21 Haziran 2018 Perşembe

BİR KADINI YENMEK & EĞDİRME FESİNİ KALKAR GİDERİM




Bugün 21 Haziran.

Kuzey Yarım Küre’ de “yaz ekinoksu”, yaz gün dönümü.

Yani, bugün en uzun gün, en kısa gece.

Bugünden sonra günler yavaş yavaş kısalacak.

Halk takvimine göre ise bugün Kiraz ayının sekizinci günü.

***//***

Lakonik konuşmadan söz etmiştik.

Adı ta Hititlerden bu yana değişmeyen, Zela’ ya, Zile’ ye gittiğimizde gördük ve yaşadık yeniden, dünyanın belki de en unutulmaz lakonik sözünü: “geldim – gördüm – yendim.

Julius Sezar MÖ 47 yılında, ta Mısır’dan kalkıp, Anadolu içlerine, Zile’ ye gelerek Pontus Kralı VI. Mihtridates’ in oğlu II. Farnekes’ i 02 Ağustos’ ta, Zela’ da yendiğinde bu söz dünya tarihine geçer ve günümüzde bile her vesileyle söylenir olur.

Helenlerin ana karasında bulunan Lakonya ve orada yaşayan Lakonlar ve “lakonik konuşmalar” başka bir yazımızın konusu olsun.

Bizim konumuz Anadolu köylüsünün “söz tasarrufu” konusunda, lakonik konuşma konusunda Lakonlardan hiç de geride kalmadığını görürüz.

***//***

Eski Türklerde çocuklara isimlerin nasıl verildiğini anlatmıştık.

Çocuklara isim  vermenin hiç de öyle sıradan bir şey olmadığını, çocuğun sadece ailenin değil, içinde doğduğu obanın, boyun, soyun bir bireyi olduğu ve boyun ve soyun devamı için bir can olduğunu ve onun çocuğa isim verilirken anne babadan ziyade, o boydaki, o soydaki bilici, ulu kam, bilge dediğimiz kişilerin çocuğa isim verdiklerini konuşmuştuk.

Kız alıp vermek de öyle kolay ve sıradan değildir Eski Türklerde.

Kız evermenin aslında “kız ebermek” olduğunu, ebermenin ise “soylamak” olduğunu, yani kızı evermenin aslında kızı “soylamak” ile eş olduğunu da anlatmıştık.

Kızı soylamak ise aslında kızın da içinde bulunduğu veya gideceği boyu, soyu, klanı, obayı soylamak, oraya iyi ve yeni bir soy götürmek olduğunu konuşmuştuk.

Soy hep anadandır.

Ananın soyu, kızın soyu ne kadar uzun devam ederse, boyun ve obanın soyu da o kadar uzun ve bozulmadan devam eder.

O nedenle bizde, Türkçemizde “soy isim” vardır.

Batı dillerinde soy isim yerine “sonraki – ikinci isim” kavramı vardır.

Soy isimler konusunu da başka bir yazımızın konusu olmak üzere bırakıyoruz.

***//***

Kızı istemeye gelenler kızı aslında ailesinden isterler, ama kararı obanın, soyun ulu ve bilge kişileri verir.

Kızın hangi obaya veya soya gelin gideceği veya hangi obadan veya soydan obaya veya soya gelin geleceği söz konusudur burada.

Gelecek kızın soyu oba ve soy için çok önemlidir, ailenin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir.

Bu, kızın soyunun hem güzelliği, hem yiğitliği, hem savaşçılığı, hem doğurganlığı ile ilgilidir.

Göçebe konar göçer Türk boylarında sürekli savaş ve kavga halinde olan erkekler obada değilken, obayı ve geride kalan soyu savunmak kadına ve kıza kalır.

Obadan uzaklaşan erkeğin gözü arkada kalmaz, kadının savaşçı ve yiğit olduğunu bilir.

***//***

En güzel ve en anlamlı söz tasarrufu bizim türkülerimizde saklıdır.

Usta Neşet ERTAŞ “gönül dağı” derken, lakonik konuşur aslında, koca bir düşünceyi iki kelimeye “gönül dağına” sığdırır.

Bir Niksar Türküsü vardır, “Burçak Tarlası.“

Şahane 60’lı yıllarda dillerden düşmezdi.

Burçak tarlasında burçak yolan bilir ve bu türkü Niksar sınırlarını aşar giderken şehirli ahali ve aydınlar ise bu türküyü Tülay GERMAN’ ın ölümsüz sesinden dinlerdi.

Türkünün özü, nakaratında saklıdır.

Türkülerde her zaman söz tasarrufu olmaz. Bazen de eylem, hareket tasarrufu ifade edilir.

Bu türkünün nakaratında da söz tasarrufu değil, eylem, hareket tasarrufu saklıdır.

Eğdirme fesini yar yar kalkar giderim

Evini başına yar yar yıkar da giderim.

Burçak tarlası olan bir eve gelin gelen kız, sabah ezanında düşer yola, burçak yolmaya burçak tarlasına.

Kaynana hiç aman vermez.

Yola düşmeden önce gelin inekleri sağar, sütü pişirir, öyle gider burçak tarlasına.

Ama gelin öyle yorgun ve uykusuzdur ki, pişirdiği sütün köpüğünü, yani kaymağını yere düşürür.

