15 Nisan 2019 Pazartesi

EĞİN’ E YOLCULUK *

“Hani nerede?” diye telaşla ortalarda dolaşan kadın Ankara Garı’nın 1. Peronunda bir sağa bir sola umutsuz gözlerle bakıyor.

Orta yaşın üzerinde, hafifçe kilolu, başındaki yazmasının altından alnına düşmüş boyasız perçemi yüzündeki hüzün kadını hemen ele veriyordu.

Kadının yanından ayrılmayan ve otuzlu yaşlarında olduğunu gösteren diğer kadının aynı telaşla olmasa da “anne gel artık gidelim” demesiyle onun “hani nerede,” diyen kadının kızı olduğunu anlıyorum.

Tren garları ne kadar çok insanın gönderdi de geri dönmediler kim bilir?

Kim bilir kaç kişi kavuşma umuduyla gelen trenleri beklediler günlerce, aylarca?

“Bu kadın her hafta aynı ve saatte gelir,” diyor, başımı kaldırdığımda göz göze geldiğim kırmızı kasketi ile bir yol memuru.

Oysa ben her zaman Atilla İLHAN’ ı, Kaptan’ ı hatırlarım garlara her gelişimde.

BELÂ ÇİÇEĞİ

alsancak garı'na devrildiler
gece garın saati belâ çiçeği
hiçbir şeyin farkında değildiler
kalleş bir titreme aldı erkeği
elleri yırtılmıştı kelepçeliydiler
çantasını karısı taşıyordu

hiç kimse tanımıyordu kimdiler
gece garın saati belâ çiçeği
üçüncü mevki bir vagona bindiler
anlaşıldı erkeğin gideceği
bir şeyden vazgeçmiş gibiydiler
bir türlü karısına bakamıyordu

ayaküstü birer bafra içtiler
gece garın saati belâ çiçeği
şimdiden bir yalnızlık içindeydiler
karanlık gelmişi geleceği
birdenbire sapsarı kesildiler
vagonlar usul usul kımıldıyordu

…/…

Saat henüz 13.00.

Doğu Ekspresi saat 18.00 kalkacak.

Yağmur hiç durmadan yağıyor ve hava oldukça soğuk.

Ankara’ da öğrenciliğimden aşina gri bir hava var.

Gar binasının tarihini ve mimarisini bilmek o soğuk ve gri Ankara havasında insanı bir parça ısıtıyor.

1892’ de Ankara’ya gelen tren için şimdiki muhteşem gar binasının yapılması 1937 yılını bulur.

Şekip AKALIN’ın yaptığı bu güzel binanın yerinde bulunan “Direksiyon Binası” şimdi Gar Müzesi.

İnsanların hafızası olduğu kadar, binaların da hafızası vardır.

Direksiyon Binası gün gelip de bir ülkenin kurtuluşu için önemli adımların atılacağı, askeri planların yapılacağı, kurtuluşu örgütleyen Mustafa Kemal için Ziraat Mektebi’ nden sonra uzun süre ikamet ettiği bir yer olduğunu çok iyi hatırlıyordur.

…/…

Yağmur ve soğuğa aldırmadan Ankara’nın Harbiye ve üniversite öğrencilik yıllarından ezberimdeki yollarına düşüyorum.

Resim Heykel Müzesi’ ne gitmeyeli kaç yıl oldu acaba?

Ya hemen yanında, aynı hizada, adeta komşu bina gibi duran ve son ziyaretimden bu yana önünden kim bilir kaç bin kere geçtiğim Etnoğrafya Müzesi hafızasını bir yoklasa benim kendisini en son ziyaretimi hatırlar mı acaba?

Doğrusu bunu ben de bilmiyorum.

Bunu bilebilmek için binalarla konuşmak, sohbet etmek gerekir.

Antik şehirlerle de…

Hasan HÜSEYİN Sagalassos’ a, Azime Hanım’ ın peşinden gelip antik kentle sohbete başladığında kendiliğinden dökülüvermişti o destan şiir AĞLASUN AY ŞAFAĞI.

Arif HİKMET KOYUNOĞLU bilemezdi yaptığı binanın modern müzecilik anlamında Türkiye’ nin ilk müzesi olacağını.

Bilemezdi aynı binanın 21 Kasım 1938 tarihinden 10 Kasım 1953 tarihine kadar Atatürk’ ün naaşı için bir ANIT KABİR olacağını.

İtalyan heykeltıraş CONANICA daha sağlığında ve 1927 yılında yaptığı Atatürk heykelinin ülkenin en güzel heykellerinden birisinin olacağını bilemezdi.

…/…

Ama şimdiki adı İstiklal olan kadim Romanyot Musevilerin bir zamanlar Ankara’nın bu en güzel mahallesinde yaşadığını ne bir Ankaralı bilir ne de bu Musevi Mahallesi – İstiklal Mahallesi’ nde ayakta kalmaya çalışan Sinegog ve o hüzün barındıran Musevi evleri.

