Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü
Ruhi SU Anısına
Beton duvara yanaşıp, setin üstünde kahvede bir masanın etrafında oturan köylülere sesleniyorum:
-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam. Hoş geldiniz.
-Göllü Dağ’ a gideceğiz. Nasıl gideriz?
-Araba ile belirli bir yere kadar çıkar, oradan yürürsünüz. Aslında dağın ta tepesine kadar yol var, ama bu araba oraya çıkmaz.
-Tamam, sorun değil. Yol dediğin şu dağın sağ yamacında görünen yol mu?
-Evet.
-İsterseniz sizi traktör ile götürelim.
-Sağ olun, teşekkür ederiz. Kalan yeri ürürüz.
-Yoldan çıkmadan yürüyün, dağın tepesine ve oradan göle varırsınız.
-Tamam, iyi de siz burada nasıl böyle bir başınıza kaldınız?
Konuştuğum köylülerden birisi gayet masumca “işte bu köyde oturuyoruz,“ diyor.
Sorumu tekrarlıyorum, “siz burada, bir başınıza nasıl kaldınız?“
Diğer köylü, meramımı anlıyor, gülümsüyor. “Bizi buraya atmışlar,” diyor.
-Buyurun, bir soluklanın, bir şeyler için.
-Teşekkür ederiz, dönüşte.
Kahvenin önünden ayrılıp, köyün içinden geçen yolu takip ederek, köyün dışına çıkıyoruz.
Benim düşüncem, araçla gidebildiğimiz kadar gitmek ve sonra dağın kraterine, kraterin içindeki göle ve krater boyunca duran MÖ 8. Yüz Yıl Geç Hitit dönemi yerleşim kalıntılarını görmekti.
Göllü Dağ, Kapadokya volkanik bölgesinde diğer yanardağlar ile hemen hemen aynı zamanda püsküren, ama diğerlerinden farklı olarak, etrafa yoğun obsidyen saçan ve MÖ 8. Yüz Yılda Geç Hitit Döneminde yerleşim gören bir dağ.
Ne kadar çok istiyordum bu dağa gelmeyi ve krater gölünde yüzmeyi.
İşte yaklaştım.
Köyden çıkıyoruz. Dağa giden yolda araçla az ilerliyor ve aracımızı köyün futbol sahasının az ötesinde, korunaklı bir yere park ediyoruz.
Ama bana kalsa, gidebildiğimiz kadar gitmeliydik. Zamandan kazanırdık.
Öyle olmuyor.
Araçtan iniyoruz. Yanımıza hafif bir çanta, su, hurma ve elbette avuçlar dolusu sütle kavrulmuş kabak çekirdeği alıyoruz.
Dağ oldukça dik, sonuçta bir volkan ve volkan özellikleri gereği eteklerinden itibaren hemen dikleşen bir dağ.
İlk adımlar atılıyor.
Dr. Mehmet için, Mehmet Abi için, Hasan Dağı tırmanışı öncesi hiç de kolay olmayan bir alıştırma olacak.
Yerde gelişi güzel duran siyah taşları gösteriyorum arkadaşlara.
-Arkadaşlar, işte bunlar Göllü Dağ’ın püskürdüğü obsidyenler.
Göllü Dağ’ın ve ürünü obsidyenin marifetlerinden söz ediyorum.
Herkesin ilgisini çekiyor. En irilerini Selman, herkes yerden irili ufaklı obsidyen parçaları alarak ceplerine, sırt çantalarına koyuyor.
Yola çıkıyoruz. Çıktıkça hızla yükseliyoruz. Dağın etekleri yaz gününe rağmen hala yeşil.
Dura kalka, kona kalka çıkıyoruz. Mehmet Abi istedikçe duruyoruz.
Yukarılarda, hiç taşlık olmayan, adeta yeşil bir halıyı andıran yayla gibi bir yerde büyük baş hayvanlar kendi halinde yayılıyor.
Çok uzaklardan da olsa seçilen, bir kadın ve yanında bir erkek yere oturmuşlar, hareketsiz duruyorlar.
Bir süre sonra, oturan kadın ve erkeğin yanlarına varıyoruz.
-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam.
-Ne yapıyorsunuz burada?
-Köyün çobanıyız abi, bu da beyim.
Sorumu tekrarlıyorum, “siz burada, bir başınıza nasıl kaldınız?“
Diğer köylü, meramımı anlıyor, gülümsüyor. “Bizi buraya atmışlar,” diyor.
-Buyurun, bir soluklanın, bir şeyler için.
-Teşekkür ederiz, dönüşte.
Kahvenin önünden ayrılıp, köyün içinden geçen yolu takip ederek, köyün dışına çıkıyoruz.
Benim düşüncem, araçla gidebildiğimiz kadar gitmek ve sonra dağın kraterine, kraterin içindeki göle ve krater boyunca duran MÖ 8. Yüz Yıl Geç Hitit dönemi yerleşim kalıntılarını görmekti.
