1 Kasım 2023 Çarşamba

EMANETLER-1

EMANET AYAKKABI

İnsanların kendince çok değerli bildiği bir şeyi başkalarına, hiç tanımadıklarına, hatta çok yakından tanıdıklarına bile emanet etmeleri zordur.

Bazen değerli bir şeyi, birisine emanet bırakırsınız.

Bazen sevdiğiniz birisini bir başka sevdiğinize emanet bırakırsınız. Giderken de “Çocuğum, oğlum, kızım, annem, babam vb. uzatabilirsiniz” size emanet deriz.

…/…

Aşık Mahzuni Şerif askere giderken eşi Sovina/Suna’yı en yakın arkadaşına emanet eder belki de.

Ama bilen bilir hikayeyi, İtalyan asıllı Sovina Mahzuni’nin arkadaşıyla kaçar. Emanete hıyanet vardır.

…/…

Muharrem Usta bu dünyadan göçmeden önce sazını oğlu Neşet Ertaş Usta’ya emanet eder. “Sazımın emanetidir,” der ona.

Burada Muharrem Usta’nın emanet ettiği sadece ağaç ve telden ibaret bir saz değildir, Muharrem Usta’nın emaneti bin yüzyılların ötesinden gelen koskoca bir “Abdal Müziği” geleneğidir.

…/…

Ortalık yerde konuşulamayan ve adı hep “Emanet” olarak geçen şeyler vardır bir de.

Genellikle silahtır bunlar.

En büyük ve en değerli emaneti Nazım verir Arhaveli İsmail’e.

(…)

Arheveli İsmail
              kendi kendine sordu:
“Emanetimizle varabilecek miyiz?”
Kendine cevap verdi:
“Varmamış olmaz.”

Gece, Tophane rıhtımında
Kamacı ustası Bekir Usta ona:
“Evlâdım İsmail,” dedi,
“hiç kimseye değil,” dedi,
                        “bu, sana emanettir.”

Ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
                      “Şaban Reis,” deyip,
                      “emaneti yerine götürmeliyiz,” deyip
                                                  atladı takanın patalyasına,
                                                                                 açıldı.

“Allah büyük
  ama kayık küçük” demiş Yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
                                      bir sağnak daha,
                                      peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
                                                alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
Sıvastopol'a giden bir geminin
                                        sancak feneri.

Elleri kanayarak
                      çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
                ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet:
           bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
                                     ta Ankara'ya kadar gidip
                                     onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat İsmail
                 ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
                                               aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
                                                         düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
                            ve simsiyah
                                            durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi İsmail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
           ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
Ve birdenbire
             öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
                                            yıldı elleri,
                                            yüklendi küreklere,
                                            kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
                        kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.
İlkönce küfretti.
Sonra, “elham” okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
           eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti...[1]

…/…

Burada emanet ayrı, söylenen söz ayrı değerde ve önemdedir.

Emanet bırakılan kişi, yani emaneti alan kişi çoğu zaman büyük sorumluluk altındadır. Emanete sahip çıkması gerekir. Emanete hıyanet edilmez sözünü şimdilerde pek duyamasak da hala ağırlığı olan bir sözdür kültürümüzde.

Bazen de çok değerli bir eşya, bir mal bir başkasına emanet edilir.

Böylesi emaneti alan kimse o eşyaya gözü gibi bakar ve onu en iyi şekilde korur.

Emaneti alırken de emaneti verene şu lafı söyler: “Aman emanetin bağrı yuka (yufka) olur, derler” sen hiç merak etme, nasıl teslim ettiysen öyle alırsın.

Emanetin bağrı gerçekten yuka/yufkadır, yeterince özen gösterip saklamazsan çabucak kırılır.

Uzakta birisine bir dostunuzla selam gönderirken de aslında o selam o dostunuza bir emanettir.

