27 Temmuz 2018 Cuma

KÜLTÜR YARATAN DAĞLAR – 1 DİNEK DAĞI (Üçüncü ve son bölüm)



Neşet Usta ölmeden vasiyetini söyler, “beni babamın ayağının ucuna gömün”, der. Tıpkı bir şeyh - mürit, hoca – talebe ilişkisi gibi, saygısı ölünce de devam eder,         ayakucuna gömülmek en büyük saygıdır Muharrem Usta’ ya.
Neşet Ertaş’ ı nasıl anlatmalıdır, çok zordur söze başlamak. Öyle ki, bir türküsünde geçen tek bir satır, tek bir söz dizimi bile felsefe tartışmasının konusu olacak denli yüklüdür.

Daha küçük yaşlarda babası Muharrem Usta ile birlikte köy düğünleri kovalamaya çıkarlar, o düğün senin, bu düğün benim. O yaşlarda köçeklik yapar Neşet Ertaş, ritim öğrenir.
Sonra anası eline bir tokaç tutuşturur, üstüne at kılı gerdiği. Görenler durumu Muharrem Usta’ ya müjdeler adeta, “oğlun da senin gibi sazcı oldu” derler. Neşet Ertaş o günden sonra sazı elinden bırakmaz. Bırakmaz, ama asla babasının karşısında saz çalmaz.

Sonra, köyler ve Kırşehir Neşet Ertaş’ a dar gelir, daha 15 yaşında alır başını gider İstanbul’a. Akşama kadar çalıp söylemesi karşılığında otobüs çığırtkanı onu en arka yerde bedavaya İstanbul’ a bindirir.
Günlerce iş arar sokaklarda, parası yoktur, aç kalır. Nihayet bir gün “Şençalar Plak“ diye bir yere girer. Ne aradığını sorarlar, türkü söylediğini söyler. Bir türkü çalar, içinde garip sözü geçer. Kendi anlatımıyla, ne karnın aç mı, diye soran olur, ne de kalacak yerin, var mı, diye. Akşam olur, plak şirketinin sahibi Kadri Şençalar gelir, kardeşi durumu anlatır. Kadri Bey bir de kendisi dinlemek ister Neşet Ertaş’ ı. Dinler, oturur ağlar. Karnın aç mı, yatacak yerin var mı, diye sorar.

İşte Neşet Ertaş’a asıl dokunan bu olur, insan kıymeti bileni bulur.
Neşet ERTAŞ bu insan kıymeti bilmeyi ta DENEK Dağı’ndan bilmektedir, ondan öğrenmiştir. Kadri ŞENÇALAR Bey Neşet ERTAŞ’ a gölge olmuştur, Denek Dağı gibi.

Neşet Ertaş’ a bir mahlas gerekir, Kadri Şençalar sorar, bir adın var mı, diye o da       bize garip derler”, der. Ondan sonra Neşet Ertaş bir garip olur, elinden sazı, dilinden türküleri, yüreğinden aşkı eksik etmez.
Zaten bunca türkü, bunca çığlık, bunca avaz, yanmış bir yürek, ancak aşkla çalıp söyler. Aşk olmadan söz sadece laftır, ona hava vermek gerekir, onun için aşk olması gerekir.

Öyle türküler söyler ki, herkesin diline düşer, Zahidem olur, koca Zeki Müren kafasını duvarlara çalar dinlerken. Öyle türküler söyler ki, mapus yatan yattığı yılları unutur “mapushanelere güneş doğmuyor” türküsünü dinlerken.
Öyle türküler söyler ki, “yazını kışa çevirenleri” anlatır. Aşkla açıklar bunları. Gönülden gönüle gizli bir yol olduğunu ondan öğreniriz, ama arar arar bulamayız, sırrına ermeye çalışırız sadece.

Mülksüzdür Neşet Ertaş, müzikten onca para kazansa da. Mülksüzdür, diğer abdallar gibi. Kazandığını kendisinden daha kötü durumda olan garibanlara aktarır. Mülksüzdür, “bir ekmeğim varsa, onu bu akşam yer bitiririm, yarına bir torba unum kalırsa, benden hesabı sorulur”, inancındadır. Zira o bir torba un o gün aç olan başka birisinin rızkıdır.
Mülksüzdür, emekle sahip olduğu saz evini, benden dolayı kötü durumlara düşmesinler, diye tanımadığı birisine bırakır.

Köyde saatlerce birbirlerinin gözlerine baktıklarını, oysa şehirli insanların bunu hiç yapmadıklarından söz eder. Göz göze bakmanın ruhun derinliğine inmek olduğunu söyler.
Kimseyi kırmaz, babası Muharrem Usta gibi, engin gönüllüdür. “Öyle lafı uzatıp kısaltmaya gerek yok, birisi öldükten sonra imamın verdiği talkının da hiçbir faydası yoktur, bu dünyada birisinin kalbini kırdıysanız, varın hemen bugün özür dileyin” der.