Sabahtan kalktım da sütün pişirdim

Sütün de köpüğünü yar yar yere de taşırdım

Canından bezer gelin.

Kocası olacak adama derdini anlatmaya çalışır.

Adam gelini, karısını dinlemez.

Gelin artık aklını şaşırır hale gelir.

Türkü yetişir imdadına.

Sabahtan kalktım da sütün pişirdim

Sütün de köpüğünü yar yar yere de taşırdım

Burçak tarlasında aklım şaşırdım

***//***

Obadan kız istemeye gelen gence, genç ne kadar mahir, ne kadar yiğit, ne kadar soylu olsa da kız hemen öyle kolay verilmez.

Bütün bu maharetin, yiğitliğin, savaşçılığın sınanması gerekir.

Yanlış anlaşılmasın, sınanacak olan, yani bir imtihandan geçecek olan kızı istemeye gelen gençtir, ama o genç bu imtihanda obadan almak istediği kız ile birlikte imtihan edilecek, sınanacaktır.

Ok atacaklar kızla, at yarışı yapacaklar dörtnala kızla.

Ir, türkü söyleyecekler, atışacaklar kızla.

Ruhi Su seslendirir en güzel atışmayı Pir Sultan’dan:

(Oğlan başlar),

Allah Allah desem gelsem
Hakkın divanına dursam
Ben bir yanıl alma olsam
Dalında bitsem ne dersin

(Aldı kız)

Sen bir yanıl alma olsan
Dalımda bitmeye gelsen
Ben bir gümüş çövmen olsam
Çeksem indirsem ne dersin


İmtihan uzar da uzar.

Kızı almak kolay değildir obadan.

Sıra son sınava gelir, güç ve kuvvet, yiğitlik sınavı.

Kız ile oğlan güreşecektir.

Obanın ulu kişileri kızı almaya talip olan oğlanı güç sınavı için kız ile güreştirirler.

Oğlan kızı güreşte yenebilirse, kızı alabilir.

Ama oğlan ne kadar güzel ve mahir olsa da, kız aşık oldum, diye yalandan yenilmez oğlana.

Kız gücünün sonuna kadar güreşir oğlanla.

Kızı yenemeyen oğlan eli boş döner kızın obasından.

Zira barışta kızı yenemeyen bir oğlan, savaşta ve kavgada düşmanı hiç yenemez.

***//***

Burçak yolmaktan ve kaynana eziyetinden yılan, canı çıkan gelin kocasına durumu söyler, ”yeter artık bu hayat canıma tak etti.”

Kocası karısını hiç dinlemez.

Adam karısı ile konuşmaz bile.

Söz tasarrufu değildir artık burada ifade biçimi, bir eylemdir.

Adam karısını, yani burçak tarlasında aklını şaşıran gelini hiç dinlemez, karısının şikayetlerini hiç dikkate almaz.

Adam karısı ile hiç konuşmaz, onu dinlemediğini, onu dikkate almadığını “fesini eğdirerek” anlatır.

Eskiden, yani, bu türkü yakıldığında fes idi erkeklerin başlarına giydikleri.

Festen sonra kasket giymeye başladıklarında köylü erkekleri karısını değil sadece, karşısına geçen başkalarını da dinlemediğini, dikkate almadıklarını ifade edebilmek, gösterebilmek için, kasketini sağ tarafına, sağ gözünün üstüne indirir, köylülerin demesiyle, sağ kaşının üstüne yıkar ve bu “seni dinlemiyorum, hayır” anlamına gelirdi.

Bu ifade biçimi de lakonik bir ifade biçimidir.

Bu ifade biçimi bu güzel Niksar türküsünde, “fes eğdirme” olarak geçer.

Ama burçak tarlasında canı çıkan, aklını şaşıran kadın artık daha fazla dayanamaz.

Karısının şikayetlerine hep hayır anlamında fesini eğdirerek cevap veren adama kadın artık son sözü söyler:

Eğdirme fesini yar yar kalkar da giderim

Evini başına yar yar yıkar da giderim.

Evim barkım var, diye güvenme, “evini başına yıkarım”, der kadın.

Benim kocam olabilirsin, ama sahibim asla değilsin, “kalkar giderim”, der kadın.

***//***

Benim köyümde ve Çorum, Çankırı, Yozgat, Tokat, Amasya, Ankara köylerinde düğünlerde kız gelin olup evden çıkarken kız anası ile kız babası düğüne gelen köylünün ortasında meydanda güreştirilir.

Köyün tutucu olması falan hiç önemli değildir.

Bir gelenektir söz konusu olan.

Ama köylü bu geleneğin nereden geldiğini ve aslını bilmez.

Aydınlarımız ise Doğan AVCIOĞLU’ nun “Türklerin Tarihi” külliyatını okumadıkları için, eski Türklerdeki bu geleneğin günümüze kadar gelen ifadesinin kız anası ile kız babasının bu sembolik güreşleri olduğunu bilmeziler. İlkel bulurlar bu gösteriyi.

Burada artık obadan istenen kızın yerine, kız anası, kızı obadan isteyen oğlanın yerine ise, kız babasıdır semboller.

***//***

Son yıllarda feminist gruplar gösteri ve mitinglerde sıkça söyler oldular Burçak Tarlası türküsünü.

