Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü
Ruhi SU Anısına
(Beşinci Bölüm)
Hava çok sıcak değil, ama susuzluktan olmalı, bir sade soda daha içebilir miyim, diyorum Kömürcü köylülere.
Hemen yeni bir soda daha geliyor.
Masamız üç iken, beş, beş iken on oluyor, meraklı bakışlarla dinleyenler var. Ama en çok da beni bir araştırmacı sanıyorlar.
-Abi, aha o senin dediğin şeyden, neydi o “obisyen mi ne?“, dolu bizim köyde.
-Nerede, ben pek göremedim.
Köylüler, kahvehanenin tam karşısında, bir kale gibi yükselen andezit kayalığı gösteriyorlar.
-Daha orada, biz kale deriz orada, o kayanın tam dibinde blok blok o senin de dediğin şeyden dolu, damar damar hem de.
-Cıncık yani?
-He, cıncık.
İçimden kendime kızıyorum. Neden daha köye ilk gelip de köylülere setin üstünden selam verdiğimde, bu obsidyen yataklarını sormadım, diye. Bunu sormuş olsaydım, kim bilir nasıl bir görüntü ile nasıl bir cıncık görüntüsü ile karşılaşacaktım?
Bir daha gelişimizde o kaleye gideriz, diyor, yeniden sohbete dönüyorum.
-Dünyada ilk ticaret nasıl başlamıştır, biliyor musunuz?
-Ne bilek?
-Para yok, ne yapacaksın?
-Ha, o zaman takas yaparız.
-Evet, dünyada ilk ticaret takas ile yani değiş tokuş ile başlamıştır.
-Peki, dünyada ilk ticaret ne zaman başlamıştır?
-Ne bilek?
-Dünyada ticaret, yani takas bundan tam on bin yıl önce başlamıştır.
-Peki dünyada takasa konu olan ilk ticari emtia nedir?
-Ne bilek?
-Yani, insanlar ilk takasta neyi değiş tokuş yapmışlar?
-Ne bilek?
-Dünyada takasa konu olan ilk ticari emtia sizin bu “cıncık“ dediğiniz, bilimsel adı “obsidyen olan“ volkan camıdır.
-Bilmiyorduk.
-Peki, dünyada takasa konu ilk ticari emtianın değiş tokuş yapıldığı yer neresidir?
-Ne bilek?
Değil köylü bir insan, okumuş, bilgili bir insanın bile değil yanıtlamayı, sorulan soruları bile anlamakta zorlanacağı böyle bir durumda onlardan sorduğum bu sorulara yanıt vermelerini, hele de doğru yanıtlar vermelerini beklemiyordum elbette.
Ama onlarla hem muhabbet etmek hem de sahip oldukları hazinenin, üzerinde oturdukları hazinenin farkında olmalarını istiyordum.
Beni şaşkınlıkla dinleyen köylüler, daha beş dakika önce boktan bir “cıncığın“ nasıl da sırları olduğunu duydukça şaşkınlıklarını gizlemeye çalışıyorlardı.
-Dünyada takasa konu olan ilk ticari emtianın değiş tokuş yapıldığı yer, burasıdır, yani Göllü Dağ, yani Kömürcü Köy.
-Çok büyük olmasa da, insanlık tarihi için, ekonomi tarihi için çok değerli bir hazinenin üzerinde oturuyorsunuz.
Köylüler hazine lafına karınlarının tok olduğunu göstermek ister gibi, biraz da alaycı olarak kafa sallıyorlar bana.
-Peki, dünyada ilk beyin ameliyatı ne zaman yapıldı?
-Ne bilek?
-Dünyada ilk beyin ameliyatı bundan tam on bin yıl önce yapıldı?
-Peki, bundan tam on bin yıl önce yapılan bu ilk beyin ameliyatı nerede yapıldı?
-Ne bilek?