Güzeli öyle bir tarif eder ki, “Acem Kızı” türküsüne sonradan yazılan son bir dörtlüğe konu olur o güzel. Almanya’ da bardan içeri giren ve herkesin bakışlarını kendine çeviren İranlı genç kadını “içeriye şah gibi bir güzel girdi” diye tarif eder.
Yıllarca unutulmuştur, gurbet ellerde geçim derdindedir. Öyle ki, TRT radyo ve televizyonlarında bile “rahmetli Neşet Ertaş’ tan alınan bir türkü” diye anonslar yapılır olur.

Mülksüzdür, ama en çok kızdığı şey, kendi türküleri okunurken doğru okunmadığı ve adının anılmadığıdır.
Ne Neşet Ertaş’ ı ne de Denek Dağı’nı anlatmaya yerimiz var, ne de bırakmaya. En iyisi, diyoruz, üstadı en güzel türkülerinden birisiyle analım istiyoruz.

Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özünden sel gizli gizli

Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar yar oy yol gizli gizli

Zaten türkünün adında gizli olan güçlü imgeyi anlatabilen varsa, beri gelsin. Bir dağ ki adı “gönül” ya da üstadın gönlü dağ gibi. Bu dağ, Denek Dağı olsa gerektir.
Alçak gönüllü olmak, onun için bir özellik sayılmaz, doğuştan getirdiğidir. Abdal kültürünün yansımasıdır. Konserinde “ceketini” çıkarırken bile, seyirciden izin ister. Konserin sonunda gelen alkışlara “ayağınızın türabıyım” diye karşılık verir.

Ayağınızın altındaki toprağım, turabım der.
Muharrem Usta, son nefesinde “sazımın emaneti Neşet’tir” der.

Devlet sanatçılığı payesini kabul etmeyen Neşet Ertaş, babası Muharrem Usta’nın evini, boş evini ziyarete geldiğinde, Neşet Ertaş’ın mahalle arkadaşlarının, akranlarının, abdal uşakların çocukları, torunları onu “ah yalan dünya” türküsüyle karşılar.

Ah Yalan Dünya

Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın
Bende gülmedim yalan dünyada
Sen beni gönlünce mutlumu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüne gelen dünyada

Sen ağladın canım ben ise yandım

Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım boş yere kandım
Rengi gönlümde solan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüne gelen dünyada

Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu
Sana karşı benim hayalim çoğdu

Felek bulut oldu üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüne gelen dünyada

Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüne gelen dünyada


Bu türkü anlatır ölümü, yalandır geriye kalan her şey.

***//***
Zaman, vakitsiz biriktirdiklerimizdir. Geçip gidiyor. Biriktirmeden yaşayın.

Ertelemeden yaşayın.
Zamanı ve yerini beklemeden yaşayın.

***//***
Bir yere aitseniz, bir kültüre aitseniz, bir aidiyetlik duygunuz var ise, DENEK Dağı misali “gölgeniz de” var demektir.

Gölgenizde saklayabileceğiniz, muhabbet edebileceğiniz dostlarınız olsun, sevgiliniz olsun.
Bir dağ olmanız gerekmiyor, “dağ gibi” olun, gölge verin.

Kendi dağ kültürünüzü yaratın, aşk ile yaratın, aşk ile besleyin.
Aşktan beslenin.
Aşk illaki

20 Temmuz 2018 Cuma

KÜLTÜR YARATAN DAĞLAR – 1 DİNEK DAĞI (İkinci Bölüm)



KÜLTÜR YARATAN DAĞLAR – 1

DİNEK DAĞI

(İkinci Bölüm)







Denek Dağı yarattığı kültürü Keskin’ e yansıtır, Keskin’ e taşır.

Keskin demek, halay demek, Keskin demek, türkü demek, Hacı Taşan demektir.

***//***

Anadolu’nun en zengin ve canlı müzik kültürüne sahip olan Keskin’ de bu damarı canlı tutan kanalların başında ritim zenginliği sunan Keskin – Bala halayları, Denek Dağı eteklerinde kurulu Cerit ve Afşar Obaları’ nın göç ve mecburi iskan öyküleri, Abdal Kültürü gelmektedir.

“Allı Turnam” türküsü her yerde söylenir, ama Keskin’ de başka türlü söylenir. Hacı Taşan – Neşet Ertaş’ın demesiyle “Hacı Emmi” – daha başka söyler. Allı Turna avazıyla, Hacı Taşan’ ın sazındaki tele eşlik eder adeta.

Neşet Ertaş, Hacı Taşan’ ı anlatırken şunları söyler.