Göllü Dağ, Kapadokya volkanik bölgesinde diğer yanardağlar ile hemen hemen aynı zamanda püsküren, ama diğerlerinden farklı olarak, etrafa yoğun obsidyen saçan ve MÖ 8. Yüz Yılda Geç Hitit Döneminde yerleşim gören bir dağ.
Ne kadar çok istiyordum bu dağa gelmeyi ve krater gölünde yüzmeyi.
İşte yaklaştım.
Köyden çıkıyoruz. Dağa giden yolda araçla az ilerliyor ve aracımızı köyün futbol sahasının az ötesinde, korunaklı bir yere park ediyoruz.
Ama bana kalsa, gidebildiğimiz kadar gitmeliydik. Zamandan kazanırdık.
Öyle olmuyor.
Araçtan iniyoruz. Yanımıza hafif bir çanta, su, hurma ve elbette avuçlar dolusu sütle kavrulmuş kabak çekirdeği alıyoruz.
Dağ oldukça dik, sonuçta bir volkan ve volkan özellikleri gereği eteklerinden itibaren hemen dikleşen bir dağ.
İlk adımlar atılıyor.
Dr. Mehmet için, Mehmet Abi için, Hasan Dağı tırmanışı öncesi hiç de kolay olmayan bir alıştırma olacak.
Yerde gelişi güzel duran siyah taşları gösteriyorum arkadaşlara.
-Arkadaşlar, işte bunlar Göllü Dağ’ın püskürdüğü obsidyenler.
Göllü Dağ’ın ve ürünü obsidyenin marifetlerinden söz ediyorum.
Herkesin ilgisini çekiyor. En irilerini Selman, herkes yerden irili ufaklı obsidyen parçaları alarak ceplerine, sırt çantalarına koyuyor.
Yola çıkıyoruz. Çıktıkça hızla yükseliyoruz. Dağın etekleri yaz gününe rağmen hala yeşil.
Dura kalka, kona kalka çıkıyoruz. Mehmet Abi istedikçe duruyoruz.
Yukarılarda, hiç taşlık olmayan, adeta yeşil bir halıyı andıran yayla gibi bir yerde büyük baş hayvanlar kendi halinde yayılıyor.
Çok uzaklardan da olsa seçilen, bir kadın ve yanında bir erkek yere oturmuşlar, hareketsiz duruyorlar.
Bir süre sonra, oturan kadın ve erkeğin yanlarına varıyoruz.
-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam.
-Ne yapıyorsunuz burada?
-Köyün çobanıyız abi, bu da beyim.
Adamın eli ve kolu hafif, ama sürekli titriyor. Parkinson olmalı.
Bu iki insanın köyün yoksul insanları olduğunu, hasta adamın ihtiyacı olduğu için köylünün bunları çoban tuttuğunu anlıyoruz.
Adam Parkinson olduğu için, karısı da eşini yalnız bırakmıyor. Ne vefa.
Kadın ve adamdan, çobanlardan ayrılıp çıkmaya devam ediyoruz.
Çobanların yanından ayrılmadan Selman yemek için yanımıza aldığımız bir poşet dolusu kiraza el atıyor ve onlara kiraz veriyor.
Çobanları hayvanları ve üzerinde çuldan bir semeri ile karakaçan sevimli eşekleri ile yalnız bırakıp onlardan ayrılıyoruz.
…/…
-Selman, bak yolun sağında tezgahta duran sarı kirazdan biraz alır mısın?
-Hangisinden Hocam?
-Sarı olandan.
Selman kiraz almaya doğru gidiyor.
Ukalayım.
-Hocam, lütfen, sarı kiraz, diye bir şey yok, “ak kiraz,“ deyin.
Selman ak kiraz alıyor, yanında biraz da kara kiraz.
Selman, dağdaki çobanlara poşet dolusu o ak ve kara kirazdan veriyor.
…/…
Vakit ilerliyor. Kendimize dağlardaki babalar misali dikilmiş olan bir taş yığınını hedef alıyoruz ve o noktaya doğru çıkıyoruz.
Bir hayli yükseldik, iki bin metreleri geçtik.
Artık buradan sonra krater gölünü görürüz.
Selman önden sesleniyor: ”Görünürde bir şey yok.”
Vakit ilerliyor, daha inip, oradan Hasan Dağı için kamp alanına gideceğiz. Karanlığa kalmamamız gerekir.
Araçla biraz daha çıkabilmiş olsaydık, krater gölüne ulaşmış olurduk.
Olsun.
Bu noktadan sonra köye, Kömürcü Köy’ e, aracı bıraktığımız yere geri dönmeye karar veriyoruz. Krater gölüne girmeyi bir sonraki çıkışa bırakıyoruz.
Grup arkadan ağır ağır geliyor. Ben onların önünden hızlı adımlarla iniyorum.
Aramızdaki mesafe çok açıldı.
O yeşil bir halıyı andıran yere gelince kendimi tutamıyor, uçmak istiyorum adeta. Selman’ a sesleniyorum.
-Selman, bak nasıl uçuyorum.
Sert eğime rağmen, kendimi aşağı doğru koşar adım bırakıyorum.