O dostunuz vefalı ve emanete saygılı birisi ise selam gönderdiğiniz kişiyle karşılaştığında lafa şöyle başlar “Önce falancanın üzerimdeki sana olan emanet selamını söylemiş olayım.”Selamı alan kişi de sonraki zamanda o selamı göndereni gördüğünde Gevheri’nin aşağıdaki deyişinde anlatmaya çalıştığı gibi “Emanet ettiğin selamın geldi, aldım,” der.

Burada derin bir anlam yüklü emanet sözü ise bize genç yaşta kaybettiğimiz Abuzer Karakoç’un icrasında bir Alvar deyişinde çıkar karşımıza. Deyiş Gevheri’den alınmadır.

Emanet etmişsin geldi selâmın
Sevgilü sultanım, aleyküm selâm.
Aldı tazim ile bu ben gülâmın
Ey şahı hubanım, aleyküm selâm.

Umarım efendim, mürüvvet senden
Uğrunda geçmişim can ile tenden
Demişsin gedama selam et benden
Sevgilü sultanım, aleyküm selâm.

Geçmeden boynuma aşkın kemendi
Nice bir ararsın bu derdi mendi
Kuluna selam etmiş, efendim kendi
Sevgilü sultanım, aleyküm selâm.

Lütfedip hatırım ele almışsın
Sana hasret olduğumu bilmişsin
İşittim merhamet kâni olmuşsun
Derdimin dermanı, aleyküm selâm.

Müyesser olur mu, rüyunu görmek
Acep olur mu ki, vaslına ermek
Gahi gahi böyle selâm göndermek
Keremdir sultanım, aleyküm selâm.

Hasta idim, beni getirdin cana
İhtiyaç kalmadı, gayri Lokmana
Selâmın şifadır, bu hasta cana
Sevgilü sultanım aleyküm selâm.

1991 BEYAZIT TEK ŞEKERLİ ÇINARALTI

O yıllarda Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası‘nda çalışıyorum. Bazı yaz günlerinde iş çıkışlarında Üsküdar’a kadar geliyor, karşıya geçiyor, Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nı geziyorum.

Sonra da “Tek Şekerli Çınaraltı’nda” üzerindeki uzun paltosuyla, parmaklarında türlü türlü ve çok sayıda gümüş yüzüklerle, saçları Kaf Dağı’nı dolaşacak kadar uzunlukta eski zaman ikonları gibi sürekli ayakta duran Hüseyin Avni Dede ile sohbet ediyorum.

Kış günlerinde ise ancak hafta sonlarında görebiliyorum Dede’yi.

Bir gün Dede’nin kulağına eğilerek “Dede ben Sümerbank-Beykoz’da çalışıyorum, sana bir çift ayakkabı getirsem, giyer misin acaba, galiba 42 numara giyersin?” diye soruyorum.

Dede’nin gözlerindeki sevinci görebiliyorum, gayet olgun, sen de kim oluyorsun, demiyor.

“Gayet tabi ki giyerim,” diyor.

25 OCAK 2020 BEYAZIT TEK ŞEKERLİ ÇINARALTI 

YURT GEZGİNLERİ ESKİ İSTANBULLU AĞAÇLAR

ŞEHİR GEZİSİ BAŞLANGIÇ NOKTASI

Yazar Dostumuz Volkan Yalazay’ın ESKİ İSTANBULLU AĞAÇLAR-İstanbul’un Anıtsal Ağaçları kitabının rehberliğinde 25 ve 26 Ocak 2020 tarihlerinde iki gün üst üste ve iki ayrı grupla yapmış olduğumuz ESKİ İSTANBULLU AĞAÇLAR Şehir Gezimize kitabın “ÇINAR HAZRETLERİ” bölümünde uzun uzun anlatılan ve adı Beyazıt Camisinin yanındaki çınar ile anılan, çoğumuzun yakından tanıdığı bir zamanlar bu meydanda tezgah açan esnafın posta adresi olmuş olan TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI ile başlıyoruz.

