31 Mayıs 2018 Perşembe

TAŞ NASIL DÖNER




Bir seri oluşturmaya çalışmıyoruz, bir yazı dizisi de.

Şairler, yazarlar, film yönetmenleri, ressamlar, bestekarlar kısacası bunların hepsine birden sanatçılar dersek, tat aldıkları, bir türlü bitirmek istemedikleri eserlerini bir seri haline getirirler.

En büyük sanatçının doğa olduğunu biliriz.

Doğa da kendisine göre bir seri, bir dizi halinde sunar eserlerini.

Şarkıda söyleriz ya,

Denizler durulmaz dalgalanmadan

Aslında burada doğanın bir serisi söz konusudur, önce dalgalanan sonra durulan doğa.

Dalgalar da sanatın konusu olmuştur AIWAZOWSKY resimlerinde, durgun denizler de.


Önceki yazılarımızda RÜZGAR NEREDEN ESER, dedik.

Güneş koç burcuna girdi.

Boğanın altı günü SİTTE-İ SEVR, dedik, boğa, tauri, yani Teşub’un boğası burnundan alevler soluyarak doğayı bir birine kattı.

Sonra, YAĞMUR NEREYE YAĞAR, diye sorduk.

Serinin devamını biliyoruz, ama doğa da gösteriyor bize bunu.

Rüzgardan sonra yağmurlar gelir, dedi doğa, geldi.

Mayıs ayı hiç eksilmeyen fırtınaları ile neredeyse her gün yağmuru da getirdi, arada bazı yerlere kızgın boğanın ağzından sanki dişleri dökülüyor gibi “dolu” yağmış olsa da.

***//***

Şimdi biraz soluklanın, okumaya ara verin ve yine Zeki MÜREN’ den olsun, sözlerini Orhon Seyfi ORHON’ un yazdığı, bestesi Recep Hayri YENİGÜN’ e ait bir güzel segah şarkı dinleyin:

Ölürsem Yazıktır Sana Kanmadan

***//***

Yağmur veya rüzgar doğa olayları bunlar, müdahalemiz şimdilik yok gibi.

Ama rüzgar ve ardından gelen yağmur su demek aslında. Suya müdahale edebiliyoruz.

İçme suyundan, yani hayati bir varlıktan söz ederken bir yandan, diğer yandan sudan elde edilen güç ve enerjinin de aslında serinin diğer alt kırılımları olduğunu görüyoruz.

Rüzgar-Yağmur-Su-Değirmen

***//***

Tarih öncesi insanın tekerleği nasıl icat ettiğini bilemiyoruz. Elimizde hiç bilgi yok.

Aynı şekilde, ilk tekerleğin ağaçtan mı yoksa “taştan mı” yapıldığını da bilmiyoruz.

Ama su veya rüzgarın gücü ile çalışan “değirmende” dönen hep taştır.

İnsanlar yüzyıllarca su değirmenin, rüzgar değirmeninin taşının öğüttüğü tahılın unundan yaptıkları ekmek ile beslendiler.

Ama gidip gördük, Çatalhöyük’ te tahılı un haline getirebilmek için tahılın ezildiği  “taştan el havanlarından”, el ile çevrilen değirmen taşına geçmek bile insanlığın bin yıllarını aldı.

***//***

Taş döndüğünde sadece tahıl öğütülmedi.

Gidip gördük Belisırma Köyü’nde, Bezirhane’ de kaderine terk edilmiş bezir değirmeninin insan gücü ile dönen değirmen taşlarını.

Artık kalmadı, el ile çekilen bulgur değirmenlerinin taşları.

Ne değirmenler kaldı, ne değirmen taşı yapan o maharetli ustalar.

Ya o köy meydanlarında “seten” dediğimiz ve ağaçtan okuna gözü bağlı bir atın bağlandığı dön babam dön bulgur çekme yerlerini gören ve hatırlayan var mı?

***//***

Değirmencilik ince terazi ile vicdan terazisi ile çalışmayı gerektiren bir meslekti.

