimse bilir,
bire bir tercüme edildiğinde ve aynı anlama gelmek üzere;
BARDİZAG
metropolit merkezinin adının, BAHÇECİK
ARMASH
metropolit merkezinin adının, AKMEŞEolduğunu.
KAPANCA bizi hep
yorar, dik bir yokuştur.
Yetmez, KAPANCA
eğri bir yokuştur, tekin değildir. Ne
sokağın yukarısından geleni görürsünüz, ne de aşağısından geleni.
Ermeni dostlarımız,
Ermeni kadim komşularımız bu sokakta, Kozluk Mahallesi’nin bu sokağında,
KAPANCA SOKAK’ ta yaşadılar.
Bir arada yaşadık
onlarla.
Körpe söğüt
dalından kafesin içindeki kekliğe aşık olan Türk oğlan çocuğu da Ermeni
komşuları ile yaşadı bu sokakta.
Ermeni komşular
bize bir kelime verdiler kendi dillerinden ödünç olarak: KABAN
Biz Türkler bu
kelimeye bir sıfat eki koyduk ve onu Türkçe ses kuralına uydurduk.
KABAN’ dan hareketle, dik yokuştan hareketle bu sokağın adını KAPAN-CA SOKAK
yaptık hep birlikte.
Ne Ermeni
komşularımız itiraz etti buna ne de Türk komşular ve eşraf.
Ortaya çok güzel bir motif çıktı, kökü Ermenice, eki Türkçe olan.
…/…
KABAN veya KAPAN kelimesinin Ermenice olduğunu bilmeniz için o güzel Tokat
Türküsünü bilmeniz gerekir.
O türküyü bilmeniz
de yetmez.
Kekliklerin ötmek
için “kabana” çıktıklarını da bilmeniz gerekir.
Aslında herşey, her bilgi olduğu gibi açık seçik ortada duruyor.
Mesele ortada duran bilgilerin,olayların,nesnelerin birbirleri ile
olan bağlantılarını bulmak.
Bağlantıları bulmak
için de körpe söğüt dalından kafesin içindeki kınalı kekliği
görmek ve gördüğünde kekliğe aşık olan, pazar yerinde annesinin
elinden kaçan o oğlan çocuğu gibi meraklı olmak, kekliğin güzelliği karşısında
hayretle “şaşırmak” gerekir.
…/…
Yurt Gezilerimizde
artık fazla söylemiyoruz, bu türküyü eskitmemek için.
İlk bir araya
gelişimizde keklikler, kınalı keklikler, kadınlarımız, kızlarımız için yeniden
söyleyelim:
İki keklik
bir dereden su içer
Dertli de keklik dertsizlere dert açar
Buna yanık sevda derler tez geçer
…/…
Başta dedik,
keklikler sosyal anlamda insana en yakın kuştur.
Tek eşli ve aile
olarak yaşarlar. Eşinden veya ailesinden ayrılan keklik dertli kekliktir.
…/…
Belki de en
iyi MOLTKE anlatır Yukarı Fırat Havzası’ nı
anılarında.
Keban Barajı
yapılıp, Fırat artık Karasu olmaktan çıkıp yanına Murat Suyu’ nu da aldıktan
sonra Fırat olarak akmaya başladığı Keban’da ilk yerinden boğulmadan önce,
bölgeyi Doğu Anadolu’ ya bağlayan dar vadilerden birinin olduğu, tek geçit
veren yerin adı, coğrafi tanıma tam olarak uyan, “geçit yeri” anlamına gelen ve
yine Ermenice bir kelime olan: KEBAN idi.
Hepsi, ama hepsi
aynı kültürün izleridir bize kadar kalan.
KEBAN – KABAN
– KAPANCA ve KEKLİK
Biz dik yokuşu,
KAPANCA’ yı iniyorduk. Aşağıda, sokağın solunda mola vermiştik.
Körpe söğüt
dalından yapılma kafesin içindeki kekliğe aşık olan oğlan çocuğu KAPANCA’ yı
çıkıyordu.
Çık çocuk çık,
dinlenmeden, yorulmadan çık, arkana keklik ötüşlerini, keklik güzelliklerini,
koca dağları da engin denizleri de alarak çık…
…/…
Bu
şehir gezisinin, bu yazının ardından Eğin’ e geldiğimde batıda, İzmit’te
“kapan” dediğimize “gaban” dendiğini duydukça nasıl meraklanıp nasıl heyecanlanırdım.
Hele
Eğin’ de birbirinden zorlu tam dokuz tane gaban olduğunu bilmek merakımı
büsbütün artırırdı.
Batıya
doğru gidildikçe sesli harflerin daha da inceldiğinden, sessiz harflerin ise
daha da sertleştiğinden olsa gerek,Eğin’ de “gaban” olarak söylenen kelime
İzmit’ te “kaban” olarak söyleniyordu.
GABANLAR İÇİNDE EĞİN GABANI
İlk bakışta,
ilk duyduğunuzda Eğin’de bulunan gabanlardan birine “Eğin Gabanı” demek ne
kadar anlaşılır bir durumdur, tıpkı İstanbul’ un tepelerinden birinin adına “İstanbul
Tepesi” demek gibi bir şey oluyor aslında.
Evet, ama
burası şark ve bilinen düşünme ve konuşma kalıplarının dışındayız, öyle bakmak
gerekir.
Eğin Gabanı’
nı seçme nedenimiz, hem benim buraya daha önce çıkmış olmam ve yolu biliyor
oluşum, hem de çıkışın sağladığı Fırat’a doğru, Munzurlara doğru görünümün en
iyi olduğu gaban olmasıdır.
Aracımızdan
ayrılıyor, devlet hastanesine doğru giderek artan eğimde yükselerek yürüyoruz.
Hastaneyi
geçip helikopter pistine geldiğimizde sola ayrılan patika yoldan Eğin Gabanı
yoluna düşüyoruz.