Feminist veya değil, hiç önemli değil, kadınlarımız da bilmez türkünün bir Niksar türküsü olduğunu, bu da hiç önemli değildir elbette.

Ama kadınlarımız asıl türkünün o nakarat bölümündeki yüklü anlamı bilmezler:

Eğdirme fesini yar yar kalkar da giderim

Evini başına yar yar yıkar da giderim.

“Beni dinle ulan”, der kadın aslında, “bana bak.”

“Beni dinlemiyorsan, evini başına yıkar, kalkar giderim”, der.

***//***

Bugün 21 Haziran, yaz ekinoksu.

21 Mart ise, gece ile gündüzün eşit olduğu, bahar ekinoksudur ve ertesi gün ise aydınlığın karanlığa karşı galip geldiği gündür. Gündüz geceyi yenmiş, uzamaya başlamıştır.

***//***

Kadın veya gelin veya kız hem obadan kız istemeye gelen oğlanı güreşte yenmiş, hem de burçak tarlasında aklını şaşırtan, onu canından bezdirerek fesini eğdiren adamı hiç takmayarak adamın, kocasının başına evini yıkıp kalkıp gitmiştir.

***//***

Ak, karanlığa galip gelmiştir.

Ak, olan aydınlıktır.

Ak, olan kadındır.

Aslında kız ile oğlanın güreşi, gece ile gündüzün, karanlık ile aydınlığın, yin ile şinin, ak ile karanın güreşi, metaforik olarak ise savaşıdır.

Aydınlık olan hep kızdır, gelindir, kadındır.

O nedenle biz kadınlarımıza hep “ay kız, ay peri, ay tolun, ak kız, ay gerim, ay bala, ay sirma, aylin, aylir vb “ isimler koyar, öyle sesleniriz.

Ay beyazdır, ak’ dır, aydınlıktır.

Ay, kadındır.

Mahi koyarız kızlarımızın adını, “ay gibi” demektir, aya benzer demektir.

O nedenle  oğlanlarımıza hep, “kara bela, karakuş, kara demir, karaman, kara taş, kara kurt, karayılan vb “, isim ve veya soy isimleri verir, öyle sesleniriz.

***//***

Kadın aşktır.

Aşk yenilmektir.

Aşk illaki,

Recep Babayiğit

13 Haziran 2018 Çarşamba

KİRAZI KİM YEDİ?


Bahar uzunca oldu, ne yağmurlar bitti ne de fırtınalar.
Halk takviminde ise günler bir birini kovalıyor.

Bugün,14 Haziran, halk takvimine göre “Kiraz Ayının“, yani, gün dönümü ile birlikte Kuzey Yarım Kürede yaz ayının başlangıcıdır.

Kiraz ayı için halkımız güzel bir tekerleme söyler:

Kirazı yedin dağa, üzümü yedin bağa

Siz öyle bakmayın tekerlemede geçen, “yedin” lafına. Aslında kiraz “yemek ister misin” demek ister halkımız ve bunu uzun uzun söylemek yerine “yedin” diyerek ifade eder, söz tasarrufu yapar. Helenler buna lakonik konuşma diyor, başka bir yazımızın konusu “lakonik konuşmalar” olsun.

Dağ ne ola ki burada?
Halkımız burada da bir ipucu veriyor.
Kiraz dağda, üzüm bağda olur, demek istiyor.
Gerçekten de has kiraz 1.000 metrelerde güzel olur. Üzüm ise, bağda, yani düzde.


***//*** 

Pekala bugün kullandığımız “haziran“ kelimesi hangi dildedir, diye soracak olursak,    “sıcak“ karşılığını bularak, Temmuz, Nisan ay isimleri gibi aslının Süryanice bir kelime olduğunu söyleyebiliriz.

O halde, batı dillerine girmiş olan ve Haziran karşılığında, yani altıncı ay 
karşılığında kullanılan “İngilizce-June, Almanca-Juni, Fransızca- Juin“ kelimeleri 
ne anlama geliyor?

Bütün bu kelimelerin aslı Juno‘ dan, yani Jupiter‘ in eşi Roma Tanrıçası Juno‘ dan geliyor.

Jupiter kim?

Öğrendik artık, Helenlerde Zeus, Hititlerde Teşub, Baş Tanrı, tanrılar tanrısı.
Romalılarda Jüpiter.

Juno kim?

Onu da öğrendik, Hititlerde Hepat, Helenlerde Hera.

***//***

Bakın Çekler ve Slovaklar ile Lehler, Haziran ayını “kiraz“ ile değil de, “çilek“ ile anarlar.

Şimdi durup dururken nereden çıktı kiraz adı, Haziran ayından söz ediyorduk, diyorsunuz?

Lafı fazla uzatmayalım, konumuz “Kiraz Ayı“ olduğuna göre, mevsimi gelince dilimizden düşmeyen, sofralarımızdan eksik olmayan, kızlarımıza adını koyduğumuz, güzeli betimlerken “kiraz dudaklı, al yanaklı“ dediğimiz, türkülerimize  konuk ettiğimiz “kiraz“ ağacının ve aynı adı taşıyan meyvesinin ana vatanı neresidir?

***//***

Hepimiz biliyoruz artık, “Giresun“, diyeceğiz elbette ve aslının Latince “Cerasus”  olduğunu söyleyeceğiz.