“Babam Muharrem Ertaş ay dost deyince yeri göğü inletirdi. Hacı Taşan da Hacı Taşan dı emme canım.“

Neşet Ertaş, ta küçük yaşlarından itibaren babasının yanında, karşısına asla çalıp söylememiştir. Onun ustası aslında Hacı Emmim dediği, Hacı Taşan’ dır.

“Billur Piyale” türküsü Erzurum’da da söylenir. Büyük edebiyatçımız Ahmet Hamdi Tanpınar Billur Piyale’yi “mahalli bir klasik“ olarak tanımlar.

Erzurum’ da söylenen Billur Piyale ile Keskin’ de söylenen Billur Piyale’ yi ancak Tanpınar gibi büyük bir usta sentezleyebilir.

Ama Keskin’ de söylenen Billur Piyale daha başka bir lezzet bırakır ruhumuzda. Hacı Taşan,

billur piyaleli gülüm burya mı geldin
aslın Keskinli mi gardaş sen sefa geldin

derken, hem Keskin’ i anlatır, hem de kolları narin, sevgiliyi.

Billur Piyale, kristal kadeh, kristal bardak, demektir.

Kristal kadehe benzetilen yardır, sevgilidir. Sevgili hem narindir hem zariftir kristal bardak gibi. Ama kristal gibidir aynı zamanda sevgili, bir tarafından bakınca, öbür tarafını görürsün, ruhunda hile ve karışım yoktur, saftır kristal gibi.

Hacı Emmi, billur piyale, dedikçe, karşınızda salınan ince belli bir sevgili durur sanki masada.

Hacı Taşan demek “Hacıeli Obası” demektir, ayağına fotini giyince zengin olduğunu sananlar, Hacı Emmi’ nin türküsünde yer bulamaz kendine.

Yöre ağzı ile söylemek gerekirse “Hacel Obası”, aynı zamanda Muharrem Ertaş‘ın evlendiği köydür, abdal köyüdür. Hacı Emmi’ nin köyüdür Hacıeli Obası, Hacı Emmi’ nin bütün türkülerinin sentezi bu türküde saklıdır.

Haceli Obası’ nı engin mi sandın
Ayağında fotini var zengin mi sandın
Her oluru olmazı dengin mi sandın,
Ay da doğdu göremedim yar seni.

Türkü üstatları der ki, “türkü Yozgat’ ta doğar, Kırşehir’ de oyun havası olur,

Keskin’ de elenir.

Bu toprakların insanı, her birisi, sıradan bir abdal, sıradan bir köylü, müzik konusunda birer “kitapsız bilendir“. Hangi sesin yanlış olduğunu, hangi sesin hangi sesle bir arada olması gerektiğini, hangi ritmin nereye uyduğunu bilir. Uymayan, yakışmayan sesleri dinlemez.

Yozgat’ tan Keskin’ e kadar gelebilen türkü, en son Keskin’ de ince elekten geçer, süzülür, adeta rafine olur. İsimsiz virtüözlerin, isimsiz armoni ustalarının elinde ve dilinde billura, kristale dönen sesler bize bozlak olur, semah olur, oyun havası olur, maya olur.

Ya da,1960‘lı yıllarda radyoların en çok çalınan ağıt türküsü nasıl unutulur? Şifa bulmak için Ankara’ ya giden fidan gibi kız, ölümüne bile sevinir neredeyse, Keskin’ e gelince, “künyemi Keskin’ den sildirmeyin“ der.

Ankara’ da yedim taze meyvayı
Boşa çığnamışım yalan dünyayı
Keskin’ den de sildirmeyin künyayı
Söyleyin anama, anam ağlasın
Anamın oğlu var, beni neylesin

Künye sildirmek ne demektir, bilir misiniz?

Künyeyi sildirmek yersiz yurtsuz kalmak gibidir, asla silinmez.

Hatta künyesini başka yerden doğduğu ata topraklarına aldıranlar da olmuştur hasretlikten.

Künyeyi sildirmek kendini “aidiyetsiz” hissetmek, öyle kalmak demektir.

***//***

Keskin aynı zamanda farklı inançtan insanları da barış içinde bir arada tutar. Denek Dağı bu anlamda barış dağıdır da.

Keskin ve civarında, önemli bir Ortodoks Türk vatandaşı yaşamaktadır.1921 -22 yıllarıdır. Keskinli Ortodokslar Mustafa Kemal’ den yana tavır almıştır Milli Mücadele’ de.

Olası Rum-Türk çatışması, huzursuzluğu bu bölgede hiç yaşanmamıştır.

