25 Ağustos 2020 Salı

CINCIK (Beşinci Bölüm)



Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü

Ruhi SU Anısına
(Beşinci Bölüm)


Hava çok sıcak değil, ama susuzluktan olmalı, bir sade soda daha içebilir miyim, diyorum Kömürcü köylülere.

Hemen yeni bir soda daha geliyor.

Masamız üç iken, beş, beş iken on oluyor, meraklı bakışlarla dinleyenler var. Ama en çok da beni bir araştırmacı sanıyorlar.

-Abi, aha o senin dediğin şeyden, neydi o “obisyen mi ne?“, dolu bizim köyde.

-Nerede, ben pek göremedim.

Köylüler, kahvehanenin tam karşısında, bir kale gibi yükselen andezit kayalığı gösteriyorlar.

-Daha orada, biz kale deriz orada, o kayanın tam dibinde blok blok o senin de dediğin şeyden dolu, damar damar hem de.

-Cıncık yani?

-He, cıncık.

İçimden kendime kızıyorum. Neden daha köye ilk gelip de köylülere setin üstünden selam verdiğimde, bu obsidyen yataklarını sormadım, diye. Bunu sormuş olsaydım, kim bilir nasıl bir görüntü ile nasıl bir cıncık görüntüsü ile karşılaşacaktım?

Bir daha gelişimizde o kaleye gideriz, diyor, yeniden sohbete dönüyorum.

-Dünyada ilk ticaret nasıl başlamıştır, biliyor musunuz?

-Ne bilek?

-Para yok, ne yapacaksın?

-Ha, o zaman takas yaparız.

-Evet, dünyada ilk ticaret takas ile yani değiş tokuş ile başlamıştır.

-Peki, dünyada ilk ticaret ne zaman başlamıştır?

-Ne bilek?

-Dünyada ticaret, yani takas bundan tam on bin yıl önce başlamıştır.

-Peki dünyada takasa konu olan ilk ticari emtia nedir?

-Ne bilek?

-Yani, insanlar ilk takasta neyi değiş tokuş yapmışlar?

-Ne bilek?

-Dünyada takasa konu olan ilk ticari emtia sizin bu “cıncık“ dediğiniz, bilimsel adı “obsidyen olan“ volkan camıdır.

-Bilmiyorduk.

-Peki, dünyada takasa konu ilk ticari emtianın değiş tokuş yapıldığı yer neresidir?

-Ne bilek?


Değil köylü bir insan, okumuş, bilgili bir insanın bile değil yanıtlamayı, sorulan soruları bile anlamakta zorlanacağı böyle bir durumda onlardan sorduğum bu sorulara yanıt vermelerini, hele de doğru yanıtlar vermelerini beklemiyordum elbette.

Ama onlarla hem muhabbet etmek hem de sahip oldukları hazinenin, üzerinde oturdukları hazinenin farkında olmalarını istiyordum.

Beni şaşkınlıkla dinleyen köylüler, daha beş dakika önce boktan bir “cıncığın“ nasıl da sırları olduğunu duydukça şaşkınlıklarını gizlemeye çalışıyorlardı.

-Dünyada takasa konu olan ilk ticari emtianın değiş tokuş yapıldığı yer, burasıdır, yani Göllü Dağ, yani Kömürcü Köy.

-Çok büyük olmasa da, insanlık tarihi için, ekonomi tarihi için çok değerli bir hazinenin üzerinde oturuyorsunuz.

Köylüler hazine lafına karınlarının tok olduğunu göstermek ister gibi, biraz da alaycı olarak kafa sallıyorlar bana.

-Peki, dünyada ilk beyin ameliyatı ne zaman yapıldı?

-Ne bilek?

-Dünyada ilk beyin ameliyatı bundan tam on bin yıl önce yapıldı?

-Peki, bundan tam on bin yıl önce yapılan bu ilk beyin ameliyatı nerede yapıldı?

-Ne bilek?

-Dünyada bundan tam on bin yıl önce yapılan ilk beyin ameliyatı size de fazla uzak sayılmayan Ihlara Vadisi’ nin içinden geçerek akıp giden Melendiz Çayı’ nın döküldüğü Mamasın Barajı’ nın kenarındaki “Aşıklı Höyük’ te“ yapıldı.

-He, bildim, Mamasın Barajını bilirim, önünden geçerken bir levha Aşıklı Höyük, diye gösteriyor.

-Yaşa, işte orası.

Nihayet köylülerin de bildiği bir şey yakaladım. Oradan devam etmek daha kolay olacak.

-Peki, dünyada bundan tam on bin yıl önce Aşıklı Höyük’ te yapılan ilk beyin ameliyatı nasıl yapıldı?

-Ne bilek?

-Yani, o zamanlar daha demir, bakır bulunmadı.

-He.

-Peki, o halde, ilk beyin ameliyatında kesici alet olarak ne kullanıldı?

-Ne bilek?

-Bundan tam on bin yıl önce, Aşıklı Höyük’ te yapılan dünyanın ilk beyin ameliyatında sizin bu “cıncık“ dediğiniz, obsidyen kullanıldı.

Köylüler, ilk okumaya başlayan çocukların meraklı bakışları ile her sorduğum soru karşısında şaşırıyorlar, ama sorulara yanıt vermek için kendilerini hazırlamak yerine, sanki onları sorguya almışım gibi, sorularım karşısında adeta hemen savunmaya geçiyorlar ve her soru karşısında “ne bilek,“ diye benim birer yumuşak darbe gibi olan sorularımı geçiştirmeye çalışıyorlardı.

-Bu sizin cıncık dediğiniz malzeme sadece ameliyatlarda değil, günlük hayatın her alanında kullanılmıştır.

-He, doğrusun, bu cıncıkları sivriltip, ok uçları, mızrak uçları yapmışlar.

Köylülerin de konuya katılmaları, bildiklerini dökmeleri beni değil, onları daha çok mutlu ediyor.

-Bakın, bu sizin cıncık dediğiniz taşlar, buradan çıkarıldıktan sonra, hayvanlarla buradan ta Mısır’ a, Suriye’ ye, Mezopotamya’ ya, Kıbrıs’ a satılıyordu. Oradan da buralı insanlar, yani sizin de atalarınız belki de oralardan tahıl, tuz, dokuma alıyorlardı.