Taşsız yeşil alan bitip de, taşlı alana geldiğimde yavaşlayıp, durmak istiyorum, ama duramıyorum. Yere kapaklanıp, kafamı taşa vurmaktan korkuyorum.
Neyse ki, birkaç sendeleme, birkaç tökezlemeden sonra güçlükle durabiliyorum.
Bu noktadan sonra hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum.
Grup hala arkada.
Aracın yanından geçip, köy kahvesine yöneliyorum.
Dağa çıkarken almadığım obsidyenlerden kahveye giderken üç parça alıp, cebime koyuyorum.
Kahveye az kaldı.
Köy evlerinin birisinin önünde duran genç birisinin önünden geçiyorum. Yabancıyım.
Karşımdan başka bir köylü genç geliyor.
Önünden geçtiğim köylü genç, karşımdan gelen köylü gence beni işaret ederek
-La yakala, yakala
Karşımdan gelen köylüye gülümsüyorum. “Ne diyor bu adam,“ diyorum.
Köy kahvesine varıyorum.
Hemen kendime sade bir soda söylüyorum.
Bizimkiler gelmeden vakit kazanıp, köylülerle sohbet etmek istiyorum.
Biraz soluklanıp, bir yudum soda alıp, konuşmaya, sohbete başlıyoruz.
-Eee çıkabildiniz mi?
-Hayır, çok yol var.
-Orada, geri döndüğümüz yerde uzun çok uzun taş yığınları vardı, nedir onlar?
-Onlar burada daha önce yaşayan insanların kalesinin sur duvarıymış.
Belli ki, bu sur duvarları Hititler döneminde yapılmış olan sur duvarlarının yıkılmış kalıntılarıydı.
Biraz daha dinlendim. Serinledim sayılır.
Artık köylülere sormak istediğim konulara geleceğim ve sohbeti biraz daha derinleştirmek istiyorum.
Cebimden çıkardığım obsidyenleri masanın üstüne koyuyorum.
Köylüler beni izliyor.
…/…
-Bu taşların bilimsel adı obsidyendir.
-Ne yiyen?
-Yiyen değil, obsidyen.
-Diyemiyoruz.
-Obsidyen, yani volkan camı.
-Ha, tamam.
-Peki siz köyde bu obsidyenlere ne diyorsunuz?
-Cıncık
-Ne?
-Cıncık abi, biz bu taşlara cıncık diyoruz.
-Cıncık?
Ne güzel bir tanımlama.
…/…
Sadece sinemanın jönleri değildi bizim idollerimiz. Bazı arkadaşlar kötü karakterleri idol olarak alırlardı kendilerine.
Bu belki de bu arkadaşların kendilerini çirkin bulduklarına demeyelim, ama yakışıklı bulmadıklarına yorumlanabilirdi.
Ahmet Tarık TEKÇE vardı, örneğin. Kötü karakterlerin başında gelirdi, ama esaslı bir oyuncuydu. Ömer ve Sadık AVCI kardeşler için Ahmet Tarık TEKÇE bir idoldü ve onun gibi konuşurken tek gözlerini kapatıp, sağ omuzlarını aşağıya düşürüp konuşurlardı.
Ama hem kötü karakter tiplemesine hem de Ahmet Tarık TEKÇE karakterine sert yüz çizgileri ve hain bakışları ile doğal bir tipleme gibi en çok uyan Bayram ACAR’ ın küçük kardeşi Musa ACAR idi.
O yıllarda 1 Mayıslar Bahar Bayramı olarak tatil ilan edilir ve başta ilkokul öğrencileri olmak üzere kırlara, yakın köylere, baraj göllerine günü birlik gezilere, pikniklere götürülürdü.
Bilmezdik, adının neden Bahar Bayramı olduğunu, bilmezdik neden tatil olduğunu.
En çok gittiğimiz köyler Çorum’ un merkez köyleri olan Yaydığın Köyü, Eski Ekin Köyü, Kuş Saray Köyü olurdu.
Sonraki yıllarda bu üç köyün de birer Hitit yerleşimi olduğunu öğrendiğimde, öğretmenlerime, başta Mehmet ÜLKER’ e ne kadar da borçlu olduğumu anlamıştım.
O sene, 1972 yılının Bahar Bayramı’nda bizim sınıf ve yan sınıf öğretmenlerimizle birlikte Eski Ekin Köyü’ ne pikniğe gitmiştik.
Piknik denince, biz yoksul çocukların yiyecek olarak yanlarına alacakları neredeyse hiçbir şey olmazdı. O piknikte de öyle olmuştu. “Mahalleli“ dediğimiz ve aileleri ile yaşayan, bizim dışımızdaki çocukların aileleri çocuklarına güzel şeyler hazırlayıp yanlarına verirdi.
Şimdiki bakışla belki de pek de güzel ve lezzetli olmayan o piknik yiyecekleri, bizim için bulunmaz lezzette olurdu, zira o yiyecekleri, örneğin, börek, örneğin yaprak sarma, bulup yememiz olanaksızdı.