Doğrudur, bizim Anadolulu Cerasus Anadolu’ dan çıkmadan önce güzel bir Karadeniz ilimiz olan Giresun’ a adını vermiş, sonra Türkçeye “kiraz“ , Fransızcaya “Cerise“, İtalyancaya “Ciregiola“, Almancaya “Kirsche”,İngilizceye
“Cherry“ olarak girmiş ve ölümsüzleşmiştir.

***//***

Tamam, etimolojik olarak kirazın anlamı bu, ama kiraz nasıl olup da kendi başına gitmiş ta Avrupalara?

İşte bu soylu ağacı Roma‘ ya götüren ise MÖ 68’ de, Anadolu’nun yerli halkına, Pontuslara, Kral Mithridates’ a yenilen ve kös kös geri giden Romalı general Lucullus‘ dur.

***//***

Yemesi güzel, adı güzel, rengi güzel kiraz nedense hep hüzün dolu türkülere konuk olmuştur. Bir ironi mi desek, bir trajedi mi, bir dinmeyen hüzün mü?

Bir Bolu türküsünde gurbete gideceğini söyler oğlan ve “düş peşime gel” der, adı Halime olan sevdiğine.

Ne var bunda, demeyin öyle. Hepimiz gurbetteyiz, demeyin öyle kolayca.
Hiç gurbet yüzü görmemiş insanlar, köklerinden hiç kopamayan insanlar için gurbetlik zor zanaattır, acıdır.
O nedenle Anadolu’nun dağ başlarında koca köyde bir başlarına yaşamaya çalışır hala köklerinden kopmak istemeyen çok az sayıda hayata tutunan yaşlı insanımız.

***//***

Kiraz Ayı, yani Haziran ayı köylü için, topraksız köylü, rençber için para kazanmak, kışlık yeygisi için gurbete çıkma ayıdır.
Havalar artık ısınmıştır. Gurbette yorgan arasında parklarda, bahçelerde, inşaatlarda bile yatıp uyuyabilirsiniz. O nedenle yazın, kiraz ayı girince çıkılır gurbete.

Gurbete giden oğlan bu sefer başlık parası için gitmiyor, çalışmaya gidiyor.
Ama giderken sevdiğini de yanına alıp gitmek istiyor.
(…)
Kiraz aldım dikmeden
Halime’m dallarını bükmeden
Bir armağan ver bana
Halime’m ben gurbete gitmeden

Tombalacık Halime’m yar başına gel
Ben gidiyorum Bolu’ ya düş peşime gel
(…)

Burada “dikme” dediğimiz ağaçtır. Yanlışlıkla “bitmeden” diye okumayın, söylemeyin.
Oğlanın istediği armağan ise bir çocuktur Halime’den.

Bolulu oğlan kiraz ayında gurbete gider, ama kışın sılasına geri döner

***//***

Ama bizim, ya bizim İstanbul’daki adalı komşularımız?
Onlar belki de ebedi bir gurbete gittiler en son ve topluca 1963 yılında.

O komşularımız da adalar sahillerinden teknelerle uğurlandılar ebedi gurbetlerine.

O komşularımız teknelerin içinde son bir kez daha baktıklarında ada sahillerine ellerinde beyaz mendiller sallayarak bir İstanbul şarkısını söylüyorlardı ağır ve hüzünlü bir melodiyle.

(…)
Bir dalda iki kiraz
Biri al biri beyaz
Eğer beni seversen
Mektubunu sıkça yaz

Sallasana sallasan mendilini
Akşam oldu göndersene sevdiğimi
(…)

Sevdiğini kim gönderecek, adada kalan adalılar komşuları mı, Allah mı? Kim bilir hiç gelmeyecek belki de sevgili.

Bu şarkıya hep oynarlar, oysa hep hüzün doludur bu şarkı ve bu şarkıyı en içli olarak o hüzne tanık olmuş Safiye AYLA söyler.

***//***

Ama öyle hep hüzünlenmeyin “kiraz” adını duyunca.
Adalardan söz açılınca Sait FAİK’ ten söz etmeden olur mu?
Şimdi Sait FAİK ve adaların konumuzla, yani “kiraz” ile ne ilgisi var demeyin bu güzel adalı insanın aşağıdaki şiirini okumadan.

Bolulu oğlan için kiraz ayı “gurbete çıkma” zamanı ise, İstanbul’un ada sahillerine mendil sallayan Rum komşularımız için hüzünlü bir türkü ise, Sait FAİK için kiraz mevsimi “sevişme vaktidir.”

Şimdi “sevişme vakti” der şair. 

ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ

Çıplak heykeller yapmalıyım.
Çırılçıplak heykeller
Nefis rüyalarınız için
Ey önünden geçen aksakallı kasketli,
Yırtık mintanından adaleleri gözüken
Dilenci
Sana önce
Şiirlerin tadını
Aşkların tadını
Kitaplardan tattırmalıyım
Resimlerden duyurmalıyım,
Resimlerden...

Şu oğlan çocuğuna bak
Fırça sallıyor
Kokmuş manifaturacının ayağına
Dört yüz bin tekliğinden
On kuruş verecek.

Seni satmam çocuğum
Dört yüz bin tekliğe.
Ne güzel kaşların var
Ne güzel bileklerin
Hele ne ellerin var, ne ellerin

Söylemeliyim
Yok
Yok... meydanlarda bağırmalıyım,
Bu küçük
Güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu şehri kahvesinde
Kiraz mevsiminin
Sevişme vakti olduğunu.

Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım.
Baygınlık getiren şiirler.

Kiraz mevsimi, kiraz
Küfelerle dolu pazar
Zambaklar geçiriyor bir kadın.
Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
Belediye kahvesinde hala o eski,
o yalancı
O biçimsiz bizans şarkısı.

Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem
Nasıl etsem, nasıl yapsam da
Meydanlarda bağırsam
Sokak başlarında sazımı çalsam
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu...

Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
Boş geçirdiğim bağırmadığım sustuğum günlere
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
Oğlu bir şiir okusa
Karacaoğlan'dan
Orhan Veli'den
Yunus'tan, Yunus'tan...


***//***

Geçen sene, Aralık ayında  anısına NALLIHAN ANIT AĞAÇLARI YURT  GEZİSİNİ  düzenlediğimiz, değerli bilim insanı, bitki sosyoloğu
Dr. HİKMET BİRAND, çocuklar için yazdığı, ama biz büyüklerin okuması gereken
“Anadolu Ormanları“ adlı ölümsüz kitabında kiraz ile ilgili neler yazmış bakın?

(…)
1500 metre yükseklerde bir  köy  bahçesinin yanından geçerken büyük kiraz ağaçları dikkatimi çekti. Alt basamaklardaki gürgen – fındık ormanlarında yabanisi  çok olan bu ağacın evcil ve soylusu, kıyıda demek ki bu kadar yükseklere çıkabiliyordu.

-          Kiraz oralı ya. Dünyada ilk önce orada türedi o…
-          Biliyorum, o  kıyılarda çıktığı için kiraz cinsine Giresun’ un eski  adı
(Cerasus) takılmıştır. Cengaverliğinden çok boğazına düşkünlüğü ile ün salmış olan, Romalı  Lucullus MÖ 68’ de Pontus Kralı Mithridates‘ e yenildikten sonra Giresun civarından kirazı İtalya’ ya götürmüş ve oradan bütün dünyaya  yayılmış.
(…)

***//***

Yazımızın başlığında her ne kadar “üzüm” lafı da geçiyor olsa da, üzümü, asmayı, şarabı, Dionysos’u başka bir yazımıza, “meyve dolu kentler” yazımıza bırakalım

Ama şu kadarını söyleyelim bu güzel meyve için, kiraz için kimsenin itirazını dinlemeden;

Haziran sonuna kadar Anadolu’nun en iyi kirazı AFYON-SULTANDAĞI-DEREÇİNE kirazıdır.

Haziran ayından sonra ise, Bolkar Dağları’na çıkanlar bilir, yöre halkının “Darbaz” dediği, NİĞDE-ULUKIŞLA-DAR BOĞAZ kirazıdır.

***//***

İki ayrı zamanda, o iki yere de gidin, o iki kirazın da tadına bakın.

Sevin ve sevişin doyasıya o iki yerdeki dalları basan o iki kiraz ağacının altında.

Mevsimi gelmeden yemeyin kirazı, ama mevsimsiz bakın sevdiğinizle birbirinizin gözlerine, mevsimsiz aşık olun, mevsimsiz sevin, mevsimsiz sevişin.

Zamansız kaçın kiraz ağaçlarının altlarına…
Kirazı kimin yediği hiç önemli değil.

Aşk illaki

7 Haziran 2018 Perşembe

RÖVANŞI KİM ALDI?




İktidarlar, iktidarların tarihsel rolü her ülkede aynıdır ve ülkeleri hep bir “rövanşist” politikayla yönetmek isterler.

İktidarın, gücün bir politikası olan savaşlar da hep bir rövanşist düşünceyle çıkarılır.

Latinler “vindicare” diyorlardı “öç almak” anlamında. Kelimenin başına “re” konularak, re-vindicare yapan Latinler kelimeye “intikam” anlamı yüklediler.

Fransızlar aynı kelimeden “revenge” kelimesini türeterek bu kelimeyi, Türkçe dahil bütün dünya dillerine okunuşu “rövanş” olan bir kelime olarak sokarken kelimede barınan “intikam” anlamını da sakladılar, biraz yumuşattılar.

Basit bir spor karşılaşması bile “rövanşı” almak üzerine kuruluyken aslında arkasında yatanın hep “intikam, öç almak” olduğunu göremiyoruz.

Yazık ki insan ilişkileri de öyle çoğu zaman ve insanlar hep bir “rövanş” hazırlığı içinde, hep bir tetikte olma halindeler, kime ve neye karşı?

***//***
Bir 2419 no’lu vagon hikayesi vardır örneğin Orient Ekspres’ ten kalan. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Almanlar ve Fransızlar arasında teslim anlaşmalarında  “rövanşlara” konu olan bu vagon başka bir yazının konusu olacak kadar ironik, rövanşist ve sinematografik gerçek bir hikayedir.


(2149 no’lu Vagon Birinci Dünya Savaşı Sonrası Mütarekeden Kalan Tek Önemli Fotoğrafı)

Neyse, bu yazıda bizim konumuz kendi ülkemizde yaşadığımız ve içinden bir türlü çıkılamayan ve giderek derinleşen rövanşist politikalar olacak.

***//***

Osmanlı, derler, ama Osmanlıyı bilmezler. 