Köylüleri kendi hallerine bırakmıyorum. Ama bir yandan da “yeter beyim, burada bilgi yarışması mı yapıyoruz,“ diye beni terslemelerinden çekiniyorum. Ama bir yandan da onlara arada fıkralar anlatıyorum.

Adamın birisi arabasıyla seyahate çıkmış. Yolda arka sol tekeri patlayınca durup, stepnesi çıkararak tekerini değiştirmiş. Tam stepnenin bijonlarını takarken, o esnada adamın yanından hızla geçen başka bir arabanın rüzgarı adamın kaybolmasın diye, jant kapağını içine koyduğu bijonları savurup atmış.

Adam, beş bijondan ancak ikisini bulabilmiş. İki bijonlu teker ile gidemeyeceğini anlayarak, kara kara düşünmeye, bir yandan da yanından hızla geçen araç sürücüsüne küfretmeye başlamış.

O esnada, tekeri değiştiren adamın durduğu yerin tam karşısındaki binanın üçüncü kat penceresinden üstünde pijamasıyla kayıp bijonları dert eden adama bakan birisi aşağıya, adama seslenmiş:

-Hemşerim, ne diye dert ediyorsun. Diğer üç tekerden birer bijon söküp, stepneye tak, en yakın lastikçiye kadar gider, orada işini halledersin.

Stepneyi takmaya çalışan adam, lafın nereden geldiğine bakmış, kafasını kaldırıp karşı binanın üçüncü katında kendisini izleyen pijamalı adamı görmüş ve içinden “yahu adam doğru söylüyor, bunu ben nasıl akıl edemedim, “ demiş içinden.

-Sağ olun beyefendi, orası neresi , tamirhane mi?

-Hayır beyim, burası tımarhane.

-Yani akıl hastanesi.

-Evet.

Stepnesini takmaya çalışan adam, pijamalı adamın akıl hastanesinin üçüncü katından kendisine akıl verdiğini anladıkça büsbütün dayanamamış.

-Yani, siz delisiniz.

Binanın üçüncü katından stepnesini değiştirmeye çalışan adama bakan pijamalı adam son sözü söylemiş.

-Evet beyim, ben deliyim, ama akılsız değilim. 
 
…/…

-Peki, dünyada bilinen en eski tapınak kaç yıllıktır?

-Ne bilek?

-Dünyada bilinen en eski tapınak on beş bin yıllıktır.

-Peki, dünyada bilinen en eski tapınak nerededir?

-Ne bilek?

-Dünyada bilinen en eski tapınak, bugünkü Şanlı Urfa sınırları içinde kalan ve “Göbekli Tepe“ diye bilinen yerdedir ve halen sırlarla dolu kazılara devam edilmektedir.

-Peki, sizin bu Göllü Dağ ile Göbekli Tepe arasında ne gibi bir bağlantı olabilir?

-Ne bilek?

-Sizin buradan çıkarılan bu cıncıklar, yani obsidyenler, oraya, yani bugünkü Göbekli Tepe’ ye de götürülmüştür.

-Peki, sizin buradan çıkarılan Göllü Dağ obsidyenleri ile cıncıklar ile o zamanın insanı dünyanın bu en eski tapınağında, Göbekli Tepe‘ de neler yapmıştır?

-Ne bilek?

-Sizin buradan çıkarılan Göllü Dağ obsidyenleri dünyanın bilinen bu en eski tapınağında bir ustura gibi, bir kılıç gibi kullanılarak, bunlarla o tapınakta hayvan ve insan kurban edilmiştir.

Bu son bilgileri köylüleri irkiltiyor ve yüzlerindeki ifadeleri değişiyor.

Sohbete ara vermek istemiyorum, ama konuya ara vermek istiyorum. Bir yandan da grubun gelerek, bu sohbeti bozmamasını istediğim için, köylülere sorularımı peş peşe soruyorum.

Konuyu değiştirmek yine bana düşüyor.

Köyün ne zaman kurulduğunu, Alevi inançlarını nasıl yerine getirebildiklerini, ne ile geçindiklerini, hangi Alevi Ocağı’ na bağlı olduklarını soruyorum.

…/…

Mahmut Bey anlatmaya başlıyor.

-Beyim, bu bizim köyün kuruluşu o kadar eski değil.

-Yani?

-Yanisi şu, yetmiş yılı geçmez. Devlet bizi sağdan soldan toparlayıp buraya atmış.

Mahmut Bey’ in anlattıklarından, köyde yaşayanların bir zamanlar konar – göçer Yörük – Türkmen Aleviler olduğunu ve onların yakın zamanda bu köyde zorunlu iskana tabi tutulduğunu anlıyorum.

-Yani, siz zorunlu iskana tabi tutularak buraya atıldınız.

-He aynı öyle.

-Peki o zaman, konar – göçerseniz, hangi boydansınız?

-Beyim, şimdi biz buraya üç koldan gelmişiz, boyunu bilmem.

-Nereden gelmişsiniz?

-Bir kolumuz Aydın, bir kolumuz Mersin ve bir kolumuz da Yozgat’ tan.

-Mersin’ den gelenler Sarı Keçili mi acaba?

Kimisi he, diyor, kimisi sil baştan başka kollar ve boylardan söz ediyor, bu sefer onlar, köylüler bana bir şeyler anlatıyor.

O esnada, masaya yanaşan esmer tenli, rakı ile arasının iyi olduğu belli olan ve yüzü bizim oraların “Abdallarını“ andıran göbeklice bir köylü kendisinin Yozgat’ tan geldiğini, o koldan geldiğini söylüyor. Adama bakıyorum, adamın yüzü bana hemen Hacı TAŞAN’ ı, Çekiç ALİ ‘ yi çağrıştırıyor. Şaşırıyorum.

Adam benim nereli olduğumu öğrendiğinde “Aşık Gülabi’ yi” tanıyıp tanımadığımı soruyor.

-Tanımaz olur muyum, Gülabi’ yi kim tanımaz?

-Hah, işte Gülabi’ nin kardeşi Muharrem’ e çalgı çalmayı ben örettim.