Eski Ekin, tıpkı Hattuşa gibi, ortasından akan çayın oyduğu kayalıkların iki yamacına kurulmuş eski bir Hitit yerleşimiydi. Bahar gelince köyün ortasından çağıldayarak akan çay köye canlılık getirirdi.
Mahalleli kızlar bizim durumumuzu bildikleri için, hiç istemeden hatta bazen naz etsek de zorla getirdikleri yemeklerden bize de vermeden yapamazlardı.
Nadire EKER ‘ i, Nevin KORMAZ’ ı, Fatma ŞAHİN’ i, Güler KANAT’ ı, onların sevgi ve kardeşlik dolu yardımlarını, annelerinin yaptığı o lezzetli yiyecekleri nasıl unutabilirdik?
Bir keresinde, okulda 60 metre sprint koşu yarışmaları yapılıyordu. Spor ayakkabım olmadığı için, koşma olanağım yoktu. Nadire EKER, ayağındaki spor ayakkabıları çıkarıp bana verdiğinde, yaptığım derece ile ilk sırada okul takımına girmiştim.
Demek ki, o yaşlarda kızların ve oğlanların ayak numaraları aynı olmalıydı.
Oyunlar oynandı, piknik yapıldı.
Her birisi Hasan Oğlan, Pazarören Köy Enstitüsü mezunu olan öğretmenlerimiz mandolin çalıp, şarkılar, türküler söylediler.
O yıllarda en çok “Daldalan“ türküsü söylenirdi.
Daldalan daldalan dalın üstüne,
Bir saat, bir köstek belin üstüne
Ama biz çocuklar için daha yapacak çok şey ve bunlar için de hayli vakit vardı.
Başta kötü adam Musa ACAR olmak üzere, oğlan çocuklar onun peşine düşüp, yürüyerek köyün içine doğru gittiler. Sonra sıkılıp geri döndüler, yapacak bir şey bulamadılar.
İyi, ama köyün oğlanları, bizim yöresel ağzımızla “köyün göbelleri“, başımızda Musa ACAR da olsa, biz şehirli çocuklara kendi köy sokaklarını öyle kolayına bırakırlar mıydı hiç?
Olsun, Musa ACAR‘ ı kim durdurabilir?
Başta kedileri kulaklarından telefon direklerine çivi ile çakan Haydar NARMAN olmak üzere, peşine topladığı bütün kötü adam karakterlerini alıp oradan oraya götürüyordu Musa ACAR.
Köyün içinden geçen çayın önü aralıklarla kesilerek sulama amaçlı olarak bentler oluşturulmuştu.
Bu bentler, küçük de olsa, Musa ACAR için bulunmaz bir atraksiyon fırsatı olabilirdi.
Yasak olmasına, öğretmenlerin bütün uyarılarına rağmen Musa ACAR ve tayfası her gittiği köyde yüzmek için böyle bentler bulur ve suyun çamurlu olup olmadığına bakmadan, üzerinde Yetiştirme Yurdunun terzisi Topal Yaşar Usta’nın dikmiş olduğu Amerikan bezinden uzun donlarla yüzerdi.
Köyün sokaklarında da kendisini eğleyemeyen Musa ACAR bulduğu en büyük bentte yüzmek için soyunmaya başladığında tayfası durur mu, onlar da soyunup suya girmeye başladılar. Üstlerinden çıkan bir iki parça eski giysiyi bendin kenarına, taşlıkların üstüne, gelişi güzel atı atı veriyorlardı.
Bendin suyu çamurluydu. Musa ACAR dizlerine kadar ancak gelen bendin suyuna her dalıp çıktığında bedeni çamurlanıyor, yarı kirli donu ise, renk değiştiriyordu.
Kimin umurunda ki?
Birkaç meraklı ve eğlenceyi seven kız arkadaşımız da yüzen tayfayı izlemeye koyulmuştu.
Tam suyun keyfi çıkarken, köyün oğlanları gelip bendin etrafını sarmaya başladılar.
Musa ACAR ve tayfası, haydi köyün sokaklarında dolaştınız, siz kim oluyorsunuz da köyün bendinde, soyunup, cılbanıp suya giriyorsunuz?
Önce efelenerek bir uyarı “ulan kimden izin aldınız da bende giriyorsunuz? “
Musa ACAR ve tayfası bu efelenmeye kulak asar mı hiç, o Ahmet Tarık TEKÇE gibi birisi, daha köylü onu tanımadı.
Ama köylüler de o kadar cahil değil.
Köylü oğlanların önlerinde reis olarak bir Ahmet Tarık TEKÇE yok, ama onlar da savaşmaya, meydanı sümüklü çiroz şehirli göbellere bırakmaya niyetli değiller ve bu işi öyle kavga döğüş değil, daha sağlam ve garantili yapmaya kararlılar.
Köylü göbeller önce Musa ACAR ve tayfasının elbiselerini toparlayıp bir araya getirdiler ve göbellerden birisi bütün elbiseleri kucağına alarak oradan uzaklaşmaya başladı.
Bu durumu hemen fark eden Musa ACAR, bağırıp çağırmaya başladı, ama nafile.