Senden öncekinin öğüttüğü un sana azıcık da olsa geçse bile, hak geçmiş olurdu ve bunun vebali günahı değirmenciye yazardı.

Değirmenci bütün hak sahiplerinin ununu adeta “mizan terazisinde” tartar ve unu ona göre öğütürdü.

Değirmenci değirmen taşının nasıl döndüğünü, yalpasını, hızını, falsosunu, her şeyini değirmen taşının çıkardığı seslerden, unun iriliğinden ve renginden,sıcaklığından hemen anlardı.

***//***

Değirmenler hiç kapanmaz, kapısı hiç kilitlenmezdi. Değirmenci köyünden uzak değirmende yatıp kalkardı ve değirmencinin yiyeceği, ocağı, kendisi ve misafiri için mutlaka fazladan bir yatağı, sobası olurdu. 

***//**

Değirmenlerin hiç eksilmeyen ziyaretçileri “eşkıyalar, efeler” olurdu, onlar bilirdi değirmende neler olduğunu ve değirmencinin onları ele vermeyeceğini.

Bir de kız-oğlan sevdalıların kaçıp ilk gece kaldıkları yerler hep değirmenler veya değirmen başları olurdu.

***//***

Kars-Ardahan coğrafyasına 19. Yüzyılda Rusya’ dan gelen Malakanlar sadece ekmek yapmayı değil, ona doğrudan bağlı olan “değirmenciliği” de çok iyi biliyordu ve geldiklerinde Rumların yaptığı değirmencilik işini Rumların elinden almışlar doğrusu Rum ahali bile buna sevinmiş, o Malakan değirmenlerinden çıkan undan çok lezzetli ekmekler yemişti.

***//***

Ege’ de ise değirmencilerin neredeyse tamamı Rum ahalidendi.

Mübadele ile karşı kıyıya gönderilen Rumlar yaşadıkları yerlerden ayrılınca, yüz yıllardır değirmene akan sular o gün kesildi.

O gün değirmene gelen sular kesilince, değirmenin taşları dönmez oldu.

Değirmen taşları dönmeyince, un öğütülmez, ekmek yapılmaz oldu.

***//***

Müslüman ahaliden hiç kimse değirmencilik yapmaz, değirmencinin yanında çalışmazdı.

“Hak geçmesin, günah” olur, düşüncesidir bunun nedeni.

Bu gerçekten doğru mudur, yoksa değirmencilik ince zenaattır, kimse kolay kolay yapamaz bu işi, ondan mıdır?

Yoksa değirmenci olmak demek, çelebi insan olmak demektir, gönlü açık insan olmak demektir. Yani, diyeceğim o ki, gerçek değirmenci daha değirmene girmeden “saçını ağartmış” olurdu.

Öyle olmasa, efeler nasıl sığınır, eşkıya nasıl sığınır değirmene, kaçkın sevdalılar geceyi değirmen başında nasıl geçirirlerdi?

Mübadeleden nice sonra öğrendi Müslüman ahali değirmenciliği.

***//***

Ama artık değirmenin taşı dönmez oldu.

Taşın hangi yana döndüğü, nasıl döndüğü ise artık önemli değil.

Zira artık değirmen de yok, taş da.

***//***

Hacı TAŞAN anlatır bize o abdal ağzı ile söylediği türküsünde değirmeni ve değirmen taşını “taze gelin”  arabadan inmese de.



Son sözü yine Neşet ERTAŞ Usta’nın hitabıyla “Hacı EMMİ” söylesin:

Değirmene taş koydum

Taş dönmüyor dönmüyor

Ben bu yola baş koydum

Taze gelin aradan inmiyor

***//***

Uğruna baş koyacağınız, uğruna yüreğinizi koyacağınız sevdanız olsun.

Uğruna yolundan gideceğiniz düşleriniz olsun, taş ne yana ve nasıl dönerse dönsün.