Milli Mücadele’ de yaşanan Türk – Sovyet işbirliği çerçevesinde, Kızıl Ordu’nun kurucusu efsane komutanlarından Kırgız M.V. Frunze Aralık 1921 – Ocak 1922 tarihleri arasında Türkiye’ yi ziyaret eder.

Karadeniz’ den giriş yapan Frunze, Ankara yolu üzerinde Türk Ortodoks

Patrikhanesi’ni ve patrikhane kurucusu Papa Eftim‘ i de ziyaret eder.

Dönenim Adliye Vekili Refik Şevket Bey, Türk Ortodoks Kilisesi’nin kuruluş amacını şöyle açıklar.

“Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Türk Ortodoksları Rumların devamlı tecavüzleriyle milliyetlerini kaybetmek üzeredirler. Bunlar ana dilleri olan Türkçeden başka bir dil bilmeyen ve ( ... ) milliyetleri olan Türk ahlak ve adetlerini taşıyan bu zavallılar, Rum Kilisesi ve Rumlar tarafından Karamanlı diye hor görülmektedirler .( ... )

Kilisenin adı “Karıştıran Kilise“ , kırmızı taştan yapı malzemesinden dolayı ise yöre halkı tarafında “Kızıl Kilise” olarak bilinir.

Keskin’in dışında, bağların olduğu bölgede, yamaca kurulu kiliseden bugün geriye sadece yıkık duvarlar kalmış yazık ki.

Koskoca patrikhaneden hiçbir şey kalmamış geriye.

Yazık.

Denek Dağı’nın barış dolu dağ yelleri buraya kadar gelmemiş anlaşılan.

Denek Dağı bu kiliseye gölge olamamış demek ki.

***//***

Siz Kırşehir, Yozgat, Keskin, Çorum, Ankara yörelerinde çalan, çalıp söyleyen abdallara sadece çaldığı müzik aletlerine göre, sazcı, kemancı, davulcu vb derseniz, ya o abdallara bilmeden hakaret ediyorsunuz, ya da sanattan anlamıyorsunuz demektir.

Neredeyse hepsi “usta malı“ eserler çalıp söyleyebilen bu insanların hepsi birer

“ustadır.“ Ancak, ustalık payesi alabilmek bir akademik unvan almaktan daha zordur. Dahası, ustalığı sürdürmek, geliştirerek sürdürmek daha da zordur. Bunun için sürekli çalacaksınız, sürekli söyleyeceksiniz.

Ancak, bu insanlar, “abdallar“, abdal ustaların tek geçim kaynakları düğünde dernekte çalıp söylemek, yörenin demesiyle, “düğün kovalamaktır.“

Zorunlu olarak düğün kovalamaya ara verdiklerinde, ustalar ellerine sazı alamaz, avazları çıkmaz olur. Ama asla yaptıkları işlere küsmezler.

Muharrem Ertaş Usta’nın ustaları babası Yusuf Usta ve dayısı Bulduk Ustadır.

Bulduk Usta’nın öyle bir sesi vardır ki, düğünlerde söyleyince komşu köyden duyulurmuş.

Hatta Seferberlik’ te asker kaçaklarını yakalamakta zorlanan jandarma,

Bulduk Usta’yı yanında götürür, türkü söyletir, türkünün sesine gelen asker kaçaklarını yakalarmış.

Neşet ERTAŞ Usta’nın babası için söylediği “ay dost deyince yeri göğü inleten Muharrem Usta“ sözü Muharrem Usta‘ ya dayısı Bulduk Usta’dan miras kalmış olmalı.

O yıllarda, elektriğin olmadığı, ses düzeninin olmadığı düşünüldüğünde, çıplak sesle düğün çalmak, düğün savmak, sesini komşu köye duyurmak kolay iş değildir.

İşte Abdal ustalar böyle bir gelenekle yetişiyor ve içlerindeki ateşi böyle bir avazla dışarı atıyorlar.

***//***
Neşet Ertaş, babasının yanında saz çalıp söyleyemezdi, ama daha çok küçük yaşlarda onun yanında köçek olarak düğünlere giderdi. Çünkü düğünlerde kadınların erkeklerin önünde şimdiki gibi oynamaları görülmüş şey değildi. Kadınlar ancak kendi aralarında uzakta, kapalı yerde oynarlardı.

Çalan oyun havasına erkekler de kalkmazdı. Oynayanlar hep köçekti. Köçekler genellikle çocuklardan seçilirdi. Bunun en büyük nedeni, ustalığa yatkın çocuğa daha o yaşta ritim duygusunu vermekti. Eğer çocuk iyi bir köçekse, ritim yönünden sorun yaşamıyorsa, ustalıkta yol alabilirdi.