Şehir gezilerimizde gidip gördük. Ne Yeni Cami çıkışındaki "sadaka taşını" bilirler,  ve korurlar, ne de Miskinler Tekkesi’ndekini, ama ülkeyi yıllardır "sadaka kültürü" ile yönetirler.
(Yeni Cami Porfir Sütundan Sadaka Taşı)
***//***
Türkülerimizde, o güzelim Trakya türkümüzde "rakı" kelimesi geçiyor, diye
Vardar Ovası Vardar Ovası, 
Kazanamadım rakı parası    
değil sadece, asıl türkülerimizi yakanların kadın olmasından dolayı, kadın sesi ortalığı bir hoş ediyor, diye müziğe ve kadının yaptığı müziğe karşıdırlar aslında.
Neredeyse, ağıtlarımızın kuşkusuz tamamı, çoğu türkülerimizi yakanların kadınlar olduğu halde, yazık ki o güzelim türküler de hep erkekler adına yazılır.
Güzel bir örnek mi?
İşte size Efeler Diyarı’ nın zeybeği de olan o ünlü KERİMOĞLU Türküsü, yakan mı, bilinmez ama kaynak kişi bir kadındır, düğüncü kadın Koca A(y)şa.
Rövanş burada da söz konusudur. Kadınlarımızdan alınmak istenen rövanştır ortada yatan mesele. Kaynak kişi olarak hep erkeklerin adı yazılır türkülerimizde veya yöre adı yazılır veya anonim denir, ne demekse.
Yazık.
(Fatma Gevheri Hanım’ın Mezar Taşı-Baş Taşı)
Ama bilmezler Sultan Abdülaziz' in torunu Fatma Gevheri Hanım'ın bırakın çok seçkin bir müzisyen olduğunu, baş taşının Türk - İslam mezar geleneğine çok aykırı gelecek şekilde bir mezar taşı olduğunu, mezar taşına müzisyenliği hatırlatan çalgılardan bir demet rölyef işlendiğini, muhtemelen bunu Fatma Gevheri Hanım’ın vasiyet ettiğini.
***//***   
Büyük reformatör Sultan II.Mahmut artık isyankar ve silahlı bir çete haline gelmiş olan Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmaya karar verir. 
Tarihimizde "Vaka-i Hayriye" olarak geçen reformla, başkaldıran Yeniçeri Ocağı kısa zamanda yok edilir, ortadan kaldırılır.
Sultan II. Mahmut yeni düzen için her şeyi göze alır.    
Yeniçeri Ocağı'nı topa tutar.
Yetmez, binlerce yeniçerinin boynunu  vurdurur. 
Rivayet edilir, Topkapı Sarayı’ndan denize Sarayburnu'na bakıldığında suyun üstünde yüzen yeniçeri kellelerinden denizin görünmediği, söylenir. 
Yetmez, Sultan II. Mahmut kararlıdır, olur da ilerde bu ocağı bir tapınak,         mezarlarını da put haline getirirler, diye belki de İstanbul mezarlıklarında bulunan neredeyse bütün yeniçeri mezar taşlarının boynunu kırdırır. 
Masum birçok sadrazam, paşa, sultan, şehzadeden “öç alan” alan yeniçeriden sonsuza kadar “rövanş” alınmış olur.
(Börkleri ile yeniçeri mezar taşları)    
Bugün İstanbul' da çok az kalan yeniçeri mezar taşlarının yerini hiçbir "ecdad torunu" bilmez ve ziyaret etmez.    
***//***   
Bugün, rövanşa çıkanlar Sultan II. Mahmut' u ağızlarına koymazken, torunu
II. Abdülhamit' ten neredeyse yeni bir peygamber yaratırlar. 
***//***  
Sultan II. Mahmut işin gerçek anlamında bir okçudur, kemankeştir. Bugün modern olimpiyatlarda yarışan bütün sporculara nasıl “atlet” deniyorsa, o zamanlar, Osmanlı’daki bütün sporcular da, -okçu-binici-matrakçı-güreşçi-ciritçi- genel anlamda "pehlivan" olarak adlandırılıyordu. Sultan II. Mahmut kelimenin gerçek anlamında bir pehlivandır. 
Sultan II. Mahmut aynı zamanda gerçek anlamda bir müzisyendir ve ilk Türk askeri marşlarını besteleyen sultandır.   
Okmeydanı adının okçulukla ilgili olduğu aşikardır. 
Ok atılan meydana Kadınlar Çeşmesi’nden itibaren yürüyerek gidilirdi.
Bu meydanda rekorlar kırarak okun düştüğü yere, menzile, rekorların nişanesi 
olarak "nişan taşları" dikilirdi. 
Her birisi hem mimari hem de heykel anlamında şaheserdir. 
En güzelleri ve günümüze kadar olanları ise Sultan II. Mahmut’ un rekor atışları sonucu onun adına dikilmiş olanlardır. 
Şehir gezilerimizde gidip gördük, bugün Okmeydanı - Piyale Paşa mahalle aralarında sahipsiz ve kimsesiz, acınacak halde duran nişan taşlarına ilgi de yoktur yerini sorsan kimse bilmez.
Rövanş peşindekiler Sultan II. Mahmut' u yok sayarlar.