-Dünyada bundan tam on bin yıl önce yapılan ilk beyin ameliyatı size de fazla uzak sayılmayan Ihlara Vadisi’ nin içinden geçerek akıp giden Melendiz Çayı’ nın döküldüğü Mamasın Barajı’ nın kenarındaki “Aşıklı Höyük’ te“ yapıldı.
-He, bildim, Mamasın Barajını bilirim, önünden geçerken bir levha Aşıklı Höyük, diye gösteriyor.
-Yaşa, işte orası.
Nihayet köylülerin de bildiği bir şey yakaladım. Oradan devam etmek daha kolay olacak.
-Peki, dünyada bundan tam on bin yıl önce Aşıklı Höyük’ te yapılan ilk beyin ameliyatı nasıl yapıldı?
-Ne bilek?
-Yani, o zamanlar daha demir, bakır bulunmadı.
-He.
-Peki, o halde, ilk beyin ameliyatında kesici alet olarak ne kullanıldı?
-Ne bilek?
-Bundan tam on bin yıl önce, Aşıklı Höyük’ te yapılan dünyanın ilk beyin ameliyatında sizin bu “cıncık“ dediğiniz, obsidyen kullanıldı.
Köylüler, ilk okumaya başlayan çocukların meraklı bakışları ile her sorduğum soru karşısında şaşırıyorlar, ama sorulara yanıt vermek için kendilerini hazırlamak yerine, sanki onları sorguya almışım gibi, sorularım karşısında adeta hemen savunmaya geçiyorlar ve her soru karşısında “ne bilek,“ diye benim birer yumuşak darbe gibi olan sorularımı geçiştirmeye çalışıyorlardı.
-Bu sizin cıncık dediğiniz malzeme sadece ameliyatlarda değil, günlük hayatın her alanında kullanılmıştır.
-He, doğrusun, bu cıncıkları sivriltip, ok uçları, mızrak uçları yapmışlar.
Köylülerin de konuya katılmaları, bildiklerini dökmeleri beni değil, onları daha çok mutlu ediyor.
-Bakın, bu sizin cıncık dediğiniz taşlar, buradan çıkarıldıktan sonra, hayvanlarla buradan ta Mısır’ a, Suriye’ ye, Mezopotamya’ ya, Kıbrıs’ a satılıyordu. Oradan da buralı insanlar, yani sizin de atalarınız belki de oralardan tahıl, tuz, dokuma alıyorlardı.
Köylüleri kendi hallerine bırakmıyorum. Ama bir yandan da “yeter beyim, burada bilgi yarışması mı yapıyoruz,“ diye beni terslemelerinden çekiniyorum. Ama bir yandan da onlara arada fıkralar anlatıyorum.
Adamın birisi arabasıyla seyahate çıkmış. Yolda arka sol tekeri patlayınca durup, stepnesi çıkararak tekerini değiştirmiş. Tam stepnenin bijonlarını takarken, o esnada adamın yanından hızla geçen başka bir arabanın rüzgarı adamın kaybolmasın diye, jant kapağını içine koyduğu bijonları savurup atmış.
Adam, beş bijondan ancak ikisini bulabilmiş. İki bijonlu teker ile gidemeyeceğini anlayarak, kara kara düşünmeye, bir yandan da yanından hızla geçen araç sürücüsüne küfretmeye başlamış.
O esnada, tekeri değiştiren adamın durduğu yerin tam karşısındaki binanın üçüncü kat penceresinden üstünde pijamasıyla kayıp bijonları dert eden adama bakan birisi aşağıya, adama seslenmiş:
-Hemşerim, ne diye dert ediyorsun. Diğer üç tekerden birer bijon söküp, stepneye tak, en yakın lastikçiye kadar gider, orada işini halledersin.
Stepneyi takmaya çalışan adam, lafın nereden geldiğine bakmış, kafasını kaldırıp karşı binanın üçüncü katında kendisini izleyen pijamalı adamı görmüş ve içinden “yahu adam doğru söylüyor, bunu ben nasıl akıl edemedim, “ demiş içinden.