DEDE artık o canlı çınar altına seyrek geliyor.

Üç gün önce gittiğimde DEDE’yi göremeyince, sahafta çalışan Mehmet DUMAN kardeşim ilgileniyor ve DEDE’ye iletilmek üzere ona telefonumu bırakıyorum.

Doğrusu pek ümitli olmamakla birlikte 25 Ocak, Cumartesi için DEDE ile çınar altında

buluşmayı düşünüyorum.

DEDE bize kim bilir neler anlatacak?

Derken bir gün önceden Mehmet DUMAN kardeşim beni arıyor ve DEDE’in yanında olduğunu söylüyor.

DEDE’ye hürmetlerimi ileterek başlıyorum konuşmaya ve 25 Ocak, Cumartesi, sabah saat 08.30’da TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI’nda buluşmak üzere sözleşiyoruz.

25 Ocak, Cumartesi, saat 08.30

Gezi için isim yazdıran ve mazereti olan birkaç arkadaşımız dışında sabahın ayazına

ve karanlığına rağmen, sıcak yataklarından kalkıp gelen 22 Yurt Gezgini ile buluşuyoruz TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI’nda ve yanımızda çınarın onsuz adı telaffuz

edilmeyecek manevi koruyucusu Hüseyin AVNİ DEDE ile.


DEDE gruba kitaplarını imzalıyor.

Derken Mehmet DUMAN çay söylüyor herkese.

Çınardan ve Ahmet Hamdi’den söz ediyoruz.

Farsça olan çınar kelimesi dilimize öylesine yerleşmiş ki, “Çınar kelimesi” dışında

çınar için söylenecek başka her kelime bize farklı şeyler anlatıyor, farklı şeyleri işaret

ediyor sanki.

BİR ROMAN BİR EFE: KERİMOĞLU Yurt Gezimizde Muğla-Pisi’de bizi gezdiren KERİMOĞLU kitabının yazarı, dostumuz Hüseyin İlker Altınsoy Efe’nin çınarları göstererek her seferinde onlara “Kavak” demesiyle şaşırmalarımız bu şehir gezimizde son buluyor.

Volkan YALAZAY çınarın Anadolu’nun farklı yerlerinde halkın çınar için “Kavlak-

kavlağan-kavak” dediğini yazıyor.

O halde uzun kavak nedir, ona ne demeli?

Kırgızistan gezilerimizden biliyoruz ve gruba soruyorum.

Unutmamış kimse, Kırgızlar bizim bildiğimiz uzun kavak için “Gök dal” diyorlar.

DEDE bize bir şiirini okuyor ezberinden.

Biz de DEDE’ye armağan olsun, diye ona bir Diyarbakır türküsü okuyoruz.

Bahçada yeşil çınar

Boyun boyuma uyar

Ben seni gizli sevdim

Bilmedim alem duyar

DEDE çok mutlu oluyor.

Cezmi ERSÖZ’ ün TEK ŞEKERLİ ÇINAR ALTI için yazdıklarını Volkan YALAZAY’ın

aktarması ile okuyoruz.

Her gezimizde olduğu gibi, bu gezimizde de çam sakızı çoban armağanı bir

hediyemiz oluyor. Bir paket çifte kavrulmuş ALİ MUHİDDİN HACI BEKİR lokumu hediye ediyoruz DEDE’ye.

Afiyetle yesin.

O sırada yanımda getirmiş olduğum Volkan Yalazay kitabının ilgili sayfasını açarak Dede’ye imzalatıyorum.

EMANET AYAKKABI YERİNİ BULUYOR

Grup biraz uzaklaşıp ayrılıyor.

DEDE ile baş başa kalıyorum. Biraz mahcup, çokça utanarak, ona tam otuz yıl öncesinden verdiğim bir sözü artık yerine getirmek için elimde taşıdığım paketi Dede’ye vermeye hazırlanıyorum.

