30 Aralık 2020 Çarşamba

DERSİM’E YOLCULUK (ALTINCI BÖLÜM)

 

23 Kasım 2020, Pazartesi

Dün olduğu gibi bu sabah da erkenden kalkıyoruz. Bu sabah da sobaya iki odun atıp, salonun soğuğu kırılsın, diyorum, Selman gerek yok diyor.

Dün yapmış olduğumuz sert çıkışlı ve inişli Eğin Gabanı ve Dilli Vadi yürüyüşlerimizin verdiği yorgunluktan hiç eser kalmamış bedenimizde. İnsan bu coğrafyada yorulmazmış meğer.

Meğer bu insanların, Eğin insanlarının bunca taşı işlemeleri, bunca taşı taş üstüne koymaları, bunca yolu açmaları, bunca kuru duvarı örmeleri, terasları yapmaları, bir karış bahçe, bir dal dut ağacı için teraslara sırtlarında toprak taşımaları, gübre taşımaları bunca gabandan çıkıp Hotar’a, yaylaya gitmeleri, sonra da yaz bitip kar düşmeden ellerinde kollarında, katırlarında yayladan tereyağı, peynir, bal,etlik kavurma ile hayvanları için deve yükü gibi otla dönmeleri onları da hiç yormazmış.

Nasıl yorsun ki?Arsen YARMAN aktarıyor yine:*)

Eğinli gazeteci ve yazar Toros Azadyan, Eğin’i ezgiler ve pınarlar şehri olarak tanımlamıştı. Ona göre Eğinli şair doğar çünkü Eğin, coğrafyasıyla ve insanlarıyla şiirsel bir cennet bahçesidir. Bu konuyla ilgili NorLur (“Yeni Havadis”) adlı dergide şunları yazmıştı: Heybetli dağlarından Fırat Nehri’nin yamaçlarına kadar patikalardan, kayaların etrafından, uçurumlardan, bahçelerden, vadilerden ve sayısız pınarlardan coşan suların sesi, ormandan gelen kuşların seslerine karışarak adeta bir müzik şöleni gibi yankılanır her tarafta. Her yerde lirizmin ahengi hissedilir, tüm bunlara bir de doğanın eşsiz manzarası ve evlerin panoraması eklendiğinde karşınıza Agın (Eğin) diye adlandırılan cennetin bahçesi, şiirsel bir dünya beliriverir. Eğinli şair doğar. 

*) kebikeç / 38 • 2014 160- Arsen YARMAN

Bu kadar lirik bir coğrafyada bizden öncekiler onca zahmete rağmen yorulmamışlarsa, Şaban kardeşin hep dediği gibi,biz neden yorulalım ki?

…/…

Sırt çantalarımız hazırlayıp odalardan çıkıyoruz. Bugün Eğin’den ayrılma, Eğin’e veda günü.

Bahçeli Osman dün olduğu gibi bugün de erkenden kalkarak bize çardakta kahvaltı hazırlamış, biraz da olsa ısınalım diye çayı çardakta ve küçük tüplü gaz ocağında demliyor.

Gabanlar, Dilli Vadiler derken Eğin şehir merkezini, sokakları, evleri, Fırat boylarını, dutlukları, kapıları, Kadıgölü ve Küçükdere boyunca sıralanan rıhtım döşeli uzun dik sokakları gezemedik, sokakların kokusunu hissedemedik.

Öyle de olsa Eğin’i henüz terk etmeden, Eğin’ e son bir bakıştan önce Eğin sokaklarında hızlı bir gezi yapmadan bu lirik şehirden, bu küçük şehirden ayrılmak istemiyoruz.

Kahvaltı sonrası Bahçeli Osman’a çok teşekkür ediyoruz. Bahçeli Osman bize söylemese de salondaki kanepenin kolçaklarının o ustalıklı işçiliğinin verdiği ipuçlarından onun sanki iyi bir marangoz olduğunu çıkarır gibi oluyorum.

Bahçeli Osman giriyor söze, daha ben sormadan.

Bu işi yapmadan önce iyi bir marangoz olduğunu, evdeki bütün ağaç işlerini ve salondaki kanepeyi de kendisinin yaptığını söylüyor.

Bir insan bir konuyu mimikler ve beden dili ile bu kadar güzel anlatabiliyorsa, o kişi sadece küçücük bir dükkanda nalburiye işi yapmıyor demektir. O kişi aynı zamanda elinden ince dokunuşla çıkan marangozluk ürünleri yapıyor demektir.

Bahçeli Osman’ın elinden çıkan ince dokunuşlu marangozluk ürünlerine hayranlıkla bakıyoruz, o kadar pürüzsüz ve o kadar temiz ki. Sanki dün Dilli Vadi’ de gördüğümüz ve tek bir harekette kusursuz olarak çizilmiş kaya resimlerine benziyordu.

Bahçeli Osman avluda kuytu bir yerde duran Eğin’de sokağa atılmış eski bir konak kapısını gösteriyor bize. Başkası olsa görmez, görse bile bakıp geçer, ama Bahçeli Osman görürse ahşaba olan genetik yatkınlık ve çekim olsa gerek, hemen alır o kapıyı korur, özenle evine getirir ve saklar. O kapı kim bilir kimlere açıldı, kimler açtı onu?

Kimleri gurbete gönderdi, kimler döndü gurbetten ve o kapı açılınca kavuştular?

Bahçeli Osman da bütün bunları bizim kadar merak etmiş olmalı ki, kapıyı alıp getirmiş, evin avlusunda, korunaklı bir kuytuya koymuş  tıpkı benim geçen sene çöpte bulduğum gömme dolabın beyaz fincandan kulplarını alıp korumam, saklamam gibi.

Bahçeli Osman ile vedalaşıyor, aracımıza binip hızlıca bir Eğin şehir gezisi için yine şehir merkezine gidiyoruz.

EVLER / KAPILAR 

Eğin evlerinin mimarisi kendine özgü bir üslupla yapılmıştır. Uzun uzun mimari analizler, mimari malzemelerin ve ögelerin tarifi, anlatımı başka bir yazımızın konusu olacak.

Ama bize Eğin’ in en güzel evi, en güzel konağı hangisidir diye sorsalar, kuşkusuz biz de Eğin’de bir eşi daha olmayan ve şu anki son sahipleri Ali DEMİRSOY’ un amcazadeleri Mustafa DEMİRSOY’ un konağını gösterirdik.

İnsanı hemen etkisi altına alan konağın heybeti ve konağın üzerinde bulunduğu teras ve bahçeli avluya uyumu sizi hemen sarmalıyor, kucaklıyor. Konaktan size doğru yansıyan o heybet bir anda yumuşuyor. Bu yumuşamayı yansıtan konağın dışına çıkan cumba ve cephelerin tamamının ahşap ile kaplanmış olması oluyor.

Biraz daha yaklaşalım konağa diyoruz, ama taş örgülü yüksek avlu duvarı size izin vermiyor. Yine de cumbada oturan birisinin size bakmakta olduğunu hissediyorsunuz. Konağın ne tarafına dönerseniz dönün, cumbada oturan kişi üç yana bakan pencerelerden oturduğu yerden sizi görüyor. Cumbada veya pencere önünde oturan Eğinliler evlerine, konaklarına geleni görmek için değil, Fırat’ı görebilmek, gözlerini lirik bir Fırat sabahına açabilmek için yapıyorlar o güzelim evleri.

Bütün bu birbirinden güzel ve heybetli, bir o kadar da pahalı konakları kimler ve hangi parasal güçle yapmış, yaptırmış olabilir ki?

O heybeti sizi ürkütmüyor

Rahip Karekin SIRVANTSDYANTS veriyor ipucunu aynı kitaptan,

Rahip Sırvantsdyants neredeyse her yerde Eğinli göçmenleri gördüğünü ileri sürmekte ve raporunda Eğinli göçmenlerle ilgili bir halk deyişi aktarmaktadır: “İki ayağı topal bir Eğinli, bir ayağıyla Hindistan’a diğer ayağıyla Çine kadar ulaşmış. Leyleği hatırlayın; bir taşın kovuğuna yuvasını yapar, hızlı hızlı oraya buraya uçup solucan, çekirdek vs. getirir yavrularını besler. Eğinli de öyledir; gider gelir, getirir-bitirir ve yine geri döner.” Hakikaten de Eğin’de ticaret ve tarım, coğrafi koşullar nedeniyle gelişmediği için Eğinliler genelde dönmemek üzere yurtlarını terk ediyorlardı ya da İstanbul’dan Eğin’deki ailelerine, geçimleri için yardım gönderiyorlardı.

Gurbetten gelen bunca para nereye yatar? Eğin dediğin bir ufak şehir, bir avuç toprak bile bulamazsın ekecek ve dikecek. Para konağa gider, varlığa gider, o şairane yaşantıya gider.

1839 yılında Eğin’i ziyaret eden Moltke on sene için gurbete çalışmaya giden Eğinli gençlerin zengin olup memleketlerine dönmeyi adet edindiklerinden söz eder.

Bir de Eğinli amiraların çoğunluğunun İstanbul’da sarraflık yaptıklarını ve Osmanlı devlet adamlarının mali işleri ile uğraştıklarını bu nedenle çok büyük zenginliğe kavuştuklarını düşünürsek, Eğin’ e geri dönecek zenginlik var olan kültürel birikimle eşsiz bir mimari ve şiirsel bir hayata dönüşür.

O şiirsel hayatın geçtiği eşsiz mimari tarzdaki evleri dolaşıyoruz hızlıca. Evlerin içlerine giremesek de dış kapıları ve kapıların üzerindeki tokmaklar ve tokmakların vurduğu çeşitli figürlerdeki metal zeminler bize yine Tuğut’ da gördüklerimizi hatırlatıyor.

Figürlerde saklı ifadeler neyi anlatıyor acaba? Anadolu ve Orta Asya’da gördüğümüz kaya resimlerindeki figürlerle olan benzerlikler tesadüfi olabilir mi?

En az beş bin yıllık kaya resmi

Eğin kapılarındaki tokmak altı figürleri 


Kapıdan kapıya dolaşıyoruz, hangisinin önünde dursak dalıp gidiyoruz.
 
Kimi kapının önünde, kiminin iki yanında artık damlarda kullanılmayan, artık ata binen olmadığı için binek taşı olarak bile kullanılmayan loğ taşları duruyor geçmişin yorgun anıları ile, bir başlarına ıssız ve sessiz.

Eğin’ de ıssız ve kimsesiz loğ taşları bir kapıdan çok bir anıyı, bir türküyü bekler gibiler


MANİ YOLU

Evler bizi Kadıgölü’ne oradan da bir zamanlar bütün Eğinli genç kızların ve kadınların dağarcığında duran ve hergün taze olarak yenilenen Eğin manilerinin okunduğu şimdi ise direklere yazılı olarak asıldığı Mani Yolu’na götürüyor.

Eğin manilerini hem söz dizimi hem de konu bakımından tek bir grupta toplamak gurbetliği kendine kardeş, sırdaş etmiş Eğinli kadının acısını, sevincini anlatmaya yetmez.
Enver Gökçe 1947 yılında DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü bitirme ödevi olarak Eğin Türküleri’ ni sunduğunda bu ödevde tam 40 tane Eğin manisi bulunuyordu.

Biz de Mani Yolu’na çıkıyoruz. Maniler dizim dizim. Bizim de yolumuz uzun mu uzun.
Ama henüz Eğin’den çıkabilmiş değiliz. Kalsanız, günlerce, haftalarca vakit geçirebilirsiniz.

Eğin manileri ve Eğin Mani Yolu


Hep yokuşlardan, hep gabanlardan bakıyorsunuz Eğin’e. Baktığınızda kırmızı kiremitten veya çinkodan çatılarıyla evler, evlere çıkan taş merdivenler ve yokuşlardan ibaret yollar, yol boyu veya evlerin bahçelerinde dut ağaçları, görebildiğiniz bu, bir de hep ama hep Fırat.

Moltke yine söze giriyor, Eğin’de beş tane çalışır durumda su değirmeni gördüğünü, bunların bir sıra halinde yukarıdan aşağıya Fırat’ a kadar yapılmış olduğunu ve birinin çatısının diğerinin zeminine gelerek kimsenin diğerinin görüş açısını bozmadığından, söz ediyor.

Tam da böyle bir bakışla dolaşıyorsunuz Eğin sokaklarını

KAPALI CAMİLER VE İSİMSİZ KİLİSELER

Bunca zenginliğin, bunca varlığın sadece sivil mimariye harcanmış olduğunu düşünürseniz yanılırsınız. İslami eserler de görülmeye değer, Ermeniler’den kalma Surp Kevork Kilisesi de.

Ama ne Kadıgölü suyunun çıktığı kayanın yanı başına yapılmış 17. Yüzyıldan kalma zarif Taş Dibi Camisi’ nin içine girebiliyorsunuz ne de şehrin en güzel yerinde bütün heybeti ile duran o taş yapının bir kilise, Surp Kevork Kilisesi olduğunu gösteren bir yazı bulabiliyorsunuz.

Taş Dibi Camisi cematin azlığından dolayı ibadete kapalı. İyi ama ziyarete neden kapalı, bunu anlamak gerçekten zor.

Surp Kevork Kilisesi binasını görünce irkiliyorsunuz, böyle bir bina için kim bilir ne kadar para harcanmış olduğunu düşünüyorsunuz.

Hepsi bir yana, ama bu binanın da bir kilise binası olduğunu gösteren ne bir yazı ne bir işaret var. Olduğunu düşünsek bile bir an, bina içine girince kilise ile ilgili, onu çağrıştıran hiçbir şey göremiyorsunuz.

