Aziz Nesin’e “en
sevdiğiniz Türk şairi”, kimdir, diye sorduklarında, hemen “Fuzuli”, der.
Azeridir Fuzuli, bizden daha çok bilirler ve severler.
Ardından ekler, “Fuzuli’nin
‘Leyla ile Mecnunu’, olağan üstü bir destandır” der.
Lise edebiyat derslerinde,
divan edebiyatının en zor konusu aruz vezniydi.
Ama, yine de divan
edebiyatını bana sevdiren Fuzuli’ydi, en çok beğendiğim ise, onun aşağıya iki
dizesini aldığım eşsiz “Su Kasidesi’ydi”
Bizim gibi, doğu
toplumlarında sevgiliye olan hasret öyle derindir ki, bunu bazen bir şiir,
bazen bir söz, bazen bir benzetme anlatır.
Ama, bütün mesele
sevgiliye olan hasreti anlatmak, dile getirmek değildir, mesele hasreti
dindirmektir.
Sevgiliye hasreti
dindirmek kolay değildir. Ne mendiller düşürülür cumbalı evlerden sevgilinin
geçtiği yola, ne ucu yanık nameler yazılır sevgiliye.
Su ya da mey dolu
bardaktan iki yudum içildikten sonra, bardak ya da kadeh sevgiliye gönderilir
muhabbet meclislerinde, yarısını da sevgili içer.
Amaç, meyin yarısını
ikram etmek değildir, amaç , sevgilinin dudaklarının değdiği bardağa veya
kadehe, aynı yere kendisinin de dudaklarını değdirip, bir tür buluşma
yaşamaktır.
Öyle değil midir,
sevdiğimiz birisinin, sevgilimizin, gezip dolaştığı, büyüdüğü, yatıp uyuduğu
yerleri bizim de gezip dolaştığımızda “ah işte sevgilim de buralarda dolaşmış,
buralarda yatıp uyumuştu” diyerek sevgiliyle bir tür buluşma yapmaz mıyız?
Ama, aşağıdaki Su
Kasidesi’nden alınan iki dize öyle bir buluşmayı anlatır ki, günümüz arabeskçileri
o tarihte yaşamış olsalardı, işin içinden çıkamazlardı.
Öleceksin, gönüllü
öleceksin, belki kara sevdadan, sevgiliye hasretinden, belki intiharla
öleceksin, kavuşamayacaksın, kara toprağa gireceksin, kaçış yok.
O kara toprak gün gelip,
çanak çömlek, testi yapmak için çamur haline getirilecek, o çamurdan testi
yapılacak.
Sevgilinin kara toprağa
dönmüş bedeninden yapılan testiye su doldurulacak, sevgili her gün o testiden
su içecek.
Sevgilinin dudakları
her gün o testiye değecek. O dudaklar, ölen sevgilinin toprak olmuş, sonra
testi olmuş bedeni ile buluşacak.
Bakmayın siz şimdi testilerin plastik,
çelik, camdan veya porselenden yapıldığına.
Dest-bûsı
ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su
(Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla
sevgiliye su sunun.)
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su
(Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla
sevgiliye su sunun.)
Müthiş.
** -- **
Bizim Abdal müziğimizde
bir zirve olan Çekiç Ali vardır. Neşet Usta zirve ise, Çekiç Ali, erken göçmüş
bir başka zirvedir.
Bağlamanın teline
şiddetle, adeta çekiçle bir yere vurur gibi vurduğu için “Çekiç Ali” demişlerdir
ona. Neşet Usta da son yıllarında doğaçlama çalıp söylemeye başladığında,
bağlamanın tellerini adeta bir çekiçle döğer gibiydi.
Bir kıyamet ağıt
“Kızılırmak” Türküsü söyler.
Ama, bir de, “Çıbığına
Lüle” diye başka ve benzersiz bir türkü daha söyler.
Öyle söyler ki
Fuzuli mezarından uyanıp gelse, Çekiç Ali’nin önünde eğilir.