Buna şaşırmıyorum. Gülabi ve köyü Çayan, Abdal köyü değildir. Ama bana Yozgat’ tan geldiğini söyleyen adam Abdal ve Abdallar genetik olarak saz ve söz ustası olduklarını başta Neşet ERTAŞ Usta’dan kanıtlıyorlar.

O arada, bizim ekibin arabaya dolmuş halde, kahvehanenin önüne, setin dibine kadar gelmiş olduklarını görüyorum. Kuvvet Hoca, arabadan inmeden, camdan başını çıkararak, sanırım bana “haydi Recep, bu kadar sohbet yeter, kalk gidelim,“ der gibi sesleniyor.

-Hocam, gelin bir soluklanın, köylülere bir selam verin.

Zoraki de olsa, bizimkiler araçtan çıkarak, kahvehaneye geliyor ve bir saattir benimle masada oturanlar hemen sandalyelerinden kalkarak, bizimkilere, dört kişiye yer açıyorlar.

Gelenleri masada oturan köylülerle tanıştırıyorum. İlgi daha da artıyor.

Sade sodalar söyleniyor yeniden.

Selman, benim koşarak önden ve erken inmemden sonra, dönüşte köyün çobanı o yoksul karı kocanın eşeği ile oyalandıklarını, eşeğin insana hasret kalmış olduğunu, peşlerinden gelmek istediğini, kendilerine sevgi gösterisi yaptığını, Selman’ın ise bu durum karşısında eşeği uzayan perçemlerinden tarayarak doyasıya sevdiğini anlatıyor.



Bizimkiler de masada yerlerini alıyor. Köylüler, en büyük sorunlarının kuyulardan kullandıkları suya sayaç bağlı olduğunu ve su paralarını ödeyemedikleri için kuyuların mühürlendiğini ve susuzluk çektiklerini, nihayet Kartal Belediyesi’nin bütün köyün su borcunu ödediğini anlatıyor.

Ben, bizimkiler yok iken, köylülerle yapmış olduğum sohbeti yeni baştan yapmak ve bizimkilere anlatmak niyetinde değilim. Zaten buna vakit de yok.

Cebimden çıkardığımdan beri etrafında oturduğumuz masanın üstünde duran cıncıkları bizimkilere de göstererek;

-Arkadaşlar, köylü dostlarımız bu taşa, bu bizim obsidyen olarak bildiğimiz

“volkan camına“ ne diyorlar?

Bizimkiler de köylülerin dediği gibi “ne bilek,“, demiyorlar elbette, ama meraklı bakışlarla soruyorlar. Yüzümü Selman’ a dönerek;

-Arkadaşlar, köylüler bizim bu obsidyen dediğimiz volkan camına “cıncık,“ diyorlar. Ne sevimli ve tanımlayıcı değil mi?

Cıncık sözünü duyan Selman irkiliyor.

-Bana göre hiç de sevimli değil.

Şaşırıyorum.

-Babam, ne yapsak beğenmezdi, her işe bir kusur, bahane bulurdu. Bizi sürekli aşağılardı. Sürekli ezilirdik, elimizi bir işe atarak, hiçbir şeyi kendi kendimize öğrenemezdik. Yapılan işi asla beğenmez ve ardından hep aynı cümleyi söylerdi:

“Ne biçim iş yapıyorsunuz? Elin oğlu işini cıncık gibi yapıyor. Siz de her işinizi “cıncık“ gibi, hatasız yapacaksınız. Yapacağınız iş cıncık gibi olmalı.”

16 Ağustos 2020 Pazar

CINCIK (Dördüncü Bölüm)

 

Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü

Ruhi SU Anısına


Beton duvara yanaşıp, setin üstünde kahvede bir masanın etrafında oturan köylülere sesleniyorum:

-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam. Hoş geldiniz.
-Göllü Dağ’ a gideceğiz. Nasıl gideriz?
-Araba ile belirli bir yere kadar çıkar, oradan yürürsünüz. Aslında dağın ta tepesine kadar yol var, ama bu araba oraya çıkmaz.
-Tamam, sorun değil. Yol dediğin şu dağın sağ yamacında görünen yol mu?
-Evet.
-İsterseniz sizi traktör ile götürelim.
-Sağ olun, teşekkür ederiz. Kalan yeri ürürüz.
-Yoldan çıkmadan yürüyün, dağın tepesine ve oradan göle varırsınız.
-Tamam, iyi de siz burada nasıl böyle bir başınıza kaldınız?

Konuştuğum köylülerden birisi gayet masumca “işte bu köyde oturuyoruz,“ diyor.

Sorumu tekrarlıyorum, “siz burada, bir başınıza nasıl kaldınız?“

Diğer köylü, meramımı anlıyor, gülümsüyor. “Bizi buraya atmışlar,” diyor.

-Buyurun, bir soluklanın, bir şeyler için.
-Teşekkür ederiz, dönüşte.

Kahvenin önünden ayrılıp, köyün içinden geçen yolu takip ederek, köyün dışına çıkıyoruz.

Benim düşüncem, araçla gidebildiğimiz kadar gitmek ve sonra dağın kraterine, kraterin içindeki göle ve krater boyunca duran MÖ 8. Yüz Yıl Geç Hitit dönemi yerleşim kalıntılarını görmekti.

Göllü Dağ, Kapadokya volkanik bölgesinde diğer yanardağlar ile hemen hemen aynı zamanda püsküren, ama diğerlerinden farklı olarak, etrafa yoğun obsidyen saçan ve MÖ 8. Yüz Yılda Geç Hitit Döneminde yerleşim gören bir dağ.

Ne kadar çok istiyordum bu dağa gelmeyi ve krater gölünde yüzmeyi.

İşte yaklaştım.

Köyden çıkıyoruz. Dağa giden yolda araçla az ilerliyor ve aracımızı köyün futbol sahasının az ötesinde, korunaklı bir yere park ediyoruz.

Ama bana kalsa, gidebildiğimiz kadar gitmeliydik. Zamandan kazanırdık.

Öyle olmuyor.

Araçtan iniyoruz. Yanımıza hafif bir çanta, su, hurma ve elbette avuçlar dolusu sütle kavrulmuş kabak çekirdeği alıyoruz.