Taş Dibi Camisi 17. Yüz yıl


Surp Kevork Kilisesi 19. Yüz yıl

Eğin’ de sorduklarınız kilisenin adını bilmez, ama hepsi bir hikaye bilirler. 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi gereği halkı Ermeni olan vilayetlerde mahalli ihtiyaçların gereği ıslahatı yapmakla yükümlü kılınıyordu. Bu maddeden hareketle Eğinli Ermeniler Yukarı Fırat Havzası’nın en büyüğü olmasını istedikleri bir kilise yapmaya başlarlar, ama bir zaman gelir ki inşaata harcayacak para bulamazlar.

Eğinlilerin kilise hakkında bildikleri tek hilkaye de burada devreye girer. Para bulmaya çalışan Ermeniler zorda kalmıştır. İnşaat yarım kalmıştır. Neyse uzun uğraşlar sonunda biraz kaynak bulunur, ama bulunan kaynak kilise inşaatını tamamlamaya yetmez. Müslüman ahali de hayli hatırı sayılır bir yardım yaparak kilise inşatını birlikte tamamlarlar.

Anlatılan hikaye budur, ama ne kilise duvarında bir isim, ne de Kemaliye üzerine yazılan turistik ve/veya resmi tanıtım yazılarında bu kilise hakkında bir bilgiye rastlayamazsınız. 

Aynı durum aslında Taş Dibi Camisi için de geçerlidir, tarihini tam olarak bilemezsiniz, mimarı kimdir, bilemezsiniz. Korkulan odur ki bir gün yanıp kül olmasın o güzelim cami veya zamanla çatısı çökmesin.

Surp Kevork Kilisesi ön yüzüne bakarsanız sadece en tepede, cihannümanın olduğu yerin altında zor okunan bir levha görürsünüz, o kadar: Kemaliye Türk Halı Şirketi

Cihannnüma altındaki levha

Surp Kevork Kilisesi

İnsan ister istemez böyle bir taş yapıyı merak ediyor ve ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Öğrendikleriniz sizi şaşırtmıyor aslında. Öğrendikleriniz Eğin’ in o zengin ve gösterişli hayatındaki iniş ve çıkışları, o arada ortaya çıkan eserleri yansıtıyor.

Surp Kevork Kilisesi ile ilgili olarak Eğinlilerin anlattıkları doğrudur, ama eksiktir.Papaz Karekin eksik kalanı, Eğinli Ermeniler üzerinden anlatıyor:

“Zaten marhasalık bölgesi de küçüktü.*) Papaz sayısı yetersizdi. Okulları idare etme ve geliştirme gibi bir hevesleri de yoktu. Biraz da “ben benci” idiler. Ancak birkaç eleştiri denememiz, millet menfaati ile ilgili konularda hemen ikna olabileceklerini gösterdi. Çok fazla da eleştiremiyordum, zira Eğin’deki en fakir Ermeni varını yoğunu konsolide yatırmıştı. Bu kağıtlara ümit bağlayanların başına ne tür felaketler geldiği hepinizin malumu zaten.**)

*) Nitekim Fatih döneminde Bursa’dan İstanbul’a getirilen Hovagim’den itibaren 16. yüzyıl ortalarına kadar İstanbul’daki Ermeni liderine verilen unvan “patrik” değil “marhasa”dır. Marhasa (veya murahhasa) unvanının kilise literatüründeki karşılığı ise “bir şehir veya bölgedeki başepiskopos”tur. Başepiskopos bir bölgedeki en yüksek rütbeli din adamını ifade etmektedir.

 **) “1873 mali kirizi sonunda Osmanlı Hükümeti borç ödemelerinde morotoryum ilan etmişti. Duyun-u Umumiye İdaresi Osmanlı Maliyesi üzerindeki Avrupa kontrolünü sağlama almak için 1881’de kuruldu. 1863’de ise Bank-ı Osmani-i Şahane kuruldu ve imparatorlukta para basma tekeli bu kuruma devredildi. Banka 1. Dünya Savaşı’na kadar sınırlı miktarda kağıt banknot bastı. Bu banknotlar altına dönüştürülebiliyordu. Ancak devlet 1873-76 krizi ve 1877-78 savaşı nedeniyle mali problemler artınca dönüştürülebilir olmayan kağıt paraya başvurdu, kaimeler tekrar basıldı. Devlet bazı ödemeleri kağıt parayla yapmayı kabul etmesine rağmen, fazla sayıda olmalarından ötürü iki sene içinde değerlerinin dörtte birine kadar düşmüştü.”(Şevket Pamuk, Osmanlı İmparatorluğu’nda Para 1326-1914)


Kısacası ekonominin kuralları gereği çarklar çalıştı ve o dillere destan Eğin’i yaratan Ermeni sermayesinin neredeyse sıfıra inmesinin getirdiği sonuçlardan birisi de yapmaya çalıştıkları bölgenin en büyük kilisesi inşaatında finans kaynaklarının kurumasıdır.

Ama bütün bu mali krizler, savaşlar birbiri ardına gelse de en büyük kültürel hasar, en büyük yalnızlık, en büyük unutulma ve terk ediş 1915 deportasyonu ve sonrasında geliyor ve bugün Eğinlilerin halen kullanılmakta oldukları Ermeni yer isimleri dışında neredeyse kalan tüm izler silinip gidiyor. 

ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA

Eğin coğrafyasından henüz uzaklaşmadık, ama Eğin şehrinden çıkıyor ve başka bir cennete, Eğin’e sadece 3 km mesafe güneyinde bulunan APÇAĞA Köyü’ne doğru yola çıkıyoruz.
Apçağa Köyü’nde bizi şair Ahmet Kutsi TECER karşılıyor köyün girişindeki dizeleriyle. 

Herkesin bildiği o okul şarkısı 


Ve şairi Abçağalı Ahmet Kutsi TECER  

Bedrettin Tuncel ’e Armağan

“İlkokul sıralarında müzik dersi ile ilk tanışmamızda bize öğretilen bir okul şarkısı vardı. O şarkı hepimizin bildiği, benim kuşağımdan kimilerinin mandolin ile çaldığı “Orda bir köy var uzakta” şarkısıydı.

Bu ilkokul şarkısının hem melodisi hem de sözleri sadece küçükleri değil, belki de hayatında hiç köy görmemiş büyükleri de duygulandırır, insanı bir pastoral dünyaya götürürdü.


…/…

Sonraları öğrendik Bedrettin TUNCEL’ i.

Onun DTCF Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde büyük bağlama ve ses ustalarından, büyük etno-müzikologlarımızdan Talip ÖZKAN’ın da hocası olduğunu.

Talip ÖZKAN’ ın da devlerden bir dev Hayri DEV’ i, bir başka ustayı, dünya müzik tarihine kazandırdığını.

Sonraları öğrendik yine Bedrettin TUNCEL’ in vefatından sonra onun adına yazılan mektuplardan oluşan bir seçkinin “BEDRETTİN TUNCEL’E MEKTUPLAR” (*) olarak yayınlandığını.

Okuyunca daha bir duygulandık o bizim hala kulaklarımızda cıvıldayan ilkokul şarkımızın sözlerini bir şiir olarak yazan Ahmet Kutsi TECER’ in de Bedrettin TUNCEL’ e bir mektup yazdığını.

Biz şarkıyı söylerken ve hala duygulanırken, şair Ahmet Kutsi TECER yazdığı mektubunda o ünlü şarkının şiirinde geçen köyünden söz ederken öyle duygulu şeyler anlatır ki.

Şiirde adı geçen köy, ERZİNCAN-KEMALİYE- Apçağa Köyü Ahmet Kutsi TECER’ in köyüdür.

AHMET KUTSİ TECER’ DEN

                                                                                                                                     Kemaliye, 17 Haziran 1941

Bedri’ ciğim, iki gündür sıcaktan baygın bir haldeyim. Daha evvel de hayranlıktan kendimi alamayacak bir halde idim. Çocukluğumdan beri hayalimde yaşattığım yere ayak bastığım andan itibaren artık benim, şahsımın olan, babamın, dedemim hatıralarını yaşıyorum. Apçağa’ ya kendi köyüme gittim… Şimdi yıkılmış, başka ellere geçmiş olan dedemin, babamın evinin yerinde, aile mezarlığında, köyün güzel mevkilerinde gezdim. Sağ bulduğum akrabalarımın, ihtiyar bir halanın, köylü amcazadelerimin muhabbetlerine kavuştum. Kazanın en büyük köyü olmakla beraber kasabaya bakan bir meylin yüksekliğinde ve kazaya bir saat yerdedir. Bütün bu havali gibi, fakat bilhassa, gümrah, yeşil bir hazinenin bekçisidir. Fırat eteklerinden geçiyor. Taşın altından bir su kaynıyor. Bütün bu su ve yeşili yalçın taşların semaya doğru uzanmış kasesi içinde dağ tanrılarının sofrasına konulmuş bir adak zannediyorum. Öyle bir adak ki, gurbet ve hasret için yapılmış gibidir. Kayadan kayaya akseden türkülerindeki melal de hep budur…

Eğin’ de bizim Fıratlı’ nın (**) evinde kalıyorum. Bir roman için epey malzeme topladım. Daha birkaç gün buradayım.  Sana gene yazarım. Annenin ellerinden öperim. Nimet hanımefendiye hürmetlerimi sunarım. Kardeşlerine, Namık Beylere selam ve saygılar.
Gözlerinden öperim.”

 (*) Bedrettin Tuncel’ e Mektuplar-Hazırlayan: Alpay KABAÇALI – YKB

(**) Edebiyat öğretmeni Halil Vedat Fıratlı

Ahmet Kutsi TECER, Bedrettin TUNCER, Talip ÖZKAN, Hayri DEV, KAPANCA SOKAK yazarı üniversitede Fransızca kamu yönetimi okuyan kardeşimiz Serdal KARAKUŞ nasıl da bir tablonun içinde, Eğin tablosunun içinde, Apçağa tablosunun içinde bir araya geliyorlar.

ABUÇEX-APÇAĞA ZENGİNLİĞİ

Bu kadarla bitmiyor Apçağa Köyü. Daha köyün girişinde sizi çok ama çok uzak dünyalara götüren, hem zenginlik, hem gösteriş, hem zevk anlamında bu dünyaya ait olmayan, bu dünyada pek göremeyeceğimiz, bize gelebildiği kadarı bile muhteşem olan şeyleri görmek beni bir kere daha Selman’ ı ise daha başından büyülüyor.

Bütün bunları kim yaptı, kim yaşattı, hangi parasal güç ve zengin estetik duyguları ile yaptı? Bütün bu yapılanları günümüze kadar koruyan bir geleneği, kültürü nasıl inşa etti? Bunlara cevaplar bulmak zor, ama imkansız değil.

Papaz Karekin anlatıyorApçağa’ yı: “Surp Nişan adlı gösterişli bir kilisesi var. Ancak Varaka adlı okulu yıkık dökük ve son derece düzensiz durumda. Yazık kütüphane ve kitaplara! Yazık bu köyün ve okulun şanına!

Papaz Karekin raporunda devamla Eğinlilerin geleneklere dayanarak kendilerini Ani, Abuçeh ve Gamırgaplıların ise kendilerini Vaspuragan (Van-blogger notu) göçmeni Ermeniler olarak tanımladığını yazar.

Devamında ise Papaz Karakin bize Abuçeh/Apçağa Köyü’nün zenginliğinin kaynağını ve sonra da çöküşünü anlatır.

“Otuz yıl kadar önce Gaban Maden (bugünkü Keban-blogger notu) oldukça ünlüydü. Büyük vali orada ikamet ediyordu. Dersim, Harput ve Diyarbakır ona bağlıydı. Büyük çapta gümüş çıkartılıyordu. Ocaklara on yıl önce kilit vuruldu. Bu madenler sayesinde burada Rum, Ermeni, Türk işçiler ustalar, tüccarlardan oluşan bir kalabalık yaşamaktaydı. Eğin-Abuçehli (Abçağalı-blogger notu) Arpiryan adlı Ermeni amiralar madenlerin amiri ya da müdürü idiler. O bölgede gerek halk gerekse resmi görevliler üstünde çok büyük etkiye sahip olmuşlardı. Sadakat ve hizmetlerinden dolayı Osmanlı Sultanlarından önemli ayrıcalıklar elde etmişlerdi. Bu bölgede Arpiryan adını bilmeyen yok. Arkalarında kendilerine dua edenler olduğu gibi nefretle yad edenler de eksik değil. Abuçeh ikametgahları çok büyük ve gösterişli idi. Şimdilerde ise yeri bile belli değil. Yanmış. Küllerin arasından gümüş, altın, inci ve mücevher bulunmuş. Mücevher sayısını kendileri bile bilmezmiş.” 

İşte Adam SMITH’ in Ulusların Zenginliği açıklaması sanki.

Ama çöküşün nedenleri de olmalı elbette.

En büyük neden belki de Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü mali krizdi.  Papaz Karekin hepimizin bildiği, ama dile getirmeye çekindiği nedenleri de sayar:

“Eğin, Abuçeh ve Gamırgap (bugünkü Toybelen Köyü-blogger notu) Ermenilerinin zengin ve müsrif hayatı, kendilerinden emin tavırları, ticaretteki becerileri, evlerinin ve mobilyalarının temizliği ve gösterişi, uşakların çokluğu, kadınların şık giyecekleri ve altın takıları, feraceleri, uzun ve geniş kollu pelerinleri, değerli kürkleri, başlarına taktıkları beyaz tülbentler, başlarından aşağı inen saçlarına karışmış zarif püskülleri, gümüş düğmeleri, boyun ve bileklerini süsleyen incileri, altınları ve mercanları ve gösterişli hatunları vs. Tüm bunlar, normal insanlar ve zamanımızın adamları olmadıklarını gösteriyor. Ama artık kendilerini zamana uydurma vakti gelmiş.”

Kısacası çöküşün nedeni biraz değil, belki de çokça müsrif bir hayatları olmalıdır.