Sinegogun hafızasını zorlamak istemiyorum.

Etnoğrafya Müzesi’ nden, çıkarak İtfaiye Meydan’ına iniyorum.

Opera binasının karşısında duran İller Bankası’nın o güzelim mimarisi ile merkez binasının yerine Ankara Kalesi’nin siluetini kapatacak dev boyutlarda bir cami yapılmış.

İtfaiye Meydanı yağmura rağmen hala canlı.

Bit Pazarı hala müşterilerini ağırlıyor.

Şengül Hamamı’ nı bulursam, Sinegog’ u bulacağımı, ama bunun için önce Kumrucu Sokağı bulmam gerektiğini kim söylüyor bana?

Mart ayından kalan BAŞKENTLERDEN PAYİTAHTA gezimizden birisi mi?

Sinegog kapalı.

Ama mahalle terk edilen evleri ile, daracık sokakları ile sanki bir şeyleri anlatıyor hala.

…/…

“Yok, hani, nerede?” diyor orta yaş üzerindeki kadın.

Kızı olduğunu tahmin ettiğim kadındaki telaş azalmış.

…/…



Musevi Evleri hüzün kaplı

…/…

Osman Nuri Safranbolu’ dan kalkıp Ankara’ ya geldiğinde  Eyüp Sabri TUNCER henüz hayatta değildi.

Osman NURİ o meşhur “beyaz lokumunu” yaptığında o beyaz lokumu en çok sevenlerden birisinin Nazım HİKMET olacağını bilemezdi.

Eyüp SABRİ ise 1963 yılında Ankara üzerinde Ulus’ ta hava çarpışarak düşen uçaklardan dolayı 120 kişinin öldüğünü, ortalığın ana baba gününe döndüğünü, ama yaklaşan Ramazan Bayramı’ndan dolayı kolonya almaya gelenlerin oluşturduğu kuyruğun 500 metreyi bulduğunu, buna rağmen sıramı kaybederim diye, kimsenin kuyruktan çıkıp olay yerine gitmediğini bilseydi bu hafıza    Ankara’ nın hafızası mı olurdu?

Ya Anafartalar Çarşısı’ndaki o seramik hazinesini hangi bina daha fazla hafızasında tutabilir ki?

Yarım kilo beyaz lokum alıyorum.

Eyüp SABRİ hala kapalı.

…/…

Ankara veya Şekip Bey’ in garındayım.

Yeni yapılan gardan söz etmek istemiyorum, zira bu yeni garda hafıza olacağına inanmıyorum.


Saat 17.00, daha hareket saatine bir saat var, ama Doğu Ekspresi 1 no’lu perona yanaşıyor.

Telaş içindeki kadın ortalarda görünmüyor.

Hareket saatine bir saat var, ama yataklı vagonuma geçip, gelen giden yolcuları izliyorum.

…/…

Saat 18.15 ve hareket ediyoruz.

Yataklı vagonda odamda bir ben varım.

Kapım açık.

Elmadağ’ a gelmeden Erzurum aksanı ile konuşan şık giyimli yaşlı bir amca açık oda kapımdan başını uzatıp “Sprechen Sie deutsch?”  (Almanca biliyor musun?) diye soruyor.

“Ja” (evet) diyorum.

Şık giyimli yaşlı amca Erzurum aksanı Almancası ile bana odada katlı halde bulunan yatakların nasıl açılması ve kurulması gerektiğini anlatıyor.

…/…

Uyandığımda güneşin doğmuş olduğunu fark ediyorum.

Anadolu bozkırından geçiyoruz.

Öyle huzur verici ki.

Daha Çetinkaya istasyonuna gelmemişiz anlaşılan.

Çetinkaya İstasyonu adını efsane Ali ÇETİNKAYA’ dan alır.

Birazdan ÇETİNKAYA İstasyonu görünüyor ve artık DİVRİĞİ sonrası ise DİVRİĞİ – BAĞIŞTAŞ arası ÇALTI SUYU KANYONU.

Divriği Çaltı Suyu kıyısında kurulmuş eski bir başkent olmasının yanında belki de hafızasını en çok yitiren bir PAVLİKAN yerleşimi.

Divriği’yi geçiyoruz, ama Doğu Roma baskısı, Ortodoks baskılar altında zulüm gören ve Paulusçu diye bilinen Anadolu’nun bu IŞIK insanlarını günümüz Anadolu Alevilerine bağlayan yol nereden geçiyor acaba?

Divriği ve Nuri DEMİRAĞ - BAŞKENTLERDEN PAYİTAHTA projemizin içinde olduğu için beni büyüleyen Çaltı Suyu’na dönüyorum.

…/…

Başımı aniden trenin gidiş yönünde sola çeviriyorum.

ÇÜREK mi yazıyordu köy levhasında?

CÜREK Mİ?

Cüneyt ARKIN’ ın gerçek adını hangi Cüneyt ARKIN filmi oynatan sinemanın hafızası hatırlar?