Zaten, köylü göbellerin de amacı, bizimkileri bentten çıkmaya razı etmekti.
Bizimkiler birer ikişer bentten çıkmaya başladıklarında, bedenlerinden ve donlarından hala çamurlu sular akıyordu.
Ama köylü göbellerin reisi sadece bizimkileri bentten çıkarmak ile yetineceğe benzemiyordu, başta Musa ACAR olmak üzere, tayfası şehirli göbellere bir de ders vermeliydi.
İki elinde kocaman birer ısırgan dalı tutan köylü göbellerin reisi Musa ACAR’ ın reis olduğunu anlayarak, doğrudan ona yanaştı ve ellerindeki ısırgan dallarını Musa ACAR‘ ın bacaklarına sürtmek için hamle yapmaya çalıştı.
Kendisini korumaktan ziyade, biraz da etrafta toplanan kızlardan utanan Musa ACAR, bir yandan ellerini apış arasına sokarak “erkekliğini“, bir yandan da ısırgan dallarından kaçmaya çalışarak bedenini yanmaktan korumaya çalışıyordu.
Musa ACAR‘ ın bu komik ve zavallı hali köylü göbelleri bir hayli keyiflendirmişe benziyordu.
Elbiseler yok, bentten çıkıp kavgaya tutuşsalar, Musa ACAR ve tayfası o köylü takımına pabuç bırakmaz, ama neylersin, köylülerin elindeki silah az buz silah değil.
Çıplak bedenlere karşı yakıcı ve kocaman ısırgan dalları.
Pabuç pahalı ve köylülerin tehdit ve iknadan anladıkları yok.
Musa ACAR önce ufaktan ve hürmeten ricalarda bulunmaya başladı. Kim dinler Musa ACAR‘ ı?
-N’ olur verin elbiseleri .
-Niyeymiş o?
-Ayıp oluyor, kızlar var.
-Bize mi sordunuz lan?
-Ya vallaha bi daha yapmayacağız.
Musa ACAR ‘ ın ufaktan yalvarmaları kabul görmedi, devam ediyor.
-Allahınızı severseniz verin.
Aldıran yok. Köylü göbellerin reisi, ellerinde tuttuğu ısırgan dalları ile Musa ACAR’ a habire hamle yapıyor. Musa ACAR ise, ısırgan dallarından kurtulmak için kendi sahasına, suya, bendin içine çekiliyor, zira biliyor ki, bu durumda köylü göbellerin reisi de daha fazla gidip, suya, bende giremeyecek.
Zaten köylü göbellerin reisi suya bir girmeye kalksa, Musa ACAR hemen onu yakalayıp, suya tumacak ve böylece köylü göbeller yenilmiş olacak.
Ama ne Musa ACAR ısırgan tehdidinden kaçabiliyor ne de köylü göbellerin reisi daha fazla hamle yapabiliyor.
İyi, ama piknik saati bitiyor, öğrenciler tekrar Çorum’ a dönecek. Musa ACAR‘ ın bu beladan kurtulması gerekiyor.
-Allahınızı severseniz, n’olur.
Nafile.
Musa ACAR durmadan aynı şekilde yalvarıyor.
-Allahınızı severseniz.
Köylü göbellerin reisi fazlasıyla keyiflenmiş görünüyor.
-Hıı, nasılmış lan? Kızların içinde dalayım mı şimdi bacaklarını ısırganla?
-Allahınızı severseniz yapmayın.
Köylü göbellerin reisi ısırganlı tehditlerine ara verip ağzından ağır bir küfür gibi çıkan lafla Musa ACAR‘ a sesleniyor.
-Ulan “cıncık”, burayı evin mi belledin?
Musa ACAR, duymuyor olmalı. Köylü göbellerin reisi devam ediyor.
-Ulan cıncık, sana diyom.
Bu iki insanın köyün yoksul insanları olduğunu, hasta adamın ihtiyacı olduğu için köylünün bunları çoban tuttuğunu anlıyoruz.
Adam Parkinson olduğu için, karısı da eşini yalnız bırakmıyor. Ne vefa.
Kadın ve adamdan, çobanlardan ayrılıp çıkmaya devam ediyoruz.
Çobanların yanından ayrılmadan Selman yemek için yanımıza aldığımız bir poşet dolusu kiraza el atıyor ve onlara kiraz veriyor.
Çobanları hayvanları ve üzerinde çuldan bir semeri ile karakaçan sevimli eşekleri ile yalnız bırakıp onlardan ayrılıyoruz.
…/…
-Selman, bak yolun sağında tezgahta duran sarı kirazdan biraz alır mısın?
-Hangisinden Hocam?
-Sarı olandan.
Selman kiraz almaya doğru gidiyor.
Ukalayım.
-Hocam, lütfen, sarı kiraz, diye bir şey yok, “ak kiraz,“ deyin.
Selman ak kiraz alıyor, yanında biraz da kara kiraz.
Selman, dağdaki çobanlara poşet dolusu o ak ve kara kirazdan veriyor.