Bugün ise bir Eğinli konuştuğu kimsenin Apçağalı olduğu hemen anlayabiliyor.

Bunu fiziksel görünüşle anlamak zor elbette, ama orada yüzlerce yıl yaşayan Vanlı Ermenilerin 1915 deportasyonuna rağmen kalanların, geri dönenlerin, daha önce asimile olanların, din değiştirenlerin, entegre olanların buharlaşıp uçmadıklarını düşünürsek gelenek ve göreneklerini, kültürlerini, konuşma tavır ve kelimelerini birlikte yaşadıkları Türklere de aktarmış olduklarını düşünmemiz gerekir. Aksi halde Eğin ile aralarında sadece 3 km varken Eğinli ve Apçağalı iki kişinin konuşmalarının, günlük hayatlarının farklı olmasını nasıl açıklayabiliriz?

Ani yüksek bir kültürün ve eğitimin, gelişmiş bir uygarlığın başkentiydi ve oradan gelip Eğin’e yerleşen Ermenileri de aynı gelişmişliği gelip kondukları Eğin’e verdiler, yansıttılar.

Van veya Vaspuragan da gelişmiş idi kuşkusuz, ama bu Türk-Rum mübadelesinde Türkiye’ye gelen Türklerin eğitim ve kültür bakımından geri kalmışlıkları ile Türkiye’den giden Rumların gelişmişlikleri gibi bir şeydi.

Van veya Vaspuragan diasporası Ermenileri de günümüz Apçağalıları gibi ince mizahtan anlıyor muydu veya mizah üretebiliyor muydu, bilemiyoruz, ama aklımıza gelen birkaç Apçağa fıkrasını hemen anlatalım. 

Güven Dostumuzdan aktarıyoruz.

1-
İneğin biri dut pekmezini içmek için kafasını pekmez küpüne sokmuş. Gören demiş ki, küpe yazıktır, ineği keselim. İneği kesmişler. Daha sonra da ineğin kafasını çıkarmak için de küpü kırmışlar.
2-
Apçağalının birisi sağ kolu dirsekten bükülmüş halde hiç yere indirmeden açık vaziyette Apçağa’ dan geliyormuş. Görenler sormuş, hayırdır, kolunu niye öyle tutuyorsun?  Adam demiş ki, cam ölçüsü aldım, Eğin’ e gidiyorum.
3-
Apçağalı birisi bir gün Apçağa Dağı’nın beri tarafına bir perde germiş. Görenler sormuş, ne yapıyorsun? Apçağalı demiş ki, perdeyi geriyorum ki Eğinliler güneş görmesin, güneşini keselim.
4-
Apçağalının biri dut pekmezini kaynatmış, güneşlenmesi için kazanları dama çıkarmış. Apçağalı dama çıkmak için dayadığı merdiveni de kaldırmış. Sormuşlar, merdiveni niye kaldırdın ki?
Apçağalı cevap vermiş, merdiveni kaldırdım ki, sinekler pekmeze gitmeye.

…/…

Bu çıkış ve çöküşü anlamak aslında çok da zor değil. Akıl almaz kazancın neredeyse tamamı Osmanlı devletinin madenlerinden ve devletle olan çok sıkı ilişkilerden kaynaklanıyordu. Keban’daki (Gaban Maden) gümüş ve diğer madenleri işleten Apçağalı Arpiryan aslında Apçağalı Çobanyan (Çobanoğlu) amiralarındandı.  

Çobanyan / Çobanoğlu aile adı daha önce de Şaban kardeş anlatımında karşımıza çıkmıştı. Tesadüf olabilir mi veya Çobanyanlardan geriye kalan sadece Şaban kardeşin gönül zenginliği miydi?

Ama yine de bunca zenginlik ve varlık size akıl almaz, eşsiz güzellikte mimari eserler yaptıramaz meğerki sizin çok eskilere dayanan bir eğitim ve kültürel geleneğiniz ve ona uyumlu bir hayatınız yoksa.Yani para her şey değildir Eğin’de bunca eseri yaratabilmek ve yaşatabilmek için.

Araçla Eğin’ i en güzel gören yere, Kayabaşı’na çıkıyoruz. Bir yerden sonra aracı park edip Kayabaşı terasına çıkıyoruz. Eğin’ e son bir bakış, demeyelim, ama bir huzurlu bakış ile bütün vadiyi, Fırat’ı, başı dumanlı Munzurları, Hotar’ı, gabanları görüyoruz.

Kayabaşı’nda bizi karşılayan kedilerden başka kimseler yok.




Ahmet Kutsi Tecer Müze Evi

Kayabaşı’ndan bakış 

Apçağa sokakları, huzur dolu, Çobanyan amiralar nerelerde kim bilir?


Apçağa çarşısına gelip aracımızı park ediyoruz. Sokakları dolaşıyoruz. Hayranlık uyandıran bu mimarinin bu zenginliğin kaynağını, temelini, kültürel ve parasal kökenlerini öğrendikçe şaşkınlığımız daha da artıyor.

Hiçbir şey kaybolmuyor. Her şeye rağmen yaşıyorsa, yaşatılıyorsa, bize gelene kadar suyunun suyunun suyu bile olsa görenlerde hayranlık uyandıran bir şey varsa, bunu açıklamanın hiç de kolay olmadığını bilmemiz gerekiyor.

Ne kadar derinlere salmış bir kök, bir damar hala toprağa tutunmaya çalışıyor.

APÇAĞA BOYLU EKMEĞİ

Eğin şehir merkezinde üç tane fırın olmasına rağmen, imkanı olan kendisi geliyor, olmayan ise giden birine sipariş veriyor Apçağa’ ya ve Apçağa Köyü fırınında pişen “boylu ekmekten” alıyor.
Neymiş bu boylu ekmeğin sırrı, diye merak ediyoruz. Biz de yolluk olarak iki tane boylu ekmek alıyoruz. Aldığımız boylu ekmeği kapıya yakın yerde ayakta duran bir adam ortası ekmek bıçağı girecek şekilde yarık olan bir tezgahın üzerine koyuyor ve elindeki bıçağı fırından taze çıkmış boylu ekmeğe saplıyor ve ekmek bir mastarla kesilmiş gibi eşit parçalar şeklinde kolayca kesiliyor.

Eğin ekmeyi veya Apçağa ekmeği veya boylu ekmek bayatlamaya yakın dilimlenmiş olarak kuru bir yere konup kurutulursa, sonra ihtiyaç halinde sulanıp yenebilir. Yani boylu ekmeği uzun süre saklama imkanınız var.

Biz yine de soruyoruz, fırında ekmek var, niye acele edelim ki?

Öyle deme, diyor Apçağalı bakkal Rıfat Amca, Apçağa ekmeği, boylu ekmek sadece Eğin için değil, Eğin dışında da nerede bir Eğinli var, kargoyla, otobüsle, özel araçla oraya mutlaka Apçağa ekmeği gider, bir de bakmışsın bir anda 500 ekmek siparişi gelir, sana ekmek kalmaz.

Boylu ekmekten daha önce tattığım için biliyorum, Rıfat Amca çok haklı.

Apçağa Fırınında boylu ekmek

DIŞ GAPILI AHMET AMCA

Bakkal Rıfat Amca ile biraz sohbet ediyoruz. Nereli olduğumu soruyor, Çorumluyum, diyorum. Burada da var bir Çorumlu, diyor. Bu cümle yapısı tam Apçağalı konuşması, yüklemler hep başta veya ortada.
Kim, diyorum?

Burada onu herkes tanır, ama adını bilmezler, şimdi 82 yaşında, buraya geldiğinde bir otobüste muavinmiş ve 12 yaşındaymış. Kimsesiz, gariban, kalmış burada. Burada evlendirmişler onu. Adını da “dışgapılı” koymuşlar, kimse adını bilmez doğru dürüst. 

Rıfat Amca’nın Dış Gapılı dediği Çorumlu Ahmet Amca şimdi 82 yaşında ve gırtlak kanseri. Hala Eğin’ de ve torunları ile birlikte bir arada yaşıyor.

İnsanın 12 yaşında gariban bir şekilde hiç bilmediği bir diyara gidip orada yurt yuva kurması ne kadar zor olsa da mümkün iken, ona bunca yıl “dış gapılı” diye seslenmeleri ne kadar acı veren bir durum.
Ahmet Amca tam 70 yıl bu hakarete varan kelimeye nasıl katlandı acaba?
Türkiye’ nin gurbete en çok çıkan ve en çok gurbetlik çeken insanının Eğinliler olduğunu bilerek Eğinlilerin de gariban bir insana, kimi kimsesi olmayan, tutunacak dalı kalmayan birisine “dış gapılı” diye seslenmeleri ne yaman bir çelişkidir.

Eğin’ e bir daha gelişimde Dış Kapılı Ahmet Amca ile görüşmeyi düşünüyorum.

EĞİN MÜZİĞİ EŞLİĞİNDE EĞİN’E SON BAKIŞ

Apçağa’ dan ayrılıp aracımıza binerek Eğin’ e en yüksek noktadan bakmak üzere, Kırkgöz’ e gidiyoruz. Kırkgöz’ de Eğin’ e son kez bir daha bakarken neler geçmiyor ki aklımızdan.

Eğin Türküleri

Eğin Müziği ve Gomidas

Udi Hrant ve Agın

Ali DEMİRSOY’ un Iskandalı

Kırkgöz’ den Fırat ve Eğin 


EĞİN TÜRKÜLERİ

Eğin türküleri ile ilgili olarak daha kimseler yazılı olarak derli toplu bir şeyler yapmazdan önce, kendisi de Eğinli, Çit Köylü olan şair Enver GÖKÇE 1947 yılında DTCF – Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi olarak bitirme ödevinde Eğin Türküleri’ ni konu olarak seçer.

Enver GÖKÇE de Eğinlidir, ama o da Eğinle ilgili turistik ve resmi tanıtım kitaplarında asla yer almaz. Oysa bugün Eğin Türkülerini bilinir kılanların içinde en çok emeği geçen şair Enver GÖKÇE’ dir.
Hocası Pertev Naili BORATAV halkbilimi konusunda dünyanın en yetkin akademisyenlerinden birisidir. Enver Gökçe’nin teslim ettiği bitirme ödevini yıllar geçmesine rağmen unutmaz, hatırlar ve yayınlamaya karar verir. Pertev Hoca’ nın bu vefa borcu Enver GÖKÇE’ nin hemşerileri Eğinlilerden daha değerli ve anlamlıdır.

Pertev Hoca bitirme ödevini aynı adla EĞİN TÜRKÜLERİ adı altında yayınlar ve şunları yazar.

“Eğinli Enver Gökçe ile, onun kuşağından ve daha sonraki kuşaktan şairler kadar nice hikayeci ve romancılarımız, Eğin türkülerinin dilini, anlatımını daha da güçlendirerek, topraklarından kopmuş insanlarımızın acı-tatlı gerçeklerini, yurt-içi ve yurt-dışı gurbetlerdeki alın-yazılarını yazıya döktüler. Demek istiyorum ki ”Eğin Türküleri” konusu, kültür sosyolojisi, folklor, karşılaştırmalı halk ve aydın edebiyatları alanlarında araştırmalara girişecek olanlar için bu bakımdan da bir çıkış noktası değerindedir.”

Eğinli şair gibi yaşar, dedik ya, şair Enver Gökçe’nin şiirleri de türkü gibidir, insanın dilinden akıp gider, bestecilerimiz için neredeyse hazır bir formdur.

GOMİDAS VE EĞİN MÜZİĞİ

Pertev Naili BORATAV nasıl halk bilimi alanında dünyanın en saygın bilim insanlarından birisiyse, bu topraklarda, Kütahya’da doğan GOMİDAS da etno-müzikoloji alanında dünyanın en saygın, en çok bilinen müzikologlarından birisidir.

Gomidas’ ın derlemiş olduğu beş bine yakın Türk, Kürt, Ermeni, Fars vb müzik  örneği içinde notaya aldığı 24 adet Eğin Türküsü de bulunmaktadır.

Arsen YARMAN aktarıyor:

“Eğin’e özgü halk şarkı ve şiirlerinin kaybolma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu şarkılardan sadece 24 tanesi Rahip Gomidas tarafından 1895 yılında notaya dönüştürülerek kaydedilmiştir.

 

İki yıl sonra 1894 yılında Eçmiyadzin’deki Başpatrik seçimlerine katılan Hovsep Canigyan, Rahip Gomidas ile tekrar görüşme fırsatı buldu. Bu görüşmede daha önce notalayarak kaydettikleri şarkıları gözden geçirdiler ve eksik kalan yönlerini tamamladılar. Rahip Gomidas bu şarkılar dışında iki şarkı daha bulmuştu ve bütün şarkıları tekrar sınıflandırarak notalara döktü. Doğu formatında notaladığı 25 şarkı, 1895’te 16 sayfalık bir fasikül halinde Başpatrik Mıgırdiç’in izniyle Surp Eçmiyadzin Kadim Başpatriklik Kilisesi tarafından basıldı. Eserin tam adı “Agın Halk Şarkıları Seçkisi” şeklindedir. Bu eserdeki şarkılar, daha sonra Bayan Kharig Hazarosyan tarafından batı formatında tekrar notalara dökülmüştür. Rahip Gomidas Vartabed’in doğu formatında notaladığı 25 şarkı:

1) Oror (Ninni)

2) HarsaneganYerk (Düğün şarkısı)

3) HarsaneganYerk (Düğün şarkısı)

4) HarsaneganYerk (Düğün şarkısı)

5) HarsaneganYerkağcikdanelu (Gelin alma düğün şarkısı)

6) HarsaneganYerk (Gelin ve damat eve girerken düğün şarkısı)

7) BarerkParegentaniyevZadgi (Karnaval ve Paskalya Oyun havası)

8) Anduni (Gurbet temalı şarkı)

9) Anduni (Gurbet temalı şarkı)

10) Hin Yerk (Eski şarkı)

11) Hin Yerk (Eski şarkı)

12) Abuçeh ağzı alagözlü

13)Yerk Garibi (Garibin şarkısı)

14) YerkHampartzman (Hampartzum bayramına özgü şarkı)

15) Ghmperk (Toplu –koro- şarkısı)

16) Hin Yerk Tevakhahi (Eski şark)

17) ZanırTevakhah (Ağır oyun)

18) Arak Baryerk (Hızlı oyun havası)

19) Arak Baryerk (Hızlı oyun havası)

20) Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)

21) Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)

22) Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)

23) Arak Tevakhah (Hızlı oyun havası)

24) Cor bar (Oyun havası) 


UDİ HRANT VE AGIN

Arsen YARMAN devam ediyor,

12 numaralı şarkı Udi Hrant tarafından icra edilip, plağa kaydedilmişti. Bu şarkı Eğinli Yeğyazar tarafından “Alagözlüler” ismiyle Türkçe de okunmuştu. 