Aslında 30 yıldır bende bekleyen bir “Emanetini” veriyorum Dede’ye.

Bu paketin içinde ona 1991 yılında söz vermiş olduğum, ama bir türlü getirip veremediğim, 42 numara bir çift iskarpin var. Ama iskarpinler Sümerbank-Beykoz ürünü değil.

Olsun.

Dede sanki bu bir çift iskarpini benden 30 yıl önce almış da “Şimdilik sende emanet kalsın, sonra getirirsin” dercesine bana geri vermiş gibiydi.

Dede’ye paketi veriyor ve 1991 yılında aramızda geçen o konuşmadan söz ediyorum.

Çok duygulanıyor Dede.

Bizi koruyan Dede mi, çınar mı? 25 Ocak, 2020

EMANET KİTAP

Pandemi sonrası Dede’ye sık sık uğruyorum.

Dede bana bir keresinde “Hani bana kitap imzalatmıştın, o kitaptan arıyorum, bulamıyorum,” diyor.

“Ben sana bulurum, Dede,” diyorum.

Dede kulağıma eğiliyor ve usulca “ Ayakkabı işine dönmesin, ben bir 30 yıl daha bekleyemem” deyince ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyorum.

İlk emanetin bu kadar geç teslim edilmesinden dolayı zaten çok utanıyordum, unutulmamış o hikaye yeniden karşıma çıkınca yine utanıyorum.

Dede iyi niyetli, alınmıyorum.

Sevindiğim şey ise Dede’nin bunca yıl sonra emaneti unutmamış olması oluyor.

Kitabın yayıncısı benim de üyesi bulunduğun Ankara merkezli KIRSAL ÇEVRE VE ORMANCILIK SORUNLARI ARAŞTIRMA DERNEĞİ’nin Genel Kurulu’na gittiğimde son kalan kitabı almış oluyorum.

Kitap artık bende çok kıymetli bir emanet gibi, hiç zarar ziyan görmeden sahibine ulaşmalı.

Bu sene, Nisan ayında kitabı, emaneti Dede’ye teslim ediyorum.

25 Ocak, 2020 tarihinden bu yana üzerimden koca bir 30 yılın yükü kalkmış oluyor.

MEKANIN SESİ-HÜSEYİN AVNİ DEDE

12 Ekim, 2023 tarihinde İBB tarafından düzenlenen Mekanın Sesi etkinliğinin konuğu bu kez Hüseyin Avni Dede oluyor.

Etkinlik saat 18.00’de başlayacak.

Öncesinde Dede ile sohbet ediyorum ayaküstü.

Onu ilk defa üzerinde o uzun paltosu olmadan, renkli ve üstelik bir ceket ile görüyorum.

Bu anı kaçırmamalıyım. Dede ile bir fotoğraf çektiriyorum.

Bu fotoğraf da benden sonrakilere emanet kalır belki de.

 



 Dede kendi hikayesini anlatıyor çınarın altında.

Konu Tek Şekerli Çınaraltı adresine geliyor.

O zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a gelen, Çınaraltı’nda tezgah açarak hayatlarını kazanmaya çalışan insanların çoğunun belirli bir adresi bile yoktu. Çoğu Süleymaniye’nin metruk evlerinde kalıyordu belki de.

Ancak onlar memleketleriyle bağlarını koparmamışlar, oraya mektup, para, paket vb. gönderiyorlar, memleketten de onlara geliyordu.

İstanbul’dan göndermek kolay da, memleketten gelecek mektup, paket vb. için hangi adresi verecekler ki bu yersiz, yurtsuz ve adressiz insanlar?

Çözüm yine o Çınar Hazretleri’nden geliyor.