Yola
düşmeden bir zamanlar Eğin’in şimdiki konumundan çok daha yükseklerde ve daha
kalabalık olduğunu bilerek, bu kalabalık nüfusa göre daha görkemli ve büyük bir
Ermeni Kilisesi olduğunu düşünüyoruz.
Nitekim o
sözü edilen kiliseden günümüze sadece yarısı yıkık duvarlar ve temel taşları
kalmış olsa da Rahip Karekin SIRVANDTSDYANTS 19. Yüzyıl sonlarına doğru, 1878
yılında gördüğü Eğin’i ve o kiliseyi, SURP ASDVADZADZİN KİLİSESİ’ ni şöyle
anlatır “Eğin Şehri” yazısında.
Eğin Şehri*)
Ey
sen ünlü şehir, seni ziyarete gelenlere bunca eziyet vereceğin aklına gelir
miydi! Taşlardan, otlardan, korkulardan, kan ter içinde bırakan yokuşlardan
sonra birden Tsorak’ın tepesinden Eğin’i görüyorsun. Güzel binaları ve
ağaçlarıyla sanki bir cennet. Vadinin dibine kadar inmek, Fırat Krallığını
selamlamak, sonra bir köprüden geçmek gerekiyor. İşte o zaman cennet gibi
gördüğün şehrin ne kadar zor ve içinden çıkılmaz taşlık bir yer olduğunu
anlıyorsun. İnsan duvara ya da sura tırmanırken nasıl bir zorluk çekerse, biz
de öyle zorluk çekiyoruz. Taşlar içindeyiz, taşlara basıyoruz, taşlardan
tırmanıyoruz. Bir tesellimiz varsa o da taştan merdivenler, şarıldayan gürül
gürül akan sular, sokaktaki duvarlardan fışkıran ve etrafı güzelleştiren
ağaçların yeşil yaprakları. Verin Tağ’ da bulunan SURP ASDVADZADZİN
Kilisesi’nin önderlik binasına vardık. Eğinlilere layık büyük ve gösterişli bir
bina.
*)
Palu-Harput 1878 – II. Cilt Raporlar-Derlem Yayınları
Gezginin
anlattığı tam da bizim çıkacağımız gabanlardan birine benziyor.
Gezginin
sözünü ettiği Verin Tağ daha çok Ermenilerin yaşamış olduğu Yukarı Mahalle
oluyor, şimdi ayakta kalan ne bir ev ne de kilise var. Tsorak dediği yer,
“şorak”, şorlu olarak dilimize de yerleşmiş olan, tuzlu anlamına gelen ve bazı
yerlerde Tuzlu Çayır olarak yerleşim yeri olan, bir yer olmalıdır. Yazıda geçen
Tsorak ise bugünkü Kabataş Köyü olmalı ve İliç’i Eğin’e bağlayan kervan yolu
üzerinde bir köydür. Gezgin, Eğin’e Kabataş Köyü’nden bakıyor olmalıdır.
Sonra bir
köprüden geçtik, derken adı Venk Köprüsü olan o köprünün artık
hayali bile yok olmuş durumda.
Keban
Barajı havzasında sular altında kalan o güzelim masalsı köprüden Avrupalı
gezginlerin çizdiği gravür dışında hiçbir iz bile kalmamıştır.
 |
Tarihi İpek Yolu üzerinde, Karasu-Fırat üzerinde Venk Köprüsü, 18. yy gravürü |
 |
Günümüzdeki Venk Köprüsü, sol altta sular altında kalmadan önceki son hali |
Eğin’in
de içinde bulunduğu Yukarı Fırat Havzası Karasu-Fırat-Murat Suyu-Munzur
Çayı-Peri Çayı gibi akarsularla coğrafyanın dikine ve sert bir şekilde
yarıldığı yerlerdir.
Vadilerin
tabanından akan akarsular vadileri öylesine dik bir hale getirmiştir ki, değil
tarım için ev yapacak düz bir zemin bile bulamazsınız.
Ev
yapacak zemin bulsanız da dikine yarılmış kayaları düzlemek, yol yapmak,
taşlardan teraslama yaparak tarım için bağ ve bahçelik yapmak öylesine zordur
ki.
Birden
ve çok sert bir şekilde dikleşen coğrafya ilk başlarda size aşılmaz, geçilmez
gibi gelir. Sonra ayaklarınız ve ruhunuz sizi o coğrafyanın içinden alır bir
bilinmeyene götürür.
Bir
bilinmeyen derken, ilk defa sizin gideceğiniz yer anlamında kullanmıyorum bu sözü,
bir bilinmeyen sizin Eğin’de bulunduğunuz sürede içinde bulunacağınız bilinmez
ve tarif edilemez ruh halidir, sözünü ettiğim şey budur.
Artık geri
dönmek istemezsiniz, başınızı kaldırdıkça sadece mercan renkli yalçın
kayalıkları, sadece gökyüzünü ve geriye dönüp aşağılara baktığınızda ise
Eğin’in yakın zamana kadar üzerinde loğ taşları eksik olmayan damlı, şimdi ise kırmızı
kiremit veya çinko saç ile kaplı çatılarını görürsünüz.
Bir de
Fırat’ı ve karşı yamaçları.
Bir de yılın
neredeyse bütün mevsiminde başı karlı ve dumanlı Munzurlar’ ın güney batı-kuzey
doğu yönünde uzanan dağ sırasında Eğin’e en yakın olan ve 3.147 metre
yüksekliğindeki Ziyaret Tepe’yi.
Sert ve
aniden yükselen çıkış bizi kısa molalar vermeye zorluyor.
Molada
yapılan en iyi bildiğimiz şeyi yapıyor, bir türkü söylüyorum.
Selman video
kaydında:
Sabahın seherinde ötüyor kuşlar
Balinen yoğrulmuş o sırma saçlar
Türkü yine
gaban üzerine.