Eğin havalarını, Eğin türkülerini bilenler 12 numaralı şarkıda adı geçen ve Udi HRANT tarafından taş plağa okunan “Alagözlüler” havasını da ala gözlünün kim olduğunu da bilir.
Enver GÖKÇE de bilir ala gözlüyü ve bitirme ödevinde yazar.
ALAGÖZLÜ: Eğin’ e özgü bir mani türüdür. Ayrı bir ezgisi ve öbür manilerden farklı bir yapısı vardır. 11 hecelidir. 

Alagözlü, o cumbalı Eğin evlerinden Fırat’a bakarak gurbetteki sevdiğinin yolunu gözleyen “ela gözlü” Eğinli kadınların bilinen/bilinmeyen adıdır.

Kendisi de muhtemelen bir Ani-Eğin diasporası Ermenisi olarak Sakarya’ da doğan ve dünyanın şu an en büyük udilerinden birisi olarak kabul gören Diyarbakırlı Onnik DİNKJAN’ ın oğlu Ara DINKJAN’ ın da hocası olan Udi HRANT 2014 yılında yayınlanan CENNETTEN KALANLAR*) adlı bir uzunçalarda atalarının geldiği Eğin (Agın) için aynı adlı türküyü AGIN Türküsünü çalıp söylüyor.

Cennetten Kalanlar Uzunçalar Kapağı 

Gomidas bir eseri notaya alıyor

*)Cennetten Kalanlar: 78'lerden Anadolu ve Levanten Müzikleri, yak. 1928 - 52

Orijinal olarak Mississippi / CanaryRecords tarafından LP olarak yayınlandı. Eric Isaacson tarafından kapak. IanNagoski tarafından derleme, ses restorasyonu ve notlar.  5 Şubat 2014 yayınlandı.

Udi HRANT’ ın okuduğu türkü aslında form olarak çok bilinen ve halen radyolarda ve meclislerde söylenen, icrası zor ve ustalık gerektiren bir Eğin Türküsünü andırır, Yeşil Kurbağalar.

Enver GÖKÇE bitirme ödevinde Yeşil Kurbağalar türküsü için şunları yazar:

Türkünün şimdiye kadar görebildiğim parçalarında, bir kıta müstesna söz hep bekleyen kadınındır. Bir tek kıta, meşhur “Yeşil Kurbağalar” kıtası gurbet diyarındaki erkeğin feryadıdır. Lakin bu:


Kırıldı kanadım, kaldım çöllerde

Anasız babasız gurbet ellerde

Ya ben ağlamayım, kimler ağlasın!

ALİ DEMİRSOY’UN ISKANDALI*)

Eğin için değil sadece, Türkiye için, dünya için çok önemli bir bilim insanı, biyolog olan Eğinli Prof. Dr. Ali DEMİRSOY Gamırgaplı, yeni adıyla Toybelenlidir.

En az Enver GÖKÇE’ nin bitirme ödevi kadar Eğin kokan, en az onun kadar eski bir sırrı, annesinin bir sırrını paylaşır bizimle Yeni Gelen Dergisinin 2018 Haziran, 4. Sayısında.

Ali DEMİRSOY annesi ile

Biz de Ali DEMİRSOY’ un annesinden kalan Skandal marka kutusu hiç açılmamış parfümü bulduğunda hissettiklerini Eğin’de bulunduğumuz süre içinde ve en çok da Eğin’ e son kez bakarken hissediyoruz. Biz Eğin’ e olan sevgimizi ancak onu yazarak, onun türkülerini söyleyerek, onun hakkında bildiklerimizi paylaşarak ifade edebiliyoruz.

*) Iskandal:Scandal marka parfümün Türkçe’ de okunuş hali, Recep-İrecep gibi. 

Akşam hava kararmadan Pertek’ e varmak istiyoruz. Daha Pertek’e kadar gidecek çok yolumuz var. 
Eğin’ e Divriği üzerinden, kuzeyden geldik. Güneye, Çemişkezek üzerinden Pertek’ e gidiyoruz.
MOLTKE ise Eğin’ e güneyden, Arapgir üzerinden geldi.
O da Eğin’den dönüşünde Çemişkezek yolunu kullanacak bizim gibi.
MOLTKE Eğin’ e gelirken Munzurların zirvelerini kestirim/nirengi noktaları alarak yakın zamana kadar kullanılan bölgenin topoğrafik haritalarını çıkarır.
Eğin’e geldiğinde ise aşağıdaki duygularını yazar 08 Nisan 1839 tarihli Malatya’dan Almanya’ ya gönderdiği mektubunda.

Sarp sırta varınca insan, önünde yeniden Fırat vadisini ve ta aşağıda Eğin şehrini görüyor.

Bu şehirle Amasya benim Asya’da gördüğüm en güzel yerler. Amasya daha garip ve hayret verici, fakat Eğin daha muhteşem ve güzel; burada dağlar daha muazzam, nehir daha önemli. Aslında Eğin birbirine ulaşmış bir sürü köyden meydana geliyor. Bütün evler ceviz ve dut ağaçları, kavaklar ve çınarlarla gölgelenmiş bahçelerin ortasında olduğu için şehir büyük bir alanı kaplıyor. Yukarıdan görüldüğü zaman tamamıyla vadide imiş gibi görünüyor; fakat nehrin kenarına varılınca evlerin bir kısmının yukarıda çeşit çeşit garip şekilli taşlık ve kayalıkların üzerinde kurulduğu ve vadinin dik yamaçlarının ta 100 ayak yüksekliğe kadar meyve bahçeleri ve bağlarla örtülü olduğu görülüyor. Birçok küçük sular dağdan aşağı çağlayarak iniyor. Bunlardan birinin üzerinde beş değirmen saydım, her değirmenin çatısı ötekinin tabanı hizasında idi, öyle ki su bir çarktan ötekine dökülüyordu. Ağaçların çiçek açma zamanında yukarıdan görünüş anlatılmayacak kadar güzel olacak.

 Karın çokluğu ve iznimin kısalığı daha ileriye gitmeme engel oldu. Henüz haritalara adı geçmemiş fakat önemli bir kasaba olana Çemişgezek üzerinden geri döndüm



Bu bölüm için son söz yerine;

Eğin bu gelişimizde bizim için gabanlar demekti.

Eğin’ de bulunan dokuz gabandan sadece birisine, EĞİN GABANINA çıkabildik.
Gaban ise bize İzmit’ ten, bir zamanlar Ermenilerin yaşadığı Kozluk Mahallesi’ndeki Kapanca Sokak’tan miras kaldı. İzmit Ermenileri ise tıpkı Anadolu’dan göçen/göçe zorlanan Rumlar ve Ermenilerin yaptığı şekilde gittikleri yeni yerlere geldikleri yerlerin adını, Eğin’in köylerinin adlarını verdiler. Çünkü Papaz Karakin’ in raporuna göre Eğin’deki Ermeni köylülerinin çoğu İzmit’e taşınmışlardı.

Kapanca Sokağı yazanlar, sokakta yaşayanlar, iz bırakanlar için bir borcu ödemek için gelmiş olduk Eğin’e.

Hayat hep bir borç ödeme değilse nedir?

Eğin’den, Apçağa’ dan, Fırat’tan, gabanlardan, Hotar’dan, Sarıçiçek Yaylası’ndan geriye kalanlar aslında UDİ HRANT’ ın da bir parça okumuş olduğu uzunçaların taşıdığı isim gibi, bütün bunlar ve bilemediklerimiz, hiç fark edemediklerimiz bizim için CENNETTEN KALANLAR mıydı?

Gabanlar başka bir tema, başka bir içerikle yeniden yapılacak.
Önce o güzel gaban türküsünün kaynağına Tokat’ a gidilecek. Sonra Eğin, sonra İliç.
Sonra da Leon BAHAR’ ın karısı Jenny’ e mektuplar yazdığı sürgünde bulunduğu Erzurum-Aşkale’nin PIRNAKABAN Köyü, yani meşeli gaban,  

Altıncı Bölüm için teşekkür:

Eğin’de kaldığımız geceler ve gündüzler boyu bize yardımcı olan, mihmandarlık yapan, sohbetine katan, bildiklerini paylaşan, tüm Eğinli Canlara içtenlikle teşekkür ediyorum.

Şevket GÜLTEKİN
Şaban ÇOBANOĞLU
Osman ERDİ
Güven GÜLDAL

(devam edecek)

FIRAT’IN ÖTE YAKASI
ÇEMİŞKEZEK
TAAR KÖPRÜSÜ
PERTEK






























29 Aralık 2020 Salı

ULU AĞACA SAYGI


Sevgili Dostlar,

Bir dernek var, benim üyesi olduğum Yurt Gezginlerinin de gönül bağı olduğu bir dernek: Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği

Bildiğiniz gibi Zonguldak –Alaplı – Gümeli Beldesi’nde bulunan Porsuk Ağacı’nı görmek için 2017 yılında ULU AĞACA SAYGI adı altında bir Yurt Gezisi düzenlemiştik.

Öte yandan, kısa adı Kırsal Çevre Derneği olan derneğimizin yayınları ışığında

NALLIHAN BÖLGESİ ANIT AĞAÇLARI

ESKİ İSTANBULLU AĞAÇLAR

Yurt Gezisi ve şehir gezisi yapmıştık.

Son yıllarda giderek artan bilgi eksikliği/bilgiye güvensizlik ne yazık ki gelip Ulu Ağacımızı da bulmuş durumdadır.

Kırsal Çevre Derneği bizim de görüp sarıldığımız, önünde niyaz ettiğimiz Ulu Ağaç – Porsuk Ağacı’ nın yaşının söylendiği/yazıldığı gibi 4112 olamayacağından hareketle ağaçtan “artım kalemi” almış ve yapılan tespitte ağacın gerçek yaşının 1950-2000 arası olarak bulmuş ve bu bulguyu Orman ve Av Dergisi’nde yayınlamıştır.

Ne güzel, ne var bunda demeyin.

Kamu otoritesi bu yapılan işlemi “anıt ağaca izinsiz olarak fiziki müdahalede bulunmak” suçlaması ile şikayette bulunmuş ve dernek üyemiz birisi hakkında dava açılmıştır.

Olayın adli boyutu ve süreci bir yana, Ulu Ağacın gerçek yaşının bilinmesinde ne sakınca olabilir ki?

Bu vesileyle, bizim gezimizde de yine kamu otoritesinin vermiş olduğu ve basında çıkan haberlerden aldığımız bilgiyi aktararak Ulu Ağaç-Porsuk Ağacı’ nın yaşı hakkında söylemiş olduğumuz bilginin, yani ağacın yaşının 4112 olmadığını bu dava ile öğrenmiş bulunuyoruz.

Biz Yurt Gezilerimizde hep öğreniyoruz, öğrendiklerimizi ve bildiklerimizi hep paylaşıyoruz.

Yanlış ve eksik veya hatalı bir bilgi vermişsek, bir sonraki gezimizde bu bilgiyi mutlaka düzeltiyoruz.

Bu vesileyle Ulu Ağacımız-Porsuk Ağacı’ nın gerçek yaşı ile ilgili bilgiyi Kırsal Çevre Derneği vasıtasıyla sizinle de paylaşmak istedim, bunu bir borç olarak gördüm.

Her ağacın kurdu kendindendir.

Muhabbetle,  

Aşağıdaki yazılar Kırsal Çevre Derneği’nin Ulu Ağacın yaş tespiti ile ilgili süreci özetliyor.

 1. Anıt porsuktan kalem almamızla ilgili davamız

Zonguldak 'ın Alaplı  ilçesinde bulunan, 4112 yaşında ve dünyanın en yaşlı 5. Ağacı olarak duyurulan  anıt porsuk ağacından 2017 yılında Derneğimiz tarafından artım kalemi alınmış, ağacının yaşı 1950-2000 arası bulunmuş ve bu bilgiler Ahmet Demirtaş, Salih Usta, Prof. Dr. Ünal Akkemik ve Prof. Dr. Nesibe Köse imzalı olarak Orman ve Av dergisinde yayımlanmıştı. Doğa Koruma ve Milli Parklar (DKMP) Zonguldak Şube Müdürlüğü yetkilileri Salih Usta hakkında suç duyurusunda bulunmuş; anıt ağaca izinsiz olarak fiziki müdahalede bulundukları suçlaması ile Ahmet Demirtaş ve Salih Usta hakkında 2 yıldan 5 yıla kadar hapis istemi ile ceza davası açılmıştı. 9 Nisan 2020 tarihinde yapılması gereken ilk duruşma salgın nedeniyle ertelendi ve 15 Eylül'de yapıldı. 16 Ekim'de anıt ağaç yanında mahkeme heyetince bizlerin de katıldığı keşif yapıldı ve 8 Aralık'ta ikinci duruşma görüldü. 29 Ocak 2021 tarihinde üçüncü duruşması yapılacak olan davaya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Zonguldak İl Müdürlüğünün katılma talebinde bulunduğunu öğrendik.

