78 yazıydı. Askeri lise ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmiştim.
Ne kahvehane bilir ne de oralara giderdim. O günlerin politik ortamında sağ sol olarak kahvelerin ayrılması doğal karşılanıyor olsa da, solun kendi içinde olduğu gibi kahvelerinin de ayrılmış olmalarını anlamak zordu.
Politize olmuş öğrenci gençliğin, aydınların ve işçilerin kendi sol siyasi tavırlarına/fraksiyonlara uyan kahvelere gidiyor olmasını anlayabiliyordum. Ama merkeze bağlı civar köylerden gelen ve genellikle inşaatlarda amelelik yapan, sola eğilimli köylüler de vardı.
Yakın köylerde oturanlar geç vakit de olsa akşamları kendi köylerine geri dönüyorlardı. Köylerine geç vakitte dönenler ile hiç dönmeyip bir göz gecekondu evinde kalabalık halinde barınmaya çalışan köylü ameleler de neredeyse bıçakla kesilmiş gibi bölünmüş bu kahvelere gidiyordu. Ne yapsınlar, başka gidecek bir yerleri mi vardı sanki?
Kahvelerin o kendi bölünmüş hali köylüyü pek ilgilendirmiyor gibi görünse de yeri ve zamanı gelince o kahvenin politik söylemine aşina olan köylü de kendisini o kahveye hakim sol fraksiyona yakın bulduğunu ifade eder, kahvede kullanılan jargonu arada diline dolardı.
Kendi köylüsünü görmek için dahi olsa arada o kahveden başka bir kahveye, başka bir sol fraksiyonun hakim olduğu kahveye giden köylüye gün gelir neden diğer kahveye gittiği bile sorulurdu.
Köylülerden başka diğer sınıflardan olanların bir kahveden diğerine dolaşmasını ise görünmez bir el yasaklardı adeta.
Belki de civar köylerden gelen köylüler de dahil olmak üzere insanları kahvelere çeken en büyük neden veya imkan da diyebiliriz, o tarihlerde kahvehanelerle, şehir ve parklardaki büfelerde alkollü bira satışının serbest olmasıydı.
O
zamanın Çorum’unda tek bir bira markası ve tek bir bira şişesi vardı. Büyük
şehirler dışında sanırım diğer Anadolu şehirlerinde de durum aynıydı.
Bira ucuz muydu, ucuz ise bunun nedeni halkı alkole teşvik miydi, bilemiyorum. Ama kahvelerdeki bira tüketimi oldukça yaygın ve fazlaydı.
Askeri öğrenci olma kimliğinden bağımsız olarak ne kahvelere giderdim ne de bira içerdim.
ETİKET YIRTICILAR
Ama o gün arkadaşlarım beni bir kahveye götürdüler. İki katlı bir gecekondunun ikinci katına çıktık. Kolonları kesilmeden öylece bırakılmış mekanın ikinci kat kahve olarak düzenlenmiş.
Kapıdan girişte sağda, önünü bir kolonun kapattığı ve sadece bir masanın bulunduğu küçük girinti hemen gözüme çarptı. Kahvenin sadece cadde tarafındaki cephesinde pencere bulunuyordu. Yaz mevsiminde olmamıza rağmen hiç açık pencere yoktu. Kalabalık sayılan kahvede açık pencere olmaması, içilen sigaranın dumanı, dahası biranın alkol kokusu beni çok bunaltmıştı.
Arkadaşlarım girişte sağ tarafta gördüğüm küçük girintinin içinde bulunan tek masanın karşısında bir masaya oturdular, ben de onlarla birlikte oturdum.
Neler konuşuluyordu, konu neydi hiç ilgilenmiyor ve dikkat etmiyordum. Benim dikkatimi çeken tek şey girişte o sağdaki küçük girintinin içindeki tek masada tek başına oturmakta olan adamdı.
Adam
sırtını girintinin duvarına vermiş şekilde geniş yuvarlak ve üzeri yeşil renk
çuha örtüyle kaplı masanın arkasında oturuyordu.
Masanın
üzerinde markası ve formu aynı en az 15 boş bira şişesi vardı. Kirli sakalı ve
yaz mevsimine rağmen üzerinden hiç çıkarmadığı anlaşılan ceketiyle ve içtiği 15
şişe biranın etkisiyle masaya doğru eğilmeye başlamış adamın yüzü önünde dizili
15 boş bira şişesinden neredeyse görülmüyordu.
Alkolün etkisiyle başı neredeyse masaya düşecek gibi olan adam adeta boş bira şişelerinin arkasına tam siper yatıyor, sonra birden gelen bir sıçramayla uyanıp kafasını kaldırıyor, etrafa bakıyor ve dikleşiyordu.