Düşmüş
olduğunuz yolun sonu nereye varacak, daha ne kadar yürüyeceğim diye
düşünmezsiniz artık. Kendinizi o kayalıkların sert ve soğuk, ama bir can dostu
bağrına basacak kadar güven veren yapısına, heybetine bırakırsınız.
Artık kısmen
toprak zeminli patika yol bitmiştir. Taşlı yola, taşların bir sarraf işçiliği
gibi yerlere döşendiği, kimi yerlerde basamak yapıldığı, kimi yerlerde yağmurdan,
kardan, rüzgardan yıkılıp bozulmasın diye insanı hayran bırakan bir işçilik ve
mühendislik bilgisiyle yapılan istinat duvarlarına, dar geçitlere, boğazlara,
teraslara varırsınız.
Taş döşeli,
Eğinlilerin ifadesiyle rıhtımlı, yola giriyoruz. Sağımız solumuz iri
kayalıklardan “kuru duvar” tekniği ile örülmüş istinat duvarları çevrilmiş.
Duvarların uçması imkansız görünüyor. Eğinliler bu yolların, bu duvarların,
terasların, yani çıkmakta olduğumuz Eğin Gabanı da dahil bu gabanların en az üç
yüz sene kadar önce yapılmış olduğunu söylüyorlar.
Yapılan işe bakarsanız,
bu tarih daha da geriye götürülebilir.
 |
Yol nerden aşar, dağ nereden geçit verir, bilemezsiniz, bilmenize de gerek yok |
Son
basamakları, rıhtım döşeli son yolları, son geçitleri, son istinat duvarlarını
da geçiyor bugün Sarıçiçek Yaylası’nı da içine alan ve Eğinlilerin “Hotar”
dedikleri dağa açılan yere çıkıyoruz.
Bunca
yolu bunca zahmetle yürümek bizim için hep bir borç ödeme gibi oluyor. Bunca
yolu yürürken bizden önce yürüyenlerin, Sarıçiçek Yaylası’na çıkanların,
inenlerin, kışın hayvanlarına bir tutam ot verebilmek için yaz boyu aynı
yayladan bin bir zahmetle ot getirenlerin, baskıdan ve zulümden kaçanların,
boyun eğmeyenlerin anısına yürümüş olduğumuzu, onlar adına ayak bastığımızı,
onlar adına taşlara el sürdüğümüzü düşünerek onlara olan borcumuzu ödüyoruz.
1877-78
yılları arasında kendisiyle birlikte üç Ermeni papazı ile gelen Papaz Karekin
SIRVANTSDYANTS’ ın Eğin’e ilk gelişinde raporuna*) yazdığı aşağıdaki sözü daha
önce okumuş olsanız belki de hiçbir gabana çıkmaya cesaret edemezsiniz, uzak
geçmişi bırakan 25 sene öncesinde bile olsa Eğin’i görmeye gelmezsiniz.
Hiç
kuşku yok ki evlerini Eğin vadisine ve yörenin sağlamlığına bakarak buraya
kurmuşlar. Avcılardan bıkmış kuşlar misali, güneş ve gökyüzünün bile yüzünü
güçlükle gösterebildiği ulaşılmaz kayalıklara sığınmışlar. Ne tarafa dönersen
dön, görüş alanını yüksek ve gri taşlar kaplıyor. Geniş vadilere ve sonsuz gökyüzüne
alışmış biri için burada yaşamak gönüllü ve anlaşılmaz bir sürgün gibi.
Vah bana ki; Van’ın bağlarına, denizine, Varak’**)ın
rüzgârlarına, büyük Muş ovasına, Ankara’nın havalisine, Marmara’nın güzel
kıyılarına alışmışken, bu kayaların arasına sıkışmış kalmışım. Ne tarafa
dönersen dön, görüş alanını yüksek ve gri taşlar kaplıyor.
*) Palu-Harput 1878 II. Cilt Raporlar
**) Van
merkeze bağlı Bakraçlı Köyü-tarafımdan ilave
Selman
20 adım önden gidiyor.
Hotar’
a açılan geçide ve düzlüğe benden önce varacak.
Geçitten
ben de geçiyorum, Eğin Gabanı bitiyor, artık buradan ötesi Hotar zirvesine kadar
toprak zeminli yayla yoludur.
Başımı
kaldırıp Selman’ı gördüğümde onun birisiyle konuştuğu fark ediyorum, ama
konuştuğu kişiyi göremiyorum.
Selman’a
iyice yaklaşıyorum, ama konuştuğu kişiyi yine göremiyorum.
Nihayet
gaban bitiminde duran, ne zaman ve kim tarafından yapılmış olduğu belli olmayan
suyu akmayan pınara geldiğimde, pınarın üst başında bir yanı üst üste kayalar,
diğer üç tarafı branda ile çevrilmiş dar ve küçük bir kulübeyi fark ediyorum.
Gabana
geçen sene çıktığımda da görmüş olduğum bu susuz pınarın durumu içimi kavurmuş,
Eğinli Dostumuz Güven’e bu durumu anlatmıştım.
Güven
Dostumuz ise Eğin Gabanı’na çıkacağımızı bildiğinden, “çıkarsanız o pınar
akıyor, beş km öteden suyu getirip bağladım” demişti ve ben de heyecanla suyu
akan bir pınar bekliyorum.
Eğinlilerin
Eğin Gabanı Pınarı dedikleri pınarın suyu akmıyor.
Ama
Selman’ ın ayakta kiminle konuştuğunu nihayet görüyorum. Dönüş yolunda Selman
bana kulübedeki karaltıyı ilk gördüğünde nasıl korktuğunu, o karaltıyı ayıya
benzettiğini anlatmıştı.
Selman’ı
gördüğümde yüzünde o korku kalmamıştı artık.
Ama
yine de Selman’ın kiminle konuştuğunu, dağın başında, artık geceleri suları
donduran ayazda bu küçücük, derme çatma kulübede kalanın kim olduğunu ve ne
için kaldığını merak ediyorum.