(Sultan II. Mahmut’ a ait nişan taşının içler acısı hali) 
 ***//***   
Tarihe 31 Mart Olayı (Rumi 31 Mart 1325 – Miladi 13.04.1909) olarak geçen bir ayaklanmayı bastırmak için Selanik' ten yola çıkan ve kurmay başkanlığını 
Mustafa Kemal' in yaptığı "Hareket Ordusu" , ayaklanmayı açık bir şiddetle bastırır. Hareket Ordusu'nun başında Nazım'ın ve Mehmet Ali Aybar'ın dedeleri Hüseyin Hüsnü Paşa bulunmaktadır.         
Yetmez, Taksim' deki "Topçu Kışlası", ayaklanmanın merkezi topa tutulur.    
(Bir zamanlar iç avlusunda futbol maçları ve geçit törenleri yapılan Taksim Topçu Kışlası)
12 Haziran, 2013 Gezi Eylemleri' nin bu kadar kan ve kin ile bastırılmasının ardında, rövanş peşindekilerde topa tutulan gerici ayaklanmanın merkezi ve sonra sembolü olan kışlanın ve içindeki zihniyetin yeniden diriltilmesi arzusu yatmaktadır.    
***//***   
Milli Mücadele yılları, Ankara Hükümeti dimdik ayaktadır. 
İstanbul ihanet içindedir. 
Yetmez, saraya bağlı gerici güçler, başta saraya yakın yerler, Bolu, Gerede, Geyve, Sakarya olmak üzere ihanet içindedir. 
Bir tek Mudurnu, Yurt Gezileri dönüşlerinde sık sık uğradığımız küçücük bir ada halinde, etrafında isyan eden gerici yerleşimlerin içinde, Ankara Hükümeti'ni destekler, "dayan Kemal, ardındayız", der.    
Küçücük Mudurnu' un kaymakamı yürekli İbradılı Abdurrahman Naili Bey'dir. 
İngilizlerin desteğindeki gerici güçler Ankara’ya yürümektedir.
Ankara Hükümeti ise başkenti Kayseri’ ye taşıma hazırlığındadır.
Ankara yolu üzerindeki o ada halindeki küçücük Mudurnu da aşılırsa, gerici güçlerin Ankara’ ya ulaşması hiç de zor değildir.
O ada halindeki küçücük Mudurnu gerici güçlerin Ankara’ ya ilerlemesini geciktirir ve o arada Kuvayi Milliye birlikleri yetişir Mudurnu’ya, Kara Fatmalar, Aydınlı Efeler.