2. Anıt ağacın yaşını kasten yanlış duyuran yetkililer hakkında suç duyurumuz

Zonguldak'ın Alaplı ilçesinde bulunan, dünyanın en yaşlı 5. ağacı olduğu iddia edilen anıt porsuk ağacının yaşını kasten ve gerçeğe aykırı olarak yüksek göstererek kamuoyunu ve kamu kurumlarını aldattıkları gerekçesiyle, bu hesaplamayı yapan iki akademisyen ve DKMP Zonguldak Şube Müdürü hakkında “görevi kötüye kullanma”, “resmi belgede sahtecilik” ve “resmi belge düzenleyene yalan beyan” suçlamaları ile 15 Eylül 2020 tarihinde suç duyurusunda bulunduk. Savcılık soruşturması devam ediyor.

3. Anıt porsuğun yaşının düzeltilmesi davamız

Çevre ve Şehircilik Bakanlığına anıt porsuk ağacının yaşının 4115 olamayacağını açıklayarak yaşın bilimsel bilgiler ışığında 1950-2000 aralığında olarak düzeltilmesi talebiyle başvuruda bulunduk. Başvurumuzun reddedilmesi üzerine, 15.12.2020 tarihinde red kararının iptali için Çevre ve Şehircilik Bakanlığına karşı idari yargıda iptal davası açtık.


21 Aralık 2020 Pazartesi

DERSİM'E YOLCULUK (BEŞİNCİ BÖLÜM)

 22 Kasım 2020, Pazar

Sabah saat 07.00’ de uyanıyorum. Sönmüş sobaya birkaç parça odun atarak tutuşturmaya, salonun soğuğunu biraz da olsa kırmaya çalışıyorum. Derken Selman da uyanıyor. Bugün yoğun bir gün olacak. Çok yorulacağız.

Giyinip dışarı çıkıyoruz. Saat henüz 07.30, ama “ben size kahvaltı hazırlayamam” diyen bizim Bahçeli Osman etrafı şeffaf örtü kaplı çardakta kahvaltıyı hazırlamış bile.

Çardakta üşümeyelim diye, biraz da olsa faydası olur diye çayı küçük bir tüp gazın üstünde demliyor.

Oturup kahvaltımızı yapıyoruz. Evden ayrılmadan önce Bahçeli Osman’ın bahçesindeki ağaçtan düşüp düşmeme konusunda hala direnen birkaç elma topluyor, bugünkü azığımız için çantalarımıza koyuyoruz.

Selman yanında getirmiş olduğu termosa sıcak su ve az demli çay koyuyor.

Saat 08.00’de Bahçeli Pansiyon’dan ayrılıp, eskiden Eğin’in buğday pazarı olarak kullanılan şehir merkezindeki meydana geliyor ve aracımızı park ediyoruz.

Bugünkü ilk etkinliğimiz Eğin’de bulunan ve Eğin deyince akla ilk gelenlerden “gabanlardan” birine, en çok bilinen, en çok çıkılanına gitmek olacak.

Eğin’de en bilinen ve en çok çıkılıp inilen gaban Eğin Gabanı’dır.

Kaç gaban var ki, diye soracak olursanız, hemen sayayım:

EĞİN GABANI

BAHÇE GABANI (iki tane)

CİCİ GABANI

VENK (ŞİRZİ) GABANI

KOÇAN GABANI

GEŞO GABANI

SANDIK GABANI

HALİL AĞA GABANI

PİSİK GABANI

Gaban mı nedir?

…/…

Her şey ve bu gabanlara çıkma tutkusu adına Serdal KARAKUŞ kardeşimizin romanı KAPANCA SOKAK’ tan hareketle ve onun mihmandarlığında BİR ROMAN BİR ŞEHİR başlıklı şehir gezisi etkinliği yapmamızla başladı.

Gezi sırasında Kapanca Sokak’tan aşağı doğru inerken yolun sağında kuru bir çeşmenin mola taşına oturup roman adında geçen “kapanca” kelimesinin ne demek olduğunu roman yazarı Serdal KARAKUŞ’ a sorduğumda, aslında hikayeyi de anlatmaya hazırdım. Hikaye orada tam olarak anlatılmadı, ama daha sonraki günlerde aşağıdaki şekilde yazıldı.

GABAN – KABAN – KEBAN – KAPANCA

 

Keklikler sosyal anlamda belki de insana en yakın kuş türüdür.
Anadolu’ da evine keklik almayan yoktur.
Sabahın seherinde kekliğin ötüşü insana candır.

Pazarda körpe söğüt dalından örülmüş kafeslerinin içinde satılan kınalı keklikleri gören oğlan çocuğu annesinin elinden kaçar, keklikle göz göze gelirdi.
Küçücük yüzünü küçücük iki avcunun içine alarak körpe söğüt dalından kafesinde duran keklikle konuşmaya çalışan oğlan çocuğu, o küçücük kuştan o kadar yüksek ve güzel sesin nasıl çıktığını, kuşun gözlerinin ve gagasının, göğsündeki kınanın nasıl da güzel olduğuna bakar,  anlamaya çalışırdı.

Aslında kekliğe öyle hayran hayran bakan oğlan çocuğu adının “keklik” olduğunu bile bilmediği bu güzel kuşta kendi kız kardeşinin, kendi ablasının, kendi annesinin, yani kısacası bir kadının güzelliğini görür, bir kadının duru sesini duyar gibi olurdu.

Nasıl da benzerdi,  körpe söğüt dallı kafesindeki  keklik o oğlan çocuğunun bildiği, tanıdığı o güzel kadınlara?
O nedenle biz kızlarımızın adını keklik koyarız  hala.
O nedenle bizim keklik gibi güzel kızlarımız kınalı olur hep.

…/…

 11 Mart, Pazar günü BİR ROMAN BİR ŞEHİR projemiz kapsamında dostumuz, kardeşimiz Serdal KARAKUŞ’ un yazmış olduğu “KAPANCA SOKAK” Romanı arka planında Doğu  Roma’nın ilk başkenti, Nikomedya’yı, İzmit’i, Kocaeli’ni, Sırrı Paşa’yı, Ali Kemal’i, Santa Barbara’ yı , Sultan Orhan Zamanını, solup giden ve geriye sadece eğri ve dik bir yokuş ile bir kilise bırakan Ermeni hemşerilerimizi andık.

Serdal KARAKUŞ ve onun dostu Saim YILDIZ dostumuz var olsunlar.

 …/…

 Ama çocuklar bilmezler kekliğin nerelerde yaşadığını.

Çocuklar, Karadeniz Bölgesi hariç,  bu topraklarda keklikler için bir sürü oyun, türkü, folklorik ve etnografik malzeme olduğunu da bilmezler.

Bir Tokat Türküsü vardır örneğin, Mehmet Erenler’ in bize kazandırdığı, yetişkinler de bilmez bu türküyü.

 Yurt Gezilerinde benim güzel kardeşim Saniye YILMAZ katıldığı her gezide benden söylememi ister:

 Sabahın seherinde ötüyor kuşlar

Balinen yoğrulmuş o sırma saçlar

Kudretten çekilmiş karadır kaşlar

İşte bu gönlümün cananı geldi

 Yetişkinler bilir bilmesine bu türküyü ama türkünün ikinci bendinde geçen bir kelimeyi bilmezler, bilmeden dinlerler ve bilmeden söylerler.

 Seher vakti keklik çıkar kabana

Sallandıkça püskül değer tabana

Korkarım sevdiğim vara yabana

İşte bu gönlümün cananı geldi


Türküde keklik kaban’ a çıkar.

Kaban nedir?

Bilemeyiz.

Bilemeyiz, ta ki Serdal KARAKUŞ kardeşimiz KAPANCA SOKAK Romanı’ nı yazana kadar.

Ta ki, bu romanın bana imzalı olarak geldiği günün sabahında dilime dolanan türkünün ikinci bendinin birinci dizesinde geçen “kaban”kelimesinin anlamını bulana kadar.

…/…

Pazar yerinde annesinin elinden kaçarak körpe söğüt dalından örülü kafesin içindeki kınalı kekliğe aşık olan o oğlan çocuğunun dilinde değil belki, ama kulağında da hep keklik türküleri dolaşır.

Koca koca adamlar ellerinde kaşıklarla kekliği taklit eder ve seke seke  oynarlar hala Silifke yöremizde, arada durup keklik gibi öterler:

 Gakgakgubarak 

Gakgakgubarak

Gakgakgubarak

O oğlan çocuğu eve geldiğinde, boş kaldığında keklik gibi ötmeyi dener.

…/…

Çocuklar bilmez ve biz büyükler bilir, kekliği “düz ovada” avlarlar.

Keklikler o nedenle,su içmeye gitmeleri dışında, düze inmezler, hep kayabaşında, hep gabanda olurlar.

Keklikler o nedenle ovayı hep yukarıdan, dikçe, yokuşça,“ gaban” bir yerden seyrederler ve oradan öterler.

Keklikler oradan, yokuştan, “gabandan” öterler ovaya ve ovaya inmiş keklikleri, kendi ailesini avcının eline düşecek keklikleri oradan öterek uyarırlar.

Gakgakgubarak 

Gakgakgubarak

Gakgakgubarak

 …/…

 Bir hevesle ve bu genellikle evin babasının hevesi ile eve alınan körpe söğüt dalından kafesin içindeki keklik bir süre sonra ona aşık olan o küçük oğlan çocuğunun yapacağı ufak bir hile ile özgürlüğüne kavuşur ve evden uçar, gider yine gabana çıkar.

Aslında oğlan çocuğunun yaptığı ufak hile, keklik ile sözleşerek, anlaşarak yapılan bir hiledir.

 …/…

Şehrin solan yüzleri, geride sadece bir sokak bırakarak – KAPANCA SOKAK – gittiler.

Ne bir kimse bilir, bire bir tercüme edildiğinde ve aynı anlama gelmek üzere;

 BARDİZAG metropolit merkezinin adının, BAHÇECİK

ARMASH metropolit merkezinin adının, AKMEŞEolduğunu.

 KAPANCA bizi hep yorar, dik bir yokuştur.

Yetmez, KAPANCA eğri bir yokuştur, tekin değildir.  Ne sokağın yukarısından geleni görürsünüz, ne de aşağısından geleni.

Ermeni dostlarımız, Ermeni kadim komşularımız bu sokakta, Kozluk Mahallesi’nin bu sokağında, KAPANCA SOKAK’ ta yaşadılar.

Bir arada yaşadık onlarla.

Körpe söğüt dalından kafesin içindeki kekliğe aşık olan Türk oğlan çocuğu da Ermeni komşuları ile yaşadı bu sokakta.

 Ermeni komşular bize bir kelime verdiler kendi dillerinden  ödünç olarak: KABAN

Biz Türkler bu kelimeye bir sıfat eki koyduk ve onu Türkçe ses kuralına uydurduk.
KABAN’ dan hareketle, dik yokuştan hareketle bu sokağın adını KAPAN-CA SOKAK yaptık hep birlikte.

Ne Ermeni komşularımız itiraz etti buna ne de Türk komşular ve eşraf.
Ortaya çok güzel bir motif çıktı, kökü Ermenice, eki Türkçe olan.

 …/…

KABAN veya KAPAN kelimesinin Ermenice olduğunu bilmeniz için o güzel Tokat Türküsünü bilmeniz gerekir.

O türküyü bilmeniz de yetmez.

Kekliklerin ötmek için “kabana” çıktıklarını da bilmeniz gerekir.
Aslında herşey, her bilgi olduğu gibi açık seçik ortada duruyor.
Mesele ortada duran bilgilerin,olayların,nesnelerin  birbirleri ile olan bağlantılarını bulmak.

Bağlantıları bulmak için de körpe söğüt dalından kafesin içindeki kınalı kekliği görmek  ve gördüğünde kekliğe aşık olan, pazar yerinde annesinin elinden kaçan o oğlan çocuğu gibi meraklı olmak, kekliğin güzelliği karşısında hayretle “şaşırmak” gerekir.

 …/…

Yurt Gezilerimizde artık fazla söylemiyoruz, bu türküyü eskitmemek için.

İlk bir araya gelişimizde keklikler, kınalı keklikler, kadınlarımız, kızlarımız için yeniden söyleyelim:

İki keklik bir dereden su içer
Dertli de keklik dertsizlere dert açar
Buna yanık sevda derler tez geçer

…/…

Başta dedik, keklikler sosyal anlamda insana en yakın kuştur.

Tek eşli ve aile olarak yaşarlar. Eşinden veya ailesinden ayrılan keklik dertli kekliktir.

…/…

Belki de en iyi MOLTKE  anlatır Yukarı Fırat Havzası’ nı anılarında.

Keban Barajı yapılıp, Fırat artık Karasu olmaktan çıkıp yanına Murat Suyu’ nu da aldıktan sonra Fırat olarak akmaya başladığı Keban’da ilk yerinden boğulmadan önce, bölgeyi Doğu Anadolu’ ya bağlayan dar vadilerden birinin olduğu, tek geçit veren yerin adı, coğrafi tanıma tam olarak uyan, “geçit yeri” anlamına gelen ve yine Ermenice bir kelime olan: KEBAN idi.

Hepsi, ama hepsi aynı kültürün izleridir bize kadar kalan.

KEBAN – KABAN – KAPANCA ve KEKLİK

Biz dik yokuşu, KAPANCA’ yı iniyorduk. Aşağıda, sokağın solunda mola vermiştik.

 Körpe söğüt dalından yapılma kafesin içindeki kekliğe aşık olan oğlan çocuğu KAPANCA’ yı çıkıyordu.