Köçekliğin olmadığı, ayıp olduğu zamanlarda ve yerlerde, halaylardır ritmi kazandıran. Halayı bozan zaten dışarıda kalır. Sazın ve sözün ustaları olduğu gibi, halayın da ustaları vardı. Bala, Kaman, Kırşehir, Keskin yörelerinde halaya kalkanlar, aynı zamanda sazda ve seste de ustadırlar.
***//***
Abdallar, Alevi – Bektaşi inancına sahip, o kültürün içinde mayalanmış müziğin avazını dile getirirler. Daha yakın zamanlara kadar, kış gecelerinde köy odalarında düzenlenen sohbetlerde, görgü cemlerinde, zakir meydan sazı çalar, nefesler söylenir, semah dönülürdü.

Şimdi ne kış geceleri, ne görgü cemleri, ne de semahlar kaldı. Ama sözleri Pir Sultan Abdal’ a ait “Keskin Semahı” hala söyleniyor. Keskin Semahı, diğer semahlara göre icrası çok zor ve özellik isteyen bir türküdür. Ama söz konusu icracı Hacı Taşan olunca, bu durum daha bir özel olur. Keskin Semahı, Hacı Taşan külliyatında özel bir yer tutar, nadiren söylenen bir türküdür, sadece meraklı olanlar dinler. Keskin Semahı çalarken, canların dönüşünü, pervane oluşlarını, kıvrılıp eğilişlerini, pir’e selamlarını sezersiniz.
***//***


Dağlar ne kadar yüce olsa da, yarattığı kültürün içinde şekillenen insanlar o kadar alçak gönüllü, engin gönüllü olurlar, kibir nedir bilmezler, böbürlenmezler.
Kırşehir’ de heykeltıraş Tankut ÖKTEM Hoca’nın yapmış olduğu bir heykel Muharrem ERTAŞ’ ı konu alır.

Neşet Ertaş, anılarında çok yoksul olduklarını, yediklerinin, onu da bulabilirlerse, sadece ekmek ve bulgur olduğunu, babası Muharrem Usta’nın düğünlerden sonra verilen tavuğu getirip pişirip yemelerinin onlar için ziyafet olduğunu anlatır.
Hemen bütün abdallar gibi, Muharrem Ertaş da mülksüzdür. Yine, Neşet Ertaş’ın anlatımıyla, sahip oldukları tek şey, babasına ait olan bir eşektir. Bu topraklarda insana olan saygı kadar hayvana olan saygı da yücedir. O nedenle eşeğin adını anarken bile karşınızda bulunan insanlara hareket ediyor anlamı çıkmasın diye,                       “sözüm ayağının altına“ diye başlanır ve eşekten hayvan diye söz edilir.

Eşek Muharrem Usta’nın mülkiyet anlamında tek varlığıdır. Yine Neşet Ertaş’ın anlatımıyla Muharrem Usta eşeğini köyden köye düğün kovalarken üzerine binmek için kullanır. Muharrem Usta, eşeği ve küçük Neşet ayrılmaz üçlüdür, ayrılmaz dost.
Tankut Hoca heykeli yapmadan önce tasarımı oğul Neşet Ertaş’ a gösterir.

Gerisini biz söylemeyelim, gerisini A DEVRİM KARACA – Kaxumabuk söylesin aşağıdaki harika yazısında.
Recep Babayiğit, 20.07.2018

Elindeki tokmakla inceden inceye oyuyordu yeni bir heykel için, murcun keskin ucuyla betonu. Bir yandan da hayal ediyordu elindeki tasarıma bağlı kalarak, nasıl yol alacağını. Nasıl bir ifadeyle buluşturup, yansıtacağını ve ona güzelliği, estetiği, çarpıcılığı hangi ruhla katacağını. Her şey başından sonuna kadar kafasında iyice oturmuştu.

Heykel tasarıma göre; bozkırda, yine yola düşmüş baba ve oğul aşıklar bir eşek ve sazlarından ibaret olacaktı. Çocuk yerde, baba elindeki sazla eşeğin üzerinde canlandırılacaktı. Böylece gayet hoş olacak, yaptıranlar da gönül borçlarını ödeyeceklerdi. Tasarım hemen oğul üstada da gösterildi.
Üstad görür görmez irkildi ve derhal uzattı elindeki çizimli kağıdı, yaptırana. "Olmaz gözünün yağını yediğim olmaz" dedi. "Bu yakışık almaz. Canın üstüne başka bir can olmaz. O, eşek dahi olsa can taşıyor. Yıllarca onun üstünde duracak babam. Yakışmaz. İndirin babamı, yan yana üç ayrı can olarak yapılsın, kabul etmem öbür türlü."

Heykeltıraş üstadın isteğiyle gelen bu yeni değişikliği öğrenince bozulmuştu biraz.