FAHRETTİN CÜREKLİBATUR

Hep CÜRET, derdik küçükken, çünkü CÜREK olamaz, anlamsız derdik kendi kendimize.

Kırgızca bize o coğrafyada konuşulan Türkçe’ de ve Tatarca’ da "y" harflerinin   "c"  olarak okunması gerektiği öğretmişti.

Cüneyt ARKIN Eskişehirli bir Tatar değil mi?

Gördüğüm köy levhası ÇÜREK değil, CÜREK. CÜREK de değil, aslı YÜREK.

CÜREK ise MTA’nın genç yaşında oralarda, Divriği’ de bulduğu demir madeni yataklarının işletilmesi için kurulan bir madenci kenti.

Kozlu gibi.

CÜREK ülkenin kısa zamanda neler yaptığını anlatıyor bize.

Seksenlerin başında terk edilen CÜREK hafızasını yoklasa bize neler anlatırdı kim bilir?

Belki de en çok birisi vagonlarla demir cevheri taşımak için yapılmış olan, diğeri kara yolu ulaşımı için yapılmış ve 45 derece açı ile yan yana yapılmış iki taş kemerli köprüyü mü anlatırdı?




 Yoksa Divriğililerin CÜREK için “orası PARİS” dediklerini mi?



Saat 08.30, Bağıştaş İstasyonu’ndayım.

Karasu istasyonun hemen önünden akıyor.

Çaltı Suyu ile Karasu Eğin’ e varmadan kavuşacaklar.

Çaltı Suyu’ nun demir cevheri rengindeki bulanık suyu Karasu’ nun berrak rengine karışacak ve Eğin’ den Keban’ a (ahh orası da GABAN / KABAN değil mi?)  varmadan Murat Suyu ile birleşerek ortaya koca bir FIRAT Nehri’ni çıkaracaklar.

…/…


Eğin’ e neden geldim,  hafızamı yokluyorum.

Gurbete en çok çıkanların, en içli GURBET türküleri yakan ve gurbet türkülerini  en iyi söyleyenlerin Eğinliler olduğunu bildiğimden midir?

İnsanlar gurbete ve yola neden düşerler?

…/

Kadın hala birinci peronun önünde sağa sola bakıyor, nerede kaldı, diyor.

Kırmızı renkli kasketi ile yol memuru elindeki ışıklı işareti kaldırıyor, yeşil tarafını makiniste doğru çeviriyor ve lokomotife yol veriyor.

Aklımda bir tek ihtimal kalıyor, beyaz vagon, Mustafa Kemal’ in Yurt Gezileri için hazırlanmış olan ve şimdi gar binasında sergilenen beyaz vagon.

Kadın hep beyaz vagonun önündeydi…

09-10 Nisan 2019


(*) Başlık sık sık yaptığım gibi büyük insanlardan ödünç aldığım bir başlık. Büyük PUŞKİN’ den ERZURUM’A YOLCULUK



   


10 Nisan 2019 Çarşamba

KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN* - 1 Yusuf Ziya Bahadınlı




Anam beni severken öpücüğe boğar, bakar bakar “köşek gözlüm yavrum benim, köşek gözlüm” derdi.

“Anamım bana neden “köşek gözlüm” dediğini bilirdim. Köşek; deve yavrusuydu, yeni doğduğunda gözlerine bakmaya doyum olmazdı: Işıklı bir karalığı vardı, insanlara bir şeyler söyler gibiydi; derin, berrak ve hüzünlüydü.” 1)



…/…

Çok öncelerden yapmamız gereken bir ziyareti ancak bugün yapabiliyoruz.

Ziyaret ettiğimiz kişi ülkenin aydınlık yüzlü bir insanı, yaşayan bir hazine Yusuf ZİYA BAHADINLI.

Ortaokul yıllarımdan kitaplarını bildiğim ve “acaba şu BAHADIN da neresi,” diye hep merak ettiğim, lise yıllarımda siyasi mücadelesini öğrendiğim Yusuf ZİYA BAHADINLI, annesinin ona seslendiği gibi “köşek gözlü” Ziya Bey açıyor kapsını bize.

Doksan üç yaşında beden ve akıl olarak dimdik ayakta duran Ziya Bey asansörsüz bir binanın beşinci katından binanın dış kapısına inerek bize kapıyı açıyor ve bizimle o kadar merdiveni çıkarak bizi Saray Burnu manzaralı evine buyur ediyor.

Tanışmalar, tedirgin kısa sohbetlerden sonra sımsıcak bir aydınlık insan çıkıyor ortaya.

Kendini anlatmayı sevmiyor.

“Bize anlatmak istediğiniz bir anınız var mı?” diye soruyoruz.

-        Hepsi kitabımda, ben ne isem oyum, diyor.

TİP sürecinden konuya girelim diyoruz, “ben ne isem oyum,” diyor.

Ne meclisin içinde yediği ölesiye dayaktan ne de Çorum’ da bin kişinin linç girişiminden söz ederken yüzünde ve o köşek gözünde en ufak bir kırgınlık, dargınlık, kin ve nefret seziliyor.