…/…
Vakit ilerliyor. Kendimize dağlardaki babalar misali dikilmiş olan bir taş yığınını hedef alıyoruz ve o noktaya doğru çıkıyoruz.
Bir hayli yükseldik, iki bin metreleri geçtik.
Artık buradan sonra krater gölünü görürüz.
Selman önden sesleniyor: ”Görünürde bir şey yok.”
Vakit ilerliyor, daha inip, oradan Hasan Dağı için kamp alanına gideceğiz. Karanlığa kalmamamız gerekir.
Araçla biraz daha çıkabilmiş olsaydık, krater gölüne ulaşmış olurduk.
Olsun.
Bu noktadan sonra köye, Kömürcü Köy’ e, aracı bıraktığımız yere geri dönmeye karar veriyoruz. Krater gölüne girmeyi bir sonraki çıkışa bırakıyoruz.
Grup arkadan ağır ağır geliyor. Ben onların önünden hızlı adımlarla iniyorum.
Aramızdaki mesafe çok açıldı.
O yeşil bir halıyı andıran yere gelince kendimi tutamıyor, uçmak istiyorum adeta. Selman’ a sesleniyorum.
-Selman, bak nasıl uçuyorum.
Sert eğime rağmen, kendimi aşağı doğru koşar adım bırakıyorum.
Taşsız yeşil alan bitip de, taşlı alana geldiğimde yavaşlayıp, durmak istiyorum, ama duramıyorum. Yere kapaklanıp, kafamı taşa vurmaktan korkuyorum.
Neyse ki, birkaç sendeleme, birkaç tökezlemeden sonra güçlükle durabiliyorum.
Bu noktadan sonra hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum.
Grup hala arkada.
Aracın yanından geçip, köy kahvesine yöneliyorum.
Dağa çıkarken almadığım obsidyenlerden kahveye giderken üç parça alıp, cebime koyuyorum.
Kahveye az kaldı.
Köy evlerinin birisinin önünde duran genç birisinin önünden geçiyorum. Yabancıyım.
Karşımdan başka bir köylü genç geliyor.
Önünden geçtiğim köylü genç, karşımdan gelen köylü gence beni işaret ederek
-La yakala, yakala
Karşımdan gelen köylüye gülümsüyorum. “Ne diyor bu adam,“ diyorum.
Köy kahvesine varıyorum.
Hemen kendime sade bir soda söylüyorum.
Bizimkiler gelmeden vakit kazanıp, köylülerle sohbet etmek istiyorum.
Biraz soluklanıp, bir yudum soda alıp, konuşmaya, sohbete başlıyoruz.
-Eee çıkabildiniz mi?
-Hayır, çok yol var.
-Orada, geri döndüğümüz yerde uzun çok uzun taş yığınları vardı, nedir onlar?
-Onlar burada daha önce yaşayan insanların kalesinin sur duvarıymış.
Belli ki, bu sur duvarları Hititler döneminde yapılmış olan sur duvarlarının yıkılmış kalıntılarıydı.
Biraz daha dinlendim. Serinledim sayılır.
Artık köylülere sormak istediğim konulara geleceğim ve sohbeti biraz daha derinleştirmek istiyorum.
Cebimden çıkardığım obsidyenleri masanın üstüne koyuyorum.
Köylüler beni izliyor.
…/…
-Bu taşların bilimsel adı obsidyendir.
-Ne yiyen?
-Yiyen değil, obsidyen.
-Diyemiyoruz.
-Obsidyen, yani volkan camı.
-Ha, tamam.
-Peki siz köyde bu obsidyenlere ne diyorsunuz?
-Cıncık
-Ne?
-Cıncık abi, biz bu taşlara cıncık diyoruz.
-Cıncık?
Ne güzel bir tanımlama.
…/…
Sadece sinemanın jönleri değildi bizim idollerimiz. Bazı arkadaşlar kötü karakterleri idol olarak alırlardı kendilerine.
Bu belki de bu arkadaşların kendilerini çirkin bulduklarına demeyelim, ama yakışıklı bulmadıklarına yorumlanabilirdi.
Ahmet Tarık TEKÇE vardı, örneğin. Kötü karakterlerin başında gelirdi, ama esaslı bir oyuncuydu. Ömer ve Sadık AVCI kardeşler için Ahmet Tarık TEKÇE bir idoldü ve onun gibi konuşurken tek gözlerini kapatıp, sağ omuzlarını aşağıya düşürüp konuşurlardı.
Ama hem kötü karakter tiplemesine hem de Ahmet Tarık TEKÇE karakterine sert yüz çizgileri ve hain bakışları ile doğal bir tipleme gibi en çok uyan Bayram ACAR’ ın küçük kardeşi Musa ACAR idi.
O yıllarda 1 Mayıslar Bahar Bayramı olarak tatil ilan edilir ve başta ilkokul öğrencileri olmak üzere kırlara, yakın köylere, baraj göllerine günü birlik gezilere, pikniklere götürülürdü.
Bilmezdik, adının neden Bahar Bayramı olduğunu, bilmezdik neden tatil olduğunu.