Demek ki heykeltıraş bu heykeli; dünyanın en güzel, en çarpıcı, en estetik heykeli olarak çıkarmış olsaydı bile, Üstad Neşet Ertaş için yine de çirkin olacaktı. Çünkü ona göre, can üzerinde can olamazdı. Can üzerine başka bir can çıkamazdı. Bir can, başka bir canı tepesinde taşımamalıydı.

Şimdi anlıyoruz ki yalan dünya ile gerçek dünya arasındaki fark işte böyle oluşuyormuş. Üstadın gönlünü huzursuz ediyordu bu yüzden. Biz öylesine alışmışız ki; belki, ham gönlümüz sezmeyecekti bile yalan dünya ve yalın dünya arasında hem de apaçık duran bu ince farkı. Can üstünde can olamaz, farkı. Aşık Abdal Neşet Ertaş gönlümüzdür. Saygıyla.

Üç can da ayrı birey olarak gösterilmiş anıtın son hali yıllardır Kırşehir'i daha da zenginleştirerek.

Not: Bahsi geçen heykeltıraşımız Prof. Tankut Öktem birçok önemli heykele imzasını atmış önemli yontu ustalarımızdandır ve 2007 yılında trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. bkz:tankutoktem.com
 
A. Devrim Karaca

Kaxumabuk

***//***

Tam da böyledir işte. Neşet Ertaş heykel bile olsa “can üstünde can taşıyan bir cana“ kıyamıyor, itiraz ediyor. Bu bakış açısı, bu görüş, bu hayata bakış koca bir abdal kültürünü, DENEK Dağı kültürünü açıklamaya yetiyor.

13 Temmuz 2018 Cuma

KÜLTÜR YARATAN DAĞLAR – 1 DİNEK DAĞI





İnsan yaşadığı yere benzer, der şair.

O yerin havası, o yerin suyu sizi şekillendirir.

Güzel sesli birisini anlatırken, onun güzel sesini suyundan içtiği pınarlara, havasını içine çektiği göğüne bağlarız.

Memleket suyu içmiş, belli, deriz.

Şair de öyle der,

o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer”

Dağlık yöre insanı sert karakterli ve hırçın, bozkır insanı ise sabırlı ve inatçı olur.

Kıyı insanı ise yumuşak başlıdır.

Ama bütün bunlar sizin kendinizi bir yere ait hissetmenizle, bir kültüre ait hissetmenizle ilgilidir.

Kendinizi hiçbir yere, hiçbir kültüre ait hissetmezseniz, aidiyet duygunuz yoksa veya yitirmişseniz, bir yanınız eksik kalır.

Önceleri fark etmezsiniz eksik kalan yanınızı, ama hayat gittikçe sıkıcı ve mutsuz gelir size.

Sonraları, belki de çok sonraları, yaşınız ilerlediğinde belki de fark edersiniz hiçbir yere ve hiçbir kültüre, hiçbir dile, hiçbir yemeğe, hiçbir müziğe, hiçbir dağa, hiçbir ırmağa, hiçbir bozkıra ait olmadan bunca yıl ömür geçirdiğinizi ve mutsuzluğunuzun nedeni bu olduğunu.

Sonra kendinize bir aidiyetlik bulmaya çalışırsınız.

Bunu bulmak o kadar kolay olmaz bunca yaştan sonra ve bunca “dağından, ırmağından, havasından, suyundan, yemeğinden, müziğinden” ayrı yaşayıp şekillendikten sonra.

Gittiğiniz kurslar, gittiğiniz geziler, katıldığınız gruplar ilk haftalardan sonra sizi pek mutlu etmez, yine başa döner, “neden mutsuzum”, diye sorarsınız.

Arkasında sizin eksik olan veya hiç olmayan veya yitirmiş olduğunuz bir aidiyetlik duygusu vardır.

Burada kısa ve basit yoldan bir “hemşericilikten” söz etmediğimi belirtmek isterim.

Şair, “insan yaşadığı yere benzer”, derken aslında insan şekillendiği çevrenin ürünüdür, ait olduğu çevrenin ürünüdür der.

Hemen ardından ekler “o yerin suyuna o yerin toprağına benzer.”

***//***

Dağlar bütün dünyada “kültür yaratan” coğrafi yeryüzü şekilleridir.

Irmaklar da öyledir.

Göller de denizler de.

Yüksek ya da alçak, büyük ya da küçük, fark etmez, bazı dağlar vardır o yörenin o bölgenin, o ülkenin, koca bir kültürünü yaratır, yaşatır, saklar, korur.

Gavurdağı insanı, deriz, Çiçekdağı insanı.

Göl İnsanları’nı yazar Kemal TAHİR.

Kura Nehri “BİR IRMAK ÜÇ TOPRAK” olarak taşır kültürü Allahekber Dağları’ndan Hazar Denizi kıyısına.