ŞABAN DİYE BİR ÇOBANOĞLU
Adının
Şaban olduğunu söyleyen kulübedeki Eğinli kulübeden başını çıkararak bana da
selam veriyor.
Şaban’
ı gördüğümde o şartlarda öyle bir kulübede kalmasının da etkisiyle bende
bıraktığı ilk izlenim Selman’ın korkmuş olmakta ne kadar haklı olduğuydu.
Adını
soruyorum, Şaban, diyor.
Ben
de Recep, bak ne kadar yakınız.
Şaban
iri yarı birisi, uzun süredir kesemediği siyah sakalı hayli uzamış. Üzerine
giydiği kalın askeri kaban ve başındaki başlık onu çok daha iri yapılı
gösteriyor.
Daha
ilk konuşmaya başlarken sizi sarmalayan bir samimiyet hissediliyor Şaban’ın yüz
ifadelerinden.
-Burada
ne yapıyorsun, donarsın Şaban kardeş?
-Yok
abi, bir şey olmaz.
-Ne
yapıyorsun burada?
-Burası
benim gözetleme yerim.
-Ne
gözetliyorsun, geyik mi?
-Yok
abi, ben geyiğe silah atmam.
-Ya
ne var?
-Ben
keklik gözlüyorum, onlara atarım.
Şaban
bu sözü söyleyene kadar gaban çıkışı sırasında birbiri ardına havalanan keklik
sürülerini neden anlatmadığımı, neden hatırlamadığımı düşünüyorum.
 |
Eğin Gabanı Çeşmesi |
-Pınarın
suyu neden akmıyor Şaban Kardeş, Güven bana suyu bağladığını söylemişti?
-Abi
akıyordu da ben yukarıdan suyu kestim.
-Niye?
-Benim
yukarıda ahırım var, 30 tane tosunum var, sular iyice azaldı biliyor musun,
buranın suyunu kestim ki bir gölede benim tosunlar için bağlamışım.
-İyi
yapmışsın, ama bu pınarın oluğuna da su bıraksan kurtlar kuşlar içerdi.
-Doğru
diyorsun abi.
Şaban
kardeş yukarıda yaylada 30 tane tosunu olduğunu söyleyince benim geçen sene o
yaylaya geldiğimi, Hotar’ a kadar çıktığımı anlatıyorum.
Şaban
kardeş kendisinin yılın büyük bir kısmında yaylada kendi yaptığı kulübede
yaşadığını söylüyor.
-Yayladaki
o kulübe senin mi?
-Evet
abi.
-Yahu
ne güzel kulübe yapmışsın, içinde her şey var. İçine girip baktım.
-Girdin
mi içine?
-Evet,
geçen sene içine girdiğimde, iz için masaya 1 lira bırakmıştım.
-He
fark ettim o 1 lirayı, ben de şaşırmıştım, onu sen mi bırakmıştın?
-Evet
Şaban
Kardeş anlatıyor durmadan. Çalışmanın zor olmadığını, yaylaya çıkmanın zor
olmadığını, tosunlara bakmanın, yaylada bütün yıl bir başına mahrum kalmanın
zor olmadığını, ama oğlunun her işi yaparken zorlandığını anlatıyor.
“Oğluma,
oğlum benim çektiklerim yanında yaptığın işe zor deme” diyorum, dediğini
aktarıyor.
Konu
konuyu açıyor. Gahi başı karlı karşıdaki Ziyaret Tepe’yi, Munzurları
gösteriyor, gâhi Fırat’ın karşı yakasından aşıp giden başka bir gabanı
gösteriyor.
Ama
insansızlığa alışmış olduğundan belli ki, art arda en fazla üç cümle söylüyor
ve sonunda “lafı fazla uzatmayalım efendim” diye cümlelerini bitiriyor.
Başka
bir konuya geçiyoruz, yine aynı söz geliyor ardından, “lafı fazla uzatmayalım
efendim.”
Hotar’
a çıkmayı başka bir zamana bırakıp, Şaban Kardeş’ e veda edip, Eğin Gabanı’
ından, çıktığımız yoldan inmeye başlıyoruz.
Ama
benim aklımda Şaban’ın durumu, kim olduğu, onun neye küsüp de bu dağ başına bir
başına gelip uzun süre kaldığı soruları var.
Şaban’ın
soyadının ÇOBANOĞLU olduğunu öğrenince bu sorularıma bambaşka sorular da
ekleniyor, merakım artıyor.
Merakımı
Arsen YARMAN’ ın bir araştırmasında*)geçen Eğinli Amiralar konusunda gidermeye
çalışıyorum.
V. Eğinli Amiralar : Amira, Osmanlı Devleti’nde sultanın
ve vezirlerin çevresinde bulunan sarraf veya baş tüccarlara verilen bir devlet
unvanıydı. Amiraların çoğu Osmanlı diline hâkim Eğinli Ermenilerden
oluşmaktaydı. Devlet imtiyazlarına sahip Amira aileleri, sarayla yakın
ilişkileri olan, saray mimarları, baruthane ve darphane sorumlularından oluşan
bir zümreydi. Amira sözcüğü Ermenice kökenli bir isim olmayıp Arapça kökenli
“emir” isminden türetilmiştir. Amira unvanı, 7. yüzyılda başlayan Arap istilasından
itibaren bölgede etkili olan Müslüman yöneticilere Ermenilerce verilen bir
unvandı. Bununla beraber 14. yüzyılın ve 16. yüzyılın sonu arasında oluşmaya
başlayan yarı kent-yarı köylü Ermeni aristokrat sınıfına Osmanlılarca Amira
unvanı verilmeye özellikle 18. yüzyılda başlandı. Osmanlılar, Amira aristokrat
sınıfına 15. ve 16. yüzyıllarda “Hoca” ve 17. yüzyılda “Çelebi” demekteydiler.