Bu manzarayı ilk gördüğümde “Çok içmiş galiba,” diye geçmişti aklımdan.
Çok içmiş olabilir, ama yeşil çuha örtülü geniş yuvarlak masanın üzerinde duran 15 boş bira şişesinin başka bir anlamı da var mıydı acaba? Adam bir şey mi anlatmaya veya ispatlamaya çalışıyordu?
Ben
tam bunları düşünürken adam masada dikleşerek eliyle garsona iki bira daha
söyledi.
Garson o marka ve o formdaki şişeleri hemen getirdi.
Garson iki dolu bira şişesini geniş yuvarlak ve yeşil çuha örtülü masaya bırakırken masadan uzakta olduğumdan ve kahvenin uğultusundan tam duyamasam da “Boşları alayım mı abi?” diye soruyordu.
Kirli sakallı ve yaz gününde ceketle masanın arkasında oturan adam ise hiç konuşmadan, belli ki alkolün etkisiyle hiç konuşamadan, sadece kollarını “Hayır” anlamında açıp kapatıyor ve avuçlarını garsona gösteriyor adeta “Git git, boşları alma” diyordu.
İki dolu bira şişesiyle birlikte masada şimdi 17 bira şişesi bulunuyordu.
Kahvenin dumanına alışmam ve dikkatimi yeşil çuha örtülü masanın arkasında oturan adama vermemle birlikte başka detayları fark ediyorum.
Adamın
önünde duran boş bira şişelerinin hepsinin marka etiketleri yırtılmış halde.
Daha da dikkatle bakıyorum, etiketler tamamen yırtılmamış. Bunun nedeni ya etiketin güçlü bir yapıştırıcıyla şişeye yapıştırılmış olması ya da adamın alkolün etkisiyle etiketleri düzgün bir şekilde koparacak kadar dikkatini toparlayamamasıydı.
Garsona boş bira şişelerini almamasını kollarıyla işaret eden adam, garsonun masaya iki dolu bira şişesi koymasıyla birlikte adeta siperinden hücuma kalkan asker gibi birden kendine geliyor, dikleşiyor ve daha şişeyi ağzına götürmeden ilk iş olarak dolu bira şişesinin bilinen marka etiketini yırtmaya çalışıyor.
Ama adam o kadar alkol almış ki, eline aldığı bira şişesinin etiketini tam olarak yırtamıyor. Yırtmak için etiketin köşesini kavlatıp tutamıyor. Öfkeleniyor. Eline aldığı çakmağıyla etiketi kazıyarak bir tarafından tutup yırtmaya çalışıyor. Adamın gözleri öfkeden dışarı fırlayacak gibi oluyor.
Adam
siperinden fırlayan ve düşmanını yakalayıp öfkeyle süngüleyeme çalışan bir asker
durumda. Etiketini yırtmak için kucağına aldığı dolu bira şişesi adeta adamın düşmanı
oluyor.
Ama adam dolu bira şişesini yırtamasa da ne kadar öfkeli olursa olsun etiketini yırtamadığı dolu bira şişesini kaldırıp yere çalmıyor.
Adam uzun bir uğraştan sonra yarım da olsa bira şişesinin marka etiketini nihayet yırtıyor ve sonra birayı kafasına dikiyor. Uzunca bir çekişten sonra yarıdan fazlası boşalmış ve etiketi yırtılmış bira şişesini büyük bir zafer kazanmış edasıyla yeşil çuha örtülü yuvarlak masaya vurarak indiriyor.
Şaşırıyorum.
Adam bira şişesinden ne istiyor? Adamın bira şişesi etiketlerine takıntısı mı
var?
Bir türlü anlayamıyorum.
Adam garsonun getirdiği ikinci bira şişesinin etiketini de aynı şekilde yırtıyor, şişeyi kafasına dikiyor ve masada duran boş bira şişeleri toplamı 17’ye varıyor.
Artık masada dolu bira şişesi bulunmuyor.
Adam garsona eliyle iki bira daha söylüyor.
Garson
getirdiği biraları masaya koyuyor ve ardından yine “Boşları alayım mı abi?”
diyor.
Adam yine aynı hareketleri yaparak “Hayır” demek istiyor.
Anlıyorum. Adam kucağına alarak bir eliyle tutup bir eliyle etiketlerini yırtmaya çalıştığı dolu bira şişelerini düşman, masanın üzerine önüne itinayla dizdiği boş bira şişelerini ise zaferin nişanı olarak görüyor olmalıydı.
Yine de anlayamadım ve o zamana kadar kendileriyle ilgilenmediğim arkadaşlarımdan Yılmaz’a dönüp adamın halini soruyorum.