Dağ oldukça dik, sonuçta bir volkan ve volkan özellikleri gereği eteklerinden itibaren hemen dikleşen bir dağ.

İlk adımlar atılıyor.

Dr. Mehmet için, Mehmet Abi için, Hasan Dağı tırmanışı öncesi hiç de kolay olmayan bir alıştırma olacak.

Yerde gelişi güzel duran siyah taşları gösteriyorum arkadaşlara.

-Arkadaşlar, işte bunlar Göllü Dağ’ın püskürdüğü obsidyenler.

Göllü Dağ’ın ve ürünü obsidyenin marifetlerinden söz ediyorum.

Herkesin ilgisini çekiyor. En irilerini Selman, herkes yerden irili ufaklı obsidyen parçaları alarak ceplerine, sırt çantalarına koyuyor.

Yola çıkıyoruz. Çıktıkça hızla yükseliyoruz. Dağın etekleri yaz gününe rağmen hala yeşil.

Dura kalka, kona kalka çıkıyoruz. Mehmet Abi istedikçe duruyoruz.

Yukarılarda, hiç taşlık olmayan, adeta yeşil bir halıyı andıran yayla gibi bir yerde büyük baş hayvanlar kendi halinde yayılıyor.

Çok uzaklardan da olsa seçilen, bir kadın ve yanında bir erkek yere oturmuşlar, hareketsiz duruyorlar.

Bir süre sonra, oturan kadın ve erkeğin yanlarına varıyoruz.

-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam.
-Ne yapıyorsunuz burada?
-Köyün çobanıyız abi, bu da beyim.

Adamın eli ve kolu hafif, ama sürekli titriyor. Parkinson olmalı.

Bu iki insanın köyün yoksul insanları olduğunu, hasta adamın ihtiyacı olduğu için köylünün bunları çoban tuttuğunu anlıyoruz.

Adam Parkinson olduğu için, karısı da eşini yalnız bırakmıyor. Ne vefa.

Kadın ve adamdan, çobanlardan ayrılıp çıkmaya devam ediyoruz.

Çobanların yanından ayrılmadan Selman yemek için yanımıza aldığımız bir poşet dolusu kiraza el atıyor ve onlara kiraz veriyor.

Çobanları hayvanları ve üzerinde çuldan bir semeri ile karakaçan sevimli eşekleri ile yalnız bırakıp onlardan ayrılıyoruz.

…/…

-Selman, bak yolun sağında tezgahta duran sarı kirazdan biraz alır mısın?
-Hangisinden Hocam?
-Sarı olandan.

Selman kiraz almaya doğru gidiyor.

Ukalayım.

-Hocam, lütfen, sarı kiraz, diye bir şey yok, “ak kiraz,“ deyin.

Selman ak kiraz alıyor, yanında biraz da kara kiraz.

Selman, dağdaki çobanlara poşet dolusu o ak ve kara kirazdan veriyor.

…/…

Vakit ilerliyor. Kendimize dağlardaki babalar misali dikilmiş olan bir taş yığınını hedef alıyoruz ve o noktaya doğru çıkıyoruz.

Bir hayli yükseldik, iki bin metreleri geçtik.

Artık buradan sonra krater gölünü görürüz.

Selman önden sesleniyor: ”Görünürde bir şey yok.”

Vakit ilerliyor, daha inip, oradan Hasan Dağı için kamp alanına gideceğiz. Karanlığa kalmamamız gerekir.

Araçla biraz daha çıkabilmiş olsaydık, krater gölüne ulaşmış olurduk.

Olsun.

Bu noktadan sonra köye, Kömürcü Köy’ e, aracı bıraktığımız yere geri dönmeye karar veriyoruz. Krater gölüne girmeyi bir sonraki çıkışa bırakıyoruz.

Grup arkadan ağır ağır geliyor. Ben onların önünden hızlı adımlarla iniyorum.

Aramızdaki mesafe çok açıldı.

O yeşil bir halıyı andıran yere gelince kendimi tutamıyor, uçmak istiyorum adeta. Selman’ a sesleniyorum.



-Selman, bak nasıl uçuyorum.

Sert eğime rağmen, kendimi aşağı doğru koşar adım bırakıyorum.

Taşsız yeşil alan bitip de, taşlı alana geldiğimde yavaşlayıp, durmak istiyorum, ama duramıyorum. Yere kapaklanıp, kafamı taşa vurmaktan korkuyorum.

Neyse ki, birkaç sendeleme, birkaç tökezlemeden sonra güçlükle durabiliyorum.

Bu noktadan sonra hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum.

Grup hala arkada.

Aracın yanından geçip, köy kahvesine yöneliyorum.

Dağa çıkarken almadığım obsidyenlerden kahveye giderken üç parça alıp, cebime koyuyorum.

Kahveye az kaldı.

Köy evlerinin birisinin önünde duran genç birisinin önünden geçiyorum. Yabancıyım.

Karşımdan başka bir köylü genç geliyor.

Önünden geçtiğim köylü genç, karşımdan gelen köylü gence beni işaret ederek

-La yakala, yakala

Karşımdan gelen köylüye gülümsüyorum. “Ne diyor bu adam,“ diyorum.

Köy kahvesine varıyorum.

Hemen kendime sade bir soda söylüyorum.

Bizimkiler gelmeden vakit kazanıp, köylülerle sohbet etmek istiyorum.

Biraz soluklanıp, bir yudum soda alıp, konuşmaya, sohbete başlıyoruz.

-Eee çıkabildiniz mi?
-Hayır, çok yol var.
-Orada, geri döndüğümüz yerde uzun çok uzun taş yığınları vardı, nedir onlar?
-Onlar burada daha önce yaşayan insanların kalesinin sur duvarıymış.

Belli ki, bu sur duvarları Hititler döneminde yapılmış olan sur duvarlarının yıkılmış kalıntılarıydı.

Biraz daha dinlendim. Serinledim sayılır.

Artık köylülere sormak istediğim konulara geleceğim ve sohbeti biraz daha derinleştirmek istiyorum.

Cebimden çıkardığım obsidyenleri masanın üstüne koyuyorum.

Köylüler beni izliyor.