-Sağ olun beyefendi, orası neresi , tamirhane mi?
-Hayır beyim, burası tımarhane.
-Yani akıl hastanesi.
-Evet.
Stepnesini takmaya çalışan adam, pijamalı adamın akıl hastanesinin üçüncü katından kendisine akıl verdiğini anladıkça büsbütün dayanamamış.
-Yani, siz delisiniz.
Binanın üçüncü katından stepnesini değiştirmeye çalışan adama bakan pijamalı adam son sözü söylemiş.
-Evet beyim, ben deliyim, ama akılsız değilim.
…/…
-Peki, dünyada bilinen en eski tapınak kaç yıllıktır?
-Ne bilek?
-Dünyada bilinen en eski tapınak on beş bin yıllıktır.
-Peki, dünyada bilinen en eski tapınak nerededir?
-Ne bilek?
-Dünyada bilinen en eski tapınak, bugünkü Şanlı Urfa sınırları içinde kalan ve “Göbekli Tepe“ diye bilinen yerdedir ve halen sırlarla dolu kazılara devam edilmektedir.
-Peki, sizin bu Göllü Dağ ile Göbekli Tepe arasında ne gibi bir bağlantı olabilir?
-Ne bilek?
-Sizin buradan çıkarılan bu cıncıklar, yani obsidyenler, oraya, yani bugünkü Göbekli Tepe’ ye de götürülmüştür.
-Peki, sizin buradan çıkarılan Göllü Dağ obsidyenleri ile cıncıklar ile o zamanın insanı dünyanın bu en eski tapınağında, Göbekli Tepe‘ de neler yapmıştır?
-Ne bilek?
-Sizin buradan çıkarılan Göllü Dağ obsidyenleri dünyanın bilinen bu en eski tapınağında bir ustura gibi, bir kılıç gibi kullanılarak, bunlarla o tapınakta hayvan ve insan kurban edilmiştir.
Bu son bilgileri köylüleri irkiltiyor ve yüzlerindeki ifadeleri değişiyor.
Sohbete ara vermek istemiyorum, ama konuya ara vermek istiyorum. Bir yandan da grubun gelerek, bu sohbeti bozmamasını istediğim için, köylülere sorularımı peş peşe soruyorum.
Konuyu değiştirmek yine bana düşüyor.
Köyün ne zaman kurulduğunu, Alevi inançlarını nasıl yerine getirebildiklerini, ne ile geçindiklerini, hangi Alevi Ocağı’ na bağlı olduklarını soruyorum.
…/…
Mahmut Bey anlatmaya başlıyor.
-Beyim, bu bizim köyün kuruluşu o kadar eski değil.
-Yani?
-Yanisi şu, yetmiş yılı geçmez. Devlet bizi sağdan soldan toparlayıp buraya atmış.
Mahmut Bey’ in anlattıklarından, köyde yaşayanların bir zamanlar konar – göçer Yörük – Türkmen Aleviler olduğunu ve onların yakın zamanda bu köyde zorunlu iskana tabi tutulduğunu anlıyorum.
-Yani, siz zorunlu iskana tabi tutularak buraya atıldınız.
-He aynı öyle.
-Peki o zaman, konar – göçerseniz, hangi boydansınız?
-Beyim, şimdi biz buraya üç koldan gelmişiz, boyunu bilmem.
-Nereden gelmişsiniz?
-Bir kolumuz Aydın, bir kolumuz Mersin ve bir kolumuz da Yozgat’ tan.
-Mersin’ den gelenler Sarı Keçili mi acaba?
Kimisi he, diyor, kimisi sil baştan başka kollar ve boylardan söz ediyor, bu sefer onlar, köylüler bana bir şeyler anlatıyor.