Adamın
boş bira şişelerini garsona aldırmama nedenini anlayabiliyorum.
Ama adamın öfkeden gözleri dışına fırlayacak şekilde, adeta şişelerle kavga edercesine bira şişelerinin bilinen marka etiketlerini neden yırttığını hiç anlayamıyorum.
“Yahu Yılmaz bu adam neden bütün bira şişelerinin etiketlerini yırtıyor, bir sorunu mu var adamın?”
Yılmaz
bana cevap veriyor, ama meğer bu durumu diğer arkadaşlar da bilirmiş.
Abi,
diyor Yılmaz, bunu bu mahallede bulunan bütün solcu kahvelerinde görebilirsin.
Kahvelerde içilen biraların şişelerinin marka etiketleri içmeden önce hemen yırtılır.
Kendi kendime açıklama yapmaya çalışıyorum, zira sarhoş kafayla etiket yırtmak zor olsa gerek.
Neden peki, diye soruyorum Yılmaz’a.
Yılmaz anlatıyor, ama anlamakta zorluk çekiyorum.
“Her bira şişesinin marka etiketi mutlaka yırtılmalı. Etiketi yırtılan boş bira şişeleri yeniden doluma gittiğinde bira üreticisi patron kapitalist şişelere yeni etiket yapıştırmak zorundadır.”
“Eeee?”
“Eeeesi, etiketi yırtılan her boş bira şişesinin yeniden etiketlenmesi bira üreticisi kapitalist için bir maliyettir.”
Yani, bira şişelerinin marka etiketlerini yırtarak bira üreticisi kapitalisti zarara sokuyorlar?
Evet abi, diyor Yılmaz.
İnsanlar
böyle bir şeye nasıl inanır anlamak zor.
Daha da zor olanı lümpen veya aydın soldan insanların buna, ETİKET YIRTICILIĞINA inanıyor olması, adeta bütün kahvelerde örgütlü bir şekilde ETİKET YIRTICILARIN bulunuyor olmasıydı.
MAKİNE KIRICILAR
Makine Kırıcılığı veya bilinen yaygın adıyla Luddistler siyasi terminolojiye girdiği için burada anlatmanın gereği yok. Ancak Türkiye bu kavramla, Makine Kırıcılığı kavramıyla, belki de ilk defa Ocak 1980’de yaşanan Tariş Olayları ile karşılaşmış olmalıdır. Tariş Olayları olarak bilinen Tariş Direnişi’ ne katılanları mahkemelerde mahkum edecek kasıtlı ve gerçek dışı haberler direnişçileri “Makine kırıcılar”, çalıştıkları fabrikanın makinelerini parçalayanlar, tahrip eden hainler olarak gösteriyordu.
Ama cephe muharebelerini bir kenara bırakırsak Kurtuluş Savaşı “Makine başında” kazanıldı. Makine kelimesinin bildiğimiz karşılığından daha fazla karşılıkları da bulunmaktadır.
Makine
telgraftır. Telgrafçı ise Sakallı Eşref’dir.[1]
Makine
kamyondur, trendir, vesaittir.
Makine tabancadır, tüfektir.
Mustafa
Kemal’in Nutuk’ta en çok söylediği söz “Makine başındayım” ile başlar.
Telgraf başındadır Mustafa Kemal, ya birisini telgrafın, makinenin başına çağırır ya da kendisi geçer makine başına.
Bütün telgrafçılar, makineciler, Milli Mücadele boyunca canları pahasına makine başlarından asla ayrılmadılar. Asla Makine Kırıcı olmadılar.
Büyük şairimiz Nazım Hikmet “Makinalaşmak İstiyorum” şiirini 1923 senesinde ve Moskova’da yazmıştır. Edebiyat tarihçilerinin ve şiir yorumcularının yorumları bir yana Nazım’ın bu şiirini telgrafçılarımız için yazdığını ve onları yücelttiğine inanıyorum.
Nazım’ın
arkadaşı Vala Nureddin ile birlikte Milli Mücadele’yi yakından izlediklerini,
katılmak için İstanbul’dan YENİ DÜNYA VAPURU ile hareketle 03 Ocak 1921
tarihinde İnebolu’ya geldiklerini de biliyoruz.
Nazım ve Vala Nureddin Ankara’dan gelecek haber için İnebolu’da makine başındadır.
Mustafa Kemal ise kulağı İnebolu’dan Ankara’ya yapılan silah ve mühimmat sevkiyatları ile ilgili gelecek haberler için makine başında, gözü ise Sakarya’dadır.
Bütün
makinecilerin/telgrafçıların ruhları şad olsun.
[1] ARAP
KAYMAKAM-ORHAN KOLOĞLU-AYKIRI YAYINLARI