…/…

Karacaoğlan’ın bir güzel şiiri vardır, çağlar ötesinden gelir ve yaşanana ve yaşanmakta olan her günümüzü damgasını vurur: Kim var imiş biz burada yoğ iken

…/…

Bu toprakların aydını, sanatçısı, şairi, yazarı, film yapımcısı, sosyalist siyasetçileri      (diğer siyasetler burada söz konusu değil), akademisyenleri komplekse varan bir güven ile belki, belki de Karacaoğlan’ın o evrensel sözünü hiç bilmediklerinden veya o söze aldırış etmediklerinden, bu ülke de hatta bazen de bu dünyada, bazı şeyleri ve hatta bazen de birçok şeyi ilk defa kendilerinin yazdığını, kendilerinin yaptığını, kendilerinin söylediğini, kendilerinin başlattığını, söyler veya  iddia ederler.

…/…

(…)
buna benzer bir şeyler söylemiştim
milat yok
demiştim, milat yer almayacak hayatımızda. 2)
(…)

…/…

Yukarıda saydığımız “bu toprakların” insanları yaptıkları işlerin miladını kendileri ile başlatırlar hep, nedense. Her şey onlarla başlamıştır sanki.

Dayak yemenin de bu topraklarda bir tür övünç meselesi haline geldiği, bir miladı olduğu bilinir.

En çok sözü edilen ve tarihe geçen dayak olayı, 1965 seçimlerinden sonra meclise giren 15 TİP (Türkiye İşçi Partisi) milletvekilinden birisi olan Çetin ALTAN’ ın mecliste yediği dayaktır.

Oysa mecliste ilk dayağı yiyen Yozgat milletvekili Yusuf ZİYA BAHADINLI’ dır, öldüresiye dövülür.

(…)

Nereden, nasıl çıkıp geldiğini anlamadığım biri de beni tekmeleyeme başlamıştı. Tanımıştım; nasıl tanımazdım, yine çevresine toprak saçıyordu! Bir gün önce annesiyle babasını görmüştüm. Meclis’ e Milletvekili oğullarını görmeye gelmiş olmalılardı, Ankara’nın bir köyündendiler. Giyinişleri, duruşları, davranışları, bilinen köylü ezikliğini sergiliyordu.

Kavga bittiğinde gözüm ona takıldı:

“Bunlar vuruyor, kendi açılarından belki de haklı olabilirler! Peki, sen neden tekmeledin” dediğimde: “Neden vurmayacakmışım” dedi, “Ben milletvekili değil miyim?” 3)

(…)

Bu dayak bile Çetin ALTAN adına yazılır, Yozgat’ ın Sorgun ilçesinin Bahadın Köyü’nden çıkan TİP milletvekili Yusuf ZİYA BAHADINLI sadece gülümser bu olaya sorduğumuzda.

…/…

68 kuşağının genç devrimci önderleri kendilerinden önceki kuşaktan, sosyalist olmayan, devrimci olmayan, ama “ihtilalci” olan Süvari Binbaşı Fethi GÜRCAN’ ın hayatını bilselerdi Ünye ve Nurhaklar ve Kızıldere nasıl olurdu?

78 kuşağı devrimcileri 68 kuşağı devrimcilerinin hayatlarını anlatan ve en fazla ve ne yazık 1000 adet ve sadece tek baskı yapan kitapların kaç kişi tarafından okunduğunu biliyorlar mı?

Her iki kuşak da “kendilerinden önce birilerinin buralarda olduğunu” bilmiyor mu acaba?

Köy Enstitülü öğretmen yazarlarımızdan hep Fakir BAYKURT, hep Mahmut MAKAL, hep Talip APAYDIN bilinir, hatırlanır.

Yusuf Ziya BAHADINLI da var idi ve hala var bu hayatta, şimdinin hikayecileri hikaye yazmayı neden ödül alma şartlı refleksine bağlarlar, hiç mi bir şey anlatmaz BAHADINLI?

…/…

-        Ziya Bey, biliyorsunuz Alper TAŞ bu yerel seçimlerde CHP Beyoğlu Belediye Başkan adayıydı.

-        Evet

-        Seçim kampanyası sırasında hiç size uğradı mı?

-        Hayır

Alper TAŞ’ ın yaşayan en yaşlı ve tek sosyalist milletvekili olan Yusuf Ziya BAHADINLI ile en azından seçim kampanyası sırasında neden görüşmediğini anlamak zor.

CHP ve Alper TAŞ’ ın kendilerinden önce de, Fatih MAÇOĞLU’ nun TKP adına girdiği seçimlerden önce de “kim var imiş biz burada yoğ iken” demeleri halinde karşılarına belki de ilk çıkacak kitap Yusuf ZİYA BAHADINLI’ nın bir seçim sürecinin nasıl yönetilmesi gerektiğini anlatan ve çok çok gerilere giden “GÜLLÜCE’ Yİ SEL ALDI” kitabı oldurdu.