…/…

-Bu taşların bilimsel adı obsidyendir.
-Ne yiyen?
-Yiyen değil, obsidyen.
-Diyemiyoruz.
-Obsidyen, yani volkan camı.
-Ha, tamam.
-Peki siz köyde bu obsidyenlere ne diyorsunuz?
-Cıncık
-Ne?
-Cıncık abi, biz bu taşlara cıncık diyoruz.
-Cıncık?

Ne güzel bir tanımlama.

…/…

Sadece sinemanın jönleri değildi bizim idollerimiz. Bazı arkadaşlar kötü karakterleri idol olarak alırlardı kendilerine.

Bu belki de bu arkadaşların kendilerini çirkin bulduklarına demeyelim, ama yakışıklı bulmadıklarına yorumlanabilirdi.

Ahmet Tarık TEKÇE vardı, örneğin. Kötü karakterlerin başında gelirdi, ama esaslı bir oyuncuydu. Ömer ve Sadık AVCI kardeşler için Ahmet Tarık TEKÇE bir idoldü ve onun gibi konuşurken tek gözlerini kapatıp, sağ omuzlarını aşağıya düşürüp konuşurlardı.

Ama hem kötü karakter tiplemesine hem de Ahmet Tarık TEKÇE karakterine sert yüz çizgileri ve hain bakışları ile doğal bir tipleme gibi en çok uyan Bayram ACAR’ ın küçük kardeşi Musa ACAR idi.

O yıllarda 1 Mayıslar Bahar Bayramı olarak tatil ilan edilir ve başta ilkokul öğrencileri olmak üzere kırlara, yakın köylere, baraj göllerine günü birlik gezilere, pikniklere götürülürdü.

Bilmezdik, adının neden Bahar Bayramı olduğunu, bilmezdik neden tatil olduğunu.

En çok gittiğimiz köyler Çorum’ un merkez köyleri olan Yaydığın Köyü, Eski Ekin Köyü, Kuş Saray Köyü olurdu.

Sonraki yıllarda bu üç köyün de birer Hitit yerleşimi olduğunu öğrendiğimde, öğretmenlerime, başta Mehmet ÜLKER’ e ne kadar da borçlu olduğumu anlamıştım.

O sene, 1972 yılının Bahar Bayramı’nda bizim sınıf ve yan sınıf öğretmenlerimizle birlikte Eski Ekin Köyü’ ne pikniğe gitmiştik.

Piknik denince, biz yoksul çocukların yiyecek olarak yanlarına alacakları neredeyse hiçbir şey olmazdı. O piknikte de öyle olmuştu. “Mahalleli“ dediğimiz ve aileleri ile yaşayan, bizim dışımızdaki çocukların aileleri çocuklarına güzel şeyler hazırlayıp yanlarına verirdi.

Şimdiki bakışla belki de pek de güzel ve lezzetli olmayan o piknik yiyecekleri, bizim için bulunmaz lezzette olurdu, zira o yiyecekleri, örneğin, börek, örneğin yaprak sarma, bulup yememiz olanaksızdı.

Eski Ekin, tıpkı Hattuşa gibi, ortasından akan çayın oyduğu kayalıkların iki yamacına kurulmuş eski bir Hitit yerleşimiydi. Bahar gelince köyün ortasından çağıldayarak akan çay köye canlılık getirirdi.

Mahalleli kızlar bizim durumumuzu bildikleri için, hiç istemeden hatta bazen naz etsek de zorla getirdikleri yemeklerden bize de vermeden yapamazlardı.

Nadire EKER ‘ i, Nevin KORMAZ’ ı, Fatma ŞAHİN’ i, Güler KANAT’ ı, onların sevgi ve kardeşlik dolu yardımlarını, annelerinin yaptığı o lezzetli yiyecekleri nasıl unutabilirdik?

Bir keresinde, okulda 60 metre sprint koşu yarışmaları yapılıyordu. Spor ayakkabım olmadığı için, koşma olanağım yoktu. Nadire EKER, ayağındaki spor ayakkabıları çıkarıp bana verdiğinde, yaptığım derece ile ilk sırada okul takımına girmiştim.

Demek ki, o yaşlarda kızların ve oğlanların ayak numaraları aynı olmalıydı.

Oyunlar oynandı, piknik yapıldı.

Her birisi Hasan Oğlan, Pazarören Köy Enstitüsü mezunu olan öğretmenlerimiz mandolin çalıp, şarkılar, türküler söylediler.

O yıllarda en çok “Daldalan“ türküsü söylenirdi.

Daldalan daldalan dalın üstüne,
Bir saat, bir köstek belin üstüne

Ama biz çocuklar için daha yapacak çok şey ve bunlar için de hayli vakit vardı.

Başta kötü adam Musa ACAR olmak üzere, oğlan çocuklar onun peşine düşüp, yürüyerek köyün içine doğru gittiler. Sonra sıkılıp geri döndüler, yapacak bir şey bulamadılar.

İyi, ama köyün oğlanları, bizim yöresel ağzımızla “köyün göbelleri“, başımızda Musa ACAR da olsa, biz şehirli çocuklara kendi köy sokaklarını öyle kolayına bırakırlar mıydı hiç?

Olsun, Musa ACAR‘ ı kim durdurabilir?

Başta kedileri kulaklarından telefon direklerine çivi ile çakan Haydar NARMAN olmak üzere, peşine topladığı bütün kötü adam karakterlerini alıp oradan oraya götürüyordu Musa ACAR.

Köyün içinden geçen çayın önü aralıklarla kesilerek sulama amaçlı olarak bentler oluşturulmuştu.

Bu bentler, küçük de olsa, Musa ACAR için bulunmaz bir atraksiyon fırsatı olabilirdi.

Yasak olmasına, öğretmenlerin bütün uyarılarına rağmen Musa ACAR ve tayfası her gittiği köyde yüzmek için böyle bentler bulur ve suyun çamurlu olup olmadığına bakmadan, üzerinde Yetiştirme Yurdunun terzisi Topal Yaşar Usta’nın dikmiş olduğu Amerikan bezinden uzun donlarla yüzerdi.

Köyün sokaklarında da kendisini eğleyemeyen Musa ACAR bulduğu en büyük bentte yüzmek için soyunmaya başladığında tayfası durur mu, onlar da soyunup suya girmeye başladılar. Üstlerinden çıkan bir iki parça eski giysiyi bendin kenarına, taşlıkların üstüne, gelişi güzel atı atı veriyorlardı.

Bendin suyu çamurluydu. Musa ACAR dizlerine kadar ancak gelen bendin suyuna her dalıp çıktığında bedeni çamurlanıyor, yarı kirli donu ise, renk değiştiriyordu.

Kimin umurunda ki?

Birkaç meraklı ve eğlenceyi seven kız arkadaşımız da yüzen tayfayı izlemeye koyulmuştu.

Tam suyun keyfi çıkarken, köyün oğlanları gelip bendin etrafını sarmaya başladılar.

Musa ACAR ve tayfası, haydi köyün sokaklarında dolaştınız, siz kim oluyorsunuz da köyün bendinde, soyunup, cılbanıp suya giriyorsunuz?

Önce efelenerek bir uyarı “ulan kimden izin aldınız da bende giriyorsunuz? “

Musa ACAR ve tayfası bu efelenmeye kulak asar mı hiç, o Ahmet Tarık TEKÇE gibi birisi, daha köylü onu tanımadı.

Ama köylüler de o kadar cahil değil.

Köylü oğlanların önlerinde reis olarak bir Ahmet Tarık TEKÇE yok, ama onlar da savaşmaya, meydanı sümüklü çiroz şehirli göbellere bırakmaya niyetli değiller ve bu işi öyle kavga döğüş değil, daha sağlam ve garantili yapmaya kararlılar.

Köylü göbeller önce Musa ACAR ve tayfasının elbiselerini toparlayıp bir araya getirdiler ve göbellerden birisi bütün elbiseleri kucağına alarak oradan uzaklaşmaya başladı.

Bu durumu hemen fark eden Musa ACAR, bağırıp çağırmaya başladı, ama nafile.

Zaten, köylü göbellerin de amacı, bizimkileri bentten çıkmaya razı etmekti.

Bizimkiler birer ikişer bentten çıkmaya başladıklarında, bedenlerinden ve donlarından hala çamurlu sular akıyordu.

Ama köylü göbellerin reisi sadece bizimkileri bentten çıkarmak ile yetineceğe benzemiyordu, başta Musa ACAR olmak üzere, tayfası şehirli göbellere bir de ders vermeliydi.

İki elinde kocaman birer ısırgan dalı tutan köylü göbellerin reisi Musa ACAR’ ın reis olduğunu anlayarak, doğrudan ona yanaştı ve ellerindeki ısırgan dallarını Musa ACAR‘ ın bacaklarına sürtmek için hamle yapmaya çalıştı.

Kendisini korumaktan ziyade, biraz da etrafta toplanan kızlardan utanan Musa ACAR, bir yandan ellerini apış arasına sokarak “erkekliğini“, bir yandan da ısırgan dallarından kaçmaya çalışarak bedenini yanmaktan korumaya çalışıyordu.

Musa ACAR‘ ın bu komik ve zavallı hali köylü göbelleri bir hayli keyiflendirmişe benziyordu.

Elbiseler yok, bentten çıkıp kavgaya tutuşsalar, Musa ACAR ve tayfası o köylü takımına pabuç bırakmaz, ama neylersin, köylülerin elindeki silah az buz silah değil.

Çıplak bedenlere karşı yakıcı ve kocaman ısırgan dalları.

Pabuç pahalı ve köylülerin tehdit ve iknadan anladıkları yok.

Musa ACAR önce ufaktan ve hürmeten ricalarda bulunmaya başladı. Kim dinler Musa ACAR‘ ı?

-N’ olur verin elbiseleri .
-Niyeymiş o?
-Ayıp oluyor, kızlar var.
-Bize mi sordunuz lan?
-Ya vallaha bi daha yapmayacağız.

Musa ACAR ‘ ın ufaktan yalvarmaları kabul görmedi, devam ediyor.

-Allahınızı severseniz verin.

Aldıran yok. Köylü göbellerin reisi, ellerinde tuttuğu ısırgan dalları ile Musa ACAR’ a habire hamle yapıyor. Musa ACAR ise, ısırgan dallarından kurtulmak için kendi sahasına, suya, bendin içine çekiliyor, zira biliyor ki, bu durumda köylü göbellerin reisi de daha fazla gidip, suya, bende giremeyecek.

Zaten köylü göbellerin reisi suya bir girmeye kalksa, Musa ACAR hemen onu yakalayıp, suya tumacak ve böylece köylü göbeller yenilmiş olacak.

Ama ne Musa ACAR ısırgan tehdidinden kaçabiliyor ne de köylü göbellerin reisi daha fazla hamle yapabiliyor.

İyi, ama piknik saati bitiyor, öğrenciler tekrar Çorum’ a dönecek. Musa ACAR‘ ın bu beladan kurtulması gerekiyor.

-Allahınızı severseniz, n’olur.

Nafile.

Musa ACAR durmadan aynı şekilde yalvarıyor.

-Allahınızı severseniz.

Köylü göbellerin reisi fazlasıyla keyiflenmiş görünüyor.

-Hıı, nasılmış lan? Kızların içinde dalayım mı şimdi bacaklarını ısırganla?
-Allahınızı severseniz yapmayın.

Köylü göbellerin reisi ısırganlı tehditlerine ara verip ağzından ağır bir küfür gibi çıkan lafla Musa ACAR‘ a sesleniyor.

-Ulan “cıncık”, burayı evin mi belledin?

Musa ACAR, duymuyor olmalı. Köylü göbellerin reisi devam ediyor.

-Ulan cıncık, sana diyom.

8 Ağustos 2020 Cumartesi

CINCIK (Üçüncü Bölüm)



Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü
Ruhi SU Anısına
(Üçüncü Bölüm)

“Yılmaz GÜNEYYYY“

Ömer KÖSE, namı diğer Cılat ÖMER, o misketi bir atışta rakibin misketini çatadan ortadan ayıran Kör ÖMER, ilkokulda sınıfın arka sıralarında Sadık KARAASLAN ile birlikte, yan yana otururdu.

Sadık KARAARSLAN, sınıfın hem en iri yarısı, hem de en yaşlısıydı.

Ömer KÖSE neyse, ama Sadık KARAARSLAN‘ ın giydiği siyah okul önlüğü üzerinde çok komik durur, adeta karagöz oyununa çıkmış bir orta oyuncu gibi görünürdü.

Vaktinde okula yazılmayan köy çocuklarının ortak sorunuydu bu aslında.

Hele, o siyah önlük üzerine takılan beyaz yaka, Sadık KARAARSLAN‘ ın boynunu sıkar, onu boğardı adeta. Bu nedenle o beyaz yakanın iliklerinin bir ucu daima açık olurdu. Açık olan ucundan yakayı arada arkasına atardı Sadık KARAARSLAN.

Ömer KÖSE ise Sadık KARAARSLAN‘ dan daha zayıftı, ama onun üzerindeki uzun etekli siyah önlük ise rahiplerin üniforması gibi görünürdü.

En arka sırada yan yana otururlar, derslerle pek fazla ilgilenmezler, sürekli olarak kimi zaman sessiz, kimi zaman gürültülü şekilde, kendi aralarında konuşur, bazen de kavga ederlerdi.

Yine o günlerden birinde, “Yılmaz GÜNEYYYY, “ diye bağırdığında Kör Ömer, bu bağırtının nedenini kimse anlayamamıştı.

O yıllarda kavruk, ezik, horlanan bütün genç erkekler kendilerine idol olarak Yılmaz GÜNEY’ i seçer, onun gibi konuşmaya, onun gibi, yürümeye, onun gibi giyinmeye özenirdi.

Kısacası, Yılmaz GÜNEY, bizim de Ömer KÖSE’ nin de, Sadık KARAARSLAN‘ ın da kahramanıydı.

-Ne oluyor oğlum, neden bağırıyorsun?

-Yok bir şey öğretmenim. Ağzımdan kaçtı

-Oğlum sen manyak mısın, derste durup dururken bağırılır mı?

-Sadık KARAARSLAN yaptırdı öğretmenim.

Ömer KÖSE ile Sadık KARAARSLAN iddiaya giriyorlar.

-Ulan kör, sınıfta, dersin ortasında “Yılmaz GÜNEY,“ diye bağırırsan, sana on kuruş.

-Yemin et.

-Vallaha lan.

-Bağırım ulan.

Kör Ömer bu, bağırır:

Yılmaz GÜNEYYYYYYYYYY

Hepimiz, sesin geldiği yöne dönüyoruz.

Yetmişli yıllar, devrimci gençlik önderleri birer birer, vurulup öldürülüyor, katlediliyor.

İlkokuldayız, ama ülkenin politik ortamında yetişiyoruz.

Aklımız fazla ermese de, gazetelerde boy boy çıkan gençlik önderlerinin yakalanmış, vurulmuş, katledilmiş resimleri biz küçükleri de etkiliyor.

Bizim Kör Ömer, o günlerde gazetelerde çıkan bütün bu resimleri keserek okul defterlerinin sayfalarına yapıştırıyor, adeta bir arşiv hazırlıyordu.

Öğretmen Ömer KÖSE’ nin yanına gidip durumu anlamak istediğinde, önemli bir şey bulmuş gibi, Ömer KÖSE’ nin sırasının üstünde açıkta duran o defterleri gördü.

Defterlere şöyle bir göz gezdiren öğretmen bir yandan şaşırıyor, nasıl oluyor da bir ilkokul çocuğu bu denli politik gündemi takip edebiliyor, bir yandan da nasıl oluyor da bu resimler günü gününe ve özenle kesilip yapıştırabiliyor?

Öğretmen bir şey demedi Ömer KÖSE’ ye, hatta resimlere baktıkça yüz ifadesi değişti, üzgün ve çaresiz hali ortaya çıktı.

Ama konu bu resimlerin olduğu defterler değildi. Konu Yılmaz GÜNEY idi.

Öğretmen göz gezdirdiği defterlerdeki resimlerin de etkisinde kalmış olmalı ki, hiddetle yaklaştığı Ömer KÖSE’ ye bu kez sevecenlikle, evladı gibi:

-Oğlum ders yapıyoruz. Neden dersi bölüyorsun?

-Öğretmenim Sadık KARAARSLAN yelledi beni.

-Öyle mi, doğru mu Sadık?

-Öğretmenim Ömer kendi bağırdı.

-Yalan öğretmenim, Sadık bana bağırırsam on kuruş vereceğini söyledi, aha işte verdiği on kuruş.

-Öğretmenim, tamam ben on kuruş verdim, ama Ömer Köse’nin de cepleri misket dolu.

Masum da olsa kumara yol açar düşüncesiyle, ilkokulda, teneffüslerde misket oynamak yasaktı. Aslında doğru bir karardı bu. O yılların politik havasından öğretmenlerimiz de etkileniyor ve biz yoksul öğrencileri masum da olsa, her türlü kumardan korumaya gayret ediyorlardı.

Bunun önüne, misket oynamanın önüne geçmenin en kestirme yolu ise, öğrencilerin, erkek öğrencilerin ceplerinde arada misket kontrolü yapmaktı.

“Öğretmenim, Ömer KÖSE‘ nin ceplerinde misket dolu,“ diye ısrarla tekrarlayan Sadık KARAARSLAN etkili oldu.

-Oğlum Ömer, gel bakalım, ne diyor Sadık KARAARSLAN?

-Ben de misket yok öğretmenim.

-Boşalt o zaman ceplerini.

Ömer KÖSE ceplerini boşaltıyor. Ortada misket yok.

Öğretmen ikna olmuyor, Ömer KÖSE’ nin ceplerine el atıyor, aradığını buluyor ve Ömer KÖSE’ nin ceplerinden bir avuç dolusu gıcır gıcır misket çıkarıyor.

-Oğlum Ömer, bunlar ne, hani misket yoktu?

-Cıncık öğretmenim.

-Ne?

-Cıncık.

.../…

Niğde merkeze bağlı Yeşil Gölcük Beldesi’ ndeyiz.