Amiraları, Avrupalılar “Banka Prensleri” ve dönemin Ermenileri “İşhan” olarak
adlandırmaktaydılar.
Arsen
YARMAN Eğinli Amiralar ile ilgili bu girişten sonra Eğinli önemli Amira
Ailelerinden söz ediyor ve bunlardan birinin bugünkü Apçağa Köyü‘nden (Erm.
Abuçex) “Çobanyan” ailesini anlatıyor.
“Çobanyan”
kelimesini Çobanoğlu olarak çevirmemiz hiç de zor olmuyor.
Şaban
Kardeşin ailesi neden Çobanoğlu soyadını aldı?
Bildiğim
kadarıyla aile Eğin’de uzun yıllardır tenekecilik işi ile uğraştığından aile
adlarının “Tenekegil” olarak biliniyor olmasıdır.
Bildiklerime
başka bilgiler de katarak Şaban Kardeşin bir zamanlar 40 katır ile kervancılık
yapan dedesi Salim Ağa’ya kadar uzanıyorum.
Başka
bir gezinin ve yazının konusu Salim Ağa olsun diye biz de Şaban Kardeşin
dediğini diyor ve “lafı fazla uzatmıyoruz.”
*) Eğin (Agn) Ermenileri II-Kebikeç/38/2014
Artık
dönüş zamanı, artık iniş zamanı.
Çıkış
ne kadar sert ise, iniş de o kadar sert oluyor. Dizlerimize fazla yüklenmeden
iniyoruz.
Havaların
bu sene kurak gitmesinden olacak, Fırat suyu iyice çekilmiş olarak akıyor.
Aşağılara
bakmak insanı derin bir vahaya çeker gibi çekiyor.
 |
Gabandan iniş-karşıda Tsorak |
SÜT İÇİN BORU HATTI
İnişin
sonuna doğru dün akşam Bahçeli Osman’ın bize anlatmış olduğu bir efsanenin
kanıtlarına rastlıyoruz.
“Ermeniler
yaylaya çıktıklarında sütü her gün götürüp getirmek zor olduğu için yayladan
onların oturduğu Yukarı Mahalle’ ye (Verin Tağ) topraktan yapılma künklerle
boru hattı döşemişler, sütü borulardan akıtıyorlarmış Akla bak, ne akıllı
insanlarmış. O boru hattı şimdi toprağın altındaymış, bulunmuyor.”
Bize
oldukça mitolojik gelen bu “boru hattına” bakıyoruz inerken.
İşte,
büyükçe bir kayanın dibinden geçen her birinin boyu 50 cm olan bir biri ardına
geçmiş üç toprak künk. Heyecanlanıyoruz. O kadar yağlı sütün, beş km kadar bir
uzaklıktan, yayladan toprak künk değil hangi maddeden yapılırsa yapılsın, boru
çeperinin bir süre sonra yağ bağlayacağını ve tıkanacağını düşünüyoruz.
İyi
ama bu bulduğumuz toprak künkler nedir?
Aşağıya
bakıyoruz.
Hemen
aşağıda bir zamanlar Eğin’ e su sağlayan eski bir su deposunun harap halini görüyoruz.
Böylelikle
“Ermenilerin süt için boru hattı yapmış oldukları miti de” sona eriyor.
Taşlık,
kayalık alan bitip toprak zemine geldiğimizde inişimiz hızlanıyor.
Bugün
yapacağımız başka ve önemli bir etkinlik daha var.
Aracımızın
olduğu yere geldiğimizde Güven Dostumuzun telefonu çalıyor.
-Abi
neredesiniz?
-Gabandan
indik, aracın yanındayız. Senin dükkana baktık, kapalıydı.
-Abi
ben kafedeyim ve Dilli Vadisi’ne gidecekseniz acele edin, size bir rehber
buldum.
Eğin’de
bulunduğum üç ay boyunca yapmak isteyip de bir türlü yapamadığım, ne rehber ne
de yardımcı bulabildiğim işlerin ilk sırasında Dilli Köyü’nde Dilli Vadisi’nde
Dilli Çay’da bulunan kaya resimlerini görmek geliyordu.
Yıllardır
içimde biriktirdiğim bu kaya resimlerini görebilme heyecanı ile onları
göremeden Eğin’den ayrılmış olmam hep içimde kalan bir tutkuydu.
Nihayet
şimdi, Selman ile bu merakımı ve heyecanımı giderecek bir rehber bulmuştum.
Ama
önce karnımızı doyurmamız gerekiyor. Güven Dostumuza yemeğimizi yiyip hemen
geliyoruz, diyorum.
ADADOLU PETROGLİFLERİ (KAYA RESİMLERİ)
EĞİN-DİLLİ KÖYÜ-DİLLİ VADİSİ-DİLLİ ÇAYI
Kaya
resimleri neden bu kadar ilgimi çeker bilemiyorum.
Kırgızistan
gezilerimizden bana kalan bir ilgi alanı mı?
Kaya
resimlerinde bulunan olağanüstü bir soyutlama gücü mü?
Resimlerde
yer alan şamanların/ulu kamların, güneş adamların, göğe yükselen arabaların,
sonsuz sayıda dağ keçilerinin/geyiklerin bulunması mıdır?
Düğün
şenlikleri mi, toy sahneleri mi?
Hepsi
de sayılır.
Kaya
resimlerinin Anadolu’nun bir başından bir başına bu kadar yaygın olarak
bulunmasını, en eskilerinin Latmos’ daki dokuz bin yıllık olanlardan başlayıp,
Salihler Köyü kırsalı, Kümbet Köyü, Aizanoi Zeus Tapınağı, Didim Apollon
Tapınağı gibi, Cilo Dağları, Dilli Vadi, Borluk Vadisi gibi birbirinden çok
farklı yerlerde bulunmasını nasıl açıklayabiliyoruz?
Daha
doğrusu tam olarak açıklayamıyoruz.