(Kuvayi Milliye’ den Üsteğmen Kara Fatma)
Ankara  Hükümeti zaferi kazanır.    
İbradılı Kaymakam Abdurrahman Naili Bey' in oğlu, dünyanın en değerli halk bilimi adamlarından, 40’lı yılların Dil  - Tarih kıyımında Behice Boranlar, Niyazı Berkesler ile birlikte akademiden atılan Pertev Naili BORATAV’  dır. 
Nato' ya giriş için tezgahlanan uydurma komünist tutuklamalar önce bu güzel  insanlardan başlar.    
Rövanş peşindekiler yine iş başındadır.  
İbradılı Kaymakam Abdurrahman Naili Bey’e yapamadıklarını oğluna, Pertev NAİLİ BORATAV’ a yaparak onu akademiden sürerler. Rövanş Pertev Hoca’dan alınır.
Yetmez.    
Pertev Naili Hoca’nın oğlu ve iktisatçılarımızın yüz aklarından Korkut BORATAV Hocamız, sürüm sürüm süründürülür.
Yapılan şey yine ve hep rövanşa doymayanların kinidir.   
 ***//*** 
Romalılar bütün bu coğrafyayı, Anadolu Coğrafyası’ nı, Diyar- Rum’u (Roma Diyarı’ nı) yaptığı yollarla bir baştan bir başa ulaşılır kılmıştır.   
Ta Roma'dan bu yana, bin yıllarca, adına İpek Yolu, Kervan Yolu, ne derseniz deyin, İstanbul - Gebze - Mollafenari - İzmit - Akyazı - Geyve - Taraklı - Göynük - Mudurnu - Nallıhan - Beypazarı - Ayaş - Ankara  ve devamından geçen bu kadim yol üzerindeki önemli bir menzil yeri, önemli bir ticaret yolu  Mudurnu idi. 
Rövanş peşindeki dönemin hükümeti, milli mücadelede Ankara Hükümeti'ni destekleyen Mudurnu halkını, esnafını cezalandırmak için, bu kervan yolunu İzmit - Sakarya  - Hendek - Düzce - Bolu  eksenine almış ve gerici İstanbul Hükümeti'nden yana olanların gönlünü hoş etmiş ve 50’li yıllarda o ölümlü ve fay hattı üzerindeki E5 karayolunu yaptırmıştır. 
***//***
Şimdi biraz da mitolojik “rövanşlardan” söz edelim,
Miken Kralı Agamemnon komutasındaki Helen site devletlerinin orduları Truva’yı işgal etmek üzere Anadolu’ ya çıkarma yapmak için yelkenlilerle hareket etmeye hazırlar.
Ama havada tek bir yaprağı kıpırdatacak kadar bile rüzgar yoktur.
Agamemnon kahinlerin tavsiyesi üzerine rüzgar için Av Tanrıçarı Artemis’ e bir adakta bulunur, kızı Iphigenia’yı Artemis’ e kurban edecektir. Agamemnon tam kızını kurban edeceği sırada Artemis bu duruma dayanamaz ve Agamemnon’ a kurban için bir dişi geyik gönderir.
Rüzgarları estirir Artemis ve yelkenler şişer.
Agamemnon
Iphigenia kurban olmaktan kurtulur. Hayatının geri kalanını Artemis Tapınağı’nda rahibe olarak geçirir.
Yelkenleri şişen Agamemmon kumandasındaki yelkenli Helen orduları Truva’yı işgal için Anadolu’ ya çıkar.
Agamemnon ordularına karşı Truva’yı, Anadolu’yu, bu kadim coğrafyayı savunanlar Hektor kumandasında Anadolu’nun yerli halklarıdır.
Hattuşa gezilerimizden biliyoruz.
Hektor’un Truva’yı savunmasında Hititler de yer alır.
Hititlerin tarih sahnesinden silinmesi Truva’nın düşmesinden sonraya gelir.
Hektor yenilir, Anadolu halkları yenilir. Truva düşer.
***//***
Agamemnon mağrur ve muzaffer olarak Truva’dan dönerken güzeller güzeli Anadolulu Kassandra’yı da yanında sevgili olarak getirir.
Kızı Iphigenia’yı kurban etmesinden dolayı kızgın olan ve ondan nefret eden Agamemnon’ un karısı, sevgilisi ile bir olup o koskoca ordular yöneten, Truva’yı işgal eden, Hektor’ u yenen Agamemnon’ u öldürürler.
Rövanş yine sahnededir.
***//***
Agagmennon’ u oğlu Orestes ise, babasını öldüren annesi ile annesinin sevgilisini ikisini de öldürür.
Rövanş yine sahnededir.
***//***
Şimdi mitolojiden ayrılarak, adeta “mitolojik” bir öykü gibi bu topraklarda yaşanan gerçek zamanlara gelelim.
Bilinen iki şehir efsanesidir vardır.
Birincisi;
21 yaşında bir çocuk Fatih Mehmet İstanbul’ u aldığında “Hektor’un intikamını aldım” der.
Rövanş.
İkincisi;
1922 senesi, 26 Ağustos, Mustafa Kemal kumandasında Büyük Taarruz’ un başlangıç tarihidir.
Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra işgalci Helen orduları yenilir ve Anadolu’yu terk ederler.
Zaferi kazanan Mustafa Kemal Dumlupınar Meydan Muharebesi sonunda etrafındakilere “Hektor’un öcünü aldım” der.
Rövanş hep rövanş.
***//***
Gerçek ise, gerçek zamandır ve yazımızın başında anılan 2419 no’lu vagon benzeri gerçek bir tarihtir.
Birinci Dünya Savaşı’nda boğazlardan geçmeye çalışan İngiliz donanmasının amiral gemisi AGAMEMNON zırhlısı Türk topçusunun isabetli atışları ile ağır bir yara alır ve yaralı halde Çanakkale Boğazı’nı terk eder, geri çekilir.
***//***
Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup devletlerden olan Osmanlı, boğazlardan Agamemnon zırhlısını geçirmeyen Osmanlı, 30 Ekim 1918 tarihinde Limni Adası’ nın Mondros Limanı’ nda galip devletlerle bir mütarake imzalar. Silahlarını bırakır.
Mütareke “Agamemnon Zırhlısı’nda “ imzalanır.
Yaralı Agamemnon geri gelir, boğazlardan süzülerek geçer ve İstanbul Boğazı’na demir atar.
Rövanş, ironik ve trajik bir rövanş.
***//***
Cumhuriyet ilan edilir. Osmanlı Devleti yerine Türkiye Cumhuriyet’i vardır artık.
Mustafa Kemal’ in daha milli mücadeleye başlamadan önce söylediği o söz “hakimiyet bila kayd-u şart milletindir” sözündeki “hakimiyet” kelimesi “egemenlik” olarak değiştirilir.
“Agamemnon” kelimesi batı dillerine “hegamonia – hegemonya” olarak geçtiğinde, emperyal savaşlar çoktan başlamış ve dünya çoktan paylaşılmıştı.
Bu kelimeden, Agamamnon-hegemonya kelimesinden bize, Türkçe’ ye düşen ise 1935 yılına kadar Türkçe’ de bulunmayan “egemenlik” kelimesiydi. İronik bir rövanş.
***//***
Bu topraklar hep kadim ve yerli halklar ile sonradan gelen işgalci güçlerin arasında bitmek bilmeyen rövanşlara sahne olmuştur.
Bu toprakların tarihi aslında rövanşların tarihidir.
İnsan ilişkilerinde de ne yazık ki çok derin rövanşist yaralar vardır.
“Etme bulma dünyası” dediğimiz masum gibi görünen bir söz bile aslında bizi hep içimizde sakladığımız bir rövanşa, bitmeyen bir kine, bitmeyen bir öç almaya götürür.
***///***
Hayata ve aşka dair umudu tükenen insanların işidir rövanşı alma duygusu, rövanşı kimin aldığı ise hiç önemli değildir, asl’ olan “aşktır.”
***//***
Aşk hayat demektir.
Hayat umut.
Aşk illaki.
Recep Babayiğit
Ve elbette paylaşmak güzeldir.