En çok gittiğimiz köyler Çorum’ un merkez köyleri olan Yaydığın Köyü, Eski Ekin Köyü, Kuş Saray Köyü olurdu.
Sonraki yıllarda bu üç köyün de birer Hitit yerleşimi olduğunu öğrendiğimde, öğretmenlerime, başta Mehmet ÜLKER’ e ne kadar da borçlu olduğumu anlamıştım.
O sene, 1972 yılının Bahar Bayramı’nda bizim sınıf ve yan sınıf öğretmenlerimizle birlikte Eski Ekin Köyü’ ne pikniğe gitmiştik.
Piknik denince, biz yoksul çocukların yiyecek olarak yanlarına alacakları neredeyse hiçbir şey olmazdı. O piknikte de öyle olmuştu. “Mahalleli“ dediğimiz ve aileleri ile yaşayan, bizim dışımızdaki çocukların aileleri çocuklarına güzel şeyler hazırlayıp yanlarına verirdi.
Şimdiki bakışla belki de pek de güzel ve lezzetli olmayan o piknik yiyecekleri, bizim için bulunmaz lezzette olurdu, zira o yiyecekleri, örneğin, börek, örneğin yaprak sarma, bulup yememiz olanaksızdı.
Eski Ekin, tıpkı Hattuşa gibi, ortasından akan çayın oyduğu kayalıkların iki yamacına kurulmuş eski bir Hitit yerleşimiydi. Bahar gelince köyün ortasından çağıldayarak akan çay köye canlılık getirirdi.
Mahalleli kızlar bizim durumumuzu bildikleri için, hiç istemeden hatta bazen naz etsek de zorla getirdikleri yemeklerden bize de vermeden yapamazlardı.
Nadire EKER ‘ i, Nevin KORMAZ’ ı, Fatma ŞAHİN’ i, Güler KANAT’ ı, onların sevgi ve kardeşlik dolu yardımlarını, annelerinin yaptığı o lezzetli yiyecekleri nasıl unutabilirdik?
Bir keresinde, okulda 60 metre sprint koşu yarışmaları yapılıyordu. Spor ayakkabım olmadığı için, koşma olanağım yoktu. Nadire EKER, ayağındaki spor ayakkabıları çıkarıp bana verdiğinde, yaptığım derece ile ilk sırada okul takımına girmiştim.
Demek ki, o yaşlarda kızların ve oğlanların ayak numaraları aynı olmalıydı.
Oyunlar oynandı, piknik yapıldı.
Her birisi Hasan Oğlan, Pazarören Köy Enstitüsü mezunu olan öğretmenlerimiz mandolin çalıp, şarkılar, türküler söylediler.
O yıllarda en çok “Daldalan“ türküsü söylenirdi.
Daldalan daldalan dalın üstüne,
Bir saat, bir köstek belin üstüne
Ama biz çocuklar için daha yapacak çok şey ve bunlar için de hayli vakit vardı.
Başta kötü adam Musa ACAR olmak üzere, oğlan çocuklar onun peşine düşüp, yürüyerek köyün içine doğru gittiler. Sonra sıkılıp geri döndüler, yapacak bir şey bulamadılar.
İyi, ama köyün oğlanları, bizim yöresel ağzımızla “köyün göbelleri“, başımızda Musa ACAR da olsa, biz şehirli çocuklara kendi köy sokaklarını öyle kolayına bırakırlar mıydı hiç?
Olsun, Musa ACAR‘ ı kim durdurabilir?
Başta kedileri kulaklarından telefon direklerine çivi ile çakan Haydar NARMAN olmak üzere, peşine topladığı bütün kötü adam karakterlerini alıp oradan oraya götürüyordu Musa ACAR.
Köyün içinden geçen çayın önü aralıklarla kesilerek sulama amaçlı olarak bentler oluşturulmuştu.
Bu bentler, küçük de olsa, Musa ACAR için bulunmaz bir atraksiyon fırsatı olabilirdi.
Yasak olmasına, öğretmenlerin bütün uyarılarına rağmen Musa ACAR ve tayfası her gittiği köyde yüzmek için böyle bentler bulur ve suyun çamurlu olup olmadığına bakmadan, üzerinde Yetiştirme Yurdunun terzisi Topal Yaşar Usta’nın dikmiş olduğu Amerikan bezinden uzun donlarla yüzerdi.
Köyün sokaklarında da kendisini eğleyemeyen Musa ACAR bulduğu en büyük bentte yüzmek için soyunmaya başladığında tayfası durur mu, onlar da soyunup suya girmeye başladılar. Üstlerinden çıkan bir iki parça eski giysiyi bendin kenarına, taşlıkların üstüne, gelişi güzel atı atı veriyorlardı.
Bendin suyu çamurluydu. Musa ACAR dizlerine kadar ancak gelen bendin suyuna her dalıp çıktığında bedeni çamurlanıyor, yarı kirli donu ise, renk değiştiriyordu.
Kimin umurunda ki?
Birkaç meraklı ve eğlenceyi seven kız arkadaşımız da yüzen tayfayı izlemeye koyulmuştu.