Dadaloğlu Avşar ellerini anlatır neredeyse bütün şiirlerinde. Mecburi iskan, o kanuna kafa tutan Avşar ellerini hep göçe zorlar.

Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

Afşar elleri göçe zorlandıklarında aştıkları da sığındıkları da hep “dağdır.”

Pir Sultan şiirlerinden Yıldız Dağı eksik olmaz.

Pir Sultan Abdal’ım coşkun akarım
Akar, akar, dost yoluna bakarım
Pirim aldım, seyrangaha çıkarım
Daha Yıldız Dağı’n yaylamasınlar

İnce Memet’ in yurdu hep Toroslardır.

İnce Memed Akgedikten ünledi
Buhurcular kulak verip dinledi
On yedi kurşunu yedi ölmedi
Dayan İnce Memed dayan gidelim
Dağlar nidelim oy
Tut elimden İnce Memed gidelim

Efeler Madran – Marçal – Aydın Dağlarını mesken tutmuşsa kendilerine, sosyal eşkıyaları hep dağlar saklamıştır Anadolu’ da.

Kerimoğlu anlatır bize dağları, Yörük Ali Efe anlatır türkülerle, zeybeklerle.

Koca bir Ana Tanrıça kültü Murat Dağları’nda gizlidir.

Sabahattin ALİ roman kahramanlarını dağlarda saklar hep ve kendisi de hep dağları mesken görür kendine:

Şehirler bana bir tuzak
İnsan sohbetleri yasak
Uzak olun benden uzak
Benim meskenin dağlardır dağlar

***//***

Derler ki “Türkü Yozgat’ ta doğar, Kırşehir’de oyun havası olur, Keskin’ de elenir.”

Keskin, dediğimiz aslında “Dinek Dağı’dır.”

Türkünün elenmesi, sesin elenmesi, müziğin elenmesi, “rafine olmasıdır, süzülmesidir, usta işi bir eser olmasıdır.”

Türkü Keskin’ de elenip, süzülüp, rafine olduktan sonra Keskinli abdallar dışında veya Dinek Dağı kültürü ile şekillenmeyenler dışında, o ince elekten süzülür gibi ortaya çıkan türküyü söylemek kolay değildir.

Dinek Dağı, yerel ağızla, ta Ankara – Çankırı – Çorum – Yozgat – Kırşehir yörelerinde söylenen şekliyle, Denek Dağı’dır.

Dinek Dağı’nın eteklerinde kurulu Avşar, Cerit, Türkmen, Abdal boyları Denek Dağı’ndan beslenirler.Dağ burada kültür yaratan bir varlıktır.

Siz, o yöreye, Keskin’e gidip de, Dinek Dağı, diye başlarsanız konuşmanıza, sizin yabancı olduğunuzu hemen anlarlar, “Denek Dağı” der yöre insanı.

Siz, harman hasattan sonra, güz gelende o yörede, yani Çorum-Çankırı-Yozgat-Ankara yörelerinde bir düğün yaparsanız, düğün çalmak için tuttuğunuz ustalar eğer Denek Dağı’nın ustalarıysa, düğününüzün itibarı artar. İtibar ustaların maharetindendir.

Konuya tekrar geleceğiz, ama unutmadan, siz ne düğün çalan davulcuya ve zurnacıya, ne de bağlama ve keman çalana, çaldıkları müzik aletine göre “davulcu, zurnacı, sazcı, kemancı vb“ derseniz, ya hakaret etmiş sayılırsınız ya da o yörenin kültürünü bilmiyorsunuz, demektir.

O müzik aletlerini maharetle çalan, onlara ruhunu katan insanlar birer “ustadır“ ve bütün bu yörelerde usta diye anılır, usta diye çağırılırlar.

Bir şeyde usta olmak, herkesin harcı değildir.

Ne akademik unvanlar yeter usta olmak için, ne kitaplar dolusu armoni bilgisi. Denek Dağı ustaları bizim Nazım‘ın dediği gibi, “topraktan öğrenen / kitapsız bilendir.“

70’ li yıllar, ortaokul sonrasında ilk defa Çorum dışına çıktığımda, Ankara’ ya doğru yolun solunda kalan, uzun sırt hattıyla düşlerime giren dağın adının “Denek Dağı“ olduğunu sora sora öğrenmiştim.

Denek Dağı’nın beni ta çocukluğumdan çeken yanı, her düğünde dinlemeye doyamadığım davul ve zurna çalanların neredeyse hepsinin Denek Dağı ustaları olduğunu öğrenmemdi.

Bir dağ, nasıl olur da bu kadar usta insan yaratır, nasıl olur da bu kadar ustanın mahareti birbirinin aynısı olur?