O esnada, masaya yanaşan esmer tenli, rakı ile arasının iyi olduğu belli olan ve yüzü bizim oraların “Abdallarını“ andıran göbeklice bir köylü kendisinin Yozgat’ tan geldiğini, o koldan geldiğini söylüyor. Adama bakıyorum, adamın yüzü bana hemen Hacı TAŞAN’ ı, Çekiç ALİ ‘ yi çağrıştırıyor. Şaşırıyorum.
Adam benim nereli olduğumu öğrendiğinde “Aşık Gülabi’ yi” tanıyıp tanımadığımı soruyor.
-Tanımaz olur muyum, Gülabi’ yi kim tanımaz?
-Hah, işte Gülabi’ nin kardeşi Muharrem’ e çalgı çalmayı ben örettim.
Buna şaşırmıyorum. Gülabi ve köyü Çayan, Abdal köyü değildir. Ama bana Yozgat’ tan geldiğini söyleyen adam Abdal ve Abdallar genetik olarak saz ve söz ustası olduklarını başta Neşet ERTAŞ Usta’dan kanıtlıyorlar.
O arada, bizim ekibin arabaya dolmuş halde, kahvehanenin önüne, setin dibine kadar gelmiş olduklarını görüyorum. Kuvvet Hoca, arabadan inmeden, camdan başını çıkararak, sanırım bana “haydi Recep, bu kadar sohbet yeter, kalk gidelim,“ der gibi sesleniyor.
-Hocam, gelin bir soluklanın, köylülere bir selam verin.
Zoraki de olsa, bizimkiler araçtan çıkarak, kahvehaneye geliyor ve bir saattir benimle masada oturanlar hemen sandalyelerinden kalkarak, bizimkilere, dört kişiye yer açıyorlar.
Gelenleri masada oturan köylülerle tanıştırıyorum. İlgi daha da artıyor.
Sade sodalar söyleniyor yeniden.
Selman, benim koşarak önden ve erken inmemden sonra, dönüşte köyün çobanı o yoksul karı kocanın eşeği ile oyalandıklarını, eşeğin insana hasret kalmış olduğunu, peşlerinden gelmek istediğini, kendilerine sevgi gösterisi yaptığını, Selman’ın ise bu durum karşısında eşeği uzayan perçemlerinden tarayarak doyasıya sevdiğini anlatıyor.

Ruhi SU Anısına
(Beşinci Bölüm)
Hava çok sıcak değil, ama susuzluktan olmalı, bir sade soda daha içebilir miyim, diyorum Kömürcü köylülere.
Hemen yeni bir soda daha geliyor.
Masamız üç iken, beş, beş iken on oluyor, meraklı bakışlarla dinleyenler var. Ama en çok da beni bir araştırmacı sanıyorlar.
-Abi, aha o senin dediğin şeyden, neydi o “obisyen mi ne?“, dolu bizim köyde.
-Nerede, ben pek göremedim.
Köylüler, kahvehanenin tam karşısında, bir kale gibi yükselen andezit kayalığı gösteriyorlar.
-Daha orada, biz kale deriz orada, o kayanın tam dibinde blok blok o senin de dediğin şeyden dolu, damar damar hem de.
-Cıncık yani?
-He, cıncık.
İçimden kendime kızıyorum. Neden daha köye ilk gelip de köylülere setin üstünden selam verdiğimde, bu obsidyen yataklarını sormadım, diye. Bunu sormuş olsaydım, kim bilir nasıl bir görüntü ile nasıl bir cıncık görüntüsü ile karşılaşacaktım?
Bir daha gelişimizde o kaleye gideriz, diyor, yeniden sohbete dönüyorum.
-Dünyada ilk ticaret nasıl başlamıştır, biliyor musunuz?
-Ne bilek?
-Para yok, ne yapacaksın?
-Ha, o zaman takas yaparız.
-Evet, dünyada ilk ticaret takas ile yani değiş tokuş ile başlamıştır.
-Peki, dünyada ilk ticaret ne zaman başlamıştır?
-Ne bilek?
-Dünyada ticaret, yani takas bundan tam on bin yıl önce başlamıştır.
-Peki dünyada takasa konu olan ilk ticari emtia nedir?
-Ne bilek?
-Yani, insanlar ilk takasta neyi değiş tokuş yapmışlar?
-Ne bilek?
-Dünyada takasa konu olan ilk ticari emtia sizin bu “cıncık“ dediğiniz, bilimsel adı “obsidyen olan“ volkan camıdır.
-Bilmiyorduk.
-Peki, dünyada takasa konu ilk ticari emtianın değiş tokuş yapıldığı yer neresidir?
-Ne bilek?
Değil köylü bir insan, okumuş, bilgili bir insanın bile değil yanıtlamayı, sorulan soruları bile anlamakta zorlanacağı böyle bir durumda onlardan sorduğum bu sorulara yanıt vermelerini, hele de doğru yanıtlar vermelerini beklemiyordum elbette.
Ama onlarla hem muhabbet etmek hem de sahip oldukları hazinenin, üzerinde oturdukları hazinenin farkında olmalarını istiyordum.
Beni şaşkınlıkla dinleyen köylüler, daha beş dakika önce boktan bir “cıncığın“ nasıl da sırları olduğunu duydukça şaşkınlıklarını gizlemeye çalışıyorlardı.
-Dünyada takasa konu olan ilk ticari emtianın değiş tokuş yapıldığı yer, burasıdır, yani Göllü Dağ, yani Kömürcü Köy.
-Çok büyük olmasa da, insanlık tarihi için, ekonomi tarihi için çok değerli bir hazinenin üzerinde oturuyorsunuz.
Köylüler hazine lafına karınlarının tok olduğunu göstermek ister gibi, biraz da alaycı olarak kafa sallıyorlar bana.
-Peki, dünyada ilk beyin ameliyatı ne zaman yapıldı?
-Ne bilek?
-Dünyada ilk beyin ameliyatı bundan tam on bin yıl önce yapıldı?
-Peki, bundan tam on bin yıl önce yapılan bu ilk beyin ameliyatı nerede yapıldı?
-Ne bilek?
-Dünyada bundan tam on bin yıl önce yapılan ilk beyin ameliyatı size de fazla uzak sayılmayan Ihlara Vadisi’ nin içinden geçerek akıp giden Melendiz Çayı’ nın döküldüğü Mamasın Barajı’ nın kenarındaki “Aşıklı Höyük’ te“ yapıldı.
-He, bildim, Mamasın Barajını bilirim, önünden geçerken bir levha Aşıklı Höyük, diye gösteriyor.
-Yaşa, işte orası.
Nihayet köylülerin de bildiği bir şey yakaladım. Oradan devam etmek daha kolay olacak.
-Peki, dünyada bundan tam on bin yıl önce Aşıklı Höyük’ te yapılan ilk beyin ameliyatı nasıl yapıldı?
-Ne bilek?
-Yani, o zamanlar daha demir, bakır bulunmadı.
-He.
-Peki, o halde, ilk beyin ameliyatında kesici alet olarak ne kullanıldı?
-Ne bilek?
-Bundan tam on bin yıl önce, Aşıklı Höyük’ te yapılan dünyanın ilk beyin ameliyatında sizin bu “cıncık“ dediğiniz, obsidyen kullanıldı.
Köylüler, ilk okumaya başlayan çocukların meraklı bakışları ile her sorduğum soru karşısında şaşırıyorlar, ama sorulara yanıt vermek için kendilerini hazırlamak yerine, sanki onları sorguya almışım gibi, sorularım karşısında adeta hemen savunmaya geçiyorlar ve her soru karşısında “ne bilek,“ diye benim birer yumuşak darbe gibi olan sorularımı geçiştirmeye çalışıyorlardı.
-Bu sizin cıncık dediğiniz malzeme sadece ameliyatlarda değil, günlük hayatın her alanında kullanılmıştır.
-He, doğrusun, bu cıncıkları sivriltip, ok uçları, mızrak uçları yapmışlar.
Köylülerin de konuya katılmaları, bildiklerini dökmeleri beni değil, onları daha çok mutlu ediyor.
-Bakın, bu sizin cıncık dediğiniz taşlar, buradan çıkarıldıktan sonra, hayvanlarla buradan ta Mısır’ a, Suriye’ ye, Mezopotamya’ ya, Kıbrıs’ a satılıyordu. Oradan da buralı insanlar, yani sizin de atalarınız belki de oralardan tahıl, tuz, dokuma alıyorlardı.
Köylüleri kendi hallerine bırakmıyorum. Ama bir yandan da “yeter beyim, burada bilgi yarışması mı yapıyoruz,“ diye beni terslemelerinden çekiniyorum. Ama bir yandan da onlara arada fıkralar anlatıyorum.
Adamın birisi arabasıyla seyahate çıkmış. Yolda arka sol tekeri patlayınca durup, stepnesi çıkararak tekerini değiştirmiş. Tam stepnenin bijonlarını takarken, o esnada adamın yanından hızla geçen başka bir arabanın rüzgarı adamın kaybolmasın diye, jant kapağını içine koyduğu bijonları savurup atmış.
Adam, beş bijondan ancak ikisini bulabilmiş. İki bijonlu teker ile gidemeyeceğini anlayarak, kara kara düşünmeye, bir yandan da yanından hızla geçen araç sürücüsüne küfretmeye başlamış.
O esnada, tekeri değiştiren adamın durduğu yerin tam karşısındaki binanın üçüncü kat penceresinden üstünde pijamasıyla kayıp bijonları dert eden adama bakan birisi aşağıya, adama seslenmiş:
-Hemşerim, ne diye dert ediyorsun. Diğer üç tekerden birer bijon söküp, stepneye tak, en yakın lastikçiye kadar gider, orada işini halledersin.
Stepneyi takmaya çalışan adam, lafın nereden geldiğine bakmış, kafasını kaldırıp karşı binanın üçüncü katında kendisini izleyen pijamalı adamı görmüş ve içinden “yahu adam doğru söylüyor, bunu ben nasıl akıl edemedim, “ demiş içinden.
-Sağ olun beyefendi, orası neresi , tamirhane mi?
-Hayır beyim, burası tımarhane.
-Yani akıl hastanesi.
-Evet.
Stepnesini takmaya çalışan adam, pijamalı adamın akıl hastanesinin üçüncü katından kendisine akıl verdiğini anladıkça büsbütün dayanamamış.
-Yani, siz delisiniz.
Binanın üçüncü katından stepnesini değiştirmeye çalışan adama bakan pijamalı adam son sözü söylemiş.
-Evet beyim, ben deliyim, ama akılsız değilim.
…/…
-Peki, dünyada bilinen en eski tapınak kaç yıllıktır?
-Ne bilek?
-Dünyada bilinen en eski tapınak on beş bin yıllıktır.
-Peki, dünyada bilinen en eski tapınak nerededir?
-Ne bilek?
-Dünyada bilinen en eski tapınak, bugünkü Şanlı Urfa sınırları içinde kalan ve “Göbekli Tepe“ diye bilinen yerdedir ve halen sırlarla dolu kazılara devam edilmektedir.
-Peki, sizin bu Göllü Dağ ile Göbekli Tepe arasında ne gibi bir bağlantı olabilir?
-Ne bilek?
-Sizin buradan çıkarılan bu cıncıklar, yani obsidyenler, oraya, yani bugünkü Göbekli Tepe’ ye de götürülmüştür.
-Peki, sizin buradan çıkarılan Göllü Dağ obsidyenleri ile cıncıklar ile o zamanın insanı dünyanın bu en eski tapınağında, Göbekli Tepe‘ de neler yapmıştır?
-Ne bilek?
-Sizin buradan çıkarılan Göllü Dağ obsidyenleri dünyanın bilinen bu en eski tapınağında bir ustura gibi, bir kılıç gibi kullanılarak, bunlarla o tapınakta hayvan ve insan kurban edilmiştir.
Bu son bilgileri köylüleri irkiltiyor ve yüzlerindeki ifadeleri değişiyor.
Sohbete ara vermek istemiyorum, ama konuya ara vermek istiyorum. Bir yandan da grubun gelerek, bu sohbeti bozmamasını istediğim için, köylülere sorularımı peş peşe soruyorum.
Konuyu değiştirmek yine bana düşüyor.
Köyün ne zaman kurulduğunu, Alevi inançlarını nasıl yerine getirebildiklerini, ne ile geçindiklerini, hangi Alevi Ocağı’ na bağlı olduklarını soruyorum.
…/…
Mahmut Bey anlatmaya başlıyor.
-Beyim, bu bizim köyün kuruluşu o kadar eski değil.
-Yani?
-Yanisi şu, yetmiş yılı geçmez. Devlet bizi sağdan soldan toparlayıp buraya atmış.
Mahmut Bey’ in anlattıklarından, köyde yaşayanların bir zamanlar konar – göçer Yörük – Türkmen Aleviler olduğunu ve onların yakın zamanda bu köyde zorunlu iskana tabi tutulduğunu anlıyorum.
-Yani, siz zorunlu iskana tabi tutularak buraya atıldınız.
-He aynı öyle.
-Peki o zaman, konar – göçerseniz, hangi boydansınız?
-Beyim, şimdi biz buraya üç koldan gelmişiz, boyunu bilmem.
-Nereden gelmişsiniz?
-Bir kolumuz Aydın, bir kolumuz Mersin ve bir kolumuz da Yozgat’ tan.
-Mersin’ den gelenler Sarı Keçili mi acaba?
Kimisi he, diyor, kimisi sil baştan başka kollar ve boylardan söz ediyor, bu sefer onlar, köylüler bana bir şeyler anlatıyor.
O esnada, masaya yanaşan esmer tenli, rakı ile arasının iyi olduğu belli olan ve yüzü bizim oraların “Abdallarını“ andıran göbeklice bir köylü kendisinin Yozgat’ tan geldiğini, o koldan geldiğini söylüyor. Adama bakıyorum, adamın yüzü bana hemen Hacı TAŞAN’ ı, Çekiç ALİ ‘ yi çağrıştırıyor. Şaşırıyorum.
Adam benim nereli olduğumu öğrendiğinde “Aşık Gülabi’ yi” tanıyıp tanımadığımı soruyor.
-Tanımaz olur muyum, Gülabi’ yi kim tanımaz?
-Hah, işte Gülabi’ nin kardeşi Muharrem’ e çalgı çalmayı ben örettim.
Buna şaşırmıyorum. Gülabi ve köyü Çayan, Abdal köyü değildir. Ama bana Yozgat’ tan geldiğini söyleyen adam Abdal ve Abdallar genetik olarak saz ve söz ustası olduklarını başta Neşet ERTAŞ Usta’dan kanıtlıyorlar.
O arada, bizim ekibin arabaya dolmuş halde, kahvehanenin önüne, setin dibine kadar gelmiş olduklarını görüyorum. Kuvvet Hoca, arabadan inmeden, camdan başını çıkararak, sanırım bana “haydi Recep, bu kadar sohbet yeter, kalk gidelim,“ der gibi sesleniyor.
-Hocam, gelin bir soluklanın, köylülere bir selam verin.
Zoraki de olsa, bizimkiler araçtan çıkarak, kahvehaneye geliyor ve bir saattir benimle masada oturanlar hemen sandalyelerinden kalkarak, bizimkilere, dört kişiye yer açıyorlar.
Gelenleri masada oturan köylülerle tanıştırıyorum. İlgi daha da artıyor.
Sade sodalar söyleniyor yeniden.
Selman, benim koşarak önden ve erken inmemden sonra, dönüşte köyün çobanı o yoksul karı kocanın eşeği ile oyalandıklarını, eşeğin insana hasret kalmış olduğunu, peşlerinden gelmek istediğini, kendilerine sevgi gösterisi yaptığını, Selman’ın ise bu durum karşısında eşeği uzayan perçemlerinden tarayarak doyasıya sevdiğini anlatıyor.

Bizimkiler de masada yerlerini alıyor. Köylüler, en büyük sorunlarının kuyulardan kullandıkları suya sayaç bağlı olduğunu ve su paralarını ödeyemedikleri için kuyuların mühürlendiğini ve susuzluk çektiklerini, nihayet Kartal Belediyesi’nin bütün köyün su borcunu ödediğini anlatıyor.
Ben, bizimkiler yok iken, köylülerle yapmış olduğum sohbeti yeni baştan yapmak ve bizimkilere anlatmak niyetinde değilim. Zaten buna vakit de yok.
Cebimden çıkardığımdan beri etrafında oturduğumuz masanın üstünde duran cıncıkları bizimkilere de göstererek;
-Arkadaşlar, köylü dostlarımız bu taşa, bu bizim obsidyen olarak bildiğimiz
“volkan camına“ ne diyorlar?
Bizimkiler de köylülerin dediği gibi “ne bilek,“, demiyorlar elbette, ama meraklı bakışlarla soruyorlar. Yüzümü Selman’ a dönerek;
-Arkadaşlar, köylüler bizim bu obsidyen dediğimiz volkan camına “cıncık,“ diyorlar. Ne sevimli ve tanımlayıcı değil mi?
Cıncık sözünü duyan Selman irkiliyor.
-Bana göre hiç de sevimli değil.
Şaşırıyorum.
-Babam, ne yapsak beğenmezdi, her işe bir kusur, bahane bulurdu. Bizi sürekli aşağılardı. Sürekli ezilirdik, elimizi bir işe atarak, hiçbir şeyi kendi kendimize öğrenemezdik. Yapılan işi asla beğenmez ve ardından hep aynı cümleyi söylerdi:
“Ne biçim iş yapıyorsunuz? Elin oğlu işini cıncık gibi yapıyor. Siz de her işinizi “cıncık“ gibi, hatasız yapacaksınız. Yapacağınız iş cıncık gibi olmalı.”
Ben, bizimkiler yok iken, köylülerle yapmış olduğum sohbeti yeni baştan yapmak ve bizimkilere anlatmak niyetinde değilim. Zaten buna vakit de yok.
Cebimden çıkardığımdan beri etrafında oturduğumuz masanın üstünde duran cıncıkları bizimkilere de göstererek;
-Arkadaşlar, köylü dostlarımız bu taşa, bu bizim obsidyen olarak bildiğimiz
“volkan camına“ ne diyorlar?
Bizimkiler de köylülerin dediği gibi “ne bilek,“, demiyorlar elbette, ama meraklı bakışlarla soruyorlar. Yüzümü Selman’ a dönerek;
-Arkadaşlar, köylüler bizim bu obsidyen dediğimiz volkan camına “cıncık,“ diyorlar. Ne sevimli ve tanımlayıcı değil mi?
Cıncık sözünü duyan Selman irkiliyor.
-Bana göre hiç de sevimli değil.
Şaşırıyorum.
-Babam, ne yapsak beğenmezdi, her işe bir kusur, bahane bulurdu. Bizi sürekli aşağılardı. Sürekli ezilirdik, elimizi bir işe atarak, hiçbir şeyi kendi kendimize öğrenemezdik. Yapılan işi asla beğenmez ve ardından hep aynı cümleyi söylerdi:
“Ne biçim iş yapıyorsunuz? Elin oğlu işini cıncık gibi yapıyor. Siz de her işinizi “cıncık“ gibi, hatasız yapacaksınız. Yapacağınız iş cıncık gibi olmalı.”