Çok
genç yaşta kaybettiğimiz Servet SOMUNCUOĞLU bana göre, askerlik arkadaşı
Gallemit’ i (Muzaffer SARISÜLÜK’ ü) Sungurlu’da ziyaretinden sonra Gallemit’ in
sözlerindeki sırların peşinden gitmek isteyerek girdiği “kayaların üzerindeki resimleri-tamgaları-izleri-işaretleri”
bulma, anlama, çözme işine gönül bağladı, tutkuyla bağlandı.
Servet
SOMUNCUOĞLU taşlardaki, kayalardaki izleri buldukça hep kendine sakladı, hep
kendine sırladı bulduklarını. Bakmayın siz onun kısa ömründe geriye dev gibi
yazılı ve görsel eserler bırakmış olduğuna. Servet SOMUNCUOĞLU asıl eserlerini
kendine sırladı bence ve onları Gallemit ile paylaşmaya bile cesaret edemedi.
Bu
sırların peşinde olmak beni de hep çekti.
Bir
yanda Gallemit bir yanda Servet SOMUNCUOĞLU, arada düşüp gitmek damgaların
peşine insanı bilinmeze doğru çekiyor.
Eğin’
de bulunan kaya resimleri geçmiş kültürler, geçmiş uygarlıklar tarafından da
fark edildi mi acaba?
Ne
yazık ki artık kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki bu tür işaretleri hep ama hep
define avcıları haber veriyor veya ağızlarından kaçırıyor.
Öğlen
yemeğinden sonra Güven Dostumuz ve bize bulduğu rehberle buluşmak üzere Güven’
in işletmiş olduğu Fırat kenarındaki kafeye geliyoruz.
Kafeden
bize doğru gelen Güven Dostumuzun yanında benim Eğin’den çok iyi tanıdığım ve
bildiğim, Eğin için gerçek bir değer olan Şevket GÜLTEKİN Bey’i görüyorum.
Şevket
Bey ile Güven Dostum yanımıza geldiğinde Güven bize rehberlik yapacak olanın
Şevket Bey olduğunu söylüyor.
Bunun
üzerine şaşırma sırası Şevket Bey’e geliyor. “Yahu Güven, dünden beri bana iki
kişi var, diyorsun, söylesene Recep Bey ve bir arkadaşı olduğunu” diye Güven’e
çıkışıyor.
Selman
ile Şevket Bey de tanışıyor.
Hem
Şevket Bey’ in aracının Selman’ın aracına göre daha küçük olması, hem de Dilli
Vadisi’ ne ulaşmak için Taş Yolu’ndan geçmemiz gerektiğinden Şevket Bey’ in
aracına biniyor ve Taş Yolu bir daha geçerek hemen çıkıştaki Gümüşçeşme Köyü’ne
varıp aracımızı park ediyoruz.
Eski
adı Navril-Narver olan Gümüşçeşme Köyü’nde neredeyse hiç hayat belirtisi yok.
Köyde yaşayan birkaç kişi de kışlık erzaklarını yapıp gitmişler.
Aynı
kitapta Papaz Karekin SIRVANDTSDYANTS bu kez Narver Köyü’ nü anlatıyor.
Eğin’den dört saat uzaklıktadır.Surp Minas adındaki bir kilisesi
ve bir okulu vardır.
Köyün anıtları olarak ise şunlar sıralanır: Aziz Minas
Kilisesi, iç kısmında ata binmiş Minas’ın tasvir edildiği resimlerle süslü,
taşlarla örülmüş sağlam bir bina idi. “Nehre bakan” Meryem Ana Şapeli, bir
bahçede yer almaktaydı.
Köyün
meydanı sayılacak bir yere aracımızı park ediyoruz. Eski ve küçük mütevazi bir
camiden başka Ermeniler’ e ait bir yapı fark edemiyoruz.
Kısa
biz hazırlıktan sonra Şevket GÜLTEKİN Bey’in rehberliğinde yola çıkıyoruz.
Sabah
çıktığımız Eğin Gabanı gibi yine çok sert bir çıkışla ilerliyoruz, bu çıkışın
kolay bir yanı ise zeminin hep toprak olması ve sık meşeliklerin arasından
geçiyor olmamız.
Şevket
Bey baştan bizimle birlikte yürürken bir yandan da bölge kültürü ve coğrafyası
ile ilgili çok ilginç ve güzel şeyler anlatırken sonra bizden arayı en az 50
metre açıyor ve hiç durmaksızın yürümeye devam ediyor.
Selman
Şevket Bey’ den ayrı düşmek istemiyor. Ben onları meşeliklerin arasında
kaybetmeyeyim diye arada başımı kaldırıp arkadan takip ediyorum.
Meşelikleri
geçerken Şevket Bey arada uzaklara bakıyor.
Neden
arada uzaklara, kayalıklara baktığını daha sonra söylüyor Şevket Bey.
Aynı
zamanda çok iyi bir fotoğrafçı olan Şevket Bey meşelikler arasında gördüğü taze
ayak izleri ve taze boklardan bizden önce önümüzden iki ayının geçmiş olduğunu
ve ayıları kayalıklarda görmek için arada baktığını ve onları bize poz verir
halde fotoğraflamak istediğini söylüyor.
Sadece
ayı izleri mi? Kurt izleri de görüyoruz onların boklarından.
Ben
ise hayatımda daha önce hiç görmediğim büyüklük ve irilikte 3 cm çapında meşe
palamutları görüyorum. Hemen toplamak istiyorum o palamutlardan ama o zaman
aramız çok açılıyor, vaz geçiyorum.
Sert
çıkış nihayet bitiyor, aşağıdan, Dilli Vadisi’nden, Dilli Çay’ın sesi geliyor.
Birazdan
çayı da görüyorum. Ama çayı gördüğüm noktadan aşağıya vadi tabanına, kaya
resimlerinin olduğu yere kadar da çok sert bir iniş bekliyor bizi.