…/…

12 Eylül sonrası yapılan yerel seçimlerde sosyalist partilerin- ÖDP- ilk başkanlık kazandığı yerin HOPA olduğu bilinir.

Biraz da zorlama ile hani derler ya, teşbihte hata olmaz, “ite kaka”, HOPA’ da bir sosyalist belediye başkanlığı kazanıldığında, o kimselerin bilmediği, bilenlerin ise burun kıvırdığı Yozgat’ ın Sorgun İlçesinin BAHADIN Beldesi’ nin Hopa’dan çok daha önce ve 12 Eylül sonrası ilk sosyalist belediye başkanını çıkardığını kaç kişi bilir?

Karacaoğlan ne güzel demiş?

Ama belki de bir tür hastalık, küçük burjuva hastalığı, her şeyi kendimizle başlatmak, bütün miladı kendimizle başlatmak.

…/…

Ziya Bey bizim saat 11.00’ de geleceğimizi anlayarak, kalkıp bize çay yapmış.

En gencimizin kim olduğunu sorarak, saat 11.00’den beri kaynayan çay servisinin yapılmasını istiyor.

İmzalatmak için kitaplarını getirmiştik yanımızda.

Bize çalışma odasından paketler içinde olan, raflarda duran kitaplarını almamızı söylüyor.

Hepimiz üçer beşer alıyoruz kitaplarından ve hepimize, orada bulunmayan yakınlarımızın adına da hiç yorulmadan imzalıyor kitapları Yusuf ZİYA BAHADINLI o yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesi ile.

Belki de en çok bizim Laz Kazım ULUTAŞ duygulanıyor, GÜLLÜCELİ KAZIM kitabını imzalattıktan sonra.

Ümran KALAFAT eksik olmasın, Ziya Bey’ in eski bir siyah beyaz portre fotoğrafını bulup bastırmış ve saydam bir cam çerçeve içine yerleştirmiş.

Fotoğrafın arkasına bir karton koymuş.

Fotoğrafı Yusuf ZİYA BAHADINLI’ ya hediye ediyoruz.

Çok duygulanıyor.

Fotoğrafın arkasındaki kartona hepimiz adımızı yazarak imzalıyoruz “Beyoğlu buluşması 05 Nisan 2019” notunu düşerek.

Meclise HDP çatısı altında girerek TİP’ e geçen iki Barış ATAY ve Erkan BAŞ’ ın  TİP’ e geçmelerinden önce veya sonra yaşayan en eski TİP’ li ve vekil oln Yusuf ZİYA BAHADINLI’ yı ziyaret edip etmediklerini sormaya dilimiz varmıyor.

Kalkıyoruz, veda vakti.

Yine gelin, hep gelin, diyor Ziya Bey.

Ama yine de son bir soru sormadan alamıyor Hasan SAYIL kendini.

Biraz da mahcup soruyor Hasan SAYIL:

“Erdal ÖZ hiç ziyaretinize geldi mi?”

Yanıt kısa ve net: Hayır

…/…

Erdal ÖZ, Denizlerin arkadaşıdır.

Dilim varmıyor, ama GÜLÜNÜN SOLDUĞU AKŞAM kitabını neden yazdı?

Erdal ÖZ Can Yayınlarının kurucusu ve sahibiydi.

Artık hayatta değil.

Can Yayınları ile Yusuf ZİYA BAHADINLI’ nın evi aynı sokakta ve apartman kapıları birbirine sadece ve sadece 10 metre uzaklıkta.

Erdal ÖZ’ ün kim var imiş biz burada yoğ iken, dediğini hiç duyan var mı?

…/…

Çorumlu olduğumu söylüyorum.

O köşek gözlerinde tatlı bir kıvılcım çakıyor.

“İlk gördüğüm Çorumluyu dövecektim, kendime söz vermiştim,” diyor. Kafatasında oluşan çukurluğu bize gösteriyor ve bunu Çorumluların yaptığını söylüyor.

“Arkadaşlar tutsun beni, doyasıya dövün, boynum kıldan incedir,” diyorum.

(…)

O ise bilerek, düşünerek yapıyordu: yüzlerce kişi peşimizdeydi, vuruyordu, sövüyordu, taşlıyordu…

“Birlikte yürüyelim ağabey!”

Atılan taşlara, sövgüye, vurmaya ve belki de olası ölüme birlikte yürümek istiyordu. 4)

(…)

Çorum’ da 1000 kişinin linç girişimi karşısında yine bir başka Çorumlu giriyor Yusuf ZİYA BAHADINLI’ nın koluna birlikte yürümek için.

Bu topraklarda BİRLİKTE YÜRÜYENLER de vardı kimseler buralarda yoğ iken.

Birlikte yürüyeceğiniz, belki de olası ölüme birlikte yürüyeceğiniz, sevdanız olsun.