Çık çocuk çık, dinlenmeden, yorulmadan çık, arkana keklik ötüşlerini, keklik güzelliklerini, koca dağları da engin denizleri de alarak çık…

 …/…

 Bu şehir gezisinin, bu yazının ardından Eğin’ e geldiğimde batıda, İzmit’te “kapan” dediğimize “gaban” dendiğini duydukça nasıl meraklanıp nasıl heyecanlanırdım.

Hele Eğin’ de birbirinden zorlu tam dokuz tane gaban olduğunu bilmek merakımı büsbütün artırırdı.

Batıya doğru gidildikçe sesli harflerin daha da inceldiğinden, sessiz harflerin ise daha da sertleştiğinden olsa gerek,Eğin’ de “gaban” olarak söylenen kelime İzmit’ te “kaban” olarak söyleniyordu.

 GABANLAR İÇİNDE EĞİN GABANI

 İlk bakışta, ilk duyduğunuzda Eğin’de bulunan gabanlardan birine “Eğin Gabanı” demek ne kadar anlaşılır bir durumdur, tıpkı İstanbul’ un tepelerinden birinin adına “İstanbul Tepesi” demek gibi bir şey oluyor aslında.

Evet, ama burası şark ve bilinen düşünme ve konuşma kalıplarının dışındayız, öyle bakmak gerekir.

 Eğin Gabanı’ nı seçme nedenimiz, hem benim buraya daha önce çıkmış olmam ve yolu biliyor oluşum, hem de çıkışın sağladığı Fırat’a doğru, Munzurlara doğru görünümün en iyi olduğu gaban olmasıdır.

 Aracımızdan ayrılıyor, devlet hastanesine doğru giderek artan eğimde yükselerek yürüyoruz.

Hastaneyi geçip helikopter pistine geldiğimizde sola ayrılan patika yoldan Eğin Gabanı yoluna düşüyoruz.

 

Yola düşmeden bir zamanlar Eğin’in şimdiki konumundan çok daha yükseklerde ve daha kalabalık olduğunu bilerek, bu kalabalık nüfusa göre daha görkemli ve büyük bir Ermeni Kilisesi olduğunu düşünüyoruz.

Nitekim o sözü edilen kiliseden günümüze sadece yarısı yıkık duvarlar ve temel taşları kalmış olsa da Rahip Karekin SIRVANDTSDYANTS 19. Yüzyıl sonlarına doğru, 1878 yılında gördüğü Eğin’i ve o kiliseyi, SURP ASDVADZADZİN KİLİSESİ’ ni şöyle anlatır “Eğin Şehri” yazısında.

 Eğin Şehri*)

 Ey sen ünlü şehir, seni ziyarete gelenlere bunca eziyet vereceğin aklına gelir miydi! Taşlardan, otlardan, korkulardan, kan ter içinde bırakan yokuşlardan sonra birden Tsorak’ın tepesinden Eğin’i görüyorsun. Güzel binaları ve ağaçlarıyla sanki bir cennet. Vadinin dibine kadar inmek, Fırat Krallığını selamlamak, sonra bir köprüden geçmek gerekiyor. İşte o zaman cennet gibi gördüğün şehrin ne kadar zor ve içinden çıkılmaz taşlık bir yer olduğunu anlıyorsun. İnsan duvara ya da sura tırmanırken nasıl bir zorluk çekerse, biz de öyle zorluk çekiyoruz. Taşlar içindeyiz, taşlara basıyoruz, taşlardan tırmanıyoruz. Bir tesellimiz varsa o da taştan merdivenler, şarıldayan gürül gürül akan sular, sokaktaki duvarlardan fışkıran ve etrafı güzelleştiren ağaçların yeşil yaprakları. Verin Tağ’ da bulunan SURP ASDVADZADZİN Kilisesi’nin önderlik binasına vardık. Eğinlilere layık büyük ve gösterişli bir bina.

*) Palu-Harput 1878 – II. Cilt Raporlar-Derlem Yayınları

 Gezginin anlattığı tam da bizim çıkacağımız gabanlardan birine benziyor.

Gezginin sözünü ettiği Verin Tağ daha çok Ermenilerin yaşamış olduğu Yukarı Mahalle oluyor, şimdi ayakta kalan ne bir ev ne de kilise var. Tsorak dediği yer, “şorak”, şorlu olarak dilimize de yerleşmiş olan, tuzlu anlamına gelen ve bazı yerlerde Tuzlu Çayır olarak yerleşim yeri olan, bir yer olmalıdır. Yazıda geçen Tsorak ise bugünkü Kabataş Köyü olmalı ve İliç’i Eğin’e bağlayan kervan yolu üzerinde bir köydür. Gezgin, Eğin’e Kabataş Köyü’nden bakıyor olmalıdır.

Sonra bir köprüden geçtik, derken adı Venk Köprüsü olan o köprünün artık hayali bile yok olmuş durumda.

Keban Barajı havzasında sular altında kalan o güzelim masalsı köprüden Avrupalı gezginlerin çizdiği gravür dışında hiçbir iz bile kalmamıştır.

Tarihi İpek Yolu üzerinde, Karasu-Fırat üzerinde Venk Köprüsü, 18. yy gravürü 

Günümüzdeki Venk Köprüsü, sol altta sular altında kalmadan önceki son hali

Eğin’in de içinde bulunduğu Yukarı Fırat Havzası Karasu-Fırat-Murat Suyu-Munzur Çayı-Peri Çayı gibi akarsularla coğrafyanın dikine ve sert bir şekilde yarıldığı yerlerdir.

Vadilerin tabanından akan akarsular vadileri öylesine dik bir hale getirmiştir ki, değil tarım için ev yapacak düz bir zemin bile bulamazsınız.

Ev yapacak zemin bulsanız da dikine yarılmış kayaları düzlemek, yol yapmak, taşlardan teraslama yaparak tarım için bağ ve bahçelik yapmak öylesine zordur ki.

Birden ve çok sert bir şekilde dikleşen coğrafya ilk başlarda size aşılmaz, geçilmez gibi gelir. Sonra ayaklarınız ve ruhunuz sizi o coğrafyanın içinden alır bir bilinmeyene götürür.

Bir bilinmeyen derken, ilk defa sizin gideceğiniz yer anlamında kullanmıyorum bu sözü, bir bilinmeyen sizin Eğin’de bulunduğunuz sürede içinde bulunacağınız bilinmez ve tarif edilemez ruh halidir, sözünü ettiğim şey budur.

Artık geri dönmek istemezsiniz, başınızı kaldırdıkça sadece mercan renkli yalçın kayalıkları, sadece gökyüzünü ve geriye dönüp aşağılara baktığınızda ise Eğin’in yakın zamana kadar üzerinde loğ taşları eksik olmayan damlı, şimdi ise kırmızı kiremit veya çinko saç ile kaplı çatılarını görürsünüz.

Bir de Fırat’ı ve karşı yamaçları.

Bir de yılın neredeyse bütün mevsiminde başı karlı ve dumanlı Munzurlar’ ın güney batı-kuzey doğu yönünde uzanan dağ sırasında Eğin’e en yakın olan ve 3.147 metre yüksekliğindeki Ziyaret Tepe’yi.

Sert ve aniden yükselen çıkış bizi kısa molalar vermeye zorluyor.

Molada yapılan en iyi bildiğimiz şeyi yapıyor, bir türkü söylüyorum.

Selman video kaydında:

Sabahın seherinde ötüyor kuşlar

Balinen yoğrulmuş o sırma saçlar

Türkü yine gaban üzerine.

Düşmüş olduğunuz yolun sonu nereye varacak, daha ne kadar yürüyeceğim diye düşünmezsiniz artık. Kendinizi o kayalıkların sert ve soğuk, ama bir can dostu bağrına basacak kadar güven veren yapısına, heybetine bırakırsınız.

Artık kısmen toprak zeminli patika yol bitmiştir. Taşlı yola, taşların bir sarraf işçiliği gibi yerlere döşendiği, kimi yerlerde basamak yapıldığı, kimi yerlerde yağmurdan, kardan, rüzgardan yıkılıp bozulmasın diye insanı hayran bırakan bir işçilik ve mühendislik bilgisiyle yapılan istinat duvarlarına, dar geçitlere, boğazlara, teraslara varırsınız.

Taş döşeli, Eğinlilerin ifadesiyle rıhtımlı, yola giriyoruz. Sağımız solumuz iri kayalıklardan “kuru duvar” tekniği ile örülmüş istinat duvarları çevrilmiş. Duvarların uçması imkansız görünüyor. Eğinliler bu yolların, bu duvarların, terasların, yani çıkmakta olduğumuz Eğin Gabanı da dahil bu gabanların en az üç yüz sene kadar önce yapılmış olduğunu söylüyorlar.

Yapılan işe bakarsanız, bu tarih daha da geriye götürülebilir.

Yol nerden aşar, dağ nereden geçit verir, bilemezsiniz, bilmenize de gerek yok


Son basamakları, rıhtım döşeli son yolları, son geçitleri, son istinat duvarlarını da geçiyor bugün Sarıçiçek Yaylası’nı da içine alan ve Eğinlilerin “Hotar” dedikleri dağa açılan yere çıkıyoruz.

Bunca yolu bunca zahmetle yürümek bizim için hep bir borç ödeme gibi oluyor. Bunca yolu yürürken bizden önce yürüyenlerin, Sarıçiçek Yaylası’na çıkanların, inenlerin, kışın hayvanlarına bir tutam ot verebilmek için yaz boyu aynı yayladan bin bir zahmetle ot getirenlerin, baskıdan ve zulümden kaçanların, boyun eğmeyenlerin anısına yürümüş olduğumuzu, onlar adına ayak bastığımızı, onlar adına taşlara el sürdüğümüzü düşünerek onlara olan borcumuzu ödüyoruz.

1877-78 yılları arasında kendisiyle birlikte üç Ermeni papazı ile gelen Papaz Karekin SIRVANTSDYANTS’ ın Eğin’e ilk gelişinde raporuna*) yazdığı aşağıdaki sözü daha önce okumuş olsanız belki de hiçbir gabana çıkmaya cesaret edemezsiniz, uzak geçmişi bırakan 25 sene öncesinde bile olsa Eğin’i görmeye gelmezsiniz.

Hiç kuşku yok ki evlerini Eğin vadisine ve yörenin sağlamlığına bakarak buraya kurmuşlar. Avcılardan bıkmış kuşlar misali, güneş ve gökyüzünün bile yüzünü güçlükle gösterebildiği ulaşılmaz kayalıklara sığınmışlar. Ne tarafa dönersen dön, görüş alanını yüksek ve gri taşlar kaplıyor. Geniş vadilere ve sonsuz gökyüzüne alışmış biri için burada yaşamak gönüllü ve anlaşılmaz bir sürgün gibi.

Vah bana ki; Van’ın bağlarına, denizine, Varak’**)ın rüzgârlarına, büyük Muş ovasına, Ankara’nın havalisine, Marmara’nın güzel kıyılarına alışmışken, bu kayaların arasına sıkışmış kalmışım. Ne tarafa dönersen dön, görüş alanını yüksek ve gri taşlar kaplıyor.

*) Palu-Harput 1878 II. Cilt Raporlar

**) Van merkeze bağlı Bakraçlı Köyü-tarafımdan ilave



Selman 20 adım önden gidiyor.

Hotar’ a açılan geçide ve düzlüğe benden önce varacak.

Geçitten ben de geçiyorum, Eğin Gabanı bitiyor, artık buradan ötesi Hotar zirvesine kadar toprak zeminli yayla yoludur.

Başımı kaldırıp Selman’ı gördüğümde onun birisiyle konuştuğu fark ediyorum, ama konuştuğu kişiyi göremiyorum.

Selman’a iyice yaklaşıyorum, ama konuştuğu kişiyi yine göremiyorum.

Nihayet gaban bitiminde duran, ne zaman ve kim tarafından yapılmış olduğu belli olmayan suyu akmayan pınara geldiğimde, pınarın üst başında bir yanı üst üste kayalar, diğer üç tarafı branda ile çevrilmiş dar ve küçük bir kulübeyi fark ediyorum.

Gabana geçen sene çıktığımda da görmüş olduğum bu susuz pınarın durumu içimi kavurmuş, Eğinli Dostumuz Güven’e bu durumu anlatmıştım.

Güven Dostumuz ise Eğin Gabanı’na çıkacağımızı bildiğinden, “çıkarsanız o pınar akıyor, beş km öteden suyu getirip bağladım” demişti ve ben de heyecanla suyu akan bir pınar bekliyorum.

Eğinlilerin Eğin Gabanı Pınarı dedikleri pınarın suyu akmıyor.

Ama Selman’ ın ayakta kiminle konuştuğunu nihayet görüyorum. Dönüş yolunda Selman bana kulübedeki karaltıyı ilk gördüğünde nasıl korktuğunu, o karaltıyı ayıya benzettiğini anlatmıştı.

Selman’ı gördüğümde yüzünde o korku kalmamıştı artık.

Ama yine de Selman’ın kiminle konuştuğunu, dağın başında, artık geceleri suları donduran ayazda bu küçücük, derme çatma kulübede kalanın kim olduğunu ve ne için kaldığını merak ediyorum.

ŞABAN DİYE BİR ÇOBANOĞLU

Adının Şaban olduğunu söyleyen kulübedeki Eğinli kulübeden başını çıkararak bana da selam veriyor.

Şaban’ ı gördüğümde o şartlarda öyle bir kulübede kalmasının da etkisiyle bende bıraktığı ilk izlenim Selman’ın korkmuş olmakta ne kadar haklı olduğuydu.

Adını soruyorum, Şaban, diyor.

Ben de Recep, bak ne kadar yakınız.

Şaban iri yarı birisi, uzun süredir kesemediği siyah sakalı hayli uzamış. Üzerine giydiği kalın askeri kaban ve başındaki başlık onu çok daha iri yapılı gösteriyor.