Neyse
ki meşelikler var ve arada meşeliklere tutunarak vadi tabanına kadar iniyoruz.
Vadi
tabanına indiğimizde Şevket Bey bize şimdiye kadar buraya çok sayıda grubu getirdiğini, ama sizin performansınıza ve
hızınıza kimse yanaşamadı diye bize iltifat ediyor.
Bu
iltifatı duymak güzel elbette, ama bir de Selman’ ı dinlesek, bana dönüş
yolunda söylediklerini: “ya arkadaş adam o yaşında ve göbeğiyle nasıl da hızlı
yürüyor, arkasından yetişemiyordum.”
Hava
erken karardığından ve vaktimiz sınırlı olduğundan Şevket Bey bizi doğrudan
kaya resimlerinin bulunduğu yekpare büyük bir kaya parçasının karşısına
götürüyor.
İşte,
diyor, kayamız bu.
Kayaya
bakıyoruz, ama üzerindeki kaya resimlerini görmemiz çok zor.
Şevket
Bey kayalara metal ile kazılarak veya başka sert bir kayayı yumuşak kayaya
vurarak yapılan bu tür kaya resimlerini görünür kılmak için yapılması gerekeni
yapıyor ve hemen orada bulduğu plastik bir şişe ile kayanın üzerine su
serpiyor.
Islanan
kaya yüzeyinde biraz sonra kaya resimleri ortaya çıkıyor.
Nasıl
mutlu oluyorum. Aylarca kaldığım ve varlığını bildiğim Eğin’deki kaya
resimlerini, literatüre geçen adı ile Dilli Vadisi Kaya Resimlerini nihayet
açık seçik görebiliyorum.
Şevket
Bey’e çok teşekkür ediyorum, bir özlemi, bir tutkuyu yakalamama yardımcı olduğu
için.
DİLLİ VADİ KAYA RESİMLERİ
Kaya
resimlerinin bulunduğu Dilli Çayı Sarıçiçek Yaylası’ndan doğar. Gözaydın ve
Ağıl köylerinden geçerek Dilli Köyü açığından sert inişle Fırat’a karışır.
Doğrusu kaya resimlerini görmek için Dilli Çayı’nın yatağını takip edeceğimizi
düşünmüştüm. Ama Şevket Bey’e bu konuyu sorduğumda, çay yatağının birkaç yerde
geçit vermediğini, çok zahmetli çıkış ve iniş yapılması gerektiğini söyledi.
O
halde bu kaya resimlerini yapanlar Fırat’ ın şiştiği ve Dilli Çayı’nda sal ile
ulaşımın mümkün olduğu bir zamanda yapmış olmalılar.
Şevket
Bey kaya resimlerinin varlığının çok önceden beri bilindiğini, bunu defineciler
vasıtasıyla öğrenmiş olduklarını, geçen ay ise Kültür Bakanlığı’ndan gelen
yetkililerin kaya resimlerini resmi envanter kayıtlarına aldıklarını, o
kişileri de buraya kendisinin getirdiğini söylüyor.
Kaya
resimlerinin nasıl keşfedildiği ile ilgili olarak ise bir araştırma yazısında
aşağıdaki bilgiler yer alıyor. Olduğu gibi aktarıyorum.
Kemaliye’deki Petrogliflerin Keşfi: Erzincan
- Kemaliye (Eğin) Dilli vadisi mevkisindeki (37 502881 E, 43 84520 N, 1031 m)
kaya üstü tasvirler, ilk kez 04 Ocak 2004 tarihinde Eğinli filolog Dr. Abdullah
ER’in söz konusu petrogliflere ait bir fotoğrafı getirip Dr. 8 bk. http://www.sonbaski.com/kemaliyem.htm,
www.erzincan.gov.tr, www.egin.kemaliye.net,
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kemaliye 9 bk. Darkot, Besim, Eğin, İslâm
Ansiklopedisi, C.4, İstanbul, 1988, s. 195. ŞİMŞEK, Mehmet, Doğu Anadolu
Coğrafyasında Kemaliye (Eğin), Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), İstanbul, 1996, s.
71-72; http://www.sonbaski.com/kemaliyem.htm, www.erzincan.gov.tr,
www.egin.kemaliye.net TAED 34, 2007, 233-254 -238- O. MERT: Kemaliye’de Eski
Türk İzleri: Dilli Vadisindeki Petroglif ve Damgalar Cengiz ALYILMAZ’ı durumdan
haberdar etmesiyle bilim dünyasının gündemine taşınır. Eğindeki petroglifler
üzerinde ilk bilimsel inceleme ise, başkanlığını Dr. Cengiz ALYILMAZ’ın yaptığı
Dr. Osman MERT, Dr. Abdullah ER’den oluşan ekip tarafından 22 Nisan 2006
tarihinde gerçekleştirilir.
A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi Sayı 34 Erzurum 2007
Dr. Osman MERT






Güneş figürünün birçok inançta ve kültürde önemli yeri
olduğunu biliyoruz.
Kaya üzerindeki figürlerin kazıma tekniği ile yapılmış
olduğunu görüyoruz, bu da bize bu kazımanın sert bir metal ile yapılmış
olduğunu, yani demirin bulunduğu MÖ 1200 yıllarını hatırlatıyor.
Daha yakın bir dönem de olabilir. Ama kesin olan bir şey
var ki, buraya kadar gelip iz bırakanlar, damga/tamga bırakanlar bize bir
şeyler anlatmaya çalışıyor.
Yekpare bir kaya kütlesinin üzeri ise o resimler yapılıp
bittikten sonra tam olarak bir ritüeli gerçekleştirme yerini andırıyor. Belki
de o resimler yapılım bittikten sonra o kayanın üzerinde bir adak kurban
edildi.