Dede anlatıyor, “1988 yılında buraya, çınarın gövdesine bir levha çaktılar. Levhada buranın adresinin PK. 34450 Çınaraltı-Beyazıt olduğu yazıyordu. Memleketten gelen mektuplar, paketler buraya, Çınaraltı’na geliyor ve buradan dağılıyordu.”

 

Dede şiirlerini okuyor

PK 34450 sol üstte çınara çakılı

Dede hayatından önemli kesitleri bir film şeridi gibi anlatmaya devam ediyor.

 -İlk şiir kitabını 1964 çıkarıyor, adı Japon İkizleri,

-1973’te Şairler Üzülmesin,

-1968 yılına kadar bu meydanda kurulan bitpazarında yer parası 25 Kuruş,

-O vakitler tam karşımızdaki İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü halka açıktı, halk buraya her gün gelir, gezer, piknik yapardı,

-Altında durduğumuz bu çınarın yaşı aslın 540, ama gövde çürüdüğü ve oyulduğu için yeni ölçülen yaşı 375 çıkıyor,

-Şu an İBB’nin yeniden açtığı Küllük çay ocağı yeşillikler içindeydi ve bu nedenle eski fotoğraflarda görünmez,

-Küllük ellilerde yıkılır,

-Meydanda Haydar Bey Havuzu diye bilinen bir havuz vardı,

-Küllük’ün yanında ise Emin Mahir Bey Lokantası vardı,

Dede eski para koleksiyonu da yaptığını ve bu işe ilk defa ne zaman başladığını anlatıyor.

“Çocuktum, bir gün çınar altında bozuk para satan birisiyle karşılaştım. Paraların ışıltısı beni büyülemiş olmalı, paraları adamdan almak istedim.

Adam paralar için 10.00 TL istedi, bende ise son param, 2,50 TL var.

Adama söyledim.

Adam razı oldu. Bozuk paraları alıp eve gittim.

Sonradan öğrendim, paraların Yunan ve Romen paraları olduğunu ve hiçbir değerinin olmadığını.

Paraların ışıltısına kapılmıştım.”

Dede daha fazlasını ve İstanbul’a, Beyazıt-Çınaraltı’na yolu düşen herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği anıları ŞAİRLER ÜZÜLMESİN & YAĞMA YOK şiir külliyatında yayınlıyor.[2]

Dede aşağıdaki Tek Şekerli Çınaraltı şiirini okuyor etkinlik sona ermeden.

Çok da içten okuyor.

Sanki bize de bir mesaj verir gibi, yalnızlık geçen dizede.

“Bilirim bir ölüm suskunluğudur yalnızlığımız”

Yine aynı kitapta “Son Çare” adlı şiirinde ise ayağında papuçlarının, üzerinde paltosunun olmadığını anlatarak başlar dizelere.

Ayağımda papuçlarım;

Üzerimde paltom yoksa,

Bir eskiciye satmışımdır,

Dede’ye 1991 yılında söz vermiş olduğum o bir çift ayakkabının da eskiciye satılacağını bilseydim, “Emaneti” çok daha önceden getirirdim Dede’ye.

Zira bilirim ki şairler boş yere satmazlar ayaklarındaki papuçlarını, üzerlerindeki paltolarını.

Kimsede emanetiniz kalmasın, size emanet edilen bir şey varsa ona sahip çıkın. Ölüm suskunluğunda yalnız olsanız bile, bir gün gelir o emanetin sahibi her şeyi hatırlar.

Aşk-ı muhabbetle,

 



TAVSİYE DİLEN DİNLEME:

ABUZER KARAKOÇ-ALVAR DEYİŞLERİ-EMANET ETMİŞSİN

 


[1] Bütün Şiirleri-Nazım Hikmet-Yapı Kredi Yayınları-2017 Ondördüncü Baskı-Üçüncü Bap s.559-566

[2] Şairler Üzülmesin & Yağma Yok-Hüseyin Avni Dede-Bayraktar Matbaası-2009-Beşinci Baskı