Aşk illaki

18 Mayıs 2018 Cuma

YAĞMUR NEREYE YAĞAR




Cengiz Han’ın orduları Uzak Asya’dan Hazar kıyılarına, Urallara kadar bir baştan bir başa at koşturdular bozkırlarda.
Timur Han’ın ordularının atları bozkırı, bereketli yaylalardaki otları bir daha ot bitmeyecek şekilde ezdi geçti ta Anadolu içlerine, Ege kıyılarına kadar.

Persler, Helenler, Romalılar.
Onlardan önce Hititler.

Anadolu bozkırının en verimli toprak yüzeyi, en verimli otlakları hep ve bin yıllar boyu bir ileri bir geri atlı orduların, atlı göçebelerin hareketleri ile bozuldu, toparlanamıyor.
Binlerce yıl bu atlı orduların ve atlı göçebe toplumların gidiş gelişleri her bir atın ve her bir binicinin yaşam süresi hesaplandığında katrilyon kez at ayağı demek olan bu harekete kuraklıklar da eklenince Anadolu platosu bir daha kendini toparlayamadı.

Yaylaların bir mevsimde bütün otu tükenene kadar yaylanmış olmasına ne demeli?
Bunları HİKMET BİRAND çok güzel anlatır ALIÇ AĞACI İLE SOHBETLER adlı ölümsüz başucu kitabında.

Kuraklığın nedeni yağmurun yağmaması veya yeterince yağmaması gibi görünse de, bozkırın tutunabileceği ot topluluklarının, bitki birliklerinin yok olması bu sefer en az kuraklık kadar başka bir felaketi doğurmuştur, sel.

***//***

Belki de Karacaoğlan söyler hem yağmuru hem de seli bir arada.

Yağmur yağar akar seller
Dosta doğru gider yollar

***//***
Ama kuraklığa bağlı kıtlıklar ve kıtlığa bağlı kırımlar ise hep unutulur.

Zamanımız “kaygı çağı” hep kaygılarla yaşıyor ve hep yeni kaygılar yaratıyoruz.
Kaygıları felaket senaryoları ile unutulmaz kılıyoruz.

***//***
Hattuşa Yurt Gezimizde gidip gördük, 3.200 yıl önce Hititlerin Anadolu’ da kuraklığa karşı önlem olarak yaptırdığı 11 barajdan günümüze kadar kalan Alacahöyük Barajı’nı.

Hitit İmparatorluğu’nun dağılma ve yok olma nedenlerinden belki de en önemlisi devleti bir arada tutan insanların yaşadığı coğrafyanın kuraklığıdır.
Kuraklık kıtlığı getirdi ve insanlar, hayvanlar kırıldı.

Kırımdan kurtulmak isteyen insanlar daha verimli yerlere göç ettiler ve devleti bir arada tutan insan varlığı bozuldu, toparlanamadı.

***//***
Yağmur yağmazsa kuraklık olur.

Ama Pir Sultan yağmurun yağması için “haktan emir” gelmesi gerektiğini söyler taşlanarak öldürüldüğü deyişinde.

Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip bülbül gibi zaralar beni

Yağmur gibi yağar başıma taşlar

İlle dostun bir fiskesi yaralar beni

Pir Sultan Abdalım can göğe almaz
Haktan emr’olmazsa rahmet yağmaz

Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun bir tek gülü yaralar beni 

Pir Sultan’ ı öldüren “yağmur” gibi yağan taş mıdır? Yoksa dostun o tek bir gülü mü?
Yağmur nereye yağar? Gülü atana mı Pir’ in üzerine mi?

***//***
Yine gidip gördük Karapınar – Karaman – Konya bozkırlarını.

“Koca 90”, demişler o dönemi, 1870’li yılları yaşayan kıtlıkla kıranla yaşayan yöre halkı.
Yüzbinleri bulan insan ve hayvan kırımı yaşanmış.

***//***

Ama kaygı çağı ve felaket hikayelerini yazanlar bu ve buna benzer doğanın döngüsel olaylarını hep göz ardı ederler.
Hep erteleriz güzel günleri. Felaket zamanlarında, ürer ve çoğalır insan oysa en çok

Hep yağmur gibi yanımızda götürürüz kaygılarımızı.
***//***

Geçen yazımızda “rüzgar nereden eser”, dedik.
Bu yazımızda ise “yağmur nereye yağar” diyoruz.

İki doğa olayı aslında hep iç içedir.
Rüzgardan sonra gelir yağmurlar.

Köylü “yağmur nereye yağarsa tarlasını oraya kurar”, bunu bellemiştir ve bu söz onun hayat felsefesidir tarımdan daha çok.

***//***
Kaşgarlı Mahmut’ un Divan-ı Lügatit Türk  eserinde yağmur ve rüzgar bir arada zikredilir “yada” taşları konusu ele alınırken.

Yada taşları Kaşgarlı’ ya göre “Türklere göklerdeki atalarından gönderilen bir taştır.”
Yadacılar ise ellerindeki bu göksel taşlarla büyü, tılsım, sihir yapan kamlar, şamanlardır.
“Özel bir taş olan “yada” ile rüzgar ve yağmur celb edilir”, der ve gördüğü bir yağmur yağdırma büyüsünü anlatır.
“Bek (bey) yadacıya dua okuttu. Bundan sonra rüzgar esti ve yağmur yağmaya başladı.”

Yağmuru bu şekilde yağdırmak mümkün müdür? Konumuz doğrudan bu değil aslında.
Konumuz yağmurun nereye yağdığıdır.

***//***

Yağmurun yağması seli de getirir bazen.
Sel ayrılığı.

Bir Kütahya türküsünde Hisarlı Ahmet hem yağmuru hem de ayrılığı anlatır bir arada.

Yağmur yağar her dereler sel alır
Gurbete gidenin yârin el alır

El almazsa yanar yanar kül olur
Yağmur nereye yağar burada? Ayrılığa mı?

***//***
Gökten yağmur yağsa, gariban ıslanır hep.

Yağmur bilir nereye yağacağını.

Ama gariban şair ruhlu ve aşk dolu birisiyse yağmuru bir şarkıya çevirir söyler:

Yağmur üstüme üstüme

Varsın yağsın küçük hanım

Ben yağmurdan yaştan değil
Aşkından sırılsıklamım

***//***
Bahtınızın rüzgarını yaradın.

Bahtınızın rüzgarına kapılın sadece.
Ertelemeyin.

Kendi rüzgarınızın getirdiği yağmurlarla ıslanın.
Sırılsıklam ıslanın.

Sırılsıklam aşık olun

***//***
Yağmur üstünüze yağsın.

Aşk illaki.

***//***
Fakir bir şairim amma

Yüreğim zengin a canım

Gönül ferman dinlemiyor
Serde gençlik var sultanım

Yağmur üstüme üstüme

Varsın yağsın küçük hanım
Ben yağmurdan yaştan değil

Aşkından sırılsıklamım

Bu gönül sevda pınarı
Suyu sebildir a canım

Her gelen bir yudum aldı
Sen hepsini iç sultanım

Güfte: Necip MİRKELAMOĞLU

Beste: Necip MİRKELAMOĞLU

11 Mayıs 2018 Cuma

RÜZGAR NEREDEN ESER


Anadolu coğrafyasının neredeyse tamamı rüzgârı eksik olmayan plato ya da yaylarla bezelidir.


Argonatlar Efsanesi’ asırlardır rüzgarları en iyi denizcilerin bildiğini fısıldar.

Belki de en iyi Nuh Tufanı anlatır bu topraklarda rüzgarın gücünü.

Ama bu topraklar aynı zamanda yerleşik hayata ve tarıma geçişin de ilk izlerini taşır.


Tarım, bu topraklarda öncelikle “tahıl” tarımıdır.


Tahıl ise esasen arpadır, buğdaydır.


***//***

Rüzgarlarla yarışan atlar da bu topraklara hastır.


Bakmayın siz öyle “Arap Atı – İngiliz Atı” laflarına.

Hititler, dünya savaş tarihine damgasını vuran “Hitit Savaş Arabalarında”  Anadolu ırkı rüzgar kanatlı atları kullanmışlardır.

Kapadokya, akın akın Anadolu içlerine gelen Perslerin “güzel atlar ülkesi” olarak bölgeye verdikleri isimdir. Atlar hep rüzgarı çağrıştırır.

***//***

Rüzgarın hangi yönden estiğini denizciler ve kıyı insanı kendi dillerinde söyler, kıyı insanı olmayan iç kesimlerde yaşayan Anadolu halkı ise kendi dilinde.

Yılın her mevsiminde esen rüzgarların hepsinin yönleri aynı olsa da mevsime ve güne göre değişen isimleri hep farklıdır.

KEŞİŞLEME

Denizciler için güney doğudan esen rüzgarın adı KEŞİŞLEME, kıyıdan içerilerde yaşayan Anadolu insanı için ise SAM YELİ olur.

Antik dönemin Olimposlarından birisi de Bursa’daki Uludağ’dır. Hıristiyanlıktan beri KEŞİŞ DAĞI olarak da bilinen bu ulu dağın adı, 1925 tarihinde “ULUDAĞ” olarak değiştirilir.

Bursa İstanbul’ a göre konum olarak güney doğuda kaldığı için, güney doğu yönünden İstanbul’a doğru esen rüzgar hep KEŞİŞLEME olarak bilinir.

KEŞİŞLEME adı, Uludağ’dan, yani KEŞİŞ DAĞI’ dan esen rüzgarla gelir.

SAM YELİ – SAN VURDU

Arap Yarımadası’ndan esen kuru ve sıcak rüzgarlar bazen tam hasat öncesi her şeyi yakıp kavurur. Ne var ki hükümetler “sam yeli” felaketini sel, don, kar gibi diğer doğal afetler kapsamına almaz ve köylünün boynu hep kırılır.

Aslında söylenen  “sangh”, yani sondaki “n“ harfi nazal bir “n“ harfidir, ama yazarken bunu “san“ diye yazarız.

“San“, kelimesi ise, bize çok iyi bildiğimiz İngilizce bir kelimeyi çağrıştırır hemen “sun.”

“Sun” ve okunuşu “san“ olan ve halkımızın diline aynen geçmiş olan bu kelimenin Türkçe karşılığının “güneş"  olduğunu hepimiz biliriz.

Sıcak ve kuru esen Afrika çöl sıcaklarının kaynağının güneş olduğunu söylemeye gerek var mı?

***//***

Ama aslında etimolojik olarak “sam yeli“  nereden geliyor, diye merak edersek, karşımıza “Arap, Süryani, İbrani” halklarına verilen bir üst etnik grup adı çıkar. Bütün dünya bu halklara “Sami Halkları”, der.

“Sam Yelinin“, literaturdaki karşılıklarından birisi de “samiel” olarak geçer. Yani,        “samilere özgü, samilerden“ anlamında gibi düşünebiliriz. “Samiel“ kelimesinin okunuşuna bakarsak, karşımıza bizi yine gülümsetecek bir ses çıkar ve bu kelimeyi tam da bizim halkımızın bu sıcaklara verdiği isim gibi, yani “sam yeli” gibi okuruz.

Sam yellerinin estiği böyle günler, türkülerimize, hikayelerimize konu olmuştur.

Belki de bizi en çok etkileyen türkü, aradan geçen yüz yıldan daha uzun bir zamana rağmen, hala yüreğimizi dağlayan, burnumuz hala sızlatan, “Yemen Türkülerinde“ geçer.

(…)

Kışlanın önünde bir kırık testi
Askerin üstüne sam yerli esti

(…)

Askerin üstüne esen bu “sam yeli“ bir “kırımı, bir felaketi” anlatır, Yemen çöllerinde kırılan vatan evlatlarının kırımını.

DELİ POYRAZ & MİHRİCAN & FİLİZKIRAN

POYRAZ – ZALIM POYRAZ

Tahıl tarımı ilk bu topraklarda yapıldı, ama tahılı elde etmek hiç de öyle kolay değildir.

Tahılın, tohum olarak toprağa atılmasından ambarlara taşınmasına kadar geçen aşamada belki de en önemli aşama buğday başaklarının harman yerine getirilip dövülmesiydi.

Çatalhöyük insanı buğday başaklarını “döverek” ayırmıştır taneyi kapçığından.

O nedenle yüz yıllar boyu harman yerlerinde taneyi kapçığından ayırmak için harman sürülürken hep Çatalhöyüklülerin dövmeleri gibi “döven” kullanıldı.

Modern tarındaki “biçer-döver” adı da ta Çatalhöyük insanının buğday başağını döverek taneyi ayırmasına dayanır.

Ama iş buğday başağını döverek taneyi kapçığından ayırmakla bitmez.

Tane ile karışık samanı yığarsın, konik şekilde yapılan yığına “tınaz” deriz.

İş bununla da bitmez.

İşte burada konumuz olan “rüzgar” girer işin içine.

İş harmanı, tınazı savurmaya gelir.

Eğer, poyraz esmezse, tınazı savuramaz, buğdayı samandan ayıramaz, ambara dolduramazsınız.

Hasat zamanı harman yerlerinde hep “poyrazın” esmesi beklenirdi.

Bir türlü esmezdi poyraz. Bazen de deli eserdi “poyraz” ve bütün tınaz dağılırdı.

Ya bir de dağda, bir geçitte kalmışsanız, o zaman “deli poyrazı” bir yerseniz, hiç iflah olmazsınız.

Bir Emirdağ Türküsü anlatır belki de “zalım poyrazı.”

Zalım poyraz gıcım gıcım gıcılar

Yüreğime düştü koygun acılar

MİHRİCAN FIRTINASI

Kürdi ve Farsi halklar son bahar ekinoksunda esen rüzgarlara “Mihrican Fırtınası” der. Bu söylem güneşe tapınma zamanlarından gelir, inancın izleri taşır. Nitekim “mihr”, güneş demektir

Denizcileri bilmem, ama iç kesimlerde yaşayanlar fırtınaları, rüzgarları hep türkülerine, şarkılarına misafir etmişlerdir.

Bir Yozgat Türküsü vardır, Bayram Bilge TOKEL çok güzel söyler.

Mihrican mı değdi gülün mü soldu

Gel ağlama garip bülbül ağlama

FİLİZKIRAN FIRTINASI

Hasan Hüseyin KORKMAZGİL’ den başka kim anlatabilir bu fırtınayı?

Filizkıran Fırtınası

gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası
evler yemen türküsü
sokaklar seferberlik
öyle bir gariplik ki
öyle bir tedirginlik
yaz başında güz sonrası


ayvalar çiçekteydi
güller daha tomurcuk
açıl demişti güneş
açılmıştı kıraçta kış elmaları
çözül demişti güneş
çözülmüştü yılanlar karanlık odalarında
dallarda yuvalar tüy kokuyordu
düğünçiçekleri şenlikli


gün doğmadan başladı filizkıran fırtınası
ne dal kaldı ne tomurcuk
yerden yere çaldı otları ağaçları
insan yüzlü bir korkuluk
üşüdüm dünyalarca
baskın yemiş bir kent gibi üşüdüm
sergen etti filizleri sapsarı bir karanlık
bahardan kışa düştüm


acılı günler gördüm
sığdıramam bir tek günü bir koca yıla
geceler geçirdim yoz kentlerin bulvarlarında
nice baharları kışlara gömdüm
uzak düştüm yelinden yelvesinden acılı yurdun
uzak düştüm umudundan mutundan
yomundan uzak düştüm
bunaltının böylesini görmedim


severim fırtınanın her türlüsünü
ormanlar uğultulu sular dalgalı
severim filizkıran fırtınası´nı
kırıp kanatmıyorsa sevincin türküsünü
nerde benim baharım
dalım yaprağım nerde
gece çökmüş üstüne kerpiçsel yalnızlığın
sanki kaplan pençesinde bir manda böğürtüsü
ne kuş kalmış ne çiçek
ne kırmızı ne yeşil
sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü


1978

***//***
Rüzgar ne yönden, nereden eserse essin, kapılmayın, dik durun.

Harmanınızı savurmak, yelkeninizi şişirmek için hep kendi rüzgarınızı yaradın.
***//***
Siz hep kendi “bahtınızı” kendiniz yaradın.

Siz hep ve sadece kendi “bahtınızın rüzgarına” kapılın.


Aşk illa ki,
Recep Babayiğit

11.05.2018

***//***

Akşam misafiri
Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına
Ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına
Ayrılık görünmüşken yar tutmuyor elimden
Misafirim bugün ben gurbet akşamlarına


Güfte      : Ömer Bedrettin UŞAKLI
Beste      : Kaptanzade Ali Rıza Bey

4 Mayıs 2018 Cuma

HIDIR – XIZIR – HIDIRELLEZ – AYA YORGİ

06 Mayıs, Pazar günü Hıdırellez.

Yani, yılı ikiye ayıran halk takvimine göre 179  gün süren “Kasım” ayları bitiyor, 06 Mayıs’ ta yılın ikinci  yarısı “Hızır“ ayları başlıyor ve 06 Mayıs 1 Hızır.

Hıdırellez için daha önce yazdıklarımı paylaşmak istedim.

Belki de bugün için en güzel söz, bilge insan Bozkurt GÜVENÇ‘in çocukluğunda söylenen bir tekerlemeden ödünç aldığım aşağıdaki söz olmalı:

yarın bayram
üç kaşık ayran
sana da yeter, bana da

Bu dünya herkese yeter, üç kaşık ayran bile.

Yarını bayram olarak gören herkese Hızır yardımcı olsun.

***//***

İmdi,

Rivayet olunur ki, darda kalanlara, zorda kalanlara, dileği olanlara Hızır yardımcı olurmuş.

Yunanistan’ ı, Helenlerin yurdunu da doğu toplumu, doğu uygarlıkları içine alırsak ki bana göre almalıyız, Ortodokslar’ da kutlanan Aya Yorgi günü ile bizim ve tüm Ortadoğu, Türk Soylu yakın - uzak Asya halklarında 6 Mayıs’ ta Hıdırellez aynı coşku, aynı amaç ve niyetle kutlanır.

Herkesin az çok bilgi sahibi olduğu bu güne farklı bir yorumla bakayım izin verirseniz.

Bilinen adı, Hızır ve İlyas’ın bir arada söylendiği gibi, her ne kadar Hıdırellez olsa da, adı hep geçen ve adı hep anılan, yazılan Hızır’ dır. İlyas’ tan pek söz edilmez.

Bunun nedeni, bu söylencenin ve bu günün daha çok Anadolu içlerinde dile getirilmesidir. Hıdır – Hızır - Xizir hep karaların, iç kesimlerin çağırdığı isim olurken, deniz kenarlarının çağırdığı isim hep İlyas olmuştur.

***//***

Hızır adı, bazı çevrelerde tam adı ile yani Hızır olarak, çoğu zaman da Hıdır olarak çocuklara isim olur.

Hıdır adı, Azeri toplumlarda Xizir, Kürt toplumlarda Xızır olur.Xizir, bilinen fonetik ile söyleyecek olursak, Khizir, bey demektir.

Ortaçağdan gelen anlamı ile beyler, ağalar, lortlar, krallar Tanrı katındaki insanlardır, kölelerin, serflerin tanrısıdır onlar.

Yani, bey, Tanrıdır, bu durum kutsal kitaplarda da böyledir.

İncil’ de Tanrı’ ya sesleniş “lordum”, diye ifade edilir.

Yani, bizim bir kış günü Çıldır’ da sırtımızı verdiğimiz Kısır Dağı, aslında, Xızır, Kizir yani Bey Dağı’dır.

Yani, Uzak Asya’daki haliyle, Tien Shan, yani Tanrı Dağları adı çıkar karşımıza.

Yani, Batı Toroslardaki “Bey Dağları”, aslında  “Tanrı Dağlarıdır” Uzak Asya’dan alıp getirilen. Ne tuhaf, Bey Dağları’nın en yüksek noktası ise “Kızlar Sivrisi” olarak bilinir.


Aslında burada “kız”, kadındır, “KIZ ANA’ dır”, Ana Tanrıça’ dır ve hep en üsttedir, Tanrıların da üstünde. Bu konuyu “Kültür Yaratan Dağlar” çalışmamızda yeniden ele alacağız.

***//***

Bizim köylerimizde de öyle değil midir?

Koca Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, ne güzel anlatır köyün ağalarını, buradaki anlamıyla, beylerini, güya köylünün dar zamanda yanına yeten “Hızır’ı”

Eskiler takvim olarak yılı ikiye ayırırlardı, kış ve yaz, diğer adıyla, Kasım ve Hızır ayları diye.

08 Kasım -  05 Mayıs tarihleri arasındaki aylar, Kasım ayları diye bilinirken,

06 Mayıs – 04 Kasım tarihleri arası Hızır aylarıdır.

05 Mayıs, yani Hıdırellez gelmeden, yaz gelmiş sayılmazdı.

Bir de, Hıdırellez’ de ya da bir gün öncesi veya sonrasında yağan yağmurların altına, kovalar kazanlar konulur, yağmur suları toplanırdı.

O yağmur suları ile yıkanmak, genç kızları güzelleştirir, yaşlı kadınları gençleştirirdi.

İçenler ise o yağmur sularından şifa bulurdu.

Böyle inanılıyordu, ama bunun bilimsel bir temeli elbette vardı.

Her şey gökten geliyordu, Hızır, Tanrı veriyordu. Dolayısıyla yağan yağmur da bereket, bolluk, şifa demekti.

Bilimsel yanı ise, Mayıs ayında zirveye çıkan polenleşme, çiçeklerdeki tozlaşma, havaya karışan mineraller, yağmurun etkisiyle yere inerken hepsini birlikte alıp yere indirirdi.

O nedenledir ki, Mayıs ayında yağan yağmur bütün çiçek tozlarını süzüp, toplayıp indirdiği için yıkanana da, içene de şifadır, ilaçtır, dermandır.

Yağan bu zengin yağmur,  kimine şifa, kimine güzellik olurken, başka bir mucize daha yaşanır sabah erken saatlere bitkilere düşen “çiy” ile.

Anadolu’nun kimi yerlerinde hala Hıdırellez günlerinin erken sabahlarında bitkilere düşen “çiy” ile kadınlarımız yoğurtlarını mayalar.

Hıdırellez mayası ile tutan yoğurt yiyen var mı acaba?

Bütün bunların tanrısal olduğuna inanılır, olsun.

Ama artık bırakın şehir yağmurlarını, kırlarda yağan yağmurlar bile şifalı değil.  

Ne çiçek kaldı, ne böcek.

Yani, Hızır gitti.

Nietsche gibi, “Tanrı öldü”, demek değil bu laf elbette.

İskendername ve Kehf Suresi Hızır’ ı anlatır.

Ama bize Hızır’ ı en güzel bir Tokat Türküsü  anlatır.

yola yolladım seni de,
yollar yormasın seni
hızır elinden tutsun da ,
bana yollasın seni

Hızır hepinizin yardımcısı olsun.

Mayıs ve bahar, yağmur ve güneş sizin de baharınız, sizin de güneşiniz  olsun.

***//***

Üç kaşık ayran da yeter şu koca dünyaya, paylaşana,

“Bir yudum sevgi de” yeter yüreğinden gelene.

Aşk illa ki,

Recep Babayiğit