Daha ilk konuşmaya başlarken sizi sarmalayan bir samimiyet hissediliyor Şaban’ın yüz ifadelerinden.

-Burada ne yapıyorsun, donarsın Şaban kardeş?

-Yok abi, bir şey olmaz.

-Ne yapıyorsun burada?

-Burası benim gözetleme yerim.

-Ne gözetliyorsun, geyik mi?

-Yok abi, ben geyiğe silah atmam.

-Ya ne var?

-Ben keklik gözlüyorum, onlara atarım.

Şaban bu sözü söyleyene kadar gaban çıkışı sırasında birbiri ardına havalanan keklik sürülerini neden anlatmadığımı, neden hatırlamadığımı düşünüyorum.

Eğin Gabanı Çeşmesi 

-Pınarın suyu neden akmıyor Şaban Kardeş, Güven bana suyu bağladığını söylemişti?

-Abi akıyordu da ben yukarıdan suyu kestim.

-Niye?

-Benim yukarıda ahırım var, 30 tane tosunum var, sular iyice azaldı biliyor musun, buranın suyunu kestim ki bir gölede benim tosunlar için bağlamışım.

-İyi yapmışsın, ama bu pınarın oluğuna da su bıraksan kurtlar kuşlar içerdi.

-Doğru diyorsun abi.

 Şaban kardeş yukarıda yaylada 30 tane tosunu olduğunu söyleyince benim geçen sene o yaylaya geldiğimi, Hotar’ a kadar çıktığımı anlatıyorum.

Şaban kardeş kendisinin yılın büyük bir kısmında yaylada kendi yaptığı kulübede yaşadığını söylüyor.

 -Yayladaki o kulübe senin mi?

-Evet abi.

-Yahu ne güzel kulübe yapmışsın, içinde her şey var. İçine girip baktım.

-Girdin mi içine?

-Evet, geçen sene içine girdiğimde, iz için masaya 1 lira bırakmıştım.

-He fark ettim o 1 lirayı, ben de şaşırmıştım, onu sen mi bırakmıştın?

-Evet

 Şaban Kardeş anlatıyor durmadan. Çalışmanın zor olmadığını, yaylaya çıkmanın zor olmadığını, tosunlara bakmanın, yaylada bütün yıl bir başına mahrum kalmanın zor olmadığını, ama oğlunun her işi yaparken zorlandığını anlatıyor.

 “Oğluma, oğlum benim çektiklerim yanında yaptığın işe zor deme” diyorum, dediğini aktarıyor.

 Konu konuyu açıyor. Gahi başı karlı karşıdaki Ziyaret Tepe’yi, Munzurları gösteriyor, gâhi Fırat’ın karşı yakasından aşıp giden başka bir gabanı gösteriyor.

 Ama insansızlığa alışmış olduğundan belli ki, art arda en fazla üç cümle söylüyor ve sonunda “lafı fazla uzatmayalım efendim” diye cümlelerini bitiriyor.

Başka bir konuya geçiyoruz, yine aynı söz geliyor ardından, “lafı fazla uzatmayalım efendim.”

 Hotar’ a çıkmayı başka bir zamana bırakıp, Şaban Kardeş’ e veda edip, Eğin Gabanı’ ından, çıktığımız yoldan inmeye başlıyoruz.

 Ama benim aklımda Şaban’ın durumu, kim olduğu, onun neye küsüp de bu dağ başına bir başına gelip uzun süre kaldığı soruları var.

 Şaban’ın soyadının ÇOBANOĞLU olduğunu öğrenince bu sorularıma bambaşka sorular da ekleniyor, merakım artıyor.

Merakımı Arsen YARMAN’ ın bir araştırmasında*)geçen Eğinli Amiralar konusunda gidermeye çalışıyorum.

 V. Eğinli Amiralar : Amira, Osmanlı Devleti’nde sultanın ve vezirlerin çevresinde bulunan sarraf veya baş tüccarlara verilen bir devlet unvanıydı. Amiraların çoğu Osmanlı diline hâkim Eğinli Ermenilerden oluşmaktaydı. Devlet imtiyazlarına sahip Amira aileleri, sarayla yakın ilişkileri olan, saray mimarları, baruthane ve darphane sorumlularından oluşan bir zümreydi. Amira sözcüğü Ermenice kökenli bir isim olmayıp Arapça kökenli “emir” isminden türetilmiştir. Amira unvanı, 7. yüzyılda başlayan Arap istilasından itibaren bölgede etkili olan Müslüman yöneticilere Ermenilerce verilen bir unvandı. Bununla beraber 14. yüzyılın ve 16. yüzyılın sonu arasında oluşmaya başlayan yarı kent-yarı köylü Ermeni aristokrat sınıfına Osmanlılarca Amira unvanı verilmeye özellikle 18. yüzyılda başlandı. Osmanlılar, Amira aristokrat sınıfına 15. ve 16. yüzyıllarda “Hoca” ve 17. yüzyılda “Çelebi” demekteydiler. Amiraları, Avrupalılar “Banka Prensleri” ve dönemin Ermenileri “İşhan” olarak adlandırmaktaydılar.

 Arsen YARMAN Eğinli Amiralar ile ilgili bu girişten sonra Eğinli önemli Amira Ailelerinden söz ediyor ve bunlardan birinin bugünkü Apçağa Köyü‘nden (Erm. Abuçex) “Çobanyan” ailesini anlatıyor.

 “Çobanyan” kelimesini Çobanoğlu olarak çevirmemiz hiç de zor olmuyor.

Şaban Kardeşin ailesi neden Çobanoğlu soyadını aldı?

Bildiğim kadarıyla aile Eğin’de uzun yıllardır tenekecilik işi ile uğraştığından aile adlarının “Tenekegil” olarak biliniyor olmasıdır.

Bildiklerime başka bilgiler de katarak Şaban Kardeşin bir zamanlar 40 katır ile kervancılık yapan dedesi Salim Ağa’ya kadar uzanıyorum.

Başka bir gezinin ve yazının konusu Salim Ağa olsun diye biz de Şaban Kardeşin dediğini diyor ve “lafı fazla uzatmıyoruz.”

*) Eğin (Agn) Ermenileri II-Kebikeç/38/2014

 Artık dönüş zamanı, artık iniş zamanı.

Çıkış ne kadar sert ise, iniş de o kadar sert oluyor. Dizlerimize fazla yüklenmeden iniyoruz.

Havaların bu sene kurak gitmesinden olacak, Fırat suyu iyice çekilmiş olarak akıyor.

Aşağılara bakmak insanı derin bir vahaya çeker gibi çekiyor.

Gabandan iniş-karşıda Tsorak

SÜT İÇİN BORU HATTI

 İnişin sonuna doğru dün akşam Bahçeli Osman’ın bize anlatmış olduğu bir efsanenin kanıtlarına rastlıyoruz.

“Ermeniler yaylaya çıktıklarında sütü her gün götürüp getirmek zor olduğu için yayladan onların oturduğu Yukarı Mahalle’ ye (Verin Tağ) topraktan yapılma künklerle boru hattı döşemişler, sütü borulardan akıtıyorlarmış Akla bak, ne akıllı insanlarmış. O boru hattı şimdi toprağın altındaymış, bulunmuyor.”

 Bize oldukça mitolojik gelen bu “boru hattına” bakıyoruz inerken.

İşte, büyükçe bir kayanın dibinden geçen her birinin boyu 50 cm olan bir biri ardına geçmiş üç toprak künk. Heyecanlanıyoruz. O kadar yağlı sütün, beş km kadar bir uzaklıktan, yayladan toprak künk değil hangi maddeden yapılırsa yapılsın, boru çeperinin bir süre sonra yağ bağlayacağını ve tıkanacağını düşünüyoruz.

İyi ama bu bulduğumuz toprak künkler nedir?

Aşağıya bakıyoruz.

Hemen aşağıda bir zamanlar Eğin’ e su sağlayan eski bir su deposunun harap halini görüyoruz.

Böylelikle “Ermenilerin süt için boru hattı yapmış oldukları miti de” sona eriyor.

 Taşlık, kayalık alan bitip toprak zemine geldiğimizde inişimiz hızlanıyor.

Bugün yapacağımız başka ve önemli bir etkinlik daha var.

Aracımızın olduğu yere geldiğimizde Güven Dostumuzun telefonu çalıyor.

 -Abi neredesiniz?

-Gabandan indik, aracın yanındayız. Senin dükkana baktık, kapalıydı.

-Abi ben kafedeyim ve Dilli Vadisi’ne gidecekseniz acele edin, size bir rehber buldum.

 Eğin’de bulunduğum üç ay boyunca yapmak isteyip de bir türlü yapamadığım, ne rehber ne de yardımcı bulabildiğim işlerin ilk sırasında Dilli Köyü’nde Dilli Vadisi’nde Dilli Çay’da bulunan kaya resimlerini görmek geliyordu.

Yıllardır içimde biriktirdiğim bu kaya resimlerini görebilme heyecanı ile onları göremeden Eğin’den ayrılmış olmam hep içimde kalan bir tutkuydu.

Nihayet şimdi, Selman ile bu merakımı ve heyecanımı giderecek bir rehber bulmuştum.

 Ama önce karnımızı doyurmamız gerekiyor. Güven Dostumuza yemeğimizi yiyip hemen geliyoruz, diyorum.

 ADADOLU PETROGLİFLERİ (KAYA RESİMLERİ)

EĞİN-DİLLİ KÖYÜ-DİLLİ VADİSİ-DİLLİ ÇAYI

 Kaya resimleri neden bu kadar ilgimi çeker bilemiyorum.

Kırgızistan gezilerimizden bana kalan bir ilgi alanı mı?

Kaya resimlerinde bulunan olağanüstü bir soyutlama gücü mü?

Resimlerde yer alan şamanların/ulu kamların, güneş adamların, göğe yükselen arabaların, sonsuz sayıda dağ keçilerinin/geyiklerin bulunması mıdır?

Düğün şenlikleri mi, toy sahneleri mi?

Hepsi de sayılır.

 Kaya resimlerinin Anadolu’nun bir başından bir başına bu kadar yaygın olarak bulunmasını, en eskilerinin Latmos’ daki dokuz bin yıllık olanlardan başlayıp, Salihler Köyü kırsalı, Kümbet Köyü, Aizanoi Zeus Tapınağı, Didim Apollon Tapınağı gibi, Cilo Dağları, Dilli Vadi, Borluk Vadisi gibi birbirinden çok farklı yerlerde bulunmasını nasıl açıklayabiliyoruz?

Daha doğrusu tam olarak açıklayamıyoruz.

Çok genç yaşta kaybettiğimiz Servet SOMUNCUOĞLU bana göre, askerlik arkadaşı Gallemit’ i (Muzaffer SARISÜLÜK’ ü) Sungurlu’da ziyaretinden sonra Gallemit’ in sözlerindeki sırların peşinden gitmek isteyerek girdiği “kayaların üzerindeki resimleri-tamgaları-izleri-işaretleri” bulma, anlama, çözme işine gönül bağladı, tutkuyla bağlandı.

Servet SOMUNCUOĞLU taşlardaki, kayalardaki izleri buldukça hep kendine sakladı, hep kendine sırladı bulduklarını. Bakmayın siz onun kısa ömründe geriye dev gibi yazılı ve görsel eserler bırakmış olduğuna. Servet SOMUNCUOĞLU asıl eserlerini kendine sırladı bence ve onları Gallemit ile paylaşmaya bile cesaret edemedi.

 Bu sırların peşinde olmak beni de hep çekti.

Bir yanda Gallemit bir yanda Servet SOMUNCUOĞLU, arada düşüp gitmek damgaların peşine insanı bilinmeze doğru çekiyor.

Eğin’ de bulunan kaya resimleri geçmiş kültürler, geçmiş uygarlıklar tarafından da fark edildi mi acaba?

Ne yazık ki artık kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki bu tür işaretleri hep ama hep define avcıları haber veriyor veya ağızlarından kaçırıyor.

Öğlen yemeğinden sonra Güven Dostumuz ve bize bulduğu rehberle buluşmak üzere Güven’ in işletmiş olduğu Fırat kenarındaki kafeye geliyoruz.

 Kafeden bize doğru gelen Güven Dostumuzun yanında benim Eğin’den çok iyi tanıdığım ve bildiğim, Eğin için gerçek bir değer olan Şevket GÜLTEKİN Bey’i görüyorum.

Şevket Bey ile Güven Dostum yanımıza geldiğinde Güven bize rehberlik yapacak olanın Şevket Bey olduğunu söylüyor.

Bunun üzerine şaşırma sırası Şevket Bey’e geliyor. “Yahu Güven, dünden beri bana iki kişi var, diyorsun, söylesene Recep Bey ve bir arkadaşı olduğunu” diye Güven’e çıkışıyor.

 Selman ile Şevket Bey de tanışıyor.

Hem Şevket Bey’ in aracının Selman’ın aracına göre daha küçük olması, hem de Dilli Vadisi’ ne ulaşmak için Taş Yolu’ndan geçmemiz gerektiğinden Şevket Bey’ in aracına biniyor ve Taş Yolu bir daha geçerek hemen çıkıştaki Gümüşçeşme Köyü’ne varıp aracımızı park ediyoruz.

Eski adı Navril-Narver olan Gümüşçeşme Köyü’nde neredeyse hiç hayat belirtisi yok. Köyde yaşayan birkaç kişi de kışlık erzaklarını yapıp gitmişler.

 Aynı kitapta Papaz Karekin SIRVANDTSDYANTS bu kez Narver Köyü’ nü anlatıyor.

Eğin’den dört saat uzaklıktadır.Surp Minas adındaki bir kilisesi ve bir okulu vardır.

Köyün anıtları olarak ise şunlar sıralanır: Aziz Minas Kilisesi, iç kısmında ata binmiş Minas’ın tasvir edildiği resimlerle süslü, taşlarla örülmüş sağlam bir bina idi. “Nehre bakan” Meryem Ana Şapeli, bir bahçede yer almaktaydı.

Köyün meydanı sayılacak bir yere aracımızı park ediyoruz. Eski ve küçük mütevazi bir camiden başka Ermeniler’ e ait bir yapı fark edemiyoruz.

Kısa biz hazırlıktan sonra Şevket GÜLTEKİN Bey’in rehberliğinde yola çıkıyoruz.

 Sabah çıktığımız Eğin Gabanı gibi yine çok sert bir çıkışla ilerliyoruz, bu çıkışın kolay bir yanı ise zeminin hep toprak olması ve sık meşeliklerin arasından geçiyor olmamız.


Şevket Bey baştan bizimle birlikte yürürken bir yandan da bölge kültürü ve coğrafyası ile ilgili çok ilginç ve güzel şeyler anlatırken sonra bizden arayı en az 50 metre açıyor ve hiç durmaksızın yürümeye devam ediyor.

 Selman Şevket Bey’ den ayrı düşmek istemiyor. Ben onları meşeliklerin arasında kaybetmeyeyim diye arada başımı kaldırıp arkadan takip ediyorum.

Meşelikleri geçerken Şevket Bey arada uzaklara bakıyor.

Neden arada uzaklara, kayalıklara baktığını daha sonra söylüyor Şevket Bey.

Aynı zamanda çok iyi bir fotoğrafçı olan Şevket Bey meşelikler arasında gördüğü taze ayak izleri ve taze boklardan bizden önce önümüzden iki ayının geçmiş olduğunu ve ayıları kayalıklarda görmek için arada baktığını ve onları bize poz verir halde fotoğraflamak istediğini söylüyor.

Sadece ayı izleri mi? Kurt izleri de görüyoruz onların boklarından.

Ben ise hayatımda daha önce hiç görmediğim büyüklük ve irilikte 3 cm çapında meşe palamutları görüyorum. Hemen toplamak istiyorum o palamutlardan ama o zaman aramız çok açılıyor, vaz geçiyorum.



Sert çıkış nihayet bitiyor, aşağıdan, Dilli Vadisi’nden, Dilli Çay’ın sesi geliyor.

Birazdan çayı da görüyorum. Ama çayı gördüğüm noktadan aşağıya vadi tabanına, kaya resimlerinin olduğu yere kadar da çok sert bir iniş bekliyor bizi.

Neyse ki meşelikler var ve arada meşeliklere tutunarak vadi tabanına kadar iniyoruz.

Vadi tabanına indiğimizde Şevket Bey bize şimdiye kadar buraya çok sayıda grubu  getirdiğini, ama sizin performansınıza ve hızınıza kimse yanaşamadı diye bize iltifat ediyor.

Bu iltifatı duymak güzel elbette, ama bir de Selman’ ı dinlesek, bana dönüş yolunda söylediklerini: “ya arkadaş adam o yaşında ve göbeğiyle nasıl da hızlı yürüyor, arkasından yetişemiyordum.”

Hava erken karardığından ve vaktimiz sınırlı olduğundan Şevket Bey bizi doğrudan kaya resimlerinin bulunduğu yekpare büyük bir kaya parçasının karşısına götürüyor.

İşte, diyor, kayamız bu.

Kayaya bakıyoruz, ama üzerindeki kaya resimlerini görmemiz çok zor.

Şevket Bey kayalara metal ile kazılarak veya başka sert bir kayayı yumuşak kayaya vurarak yapılan bu tür kaya resimlerini görünür kılmak için yapılması gerekeni yapıyor ve hemen orada bulduğu plastik bir şişe ile kayanın üzerine su serpiyor.

Islanan kaya yüzeyinde biraz sonra kaya resimleri ortaya çıkıyor.

Nasıl mutlu oluyorum. Aylarca kaldığım ve varlığını bildiğim Eğin’deki kaya resimlerini, literatüre geçen adı ile Dilli Vadisi Kaya Resimlerini nihayet açık seçik görebiliyorum.

Şevket Bey’e çok teşekkür ediyorum, bir özlemi, bir tutkuyu yakalamama yardımcı olduğu için.

 DİLLİ VADİ KAYA RESİMLERİ

Kaya resimlerinin bulunduğu Dilli Çayı Sarıçiçek Yaylası’ndan doğar. Gözaydın ve Ağıl köylerinden geçerek Dilli Köyü açığından sert inişle Fırat’a karışır. Doğrusu kaya resimlerini görmek için Dilli Çayı’nın yatağını takip edeceğimizi düşünmüştüm. Ama Şevket Bey’e bu konuyu sorduğumda, çay yatağının birkaç yerde geçit vermediğini, çok zahmetli çıkış ve iniş yapılması gerektiğini söyledi.

O halde bu kaya resimlerini yapanlar Fırat’ ın şiştiği ve Dilli Çayı’nda sal ile ulaşımın mümkün olduğu bir zamanda yapmış olmalılar.

Şevket Bey kaya resimlerinin varlığının çok önceden beri bilindiğini, bunu defineciler vasıtasıyla öğrenmiş olduklarını, geçen ay ise Kültür Bakanlığı’ndan gelen yetkililerin kaya resimlerini resmi envanter kayıtlarına aldıklarını, o kişileri de buraya kendisinin getirdiğini söylüyor.

Kaya resimlerinin nasıl keşfedildiği ile ilgili olarak ise bir araştırma yazısında aşağıdaki bilgiler yer alıyor. Olduğu gibi aktarıyorum.

Kemaliye’deki Petrogliflerin Keşfi: Erzincan - Kemaliye (Eğin) Dilli vadisi mevkisindeki (37 502881 E, 43 84520 N, 1031 m) kaya üstü tasvirler, ilk kez 04 Ocak 2004 tarihinde Eğinli filolog Dr. Abdullah ER’in söz konusu petrogliflere ait bir fotoğrafı getirip Dr. 8 bk. http://www.sonbaski.com/kemaliyem.htm, www.erzincan.gov.tr, www.egin.kemaliye.net, http://tr.wikipedia.org/wiki/Kemaliye 9 bk. Darkot, Besim, Eğin, İslâm Ansiklopedisi, C.4, İstanbul, 1988, s. 195. ŞİMŞEK, Mehmet, Doğu Anadolu Coğrafyasında Kemaliye (Eğin), Her Yönüyle Kemaliye (Eğin), İstanbul, 1996, s. 71-72; http://www.sonbaski.com/kemaliyem.htm, www.erzincan.gov.tr, www.egin.kemaliye.net TAED 34, 2007, 233-254 -238- O. MERT: Kemaliye’de Eski Türk İzleri: Dilli Vadisindeki Petroglif ve Damgalar Cengiz ALYILMAZ’ı durumdan haberdar etmesiyle bilim dünyasının gündemine taşınır. Eğindeki petroglifler üzerinde ilk bilimsel inceleme ise, başkanlığını Dr. Cengiz ALYILMAZ’ın yaptığı Dr. Osman MERT, Dr. Abdullah ER’den oluşan ekip tarafından 22 Nisan 2006 tarihinde gerçekleştirilir.

A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 34 Erzurum 2007

Dr. Osman MERT




























Güneş figürünün birçok inançta ve kültürde önemli yeri olduğunu biliyoruz.

Kaya üzerindeki figürlerin kazıma tekniği ile yapılmış olduğunu görüyoruz, bu da bize bu kazımanın sert bir metal ile yapılmış olduğunu, yani demirin bulunduğu MÖ 1200 yıllarını hatırlatıyor.

Daha yakın bir dönem de olabilir. Ama kesin olan bir şey var ki, buraya kadar gelip iz bırakanlar, damga/tamga bırakanlar bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Yekpare bir kaya kütlesinin üzeri ise o resimler yapılıp bittikten sonra tam olarak bir ritüeli gerçekleştirme yerini andırıyor. Belki de o resimler yapılım bittikten sonra o kayanın üzerinde bir adak kurban edildi.

Ama bir şey daha var ki o resimleri yapan kişi öyle usta biri olmalı ki, resimleri elindeki demirden kalemle ve elini hiç kaldırmadan ve hata yapmadan tek hamlede çizmiş. Ustanın elinde şablon da olmadığına göre, bunu belki de Gallemit’ in açıklayacağını düşünüyorum. 

Dilli Vadi’ den ayrılıyoruz. Vadiye yapmış olduğumuz sert iniş benzeri bu kez sert bir çıkışla vadi tabanından ayrılıyoruz. Sırtı az geçtiğimizde uzaktan Gümüşçeşme Köyü görüldüğünde birden belime bağlamış olduğum gömleğimin belimde olmadığını fark ediyorum. Benim için olmasa da olur bir gömlek iken, Selman geldiğimiz yolu tek başına geriye doğru giderek gömleğimi bulup alıp getireceğini söylüyor. Tamam, diyorum, ama sadece beş dakika git, yoksa geri dön, hiç önemli değil.

Bu arada biz Şevket Bey ile biraz daha yol alıyoruz, Selman’ın geciktiğini anlayınca durup bir yerde onu bekliyoruz.

Derken Selman gömleğimi bulmuş halde dönüyor. Mutlu oluyorum.

Köye varıyor, aracımıza biniyor ve daha Divriği’den ayrılırken acaba Taş Yolu geçit verir mi, diye düşünürken, yaya geçişimizi saymazsak, Taş Yolu’nu iki gün içinde araçla tam üç kez geçmiş oluyoruz.

Güven Dostumuzun kafesinin otoparkında kendi aracımıza transfer oluyoruz.

Şevket GÜLTEKİN Bey’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Böyle bir rehberliğin ve güzel sohbetin ne para ne de başka şey ile ölçülebilecek bir karşılığı vardır.

Şevket Bey ile bir sonraki gelişimizde başka gabanlar için, Sarıçiçek Yaylası için sözleşip ayrılıyoruz.

YENİDEN EĞİN

LÖKHANEDE BAŞKA BİR ÇOBANOĞLU

Bir günde onca yürüdük, onca güç harcadık, onca inip çıktık, günün batmasına, havanın kararmasına hala vakit var.

Belki bir daha uğrayamayız diye lökhaneye uğrayıp lök tatlısının tadına bakmak ve biraz da satın almak istiyoruz. Lök hane sahibi ve işletmecisi Salim ÇOBANOĞLU beni tanıyor ve bizi güler yüzle karşılıyor.

Lök tatlısını ilk defa tadan Selman ile hemen karşıda bulunan ve Kadıgölü suyu üzerine kurulu bir zamanlar sayıları sekiz olan un değirmeninden ayakta kalan son un değirmenine girip suyun ve değirmenin taşa sürten pergel sesini dinliyoruz.

Salim ÇOBANOĞLU bize Eğin Gabanı’ nda gördüğümüz Şaban Kardeşi hatırlatıyor. Şaban Kardeş Salim’in amcası.

Salim’ in de bir hikayesi var anlatacak.

-Bu iş nereden esti, nasıl başladınız?

-Bir gün Kemaliye’den bir grupla Safranbolu’ya tura gittik. Orada bize lokum ikram ettiler. Biz de bir arkadaşla düşündük, yahu adamların lokumları var, bizim de dutumuz, neden biz de duttan bir mamul satıp para kazanmayalım. Sonra ne yapabiliriz, diye kafa yorarken kışın evlerde el havanları ile yapmış olduğumuz sadece dut ve cevizin karışımından ibaret olan “lök tatlısı” aklımıza geldi. Bu işe başladık, önceleri çok az satabildik. Herkes bizimle alay etti, Eğin’de herkesin evinde lök yapılır, siz bu lök tatlısını kime satacaksınız, diye.

-Size ben de buna benzer gerçek bir hikaye anlatayım mı?

-Anlat Abi.

Salim’ e İsmail Emil’ den ve onun zeytin diyarı Trilye’ de zeytincilik yapmaya çalıştığında onunla da alay edildiğinden söz ediyorum.

Salim bize biraz lök tatlısı çıkarıyor, yanında Türk Kahvesi getiriyor.

Onca yorgunluğumuz gidiyor. Akşamın serinliği başlıyor. Kalkmamız gerekir.

Akşam yemeği için Çerez Deresi kenarında kurulu olan ve Şevket Bey’in oğlu İsmail’ in işlettiği lokantaya gidiyoruz. Lokantada sigara içiliyor ve havasız. Yemeğimizi acele yiyor ve hemen kalkıp Bahçeli Pansiyon’a gidiyoruz.

Bahçeli Osman bizi bekliyor yine. Sobayı yakmış, içerisi sıcacık.

Osman’a Eğin Gabanı’ nı anlatıyoruz. O da bize gabanların içinde en çetini, en zor olanın Cici Gabanı olduğunu, yayladan ot getiren bir adamın gabanın dar ve sarp basamaklarından nasıl indiğini anlatırken, kollarını cenin pozisyonuna getirip, sırtını biraz kamburlaştırarak ve işin içine gerilim de katarak, sırttaki ot yığınının dağılmaması için adamın döndüğü gibi, bir sağa bir sola dönüyor, hatta anlatmayıp  yaşatıyor.

Bahçeli Osman ile daha geniş bir zamanda daha uzun sohbetler yapmayı düşünüyoruz, öylesine bir cevher saklıyor ki içinde.

Yorgunuz, erken yatıyoruz.

Yarın da programımız yüklü ve yarın Eğin’ e veda günü.

(devam edecek)

EĞİN’ E SON BAKIŞ

MANİ YOLU

GOMİDAS VE EĞİN MÜZİĞİ

ORADA BİR KÖY VAR UZAKTA

ABUÇEX-APÇAĞA ZENGİNLİĞİ / BOYLU EKMEK / KIRKGÖZ

DERSİM BÖLGESİNE GİRİŞ