Aşk illaki

(*)

Kim var imiş biz burada yoğ iken

Karac'oğlan der ki, bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş, biz burada yoğ iken


1)  Ben Kim İsem Oyum, Yusuf Ziya BAHADINLI
2) Kötü Şiirler, İsmet ÖZEL
3) Meclis’in İçinde Vurdular Beni, Yusuf Ziya BAHADINLI
4) Ben Kim İsem Oyum

2 Nisan 2019 Salı

DEĞİŞİK HİKAYELER - 3 (Gebze Otobüs Terminali Günlükleri )


Adam iri yarı.

Ramiz Kaptan beni Gebze Otobüs Terminali’ ne bıraktığında görüyorum iri yarı adamı.

Adam, elindeki irice koliyi neredeyse gövdesinden öne çıkmış ve yarım metrelik teras yapmış göbeğinin üstünde taşımaya çalışıyor.

Gecenin bu saatinde bile hala hiç azalmamış Ağustos sıcağına aldırmadan, üstelik üzerindeki kışlık ceketini çıkarmadan kan ter içinde taşıdığı koliyi otobüs yazıhanesinin önüne bırakıyor.

Otobüs terminalindeki kalabalık gittikçe artıyor.

Sağ ayağı sol ayağından en az 20 santim eksik ve sağ ayağının parmak uçları ile yere ancak temas edebilen davulcu, sırtında davulu ile asker uğurlayanlar için çalmak üzere otobüslerin önüne giderken, bir hacı yatmaz gibi, adımını her attığında yerden 20 santim kısalıyor ve hemen sonra 20 santim uzuyor.

“En büyük asker bizim asker.“

“Bu asker gidecek, geri gelecek.“

Yıllardır köyde, kasabada, ilde otobüs terminallerinde asker uğurlamalarını izlerim, yıllardır hep aynı ve içinde hiçbir pırıltı, zeka olmayan sloganlar.

Doğrusu daha iyisini de beklemiyorum, arabesk kültürü ile yetişmiş varoşların gençlerinden, ne de artık türkü bile dinlemeyen köylülerden.

Sanki sloganlar bu kadar kötü de, ne kadar içten ve coşkulu çalsa da o sağ ayağı sakat abdal davulcunun çaldığı davulun sesi, bir teneke sesinden farklı mı?

Oysa eskiden davullar deriden gerilirdi.

Her deriden davul gerilmezdi.

Nasıl ki her deriden tulum olmaz ve peynir basılmaz ise.

Davul derilerine “tirişe deri“ derdik. Çok zahmetli işlemleri ve çok deneyimli ustaları olurdu bu derileri yapmak için. Deri son işlemden geçtiğinde üzerinde ne bir leke,    ne de iğne deliğinden bile küçük delik olurdu.

Yılların Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası’ nda binden fazla davulluk tirişe deri vardı atıl durumda bekleyen. Almak istemiştim.

Hayır, demişlerdi.

Şimdi ne tirişe deri geriliyor davullara ne de doğal sesleri var davulların.

Şimdi salon orkestralarının baterilerinin davulları gibi, elyaftan mamul şeyler geriliyor davullara, tam bir teneke sesi çıkıyor.

Oysa bizim yetiştirme yurdunun o zavallı fakir trampet takımında bile benim trampetimin derisi tirişe deriden gerilmişti.

Oysa ne güzeldi bizim asker uğurlamalarımız köylerde.

Davul zurna ile uğurlanırdı gençler köyün çıkışındaki yamacı aşana kadar.

Önde “bayraktar veya yiğitbaşı“ olurdu, bayrak taşırdı.

Davul zurna ille de Keskin Abdalları’ ndan olurdu ve köyün kadınlarının demesi ile “gavurun dölleri“ ne de güzel çalarlardı, kadın, kız başta olmak üzere, erkekler hep ağlardık zurnanın deli sesine.

Sanki kız evinden kız çıkardı, hazin hazin çalardı davul zurna.

Oyunlar, halaylar bitmiştir artık.

Önce yiğitbaşı, önünde kocaman bir bayrak, arkada kurası gelmiş askere gidecek gençler, düzülürlerdi köyün çıkışına doğru.

Asker alayı yola düzülmeden son görev hep babam Aşık Cesari Hoca’nın olurdu.

Babam Aşık Cesari Hoca, asker alayını o yanık sesi ile dualarla uğurlardı.

Asker alayının köyden çıkmadan, Hozalığın Yamacı’ ndan aşıp gözden kaybolmadan, köyden ayrılmadan önce köyden duydukları son ses babam Aşık Cesari Hoca’ nın sesi olurdu.

Bundandı belki de, askerden izinli gelen gençlerin, ilkin babamı ziyaret edip ellerini öpmeleri.

…/…

Kamil Koç otobüs yazıhanesinin önünde bekliyorum.

Üzerinde kışlık ceketi, Ağustos sıcağında o büyük koliyi taşıyan adam hemen yanı başımda, otobüslerin yanaştığı peron ile yolcuların yazıhane önlerinde durdukları kaldırım arasına bırakmış kolisini.

İri yarı adamı göremiyorum.