Tam suyun keyfi çıkarken, köyün oğlanları gelip bendin etrafını sarmaya başladılar.
Musa ACAR ve tayfası, haydi köyün sokaklarında dolaştınız, siz kim oluyorsunuz da köyün bendinde, soyunup, cılbanıp suya giriyorsunuz?
Önce efelenerek bir uyarı “ulan kimden izin aldınız da bende giriyorsunuz? “
Musa ACAR ve tayfası bu efelenmeye kulak asar mı hiç, o Ahmet Tarık TEKÇE gibi birisi, daha köylü onu tanımadı.
Ama köylüler de o kadar cahil değil.
Köylü oğlanların önlerinde reis olarak bir Ahmet Tarık TEKÇE yok, ama onlar da savaşmaya, meydanı sümüklü çiroz şehirli göbellere bırakmaya niyetli değiller ve bu işi öyle kavga döğüş değil, daha sağlam ve garantili yapmaya kararlılar.
Köylü göbeller önce Musa ACAR ve tayfasının elbiselerini toparlayıp bir araya getirdiler ve göbellerden birisi bütün elbiseleri kucağına alarak oradan uzaklaşmaya başladı.
Bu durumu hemen fark eden Musa ACAR, bağırıp çağırmaya başladı, ama nafile.
Zaten, köylü göbellerin de amacı, bizimkileri bentten çıkmaya razı etmekti.
Bizimkiler birer ikişer bentten çıkmaya başladıklarında, bedenlerinden ve donlarından hala çamurlu sular akıyordu.
Ama köylü göbellerin reisi sadece bizimkileri bentten çıkarmak ile yetineceğe benzemiyordu, başta Musa ACAR olmak üzere, tayfası şehirli göbellere bir de ders vermeliydi.
İki elinde kocaman birer ısırgan dalı tutan köylü göbellerin reisi Musa ACAR’ ın reis olduğunu anlayarak, doğrudan ona yanaştı ve ellerindeki ısırgan dallarını Musa ACAR‘ ın bacaklarına sürtmek için hamle yapmaya çalıştı.
Kendisini korumaktan ziyade, biraz da etrafta toplanan kızlardan utanan Musa ACAR, bir yandan ellerini apış arasına sokarak “erkekliğini“, bir yandan da ısırgan dallarından kaçmaya çalışarak bedenini yanmaktan korumaya çalışıyordu.
Musa ACAR‘ ın bu komik ve zavallı hali köylü göbelleri bir hayli keyiflendirmişe benziyordu.
Elbiseler yok, bentten çıkıp kavgaya tutuşsalar, Musa ACAR ve tayfası o köylü takımına pabuç bırakmaz, ama neylersin, köylülerin elindeki silah az buz silah değil.
Çıplak bedenlere karşı yakıcı ve kocaman ısırgan dalları.
Pabuç pahalı ve köylülerin tehdit ve iknadan anladıkları yok.
Musa ACAR önce ufaktan ve hürmeten ricalarda bulunmaya başladı. Kim dinler Musa ACAR‘ ı?
-N’ olur verin elbiseleri .
-Niyeymiş o?
-Ayıp oluyor, kızlar var.
-Bize mi sordunuz lan?
-Ya vallaha bi daha yapmayacağız.
Musa ACAR ‘ ın ufaktan yalvarmaları kabul görmedi, devam ediyor.
-Allahınızı severseniz verin.
Aldıran yok. Köylü göbellerin reisi, ellerinde tuttuğu ısırgan dalları ile Musa ACAR’ a habire hamle yapıyor. Musa ACAR ise, ısırgan dallarından kurtulmak için kendi sahasına, suya, bendin içine çekiliyor, zira biliyor ki, bu durumda köylü göbellerin reisi de daha fazla gidip, suya, bende giremeyecek.
Zaten köylü göbellerin reisi suya bir girmeye kalksa, Musa ACAR hemen onu yakalayıp, suya tumacak ve böylece köylü göbeller yenilmiş olacak.
Ama ne Musa ACAR ısırgan tehdidinden kaçabiliyor ne de köylü göbellerin reisi daha fazla hamle yapabiliyor.
İyi, ama piknik saati bitiyor, öğrenciler tekrar Çorum’ a dönecek. Musa ACAR‘ ın bu beladan kurtulması gerekiyor.
-Allahınızı severseniz, n’olur.
Nafile.
Musa ACAR durmadan aynı şekilde yalvarıyor.
-Allahınızı severseniz.
Köylü göbellerin reisi fazlasıyla keyiflenmiş görünüyor.
-Hıı, nasılmış lan? Kızların içinde dalayım mı şimdi bacaklarını ısırganla?
-Allahınızı severseniz yapmayın.
Köylü göbellerin reisi ısırganlı tehditlerine ara verip ağzından ağır bir küfür gibi çıkan lafla Musa ACAR‘ a sesleniyor.
-Ulan “cıncık”, burayı evin mi belledin?
Musa ACAR, duymuyor olmalı. Köylü göbellerin reisi devam ediyor.
-Ulan cıncık, sana diyom.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder