22 Kasım 2017 Çarşamba

SU KASİDESİ YA DA ÇIBIĞINA LÜLE


Aziz Nesin’e “en sevdiğiniz Türk şairi”, kimdir, diye sorduklarında, hemen “Fuzuli”, der. Azeridir Fuzuli, bizden daha çok bilirler ve severler.

Ardından ekler, “Fuzuli’nin ‘Leyla ile Mecnunu’, olağan üstü bir destandır” der.

 Lise edebiyat derslerinde, divan edebiyatının en zor konusu aruz vezniydi.

Ama, yine de divan edebiyatını bana sevdiren Fuzuli’ydi, en çok beğendiğim ise, onun aşağıya iki dizesini aldığım eşsiz “Su Kasidesi’ydi”

 Bizim gibi, doğu toplumlarında sevgiliye olan hasret öyle derindir ki, bunu bazen bir şiir, bazen bir söz, bazen bir benzetme anlatır.

Ama, bütün mesele sevgiliye olan hasreti anlatmak, dile getirmek değildir, mesele hasreti dindirmektir.

 Sevgiliye hasreti dindirmek kolay değildir. Ne mendiller düşürülür cumbalı evlerden sevgilinin geçtiği yola, ne ucu yanık nameler yazılır sevgiliye.

Su ya da mey dolu bardaktan iki yudum içildikten sonra, bardak ya da kadeh sevgiliye gönderilir muhabbet meclislerinde, yarısını da sevgili içer.

Amaç, meyin yarısını ikram etmek değildir, amaç , sevgilinin dudaklarının değdiği bardağa veya kadehe, aynı yere kendisinin de dudaklarını değdirip, bir tür buluşma yaşamaktır.

Öyle değil midir, sevdiğimiz birisinin, sevgilimizin, gezip dolaştığı, büyüdüğü, yatıp uyuduğu yerleri bizim de gezip dolaştığımızda “ah işte sevgilim de buralarda dolaşmış, buralarda yatıp uyumuştu” diyerek sevgiliyle bir tür buluşma yapmaz mıyız?

 Ama, aşağıdaki Su Kasidesi’nden alınan iki dize öyle bir buluşmayı anlatır ki, günümüz arabeskçileri o tarihte yaşamış olsalardı, işin içinden çıkamazlardı.


Öleceksin, gönüllü öleceksin, belki kara sevdadan, sevgiliye hasretinden, belki intiharla öleceksin, kavuşamayacaksın, kara toprağa gireceksin, kaçış yok.

O kara toprak gün gelip, çanak çömlek, testi yapmak için çamur haline getirilecek, o çamurdan testi yapılacak.

Sevgilinin kara toprağa dönmüş bedeninden yapılan testiye su doldurulacak, sevgili her gün o testiden su içecek.

Sevgilinin dudakları her gün o testiye değecek. O dudaklar, ölen sevgilinin toprak olmuş, sonra testi olmuş bedeni ile buluşacak.


Bakmayın siz şimdi testilerin plastik, çelik, camdan veya porselenden yapıldığına.

Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su

(Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla
sevgiliye su sunun.)

 Müthiş.

 ** -- **

Bizim Abdal müziğimizde bir zirve olan Çekiç Ali vardır. Neşet Usta zirve ise, Çekiç Ali, erken göçmüş bir başka zirvedir.

 Bağlamanın teline şiddetle, adeta çekiçle bir yere vurur gibi vurduğu için “Çekiç Ali” demişlerdir ona. Neşet Usta da son yıllarında doğaçlama çalıp söylemeye başladığında, bağlamanın tellerini  adeta bir çekiçle döğer gibiydi.

 Bir kıyamet ağıt “Kızılırmak” Türküsü söyler.

 Ama, bir de, “Çıbığına Lüle” diye başka ve benzersiz bir türkü daha söyler.

 Öyle söyler ki Fuzuli mezarından uyanıp gelse, Çekiç Ali’nin önünde eğilir.

19. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarına, Anadolu’ ya gelen batılı gezginler, oryantalistler, günlüklerinde Türkleri en tipik özellikleri ile şöyle anlatırlar:” Bütün gün kahvehanelerde bağdaş kurup otururlar, ucunda lüle olan ve içinde tütün yanan bir metreyi bulan çubuk çekerler”.

 Biz, Çekiç Ali, Anadolu Ağzı, “çubuk” demeyiz, “çıbık” deriz.


Bir insan bütün gün ucunda lüle olan çıbığı çekerse, bunun sevgiliyle buluşmanın ne anlamı olabilir ki?

Lüle, kilden yapılırdı, içinde tütün yanardı, çubuğun ucuna takılırdı.

 Yani, lüle olmadan, ağızlığa takar gibi, tütünü sarıp çubuğa takamazdın.

 Tütün lülenin içinde yanar da yanar, dumanı sevgiliyi, ateşi seni yakar.

Daha çok yanmak, hep yanmak, sevgiliden ayrılmamak, sevgiliyle buluşmak için bütün mesele “çıbığa lüle olmaktır”.

“ Sen ne kadar çıbık olursan, ben o kadar lüle olurum” der gibidir sevgili.

 Yanmak, duman olmaktır lülede. Bunu yazan yazar, ama Çekiç Ali söylerse bu türküyü, sevgili için çıbığa nasıl lüle olunur, anlarsın.

Çıbığına lüleyim
Yar yüzüne güleyim
Sen kapıdan geçerken
Ben başına belayım

 ** -- **

 Hani bir söz vardır “ kapıdan kovsan, bacadan girer “, diye.
 Gerçekten de öyle insanlar vardır.

 Anlatılır, hikayedir, belki efsanedir, ama sadece hırsızlar girmezdi bacalardan evlere. Deli aşıklar da bazen bacalardan girerdi sevgilinin yanına. Boşuna mı söylenmişti o ünlü Ankara türküsü:

Bacada yatan oğlan
Gömleği keten oğlan
Gündüz gelme gece gel
Horozdan korkan oğlan

Deli aşık, bacada yatıyorsa, elbet bir yolunu bulur, sevgilinin yanına bacadan da girer, şüphe yok.

 Bizim kültürümüzde bacadan Noel Baba’nın girmesi yoktur, ama bacadan giren deli aşıklar vardır.

Çıbık nasıl lülesiz olmuyorsa, evler de bacasız olmaz.

Bacalar evin ayrılmaz bir parçasıdır, ocağın tüttüğünü, o evde hayat olduğunu bacadan anlarsınız.

Baca tütüyorsa, soy devam ediyor demektir. Sevgili de soya dahildir.

 Ama, aşık için o ocağın başına geçmek, sevgiliyle buluşmak zordur, imkansızdır.

 Bacada yatmak da çözüm değildir.

Aşık için son ve kalıcı tek çare, o eve, sevgilinin bulunduğu o eve, o ocağa “baca “olmak, evden sonsuza kadar ayrılmamak, tıpkı çıbığın ayrılmaz bir parçası olmak gibi, evin ayrılmaz bir parçası, baca olmaktır.

 Çorum halk türküsü ne güzel anlatır bu sevgiyi, bu buluşmayı.

 Şu uzun gecenin gecesi olsam
Çorum’ da bir evin bacası olsam
Dediler ki nazlı yârim pek hasta
Başında okuyan hocası olsam.

 ** -- **

 Şan olsun, Fuzuli’ ye, Çekiç Ali’ ye, Çorumlu halk ozanına ve elbette  bacada yatan oğlana.

 Aşk ve sevda bir testinin ağzında su olmak, bir çıbığın lülesinde yanmak, bir evin bacasında tütmek, değil midir hep?

 Aşk illa ki.


Recep Babayiğit

22.11.2017 Gebze

8 Kasım 2017 Çarşamba

PASTIRMA YAZI


Pastırma kimin ya da hangi kentin adına yazılır veya ilerde tescil edilir bilinmez ama, önce bilinmeyen ya da yanlış bilinen bir deyimi açıklayalım :

 “Pastırma Yazı”

Şimdilerde içinde bulunduğumuz aylarda güneş arada bir , birkaç günlüğüne yüzünü gösterdiğinde, hemen çok bilmişçesine başlarız “daha önümüzde pastırma yazı var”, havalar biraz daha böyle gider, demeye.

Oysa, “pastırma yazı”, değildir, söylenen, doğrusu “ pastırma ayazıdır”. Anadolu insanı ses kaynaşması ile konuşur, sonra ağzından çıkan ses yazıya aktarıldığında başka bir yanlışa neden olur.

Tıpkı, örnekleri çok daha fazla olan;

-        Arada hala dilimizden düşmeyen o ünlü Bodrum türküsü “Çökertme” de “geçen” burası da aspat değil Halilim “dizesindeki” Aspat’ın “nedense ve hiç sorgu sual etmeden, hem aydınlar hem de o ünlü ses sanatçıları tarafından hep ama hep “asfalt” olarak seslendirilmiş olmasıdır. Oysa, türkünün geçtiği yıllarda değil Bodrum’ da Türkiye’ de bile asfalt yol yoktu.

        -      Beylerin, paşaların şehirlerin dışında at ahırları olurdu. Buralara “emir-i ahur” denirdi.            Oralarda çalışan köylü bunu ses kaynaşması ile telaffuz eder ve oralara “imrahor”,                derdi. Bugün, Ankara’nın en eski mahallelerinden “İmrahor”un, adının ne demek                     olduğunu kimse bilmez, merak da etmez.

-       Çok tekrarlanan bir söz vardır “eski camlar bardak oldu”. Oysa, doğrusu “eski çamlar bardak oldu”, şeklindedir.

Pek bilinmez, ama bilen bilir, eskiyen, yaşlı çamlar kesildiğinde, orman köylüsü, geçimini ormandan sağlayan “ağaç eri, tahtacı, kimi yerde "çıtak" dediğimiz, halkımız, onlarda su kabı, yani bir tür damacana yapar.Küçüğüne “bardak”, büyüğüne “senek” der.  

***//***

Anadolu’ da değil sadece, insanın yaşadığı her yerde gıdaların saklanma ve koruma yöntemleri aşağı yukarı hep bir birine benzer. Sadece koşullar değiştiğinde, refah ve sanayileşme ile birlikte ilkel saklama koşulları terk edilmeye başlanmıştır.

Yani, atlı asker bütün ülkelerin ordularında vardı, yani bütün orduların atlı askerleri artan eti şımarıkça atmıyor, bırakmıyor ya da vahşi hayvanlara vermiyordu, zaten az bulunan eti yanında taşıyordu, elbette taşıma yöntemini bilerek.

Yani, bu yöntem ne Hunlulara ne Türklere ne de Germenlere mahsus olamaz.
Pastırmanın adından hareketle, pastırmanın bir  Türk yiyeceği olduğu iddia edilemez.

***//***  

Benim çocukluğumda ve hatta gençliğimde de kurban bayramlarında kesilen etlerin saklanması için tek yöntem, elektrik ve buz dolabı olmadığı için, onları tuza bulayıp, kedinin uzanamayacağı ipe asmaktı.

Tuz burada zaten pişirici bir faktördür, hele mevsim kış ya da kışa yakın ayazlı günler ise, et havanın ayazı ile hiçbir kokma, bozulma olmadan adeta pişer ve saklanmış olurdu.

Şimdi aynı ya da benzer işi, derin dondurucular yapıyor. Köyden gelen halkımız ise ne yazık ki büyük bir görgüsüzlük ve aç gözlülükle evlerinin bir köşesine kocaman derin dondurucular alıp koyuyorlar.

Et böyle saklanırken, o ünlü ve dillere destan Kars Kazı farklı mı saklanırdı?

Hayır elbette.

Kars Kazı, iyice yağlanmadan kesilmez. Kışın bastırmasına kadar yeterince yağlanan  kaz kesilir  ve  tuza bulanarak, ipe serilip, kurutulur.

***

Eti ve kazı saklayan, koruyan aslında tuzdan ziyade “ayazdır”.

Biz de ayazda uzun süre dışarıda kaldığımızda ya da tedbirsiz karda dolaştığımızda, önce hemen kızarır, ertesi gün ise kap kara olur, güneşte yanmaktan beter oluruz.

Aslında olan şey, yüz derimizin adeta  pişmesi, donmasıdır.

***

Yeniden “pastırma yazına”  dönecek olursak, bu aylarda , yani kışa giriş aylarında,  güneşli havaların sabahları getirdiği ayazı yemeyen et  pastırma olmaz, adının Kayseri’ ye ya da Kastamonu’  ya yazılması hiç önemli değil.

Önemli olan, bilgileri, kelimeleri, gelenekleri, şimdiki ve gelecek kuşaklara doğru aktarmaktır: Pastırma yazı değil, pastırma ayazı ...

Recep Babayiğit,
8.11.2017 İstanbul