İlk gördüğüme “Göllü Dağ’ı“ soracak oluyorum. Ama Ramazan ayından dolayı ortalıkta kimse görünmüyor.

İlk rastladığımız kişiler, şehir merkezinin tam ortasında bir refüj işinde çalışan işçiler oluyor.

“Selamünaleyküm, kolay gelsin.“

Beni duymuyorlar.

Oruç tutuyorlar, ondandır.

Tekrar ediyorum.

“ Selamünaleyküm, kolay gelsin.“

Cevap veriyor birisi, diğeri işinde, kafasını kaldırmıyor.

“Aleykümselam.“

-Göllü Dağ’ a nasıl gidilir?

Anlamıyor.

Tekrar ediyorum.

-Göllü Dağ’ a nasıl gidilir?

-Bilmiyorum, duymamışım.

İşçilerin oralı, Yeşil Gölcüklü olmadıklarını, oraya Kürt illerinden mevsimlik işçi ya da bir taşeron işçisi olarak gelmiş olduklarını anlıyorum. Israr etmiyorum.

Bizim konuşmalarımızı duyan, oralı ve Kürt işçilerin başındaki çavuş olduğu belli olan genç birisi geliyor. Biraz rahat bir tavırla soruyor:

-Ne var abi?

-Göllü Dağ’ a nasıl gidilir?

-Abi buralarda öyle bir dağ yok.

Mümkün değil. İşte yine köylülük. Ne merak var ne de istek. Dayanamıyorum, gencin oralı olduğundan emin olmama rağmen onu sorgular gibi, soruyorum:

-Sen nerelisin?

Gencin yanıtını almadan, yön tahminime göre, sağa dönen yola devam ediyoruz.

Sağda hemen bir küçük hırdavatçı dükkanı ve önünde park etmiş bir araç duruyor.

Hırdavatçı dükkanından çıkan orta yaşlı adama yöneliyorum, “Göllü Dağ’ a gitmek istiyoruz, nasıl gideriz?“

Adam belli ki ilk defa duyuyor.

-Ben buralı değilim. Ama acaba Kömürcü’ yü mü soruyorsun?

-Hayır, Göllü Dağ, ama köylüler Kömürcü, diyor olabilir.

-İstersen dükkandakilere sor, onlar buralıdır.

-Tamam

Dükkana giriyorum. Birisi kasada oturan, iki genç insan sohbet ediyorlar.

-Selamünaleyküm.

-Aleykümselam.

-Göllü Dağ’ ı arıyoruz, nasıl gideriz?

-Abi, hiç duymadım.

-Buralarda olması gerekir, bir yanardağ, yanardağın başında göl var, adını oradan alıyor.

-Abi emin değilim, ama az ilerde, buradan sekiz kilometre ötede Kömürcü Köy var, aradığınız yer orası olabilir. Sekiz kilometre sonra, sağa ayrılan bir yol var. Levhaya bakarsınız.

-Levha var mı?

-Var abi.

-Peki, Göllü Dağ levhası da var mı?

-Olması lazım abi.

-Teşekkür ederim.

-Abi, siz arkeolog musunuz?

-Hayır, Anadolu sevdalısıyım.

Yola devam ediyoruz.

Yolun burasından, ta uzaklarda patlama ile konisi uçmuş olan bir yanardağ görünüyor. Belli ki orası Göllü Dağ.

Zira etrafta başka yanardağ görünmüyor. Artık levha olmasa da Göllü Dağ’ı buluruz.

Hırdavatçıdaki genç insanların söyledikleri gibi, gerçekten de sekiz kilometre sonra sağa ayrılan yolun başında iki adet levha görüyoruz.

Beyaz üzerine siyah köy işaret levhası: Kömürcü Kahverengi üzerine beyaz tarihi yerler işaret levhası: Göllü Dağ


Göllüdağ 

Her iki levha için de 5 km yazıyor.

Demek doğru yoldayız.

Sonradan hatırlıyorum. Çok uzun yıllar önce, sırf merakımdan bu yoldan geçmiştim.

Ama o zamanlar Göllü Dağ levhası yoktu.

Bu yoldan geçerek, ileride Güzelyurt ‘a giden yol üzerinde 1.650 metrelik bir dağ geçidi vardı. Sekkin Geçidi

Köy ayrımına gelmeden, Kuvvet Hoca’nın ve Selman‘ın “bu insanlar Göllü Dağ’ ı nereden bilsinler,“ diyerek benim köylülerin duyarsızlığına kızmama içerlemelerini, yön levhalarını gördükten sonra yanıtlıyorum.

-Hocam, Göllü Dağ levhası yazmasa, haklısınız, ama maalesef köylülük bu işte.

Köye varıyoruz.

Girişten itibaren, yolun iki yanında oynayan kızlı erkekli çocukların fazlalığı dikkatimizi çekiyor.

Zira Anadolu köyleri neredeyse tamamen boşaldı. Boşalmayanlar da ise ne çocuk kaldı, ne de genç.

Burada bu kadar çocuğun olması şaşırtıcı doğrusu.

Köy meydanına varıyoruz. Meydanda iki elektrik direğinin arasına asılı renkli bez bir pankartın üzerinde Kemal KILIÇDAROĞLU‘ nun resmi ve altında onun bir mesajı bulunuyor: Ramazan – ı Şerifinizi hayırlı olsun.

Belli ki ki bu köy CHP’ ye oy veren bir köy. Farklı olan olsa, o pankart orada uzun süredir duramazdı.

İyi, ama Kemal KILIÇDAROĞLU neden doğru bir söz kullanıp da

“Hayırlı Ramazanlar dilerim,“ dememiş?

Yazık.

Köy kahvesinin önünde duruyoruz.

Köy kahvesine bitişik sağındaki odanın penceresinin üstünde asılı duran levha dikkatimi çekiyor.

Kömürcü Köy Alevi Derneği

Benim bildiğim kadarıyla, Niğde ve civarında, merkeze bağlı bir Alevi Köyü yoktur.

Burada bir Alevi köyünün olması doğrusu ilginç.

Araçtan çıkıyorum. Köy kahvesi yerden bir metre kadar yüksekte beton bir setin üzerinde, setin önünde çürümüş bir beton duvar var.