Demek ki, bir yolcusu yok, koliyi otobüse verecek ve kargo olarak gönderecek.

Otobüs terminalleri çoğu yerde evsizlerin yeridir, özellikle soğuk kış gecelerinde.

1988‘ de Almanya’ dan başlayıp otostop ile Türkiye’ ye geldiğimde, en çok gecelediğim yerler tren garları ve otobüs terminalleri olmuştu.

Etrafa bakıyorum, terminalde geceleyecek bir gariban göremiyorum.

Gariban olmadığından değil, gariban bu anlamsız gürültüye nasıl dayansın?

Uzaklarda, terminalin tam ortasında, otobüs giriş–çıkışlarının azaldığı anlarda, etekleri ve sarı uzun saçları uçuşarak, uzun boyundan dolayı bisikletin üzerinde kamburu çıkmış bir şekilde çok büyük bir keyifle habire turlayan bir genç kızı görüyorum.

Sanki sirkteyim, otobüs terminali dışında bir yerdeyim.

Genç kızı izleyen ve ona “şuradan, şöyle, biraz daha“ gibi şeyler söyleyen iki genç kız daha var.

Yazıhanenin önünden ayrılıp, kızları daha yakından izlemek üzere onlara doğru gidiyorum.

Bisiklet üzerindeki kıza sürekli bir şeyler söyleyen diğer genç kıza sesleniyorum.

-          Ne güzel, bu saatte, böyle bir yerde bile neşeyle bisiklet sürüyorsunuz.

-          Bisikleti Balıkesir’ e göndereceğiz de otobüsle, otobüs gelene kadar binelim dedik.

-          Çok güzel, ben de şaşırmıştım, ta Gebze’ den buraya bisikletle yolcu uğurlamaya gelen üç genç kız.

-          Yok, hayır, bisikleti kamyonete koyup getirdik.

-          Vallahi nasıl olsa herkesin otobüsü gecikti, bence siz bisikleti üç tur beş lira hesabıyla çalıştırın, mesela ben hemen varım.

-          Yoo, para olmaz, ama gerçekten binmek istiyor musunuz?

-          Evet, kendimi bir sirkte gibi hissediyorum.

Genç kız, bisikletin üzerindeki kıza sesleniyor

-          Figen, bu amca bisiklete binmek istiyor

Amca olmuşum.

Bu sözün beni ilgilendirdiğini duyumsayamadım birden.

Ah Karacaoğlan:

Sakal seni tutam tutam yolayım

Bir kız bana amca dedi neyleyim

Bisikleti süren genç kız yanımıza gelip duruyor ve bisikletten inerek, binmem için bana veriyor.

O da ne, bisikletin selesi o kadar alçak ki, son seviyeye kadar indirilmiş.

Şimdi anlıyorum, bu uzun boylu genç kızın neden iki büklüm bisiklet sürmeye çalıştığını.

-          Ama bu bisikletin selesi çok alçak, ben bile binemem. Durun seleyi ayarlayım

-          Nasıl yani, bu sele ayarlanabiliyor mu?

-          Elbette.

Kızlardan bisikleti alıyor ve seleyi uzun genç kızın boyuna göre ayarlıyorum. Bu durumda benim bisiklete binmem olmaz, bisikleti uzun genç kıza geri veriyorum. Almak istemiyor, ”önce siz binin,“ diyor.

“Hayır,“ diyorum.

Uzun boylu, rüzgarda sarı uzun saçları ve eteği uçuşan genç kız selesi ayarlanmış bisiklete yeniden binince daha büyük bir keyifle ve hiç durmaksızın, arada ağzından dökülen coşkulu seslerle ve üstelik yeniden artmaya başlayan otobüs trafiğine rağmen daha geniş turlar atıyor.

Bisiklete binen genç kızı ve onun diğer iki arkadaşı genç kızlardan ayrılıyorum, onların sevincini uzaklardan izlemek bana daha iyi geliyor.

Sağ ayağı 20 santim kısa davulcu ve zurnacı bir ikili oluşturmuş.

Uzaklarda, Isparta’ ya giden otobüsün önünde bir başka davul–zurna çalan ikili görüyorum.

Sağ ayağı 20 santim kısa olan davulcu ve zurnacı ikilisi bu geceyi kapatmışa benziyor, davulcu davulunu sırtına vurmuş otobüs terminalinin dışına doğru yürüyor.

Isparta otobüsünün önünde çalan diğer davul zurnacı ise şanslı sayılır.

Hem gecenin bu vaktinde çalıyorlar, hem de çaldıkları havaya otobüsün önünde halaya duran gençler var.

Ordu otobüsü yanaşıyor perona.

Peronun önünde kırık dökük bir mopet duruyor. Birisi bununla terminale yolcu uğurlamaya gelmiş, hemen geri gidecek gibi, mopet pek emanet duruyor.

Ordu otobüsünün muavini, kaptan şoförü ve bir adam hararetle tartışıyorlar.