Ama bir şey daha var ki o resimleri yapan kişi öyle usta
biri olmalı ki, resimleri elindeki demirden kalemle ve elini hiç kaldırmadan ve
hata yapmadan tek hamlede çizmiş. Ustanın elinde şablon da olmadığına göre,
bunu belki de Gallemit’ in açıklayacağını düşünüyorum.
Dilli Vadi’ den ayrılıyoruz. Vadiye yapmış olduğumuz sert
iniş benzeri bu kez sert bir çıkışla vadi tabanından ayrılıyoruz. Sırtı az
geçtiğimizde uzaktan Gümüşçeşme Köyü görüldüğünde birden belime bağlamış
olduğum gömleğimin belimde olmadığını fark ediyorum. Benim için olmasa da olur
bir gömlek iken, Selman geldiğimiz yolu tek başına geriye doğru giderek
gömleğimi bulup alıp getireceğini söylüyor. Tamam, diyorum, ama sadece beş
dakika git, yoksa geri dön, hiç önemli değil.
Bu arada biz Şevket Bey ile biraz daha yol alıyoruz,
Selman’ın geciktiğini anlayınca durup bir yerde onu bekliyoruz.
Derken Selman gömleğimi bulmuş halde dönüyor. Mutlu
oluyorum.
Köye varıyor, aracımıza biniyor ve daha Divriği’den
ayrılırken acaba Taş Yolu geçit verir mi, diye düşünürken, yaya geçişimizi
saymazsak, Taş Yolu’nu iki gün içinde araçla tam üç kez geçmiş oluyoruz.
Güven Dostumuzun kafesinin otoparkında kendi aracımıza
transfer oluyoruz.
Şevket GÜLTEKİN Bey’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Böyle
bir rehberliğin ve güzel sohbetin ne para ne de başka şey ile ölçülebilecek bir
karşılığı vardır.
Şevket Bey ile bir sonraki gelişimizde başka gabanlar için,
Sarıçiçek Yaylası için sözleşip ayrılıyoruz.
YENİDEN
EĞİN
LÖKHANEDE
BAŞKA BİR ÇOBANOĞLU
Bir günde onca yürüdük, onca güç harcadık, onca inip
çıktık, günün batmasına, havanın kararmasına hala vakit var.
Belki bir daha uğrayamayız diye lökhaneye uğrayıp lök
tatlısının tadına bakmak ve biraz da satın almak istiyoruz. Lök hane sahibi ve
işletmecisi Salim ÇOBANOĞLU beni tanıyor ve bizi güler yüzle karşılıyor.
Lök tatlısını ilk defa tadan Selman ile hemen karşıda
bulunan ve Kadıgölü suyu üzerine kurulu bir zamanlar sayıları sekiz olan un
değirmeninden ayakta kalan son un değirmenine girip suyun ve değirmenin taşa
sürten pergel sesini dinliyoruz.
Salim ÇOBANOĞLU bize Eğin Gabanı’ nda gördüğümüz Şaban
Kardeşi hatırlatıyor. Şaban Kardeş Salim’in amcası.
Salim’ in de bir hikayesi var anlatacak.
-Bu iş nereden esti, nasıl başladınız?
-Bir gün Kemaliye’den bir grupla Safranbolu’ya tura gittik.
Orada bize lokum ikram ettiler. Biz de bir arkadaşla düşündük, yahu adamların
lokumları var, bizim de dutumuz, neden biz de duttan bir mamul satıp para
kazanmayalım. Sonra ne yapabiliriz, diye kafa yorarken kışın evlerde el
havanları ile yapmış olduğumuz sadece dut ve cevizin karışımından ibaret olan
“lök tatlısı” aklımıza geldi. Bu işe başladık, önceleri çok az satabildik.
Herkes bizimle alay etti, Eğin’de herkesin evinde lök yapılır, siz bu lök
tatlısını kime satacaksınız, diye.
-Size ben de buna benzer gerçek bir hikaye anlatayım mı?
-Anlat Abi.
Salim’ e İsmail Emil’ den ve onun zeytin diyarı Trilye’ de
zeytincilik yapmaya çalıştığında onunla da alay edildiğinden söz ediyorum.
Salim bize biraz lök tatlısı çıkarıyor, yanında Türk
Kahvesi getiriyor.
Onca yorgunluğumuz gidiyor. Akşamın serinliği başlıyor.
Kalkmamız gerekir.
Akşam yemeği için Çerez Deresi kenarında kurulu olan ve
Şevket Bey’in oğlu İsmail’ in işlettiği lokantaya gidiyoruz. Lokantada sigara
içiliyor ve havasız. Yemeğimizi acele yiyor ve hemen kalkıp Bahçeli Pansiyon’a
gidiyoruz.
Bahçeli Osman bizi bekliyor yine. Sobayı yakmış, içerisi
sıcacık.
Osman’a Eğin Gabanı’ nı anlatıyoruz. O da bize gabanların içinde
en çetini, en zor olanın Cici Gabanı olduğunu, yayladan ot getiren bir adamın
gabanın dar ve sarp basamaklarından nasıl indiğini anlatırken, kollarını cenin
pozisyonuna getirip, sırtını biraz kamburlaştırarak ve işin içine gerilim de
katarak, sırttaki ot yığınının dağılmaması için adamın döndüğü gibi, bir sağa
bir sola dönüyor, hatta anlatmayıp
yaşatıyor.
Bahçeli Osman ile daha geniş bir zamanda daha uzun
sohbetler yapmayı düşünüyoruz, öylesine bir cevher saklıyor ki içinde.
Yorgunuz, erken yatıyoruz.
Yarın da programımız yüklü ve yarın Eğin’ e veda günü.
(devam edecek)
EĞİN’
E SON BAKIŞ
MANİ
YOLU
GOMİDAS
VE EĞİN MÜZİĞİ
ORADA
BİR KÖY VAR UZAKTA
ABUÇEX-APÇAĞA
ZENGİNLİĞİ / BOYLU EKMEK / KIRKGÖZ
DERSİM
BÖLGESİNE GİRİŞ