19. yüzyıldan itibaren
Osmanlı topraklarına, Anadolu’ ya gelen batılı gezginler, oryantalistler,
günlüklerinde Türkleri en tipik özellikleri ile şöyle anlatırlar:” Bütün gün
kahvehanelerde bağdaş kurup otururlar, ucunda lüle olan ve içinde tütün yanan
bir metreyi bulan çubuk çekerler”.
Biz, Çekiç Ali,
Anadolu Ağzı, “çubuk” demeyiz, “çıbık” deriz.
Bir insan bütün gün
ucunda lüle olan çıbığı çekerse, bunun sevgiliyle buluşmanın ne anlamı olabilir
ki?
Lüle, kilden
yapılırdı, içinde tütün yanardı, çubuğun ucuna takılırdı.
Yani, lüle
olmadan, ağızlığa takar gibi, tütünü sarıp çubuğa takamazdın.
Tütün lülenin
içinde yanar da yanar, dumanı sevgiliyi, ateşi seni yakar.
Daha çok yanmak, hep yanmak, sevgiliden ayrılmamak, sevgiliyle buluşmak için bütün mesele “çıbığa lüle olmaktır”.
Yanmak, duman
olmaktır lülede. Bunu yazan yazar,
ama Çekiç Ali söylerse bu türküyü, sevgili için çıbığa nasıl lüle olunur,
anlarsın.
Çıbığına lüleyim
Yar yüzüne güleyimSen kapıdan geçerken
Ben başına belayım
** -- **
Hani bir söz
vardır “ kapıdan kovsan, bacadan girer “, diye.
Gerçekten de öyle
insanlar vardır.
Anlatılır,
hikayedir, belki efsanedir, ama sadece hırsızlar girmezdi bacalardan evlere. Deli
aşıklar da bazen bacalardan girerdi sevgilinin yanına. Boşuna mı söylenmişti o
ünlü Ankara türküsü:
Gömleği keten oğlan
Gündüz gelme gece gel
Horozdan korkan oğlan
Deli aşık, bacada
yatıyorsa, elbet bir yolunu bulur, sevgilinin yanına bacadan da girer, şüphe
yok.
Bizim
kültürümüzde bacadan Noel Baba’nın girmesi yoktur, ama bacadan giren deli
aşıklar vardır.
Çıbık nasıl
lülesiz olmuyorsa, evler de bacasız olmaz.
Bacalar evin ayrılmaz
bir parçasıdır, ocağın tüttüğünü, o evde hayat olduğunu bacadan anlarsınız.
Baca tütüyorsa,
soy devam ediyor demektir. Sevgili de soya dahildir.
Ama, aşık için o
ocağın başına geçmek, sevgiliyle buluşmak zordur, imkansızdır.
Bacada yatmak da
çözüm değildir.
Aşık için son ve kalıcı
tek çare, o eve, sevgilinin bulunduğu o eve, o ocağa “baca “olmak, evden
sonsuza kadar ayrılmamak, tıpkı çıbığın ayrılmaz bir parçası olmak gibi, evin
ayrılmaz bir parçası, baca olmaktır.
Çorum halk
türküsü ne güzel anlatır bu sevgiyi, bu buluşmayı.
Şu uzun gecenin gecesi olsam
Çorum’ da bir evin bacası olsamDediler ki nazlı yârim pek hasta
Başında okuyan hocası olsam.
** -- **
Şan olsun, Fuzuli’
ye, Çekiç Ali’ ye, Çorumlu halk ozanına ve
elbette bacada yatan oğlana.
Aşk illa ki.
Recep
Babayiğit
22.11.2017
Gebze
Çok güzel analiz yapmış daha ne diyek.Türkülerimiz bizleri , kültürümüzü olduğu gibi yalın bir şekilde anlatmıyormu.
YanıtlaSilEn güzel türküler birlikte söylenen türkülerdir, birgün birlikte söylemeye...
YanıtlaSil