Sonra muavin, o kırık dökük mopetin gidonlarını tutuyor, mopete soldan bir yarım tur attırarak mopeti otobüsün bagajına sokmaya çalışıyor.

Fakat, belli ki muavin daha önce hiç mopet kullanmamış, az daha mopeti üzerine devirecek oluyor. Kaptan şoför ile işi tatlıya bağlayan adam hemen yetişiyor ve mopeti genç muavinin elinden alıyor ve durumu düzeltiyor.

Mopetin sahibi olduğunu tahmin ettiğim, kaptan şoför ile işi tatlıya bağlamış olan adam, muavin ve kaptan şoför mopeti üç elden sürerek bagaja sokmaya çalışıyor.

Bunun için, mopetin sahibi adam talimat veriyor ve muavin önce mopetin arka tekerini havaya kaldırarak bagaja sokuyor. Adam ve kaptan şoför ise mopetin önünü kaldırarak, kalan kısmı bagajın içine doğru, bagaj kapağı kapanacak kadar itmeye çalışıyorlar.

Ama hayır, olmuyor.

Bagaj kapağı kapanmıyor.

Bir hayli uğraştıktan sonra, mopet Ordu otobüsünün bagajına yerleştiriliyor.

Kim bilir, bu mopete Ordu’ da kim binecek?

Kim bilir, bu mopet Çambaşı Yaylası’ na mı, Gürgentepe’ ye mi gidecek?

Kızların Balıkesir’ e gönderecekleri bisikleti düşündüğümde, gülesim geliyor.

Onlara, bisikletin ön tekerini sökmeden yerleştirmeyin, bisiklet zarar görür,  dediğimde, kızlar “ön teker sökülüyor mu,“ diye bana hayretle bakmışlardı.

İri yarı adamı yeniden görüyorum.

Adam bu kez otobüs terminalinde yük taşımak için kullanılan dört tekerli demirden ve sanki tabut taşımak için yapılmış gibi uzun ve dikdörtgen taşıma platformu olan bir arabaya yığdığı üç beş koli ve dengi yazıhane ile peron arasına, asfalta indiriyor.

Daha saat 24:00, benim otobüsüm en erken bir saat sonra gelecek.

Otobüs trafiği gittikçe azalıyor.

Yazıhaneden çıkan bir genç, iri yarı adama kolileri ve denkleri asfalttan kaldırıma çekmesini, otobüslerin perona yanaşamadıklarını söylüyor.

İri yarı adam, söylene söylene asfalta indirdiği kolileri ve denkleri yine üstünde kışlık ceketi olduğu halde ve kan ter içinde kaldırıma alıyor.

Isparta otobüsü de kalkıyor. Belli ki bu otobüs Eğirdir Dağ ve Komando Er Eğitim Tugayı’ na gidiyor.

Otuzlarında bir genç kadın ve orta yaşlarda bir kadın geliyor iri yarı adamın asfalttan kaldırıma aldığı kolilerin ve denklerin başına.

Genç kadının yüzünde hüzün saklı. Orta yaşlardaki kadın, genç kadının annesi olmalı. İri yarı, sürekli terleyen ama üzerindeki kışlık ceketi hala çıkarmayan adam ise,  babası olmalı genç kadının.

Daha bir dikkatle bakıyorum asfalttan kaldırıma alınan kolilere ve denklere.

Bir ütü masası sarıp sarmalanmış, masanın ayakları iki tavşan ayağı gibi dışarı çıkmış.

Kolinin birisinin yırtık köşesinden perde olduğu anlaşılan kumaş parçası sarkıyor.

İçinde tabak çanak olduğu belli olan ve o iri yarı adamın teras gibi göbeğinde taşıyıp getirdiği ağır koli, içindeki tabak çanak kaydığından, yamuk bir külçe gibi yerde duruyor.

Belli ki bir ayrılık var.

Bu ayrılık, gurbetten ayrılıp, ailecek yeniden sılaya dönme ayrılığı değil gibi.

Genç kadının gözlerinde hüzün ve acı saklı.

Annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın, ağladı ağlayacak, arada genç kadına sarılıyor.

Kim bilir, kimden ayrılıyor bu genç kadın ve taşıyıp götüreceği bu kırık dökük eşyalar ne kadar da zavallı.

Hepsinden önemlisi, bu genç kadın nereye gidiyor?

Gözüm alışıyor bu bir avuç koli ve denge, ama bu bir avuç zavallı ev eşyası ile bu genç kadın gittiği yerde yeni bir ev mi kuracak, nasıl ve kiminle kuracak?

Otobüsüm geliyor.

Saat 01:30

Genç kadın, kolilerin başından ayrılmıyor.

Hüzün genç kadının yüzünden eksilmiyor.

İri yarı adam ter içinde.

Otobüsleri hala gelmemiş.

Ne zaman geleceğini göremeyeceğim.

Ayrılık uzun sürecek.

Genç kadın için söz konusu olan sadece mekan değişikliği miydi? 

Recep Babayiğit
05 Ağustos, Cuma 2016