Uzun süredir yapmış olduğumuz Yurt Gezilerinde bugüne kadar gezi ve güzergah sıkıntısı hiç olmadı. Ama güzergah belirlemek değildi asıl konumuz. Asıl konumuz, yapılan gezileri bir tema etrafında yapmaktı.

Aksi halde, araca binip, iki gün sonra dönmek, karmaşık bir sıralamayla akılda ve resimlerde kalan görüntülerin birkaç saatte hızla gözümüzün önünden geçip gitmesiyle o geziye ait başka hiçbir şey kalmıyordu geriye, yani hızla tüketiyorduk, her şeyi tükettiğimiz gibi.

Temalı gezilere geçelim dedik.

Temalı gezilerimizin birisi de “Kültür Yaratan Dağlar” dır.

Kültür Yaratan Dağlar temalı yurt gezilerimizin ilk durağı Madra Dağı idi.

Sadece 1.343 metrelik yüksekliğiyle Madra Dağı, etrafında kurulu Kozak Köyleri ile koca bir Kozak Kültürü’ nü yaratmış ona yerlik yurtluk etmiştir.

Aynı temalı, Kültür Yaratan Dağlar temalı başka bir yurt gezimizi Türkmen Dağı’na giderek yaptık.

Eskişehir – Kütahya illerinde bulunan Türkmen Dağı, eteklerine sığınan, binlerce Türkmen’ e, Abdal’a, Alevi – Bektaşi’ ye – Seyit Gazi ‘ ye yerlik yurtluk yapmıştır. Hiddetlenip kızdığında ise ağzından çıkardığı kızgın volkanik küller koca bir Dağlık Frigya coğrafyasını oluşturmuş ve o coğrafya Frigya Kültürü’ ne yerlik yurtluk yapmıştır.

Dağlar asla sadece birer coğrafi yeryüzü şekli değil, bir kütle değildir.

Anadolu topraklarında bin yıllarca Ana Tanrıça kültürü hakim olmuştur. Ta bizim uzak Asya’dan getirdiğimiz Şaman inancımız, kendine en çok Anadolu’nun dağlarında yerlik yurtluk bulmuştur.

Dağlar Ana Tanrıça’ nın, Kybele’nin yeri yurdu olmuştur. Dağlar bu anlamda ana kadar doğurgandır.

Dağlar, akarsuları doğurmuştur, bereketi doğurmuştur. Yaylarından akan bal, ovalarından yağ, kaymak olmuştur.

Yörük olmuştur dağın kültürünü taşıyan, Tahtacı – Teber olmuştur semah dönen, Abdal olmuştur sazın teline vuran, kemanı inleten, zurnaya turna avazını katan.

Efe olmuştur Kuvayı Milliye saflarında silah tutmuştur dağlarda.

Dağlar, kültür doğurmuştur, günümüze kadar gelen, Termesos’ tan - Sagalasos’ a, Kozak’ tan – Keskin’ e.

Denek Dağı, eteklerinde kurulu Cerit, Avşar ve Türkmen Obalarıyla onlardan süzülen kültürü, bu obaların yüz yıllardır süren acılı göç ve mecburi iskan hikayelerini saklar.

Denek Dağı, bu yöreden gurbete her gidenin selam verip, helallik istediği, “ben gidiyom Denek Dağı, kalanlar sana emanet” dediği, gurbetten her gelenin ise

“Denek Dağı yeni geldim gurbetten” diye selam vermeden önünden geçmediği bir yüce dağdır, engin gönüllü yüce bir dağ.

Dinek Dağı yeni geldim gurbetten
Başım eksik olmaz kadadan dertten
Adama kemlik mi gelir merdoğlu mertten
Yiğit gölgesinde yiğit saklanır
Kötülerin dalı olmaz, gölgesi olmaz

Bizim abdal ustalarımız, Muharrem Usta ve Neşet Ustalar ne kadar saygı dolu söylerler bu türküyü, adeta dağın önünde eğilirler, ustaların avazı yeri göğü inletir, “ay dost“ ile başladıklarında bu türküye.

Türküde yiğit olarak geçen kişi Denek Dağı‘dır aslında, bir yiğit dağdır Denek Dağı , gölgesinde yiğitleri saklar.


Yine bir yurt gezimize gidiyoruz anılarımızda, Denek Dağı anılarında.

Denek Dağı olağanüstü görünüyor. Hemen eteklerindeki dalgalı arazi, Anadolu bozkırını yansıtıyor. Dalgalı bozkırın üstünden bulutlar geçiyor, yansımaları seziliyor. Bozkır yavaş yavaş ölürken, Denek Dağı gelinliğini giymiş, taze bir bahara kadar nazlı nazlı beklemeye geçmiş.

(Devam Edecek)


Recep Babayiğit, Temmuz 2018