16 Mayıs 2021 Pazar

HASTA BAKICI-HEMŞİRE-FLORENCE NIGHTINGALE VE BİR GÖZ HEMŞİRESİ

1854-56 yılları Osmanlı Tarihi için tarihte ilk ve son kez olmak üzere, İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla birlikte müttefik olarak aynı cephenin, aynı düşmana, Ruslara karşı kullanıldığı Kırım Savaşı yıllarıdır.

Tarih ve bir diyalektik devinim ve dönüşümle gerçekleşir.

Napolyon’un Mısır işgali ölü bir dilin, Mısır Hiyerogliflerinin çözülmesini de beraberinde getirdi.

Napolyon’un askerleri öldürürken, ölü bir dil yeniden doğdu.

Kırım Savaşı yıllarında İngiliz askerleri ile birlikte İstanbul’a gelen İngiliz askeri ve sivil mühendisleri çoktan unutulup gitmiş, toprak altında kalmış Sultan Ahmet Meydanı’nı yeniden ayağa kaldırarak bugünkü haline getirmişlerdir.

Kırım Savaşı ölüm demekken, Sultan Ahmet Meydanı’ nın ortaya çıkarılması doğum demektir. 

1912-13 yılları arasında yapılan Balkan Savaşları’nda Bulgar orduları ile birlikte gelen Dr. Arkeolog Bulgar Philov olmasaydı bugün Edirne’de ne bir Selimiye kalırdı ne de Fatih’in doğup yetiştiği Taş Odalar.

Balkan Savaşları ölüm, sefalet ve göç demekken, bir Bulgar arkeoloğun kendini Bulgar topçusunun önüne atarak Selimiye’yi yıkılmaktan kurtarması Selimiye ve dünya mimarlık mirası için kurtuluştur, hayattır, bir yeniden doğumdur.

1854-56 KIRIM SAVAŞI

İstatistikler ve raporlar hem müttefikler hem de Rusya açısından salgın, açlık ve hijyen koşullarından ölümlerin cephedeki ölümlerin en az üç katı olduğunu gösterir.

Durum bu kadar içler acısı hale geldiğinde ilk ölüm istatistiklerini de cephe gerisinden, o zamanlar İngiliz Hastanesi’ne dönüştürülen şimdiki Selimiye Kışlası’nda gönüllü hasta bakıcılık yapan bir kadın, modern hemşireliğin kurucusu olduğu kabul edilen İngiliz Florence NIHGTINGALE yapar. 

Florence NIHGTINGALE tuttuğu istatistiklere göre hastane düzeni, hijyen, beslenme, bakım, tedavi gibi konuları aksatmadan ele alır ve durumu İngiltere’ye bildirir. Gerekli şartlar sağlanmaya başladıkça cephe gerisindeki ölüm oranları ciddi şekilde azalır.

ELİ KANDİLLİ KADIN FLORANCE NIHGTINGALE

Gece gündüz çalışır, uykusuzluğa alışır hem-şire NIGHTINGALE.

Geceleri hiç durmaksızın elinde kandille hasta ve yaralı İngiliz askerlerinin arasında dolaşması, onlarla ilgilenmesi onu bir umut, bir kurtarıcı melek, bir ışık durumuna yükseltir.

HASTA BAKICI-HEMŞİRE

Biz hemşire diyoruz. Almanlar “hasta hemşiresi”, İngilizler Latince kökeni “beslenme” olan “nutricia” kelimesinden “nurse” diyorlar. Ruslar ise “med-sestra” derken, Almanlar gibi “medikal hemşire” diyorlar.

Batı dillerinde, özel olarak da yakın müttefikimiz olan Almanlarla ilişkiler ele alındığında Almanlar’ ın “hemşire” kelimesini kullanırken içinde “Krankenschwester” “kız kardeş” anlamına gelen “Schwester” kelimesini kullanması Türkçe’ de de aynı anlama, “kız kardeş”, gelmek üzere “hemşire” kelimesi kullanılmaya başlamıştır.

Yanlarında kız kardeşleri olan eski zaman erkekleri ile sokakta karşılaşırsanız veya eski Türk filmlerinden ve romanlarından rastlarsanız, karşılaştığınız erkek yanındaki kız kardeşini size “hemşirem” diye tanıtırdı.  

Hemşire ise Farsça’ dan biliyoruz, “hem-rah/EMRAH/YOLDAŞ” karşılığında olduğu gibi, hem=aynı ve rah=yol, aynı yola giden, hem= aynı, şire=süt, SÜTLERİ AYNI, aynı sütü içen, emen, sütdaş karşılıklarını buluruz.

Osmanlı Ordusu’nda ilk hemşire Balkan Savaşları’nda görev yapıyor.

Batılıların, Almanların hastanede, cephede görevli kadın medikal, tıbbi yardımcı için kullandıkları kelimede geçen “Schwester-sister” karşılığı bize birebir tercüme edildiğinde dilimizde zaten bulunan hem-şire, kızkardeş karşılığını almış oluyor.

İNGİLİZ MEZARLIĞI’NDAKİ ANIT VE PİRİNÇ LEVHA

İstanbul Şehir Gezilerimizden biliyoruz. İSTANBUL’UN TAŞLARI – ANADOLU YAKASI Şehir Gezimizde Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nin arkasında bulunan İNGİLİZ MEZARLIĞI’ nı da gezmiştik.

İrlanda-Aberdeen mermerinden yapılmış oradaki anıtın/dikilitaşın batı yüzünde pirinç bir levha bulunuyordu.

Bu pirinç levha 1854-56 Kırım Savaşı’nın 100. Yılı ve Hemşire Florence NIGHTINGALE anısına dikilmişti.

 

Aberdeen mermerinden anıt/dikilitaş

Anıtın batı yüzündeki pirinç levha, kandil ve madalyalar

Pirinç levhadaki yazının Türkçe tercümesi aşağıdadır.

BİR ASIR ÖNCE BU MEZARLIK YAKINLARINDAKİ
ÇALIŞMALARI İLE BİRÇOK İNSANIN ACISINI DİNDİREN
VE HEMŞİRELİK MESLEĞİNİN TEMELİNİ ATAN
FLORENCE NIGHTINGALE’İN ANISINA
1854    1954

BU PİRİNÇ LEVHA TÜRKİYE’DEKİ İNGİLİZ TOPLULUĞU TARAFINDAN
MAJESTELERİ KRALİÇE II. ELİZABETH’İN
TAÇ GİYDİĞİ YIL KONULMUŞTUR.

12 MAYIS DÜNYA HEMŞİRELER GÜNÜ

Aradan günü gününe tam 120 yıl geçer ve 12 Mayıs 1974 tarihinden itibaren her sene 12 Mayıslar, yani Hemşire Florence NIHGTINGALE’ in ölüm tarihi, DÜNYA HEMŞİRELER GÜNÜ olarak kutlanır.

Bir yanda Kırım’da savaş devam ederken, insanlar ölürken, diğer yanda insanlık yeniden doğar hemşire NIGHTINGALE’ nin sönmeyen kandilinin ışığında.

VE BİR SAVAŞ ANISI- 09 MAYIS 1945

Sovyetler için II. Dünya Savaşı’nın sonu 09 Mayıs’tır. Faşizme ve işgale karşı savaş 09 Mayıs 1945’te Sovyetlerin zaferiyle sonuçlanmıştır.

Savaş bir Ana Yurt Savaşıdır ve gönüllüler bütün cephelerde savaşmak için sıraya girerler.

Cepheye sağlam ve sağlıklı asker ve gönüllülerin gitmesi gerekir ve bunun için bir sağlık muayenesi gerekmektir.

Cepheye gönüllü gitmek isteyen 18 yaşındaki bir genç kız Antonina Mironovna LENKOVA (Sahra zırhlı tank atölyesi otomobil tamircisi) göz muayenelerinde benim de 1975 yılında askeri lise sağlık muayenelerinde yapmış olduğum hilenin aynısını yapar.

“Korktuğunu veya inandığını sanmam ama yine de beni sağlık kontrolüne gönderdi. Aynı odada yapılıyordu zaten kontrol. Oracıkta. Gözlerimi muayene eden doktor “üzgünüm” gibisinden kollarını aralayınca şube başkanı güldü ve boşuna aç kaldığımı söyledi. Acımıştı halime. Bense açlık yüzünden bir şey göremediğimi söyledim. Pencerenin önüne, o meşum tablonun*)  yakınına gittim ve hüngür hüngür ağlamaya koyuldum. Ta ki… Uzun süre ağladım… Ta ki alt sıradaki harfleri ezberleyene kadar. Sonra gözyaşlarımı silip bir kez daha muayeneden geçebileceğimi söyledim. Geçtim de.”[1]

VE BİR GÖZ HEMŞİRESİ İLE ANI

1975 Temmuz ayı. Askeri lise sınavını kazanmışım ve sağlık muayenesine için Ankara-Dışkapı-Mevki Askeri Hastanesi’ndeyim.

Bütün kliniklerden sağlam raporu alıyorum. Herkes göz muayenesi için heyecanlı, ben de.

Nedendir bilemem, o zamanlar gözde çok az uzman doktor bulunur ve o nedenle göz kliniklerinin önünde hep uzun kuyruklar olurdu.

Kuyruğa yakalanmamak için erkenden göz kliniğinin önüne geldim. Yanımda arkadaşım Cafer de var.

Az sonra Göz Hemşiresi de geldi, kliniğin kapısını açtı, içeri girdi, dışarı çıktı. Bize “ne öyle sabahın köründe geldiniz?” diye çıkıştı. Asık yüzü ve heybetli bakışları ve üstelik de bu sorusuyla bizi korkuttu aslında Göz Hemşiresi.

Biraz kem küm ettik, ama kliniğin kapısından da ayrılmadık, kuyruğa kalmayalım, diye.

Sonra, anlaşılan Göz Hemşiresinin “doktorculuk” oynama hevesi kabarmış olmalı ki bize “haydi sizi doktor gelmeden bir muayene edeyim” demez mi?

Bizi kapıdan kliniğe içeri aldı.

O meşum panonun önüne, yani o ışıklı panonun önüne, yani göz tıbbındaki adıyla SNELLEN IŞIKLI GÖZ EŞELİ’ nin karşısına oturttu.

Eline bir ince çubuk alan Göz Hemşiresi bize panodaki harfleri okutmaya başladı.

Önce ben başladım ve üst sıralarda yazılı iri harfleri okudum, ama alt sıralardaki harfleri okuyamadım.

Göz Hemşiresi beni nasıl azarladı “geç geç, geç şuraya, okuyamıyorsun işte” dediğinde, nasıl da üzülmüş ve “tamam artık, buraya kadar” demiştim.

Cafer ise hiç takılmadan bütün panoyu bir çırpıda okumuştu.

Göz Hemşiresi hızını alamamış, bana “bak gördün mü arkadaşın nasıl okuyor” diye adeta ders vermeye çalışmıştı.

Biz aslında bir ön muayeneden geçmiştik, Göz Hemşiresinin ön muayenesinden.

Nedendir bilmiyorum yine, Göz Hemşiresi bize o ön muayeneden sonra “kliniğin dışına çıkın, orada bekleyin,” demek, yerine bize birer sandalye gösterip kliniğin içinde oturup doktor gelene kadar beklememizi söyledi.

İşte ben de o 18 yaşında cepheye gönüllü giden genç kız çocuğu LENKOVA’ nın benden tam 30 yıl önce yapmış olduğu gibi, “o meşum” panoyu ezberime kazımıştım.

Sonra göz doktoru geldi.

Önce Cafer geçti muayeneden, sağlam.

Sonra ben geçtim, en alt sırada biraz takıldım, ama geçtim, sağlam.

O sayede, Göz Hemşiresi sayesinde, 4 yıl IŞIKLAR ASKERİ LİSESİ’ nde okudum ve mezun oldum.

*) O meşum pano aslında Snellen Işıklı Göz Eşeli, olarak bilinen ve göz uzmanları tarafından görme keskinliğini ölçmek veya bir hastanın yardım almadan ne kadar iyi görebileceğini ölçmek için kullanılan ve Hollandalı göz doktoru Hermann Snellen tarafından 1860’larda geliştirilen Snellen göz grafiği çizelgesidir.

SANİYE-YETER-GÜNER

Yurt Gezilerimize hekimlerimiz de gelirdi, hemşirelerimiz de.

Onların varlığında biz kendimizi daha bir güvende hissederdik.

Saniye ve Yeter’in hemşireliğini göreve yeni başlayan Güner kızımız Covid19 mücadelesinde en ön cephede hastanede mücadeleyle devam ettiriyor, bayrak Güner kızımızda.

Saniye ve Yeter için, Güner kızımız için ne mutlu gün.

Selam olsun Hemşire Florance NIGHTANGALE’ e

Saniye ve Yeter kardeşlerimize ve kızımız Güner’e.

Muhabbetle,



[1] SVETLANA ALEKSİYEVİÇ-KADIN YOK SAVAŞIN YÜZÜNDE-ÇEVİRİ: GÜNAY ÇETAO KIZILIRMAK-EPSİLON YAYINEVİ

9 Mayıs 2021 Pazar

BEN BİR KAYISI AĞACIYIM

 

Hattuşa’da Fidanım

 

Çiçek açacağım

Meyveye duracağım

Ben kendi halimde bir ağacım.

Araplar bana “kys” kelimesinden “kıyas” karşılığı “kays” diyorlar.

Araplar beni “hurma ağacıyla mı” kıyasladılar acaba?

Siz bana “kayısı” diyorsunuz.

Farsiler ise “zardalu” karşılığı, zard=sarı, alu=erik, “sarıerik”, yani zerdali diyorlar.

Bir karmaşa gibi görünse de aslında ben ikisiyim de, yani hem zerdali hem de kayısı.

Soran olursa, anavatanım Orta Asya’dır.

Avrupa’ya geçişim ise Romalı General Lukullus’un Pontus Kralı IV. Mithridates’ e yenilerek Anadolu’dan kös kös Roma’ya dönerken o “kirazı” cerusus, yani Giresun’a adını veren meyve ağacını beraberinde götürürken beni de götürmesiyle ilgilidir.

Bu nedenle Avrupa’da benim adıma o zamanın yaygın yazı dili Latince’ de  “ Prunus Armeniaca”, yani Ermeni Eriği, dediler.

Yine erik.

Şeftali de aslında “şeft-alu” şeft=semiz, alu= erik, semiz erik demektir.

Malatya benim için en güzel topraklara ve iklime sahiptir, orada da bana “heruk” dendiği olur, yani yine erik.

Kafanız karışmasın, ben erik değil, kayısı ağacıyım.

Meyvemden aklınıza gelen her şey yapılır, yemek bile.

Ama bilinmeyen bir yanım daha var, dalımdan bir üflemeli bir çalgı olan “duduk” yapılır.

Kimileri duduktan çıkan sese “Allah’ın sesi” bile der.

Ataları bu topraklardan gitmiş olan Civan GASPARYAN arada ağlatır beni. Bu topraklarda doğan Gomidas ise adıma ağıt yakar: KAYISI AĞACINA AĞIT

Antepliler de güldürür ve oynatır beni “ Bahçalarda Zerdali” türküsü ile.

Bir şair vardır, A.KADİR, (İbrahim Abdülkadir MERİÇBOYU) benim adıma destansı bir şiir yazmıştır Kırşehir’deki sürgün yıllarında. Abdal Mahallesi olarak bildiğim Dinek Bağı’nda ben Muharrem ERTAŞ Usta’dan “Kazım’ın Türküsü’ nü” dinlerken şairin benim için yazdığı şiir yüreğimi dağlar. Ben Kazım’a yanarken, şair de bana yanarmış meğer.

Bir Kayısı Ağacı

Ben bir kayısı ağacıyım
Kırşehir’in Dinekbağı’ndan.
Küçücük bir ev önünde yaşarım yapyanlız.
Yılda bir çiçek açar,
yılda bir kayısı veririm,
avuç içi kadar.

Yaz olur,
bir kadın silkeler dallarımı,
bir çocuk yerde bağırır, güler,
bense hoşnut olurum.
Hem zaten benim
ne söğütler gibi nezaketim vardır,
ne kavaklar gibi gururum.

Ben bir kayısı ağacıyım
Kırşehir’in Dinekbağı’ndan.
Dinekbağı’nda üç insan severim,
bir çocuk,
bir genç kadın,
bir genç adam,
benim kadar sessiz sedasız,
benim kadar halim selim.

En güzel ay nisan ayı,
toprak yumuşak yumuşak,
en güzel ay nisan ayı.
Yamur yağdı, çiçek açtı,
bir hoş oldu içerim,
en güzel ay nisan ayı.
Kavaklar uzakta upuzun,
bir sağa, bir sola,
başı döner kavakların.
Ben bir kayısı ağacı,
başımda çiçeklerim.

Ben bir kayısı ağacı,
üç insan severim:
bir çocuk,
bir genç kadın,
bir genç adam.
Çocuğun adı Ahmet,
kadının adı Fatma,
adamın adı İbrahim.
Ahmet küçük ve sarı,
Fatma tombul ve beyaz,
İbrahim uzun ve narin.
Bir tek toprak odaları var üçünün,
toprak odanın bir tek penceresi.

Ben bir kayısı ağacı,
bazan eğilir bakarım odaya,
yerde bir eski yatakla yorgan görürüm,
duvarda bir eski kırık ayna,
yerde bir eski kilim,
bir eski hasır.

Bir kayısı ağacı,
bazan eğilir bakar odaya,
çiçeklerinden utanır.

Dün gece gaz yakamadılar,
ayışığında gördüm üçünü.
Üçünün suratı asık.
Önce oturup
zeytin ekmek, taze soğan yediler,
sonra baktılar birbirlerinin gözüne,
sonra esnediler.

Gökyüzü bembeyazdı.
Gökyüzü çiçeklerimin renginde.
Gökyüzünde kavaklar..

Fatma uzandı İbrahim’in yanına,
sağa döndü.
Tombul, beyaz yüzü pencerede,
gözleri açık durdu sabaha kadar.

Çiçeği en önce kayısı döker.
Ben bir kayısı ağacıyım,
döküyorum çiçeklerimi.
Yer beyaz beyaz,
başım yeşil yeşil,
kayısılarım memede.

Haziran gelecek,
güneş yakacaktır tepemi,
kayısılarım balla, şekerle dolacaktır.
Ben bir kayısı ağacıyım,
haziran gelecek,
avuç içi kadar kayısılarım
Ahmet’in ekmeğine katık olacaktır.

Ben bir kayısı ağacıyım.
Kötü bir düşüncedir almış beni.
Geçti bağları budama zamanı, dedim,
dedim, çarşıda dört döner İbrahim,
dedim ekmek parası,
zeytin parası,
gaz parası.

Dedim, insanlar
neden yaşatılmıyor
ağaçlar kadar olsun.

Ben bir kayısı ağacı.
Fatma’nın, İbrahim’in, Ahmet’in
yumurtası, şekeri, eti.
Gittikçe artmakta kederim.
Günlerden pazartesi.
Gene geldi, elinde çanta, o şişman adam.
Şişman adam bir düşman gibi beni seyreder,
ben şişman adamı bir düşman gibi seyrederim.
Durmuş İbrahim kapıda,
yüzü dalgın ve sinirli,
bakıyor eli çantalı şişman adama.

Şişman adam uzattı gövdeme elini,
pencereden korkmuş kuzular gibi baktı Ahmet,
büktü boynunu kuzular gibi.
Ben bir kayısı ağacı.
Gövdemde sarı kağıt.

Yol parasını verememiş İbrahim,
verilmiş haciz kararı.
Yapmayın, dedim.
yılda bir çiçek açarım, dedim.
Etmeyin, dedim.
ekmeğe katık oluyor kayısılarım, dedim.

Bir öğle vakti baktım,
kavaklar uzakta upuzun,
bir sağa,bir sola.
Ben kışlık odun,
altı lira…

…/…

İda Dağı’nda yapılan dünyanın ilk güzellik yarışmasında Paris’in birinci gelen Afrodit’ e üzerinde “en güzele” yazan elmayı ödül olarak verdiği söylenir.

Aslında ödül olarak verilen elma değil, bendim, kayısı, zerdali, heruk.

…/…

Gün gelip de daha taze bir fidan olarak bir gün 09 Mayıs, 2021 günü, Hattuşa’ da ANNELER GÜNÜ anısına dikileceğim hiç aklıma gelmezdi.

Kısa sürede boy atıp, gelecek sene Mayıs ayında bembeyaz çiçekler açacak, Haziran ayında ise güneş sarısı ve bal damlası meyveler vereceğim. Siz asıl beni o aylarda görün.

Ben bir kayısı ağacıyım, yaşamaya geldim, yaşlanınca dallarımdan duduk da yapabilirsiniz, hiç üzülmem.

Bugüne ve annelere sonsuz şükranlarımla,



2 Mayıs 2021 Pazar

BAŞGÖZ/E


Saf ve berrak, katışıksız ve duru küçük kaynaklar, göz/eler, pınarlar, bulaklar yatağını bulup akarken diğer sulara kavuşuyor, kavşutları, su çatlarını oluşturuyor, gittikçe önünde durulamaz ırmaklara dönüşüyor ve denizlere dökülüyor.

Sonra denizlerdeki buharlaşma yoluyla aynı döngü yeniden tekrarlanıyor.

Bu anlamda o gözler, gözeler, pınarlar, bulaklar büyük ırmakların kaynağı oluyor. Büyük bir akarsuya baktığımızda onda nüve halinde bir damla yağmur, bir göze, bir göz, bir pınar, bir bulak görebiliyorsak, devinimi de anlayabiliyoruz.

İnsanlık tarihinde öne çıkan düşünceler de böyledir. Bilimin ve sanatın öncüleri de nüve halinde birer göz, göze, kaynak, pınar, bulaktır.

Kaynağından çıkarak doğdu mu bir daha asla kurumazlar, asla yok olmazlar.

GÖZ/GÖZE/PINAR/BULAK

Akarsu kaynaklarına göz veya göze diyoruz. O kadar ünlü ve insanın aklını başından alacak gözler gözeler var ki. Munzur Gözeleri’ ni herkes bilir, Kapuzbaşı gözelerini ancak görenler bilir.

Kırk Gözeler her yere yakışır, en çok da Eğin’e.

İlk defa Kaşgarlı’ da geçer “pınar” kelimesi “mınar” olarak.

Pınarbaşı deriz, Erciyes’in gölgesinde Kayseri’nin Uzun Yayla’ ya geçiş noktasına.

Baş Pınar soy isimlerde de çıkar karşımıza, yerleşim adı olarak da.

Orta Asya Türk soylu halklar hala “bulak” der.

Biz ise bir Azeri türküsünde duyarız “bulağı”, çoğu zaman da anlamını bilmeden.

“Serin sulu bulaklardan” diye bir avaz eyleyince Huşeng AZEROĞLU bize Koç Nebi’nin Hecer’ inden bir selam geldiğini anlarız. Lakin yöre dışında çoğu insan bilmez “bulak” nicedir.

Arapların göz veya göze veya çeşme yerine kullandıkları “ayn” kelimesi yakın geçmişin bir siyasi kelimesi dilimize dolanır “Kobani” veya Ayn El Arap olarak.

Ayn El Arap, Arap kaynağı veya gözü veya suyu veya çeşmesi demektir.

Gebze’de bir mahallenin adının neden “Arap Çeşme” olduğunu bilemeyiz, neden Ayn El Arap karşılığı olduğunu ise asla.

Farsiler ise “çeşm” der, biz çeşme ile karşılarız ve belki de adına en çok şarkı ve türkü söylenen bir kelimedir musiki dağarımızda.

BAŞ PINAR/BAŞ BULAK/BAŞ GÖZ/SER ÇEŞME

İnsanlık tarihinin bilimde ve sanattaki öncüleri saf kaynağın başıdır. O kaynağın izini sürenler BAŞ PINAR ile BAŞ BULAK ile “BAŞGÖZ” ile mutlaka karşılaşırlar.

SERÇEŞME dediğimizde ise kişilerden ziyade bir merkezi, Hacı Bektaşi Veli Dergahı’ nı, BAŞ PİRLİK’ i anlarız.

SAKARBAŞI BAŞ GÖZ/ELERİ

Koca Sakarya Nehri Ana Tanrıça’ nın eşi Irmak Tanrısı “Sangarios’tur.”

Çifteler’ den Sakarbaşı’ ndan doğar.

Çifteler ışıklı yılların köy enstitülerinden birisinin de adıdır. Talip APAYDIN Çifteler Köy Enstitüsü ile anılır.

Sakarbaşı’ ndaki göze, kaynak sadece koca Sakarya Nehri’ni değil, aynı zamanda nüve halinde köy enstitülerinin o parıldayan yıllarını da yansıtır. Buz tutan Seydi Suyu’nun buzlarını kırmaya çalışan enstitülü öğrencilerin azmini Talip APAYDIN öğretmenimiz anlatır, “Karanlığın Kuvveti’nde.”[1]

Kaynak ve göz/e Talip APAYDIN’ dır.

Sakarbaşı Başgöz/eleri – Çifteler  

 

 Bir Irmak Doğuyor Yurt Gezimizden
 

BÜYÜK MENDERES GÖZELERİ

Dinar, Apollon ile Marsyas arasında yapılan tarihteki ilk müzik yarışmasına sahne olur. Büyük Menderes, diye bildiğimiz aslında kendisi de bir tanrı olan MEANDROS’ un kaynağı “Su Çıkan’ da” yapılır bu yarışma.

Asıl kaynak, asıl göze ise Tanrıça Athena’nın elindeki kamışa üfleyince suyun yansımasında kendini çok çirkin gördüğü “Eldere Gölü’dür.”

Büyük Menderes buradan doğar, koca bir kültürü ve bereketi kıvrım kıvrım hücrelerinde taşır, getirir Miletos’dan denize ulaştırır.

Miletos’ta bilimin ve felsefenin kaynağı, gözesi Thales’tir.

 

 

Eldere Gölü Gözesi - Uzayıp Giden O Tren Yolları Yurt Gezimizden


 Su Çıkan Gözesi

KIZILIRMAK GÖZELERİ

Kızıl Dağ’dan çıkan gözelerin suları çoğaldıkça “Kızılırmak” olur ve köprüler kurulur üzerine.

Eğri Köprü’ den geçer her gün İlhan BAŞGÖZ Hocamız.

Gemerek Kızılırmak’a hasrettir, İlhan BAŞGÖZ de dilinden düşürmediği o türküyle Gemerek’e.

Tekin ŞENER ile İlhan BAŞGÖZ’ ün 22-23 Mayıs, 2015 tarihlerinde yapmış oldukları Sivas-Gemerek yöresi yolculuğunda geçirdikleri vakitler “ol hikayet’te” yazılıdır.[2]

Kızılırmak görününce bir dörtlük dökülür İlhan BAŞGÖZ’ ün dilinden.

Köprüye varınca köprü yıkıldı

Üç yüz atlı birden suya döküldü

Nice yiğitlerin beli büküldü

Nettin Kızılırmak allı gelini

Gelini gelini benim yârimi

Bir Lütfi AKAD yapımı olan ve başrollerinde Yılmaz GÜNEY ve Nilüfer KOÇYİĞİT’ in oynadıkları KIZILIRMAK KARAKOYUN filminin ilk ve son sahnesinde bu ağıt türkü söylenir. Türkünün kaynak kişisi kendisi de bir göz/e olan Muzaffer SARISÖZEN’ dir.

Tekin ŞENER yolculuk sırasında Eğrice-Karaözü ayrımını çok aradık, derken, bir harf hatası yapılmadıysa eğer, Eğrice’ nin Eyerce olması gerektiğini belirtelim.

Köprüden geçilir, Şah Ruh yaptırdığı için adı Şah Ruh Köprüsü’dür.

Bir Dulkadirli Bey’idir Şah Ruh.

Taş kemerli köprülere ve ırmaklara sevdalı birisi olarak ben ise Osman kardeşimle çıkıyorum yola Kayseri’den, Şah Ruh Köprüsü’nü görmeye pandemiden tam iki gün önce, 09 Mart, 2020.

Kızılırmak Şah Ruh Köprüsü’nün altından akarken, Kızıldağ Gözelerinden gelen sular şair Hasan Hüseyin KORKMAZGİL’ in ölümsüz “Kızılırmak” şiirini de getiriyor. 

ve der ki kitabın ortayerinde

            bütün ırmakları dünyanın

                        kızılırmaktan geçer[3]

Yıkılan köprüden Yılmaz GÜNEY geçer.

Şah Ruh Köprüsü Karaözü Köyü’ne bağlar sizi.

Sayıları altmışı geçen köy enstitüsü mezunu vardır köyün, “Maarifözü” derler o nedenle köye bir de.

Bir de yıllar ve yıllar önce Fikret OTYAM gelmiştir köye aynı köprüden geçerek, Kızılırmak’ın coşkusunu hissederek ve köye sevdalanarak. Bu sevda köyde karşılığını bulur.

Göz ve göze, kaynak ve pınar şair Hasan Hüseyin’dir.

Yılmaz GÜNEY’ dir.

Fikret OTYAM’ dır.

Karaözü’nün “kara gözlüleridir.”

 

Karaözü – Fikret Otyam Evi

Kızılırmak üzerinde Şah Ruh Köprüsü 

Bir de ŞAH BUDAK vardır, iki kere beyliğin başına geçmiş ve Dulkadirli Beyi ŞAH RUH’ un amcasıdır.

Yolu Hattuşa’ dan geçenler bilir, binlerce yıl Hitit başkentine bereket taşıyan, oradan Kavşut Köyü’nde Delice Irmağına kavuşan, oradan Delice Irmağı ile kol kola Sungurlu’nun Kula Köyü’nde Kızılırmak’a karışan, sonra da Karadeniz’e kavuşan “Budaközü Deresi” vardır bir de.

Dulkadirli Beyliği 16. Yüzyılda Elbistan taraflarından Anadolu içlerine sürülür, en büyük boylardan birisi de Hattuşa’ ya gelir ve burayı yurtluk tutar.

İşte Hitit başkentinde iki muazzam kaya arasından kendi halinde bereket saçarak akıp giden o dereye kadim Hattuşa’yı yurtluk tutan Dulkadirli boyunun beyleri tarafından ata beyleri ŞAH BUDAK anısına “BUDAK ÖZÜ” adı verilir.

Hattuşa’ nın BUDAKÖZÜ ile Şah Ruh’un Karaözü’ nün Kızılırmak’ı su ve soy kardeşidir.

KURA NEHRİ GÖZELERİ

Göle dağlarının gözelerinden doğar Kura Nehri.

Kura, Bir Irmak Üç Toprak olarak akar akar ta Göl Hazar’a kadar.

Göl Hazar’a varanda içi bir hoş olur Kura’ nın “aşıklardan” duyup dinlediği mahnılardan, atışmalardan, koşmalardan, Köroğlu naralarından.

1943 yılına gider, İlhan BAŞGÖZ Hocamız ile Pertev Naili BORATAV Hocamızı buluruz yörede, Serhatta, Kars, Ardahan, Çıldır’da.

Göz ve göze ve pınar ve çeşme ve bulak Türk Halk Bilimi’ nin kaynakları olan Pertev Naili BORATAV ve İlhan BAŞGÖZ’ dür burada.

Faytoncular Çarşısı’nda televizyona yenik düşen Kars Aşıklar Kahvehanesi’ nin ustaları Aşık Sabit MÜDAMİ Aşık ŞENLİK, Aşık Şeref TAŞLIOVA, Aşık REYHANİ, Aşık Murat ÇOBANOĞLU dökülür İlhan BAŞGÖZ’ ün TÜRKÜLÜ AŞK HİKAYELERİ[4] külliyatının içinden.

 

Kura almış başını gidiyor Göl Hazar’a doğru Serhat aşıklarının hikayeleriyle-Ardahan

Başkentlerden Payitahta-Doğu Anadolu Başkentler Yurt Gezimizden

BAŞ GÖZ/E

Eskiler adı kendine yakışanlara “ismi ile müsemma” derlerdi.

Birisinin arı ve duru, katışıksız “baş göz” olması, aynı anlama gelmek üzere “baş pınar” olması, baş bulak olması, soyadı olarak bunları taşıması onun fiziksel olarak bir akarsu ile bağlantısını ifade etmez.

Birisinin “baş göz” olması, o kişinin bilim ve sanatta, insan sevgisinde, doğduğu topraklara olan sevdasında ilk kaynak, baş pınar, baş göz olması demektir.

İlhan Hocanın BAŞ GÖZ/E olması, “BAŞGÖZ OĞLU İLHAN” olması, babası Muallim Hasan Efendi ile başlar belki de.

Ama o, BAŞGÖZ OĞLU İLHAN küçük bir kaynak iken alır başını gider, geçtiği her yerde yeni kaynakları katar kendine.

Tokat’a gider, öğrenciler yetiştirir lisede bir BAŞ GÖZ olarak. Kars’a Serhat boylarına gider, Van’a Ercişli Emrah ile Selvinaz’ a ve Yücel AŞKIN Hocamıza. Başka bir zaman Toroslara Yörük obalarına, Karaözü’ ne. Köprülerin altından geçip akıp gider, aşıkların tellerinden dökülür.

Ama ille de kökleri Şebinkarahisar olan bir Ermeni dostu ile Amerika’dan gelip Anadolu yollarına düştüklerinde dostunun gözlerinden boşalan yaşın manasının bir hasretin, bir özlemin gözesi, kaynağı olacağından habersizdir.[5]

Baş Göz/e o yolculukta Osmancık’ta bahçesine girdikleri ve kendince sosyalizm tarifi yapan emekli maden işçisidir.

Bir yörük kızının çadırda sorduğu bilmeceler karşısında susarak yüzünün kızarmasını ve hayretini gizlemeye çalışan İlhan BAŞGÖZ Toroslardaki insan kaynağının, insan gözelerinin bu Yörük kızlarında saklı olduğunu anlar.[6] Baş Göz/e Yörük kızıdır.

Lütfi AKAD filmin son sahnesini Yılmaz GÜNEY ve Nilüfer KOÇYİĞİT’ in kavuşmak için birbirlerine ellerini uzattıklarında eller havadayken dondurur ve filmi o güzel ağıt türküyle bitirir.

İlhan BAŞGÖZ’ ün uzattığı el havada kalmamış, toprağına kavuşmuştur.

İlhan BAŞGÖZ kendi toprağına kavuştuktan sonra da geride bıraktığı insan zenginliğiyle, gönül dostluğuyla, Türk Halk Bilimi’ ne katkılarıyla kaynağı asla kurumayacak bir GÖZ/E, bir BAŞ GÖZ/E olmayı sürdürmeye devam ediyor.

Yazının “BAŞGÖZ/E” başlığı hem bu yazının İlhan BAŞGÖZ’ e ithaf edildiğini hem de bir insan olarak Hocamızın tükenmeyen bir kaynak bir BAŞ GÖZ, BAŞ GÖZE, BAŞ PINAR, BAŞ BULAK olduğu çağrışımı yaratabilme amacını taşımaktadır.

SON SÖZ YERİNE

Ahmet BİLEK Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde yetişen ve 1960 Roma Olimpiyatlarında güreş sporunda altın madalya alan bir öğretmenimizdir, bir kaynak, bir göz/e.

Televizyonun aşıkları kahvehanelerinden atması gibi, Ahmet BİLEK de geçim için “bilek” göçüne maruz kalır ve hayatını kazanmaya Almanya’ya gider, orada da şampiyonlar yetiştirir.

Kemal ATEŞ “SESSİZ ŞAMPİYON-OLİMPİYAT KÜRSÜSÜNDEN BİR KÖY ENSTİTÜLÜ”[7] kitabını yazar. Kitap aynı zamanda içinde daha ciddi araştırılması gereken folklorik nüveler barındırır. Ahmet BİLEK’in babası Çanşalı Hasan, Demirci, Selendi, Kula yöresinin türkü ve söz kaynağıdır.

Ahmet BİLEK Manisa-Kula yeni adı Gökçeören - Menye Köyü’ndendir.

Kemal ATEŞ kitap yazım sürecinde Menye’ye gider, Menyeliler ne Ahmet BİLEK’i, ne olimpiyat şampiyonunu bilir ve tanır. Oysa her şey daha dün gibidir, Ahmet BİLEK’ in Menye harmanlarında toz attığı günler.

Kula’da hiçbir sokak veya caddede veya eğitim kurumunda Ahmet BİLEK adı yaşatılmaz. Coğrafyanın kaynağı, pınarı, gözesi Amasyalı Strabon olsaydı Kula için YANIK ÜLKE derken, devamında ise “Ahmet BİLEK” toprağı derdi.  

İlhan BAŞGÖZ Gemerek demektir.

Gemerek’ de de İlhan BAŞGÖZ adı bilinmez, sokağı da yoktur, caddesi de.

Gemerek adı sadece hülyalı 68 ve 78 kuşağının ağıtlarında yaşar.

Ahmet BİLEK 1970 yılının Ekim ayında Almanya’da kendi canına kıymadan önce belki de “nereden geldim ben bu Almanya’ya?” diye bir iç hesaplaşma yaptı.

Cenazesi yurduna, hasretini çektiği yurduna getirildi ve eşinin memleketi Eskişehir’de toprağına kavuştu.

İlhan BAŞGÖZ Hocamız da benzer iç hesaplaşmayı yaptı mı bilemeyiz, ama bir asrı deviren yaşının son günlerinde çektiği toprak hasretini Türkiye’ye ayak basar basmaz dile getiriyordu dostu, arkadaşı, yoldaşı Enver GÖKÇE’ nin tamamlanmamış bir şiirinin dizeleriyle.

senin emekçin olaydım

şen olası türküsü

dost kokusu, dost selamı Türkiye  

Ahmet BİLEK de İlhan BAŞGÖZ de bizim kaynağımız, göz/emiz, BAŞ GÖZ/E’mizdir. 

Anılarını yaşatmak, kaynağı beslemek, saf ve berrak, katışıksız tutmak boynumuzun borcudur.

Ruhları şad olsun,

Hattuşa, 14 Nisan, 2021

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  



[1] TALİP APAYDIN-KARANLIĞIN KUVVETİ-KÖY ENSTİTÜLÜ YILLAR-ARARAT YAYINEVİ

[2] TEKİN ŞENER-FOLKLOR/EDEBİYAT-cilt:25, sayı:100, 2019/4

[3] HASAN HÜSEYİN-BÜTÜN ŞİİRLERİ-KIZILIRMAK-BİLGİ YAYINEVİ

[4] İLHAN BAŞGÖZ-TÜRKÜLÜ AŞK HİKAYELERİ- BİR GÖSTERİM OLARAK-PAN YAYINCILIK

[5] İLHAN BAŞGÖZ-GEMEREK NİRE BLOOMINGTON NİRE-HAYAT HİKAYEM…-İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

[6] BAŞGÖZ, age

[7] KEMAL ATEŞ-SESSİZ ŞAMPİYON-OLİMPİYAT KÜRSÜSÜNDE BİR KÖY ENSTİTÜLÜ-H2O YAYINCILIK