20 Nisan 2021 Salı

KİTAP ELEŞTİRİSİ-1

KİTAP ADI                : DOĞUMUNUN 100. YILINDA ENVER GÖKÇE’YE ARMAĞAN

DERLEYEN             : ALİ EKBER ATAŞ

YAYINLAYAN           : H20 YAYINCILIK

BASKI                      : 1. BASKI – ARALIK 2020

KAPAK TASARIMI   : SEVİM TARLA

Sonda söylemek istediğimi başta söylemek istiyorum.

Enver GÖKÇE için ne yazılsa, onunla ilgili bilinmeyen ne varsa çıkarılıp aktarılsa, bu işi kim yaparsa yapsın,  şiir adına, Eğin adına bir kazançtır. Armağanı hazırlayanlar, katkı sağlayanlar, emek verenler var olsunlar.

Eleştiriye konu kitap Aralık 2020 tarihinde birinci baskısını yapan bir armağan kitap olunca tek bir yazar yerine kitaba katkı sağlayan edebiyat dünyasından, politikadan, bilim dünyasından ve bütün bu dünyanın dışından başka insanlar da çıkıyor karşımıza.

Bir armağan kitabın eleştirisini yapmanın güçlüğü de burada başlıyor.

O halde bu eleştirinin muhatabı kitabı derleyen ALİ EKBER ATAŞ olabilir mi?

İzin verirseniz önce kitabın dış kapağından başlayalım.

DIŞ KAPAK TASARIM ÖDÜLLERİ VAR MI?

Yayıncı kuruluşlar, vakıflar, dernekler, resmi veya yarı resmi kuruluşlar tarafından düzenlenen ve neredeyse birbirinin kopyası anlayışla ödüllerin dağıtıldığı “yarışmalar” hakkında konuşmayacağım.

Taylan KARA Dostumuz o kanalı yeteri kadar verimli kullanıyor.

İçeriğine bakılmaksızın hangi kitabın sadece dış kapağı ödüle layık görülmüştür veya grafik dünyası dışında-ki orada da bulunup bulunmadığını bilmiyorum- edebiyat dünyasında böyle bir kurum var mıdır?

Sinema sanatında ödüller her alanda çalışan, aktör, yardımcı, ışık, kostüm, senaryo, reji vb dağıtılırken, edebiyat dünyasının kitap ödülleri verilirken sadece yazar-şair ve onların yazdıkları mı dikkate alınıyor?

YALÇIN KÜÇÜK – ERKAL YAVİ – ÖMER ÜLKENCİLER

Yalçın KÜÇÜK tezler ile başlayan kült çalışmalarının akılda kalıcılığı ve hatta ilk görüşte sizde merak uyandıran okuma isteğinde hocanın kitaplarının dış kapak tasarımlarını hazırlayan Erkal YAVİ’ nin büyük payı vardır.

Sinema sanatındaki en iyi “görüntü yönetmeni” gibidir Erkal YAVİ.

Ömer ÜLKENCİLER adeta bayrağı teslim alır gibi, Yalçın KÜÇÜK’ ün birbiri ardına gelen kitaplarına aynı çarpıcılıkta ve bir o kadar da aynı şiirsellikte dış kapak tasarımları yapmıştır.

ENVER GÖKÇE’YE ARMAĞAN KİTABININ KAPAK TASARIMI

Dış kapak   

 İç kapak
    

Amacımız, en azından benim bugüne kadar duymadığım, edebiyat dünyasında bir kitaba “DIŞ KAPAK TASARIM ÖDÜLÜ” vermek değil elbette.

Ama dış kapağın görüntü ve kompozisyonu daha ilk bakışta bütün içeriği olumsuz olarak etkiliyor.

Burada tartışma veya eleştiri konumuz dar anlamda öz-biçim konusu değildir.

Ancak, biçimin de en az sinema dünyamızda kazandığı prestij kadar edebiyat dünyamızda da önemli olduğunu, önemli olması gerektiğini düşünüyorum.

ENVER GÖKÇE Mİ – BESİM TİBUK MU?

Enver GÖKÇE hayatının büyük bir bölümünde, 24 saatlik günlük yaşantısının büyük bir bölümünde hep o kapkara camlı gözlüklerinin arkasındadır, ama traşlı yüzü ile hep kederli, hüzünlüdür.

Ama Enver GÖKÇE’ nin hiçbir fotoğrafında onu dış kapakta gösterildiği gibi “adeta kibirden olacak” ,dudaklarını büzmüş şekilde göremezsiniz. Onun yüzü sülale lakabından da anlaşılacağı (TATAROĞLU) gibi tipik bir TATAR yüzüdür, kemikli ve iri bir yüz. En zayıf halinde bile Enver GÖKÇE gibi iri kıyım bir Tatar’ın yüzü o şekilde küçülüp daralıp, köşe vermez. Armağan kitabın 186. sayfasındaki siyah beyaz fotoğraf bunu çok iyi yansıtır.

Onunla dava arkadaşı olup daha sonra yolları ayrılan Sevim BELLİ çok iyi tarif eder şairin yüzünü armağan kitapta:

“Kısa –orta arası boyu, gür saçları, esmer teni hafif öne çıkık kuvvetli alt çenesi, kalın çerçeveli gözlükleri ve tıknaz küt yapısıyla bir Anadolu çocuğu.” s.258

Şairi başka fotoğraflarında dudaklarını büzmüş bir halde görseniz de, bu dudak büzme hali kitap kapağındaki dudak büzme haline, kibirden kaynaklanan dudak büzme haline, bir zamanlar Liberal Parti’nin genel başkanı olan Besim TİBUK’ un kibirli haline benzemez.

Enver GÖKÇE’ nin dudakları acıdan büzülmüştür ancak.

Şairin gözlüğünün camları o kadar karadır ki, gözlerini göremezsiniz. Eğer gözlerinin rengini de bilebilecek kadar Enver GÖKÇE’ yi tanımıyorsanız, onun o füme gözlük camları ardındaki gözlerini “siyah” olarak çizemezsiniz, zira gözlerden birisi doktorların taktığı “cam gözdür.”

DIŞ KAPAK YAZILARI

Dış kapak grafiği bir yana, kapakta yer alan yazılarda kullanılan yedi farklı renkteki yazı Enver GÖKÇE portresinin önüne geçiyor.  

Kapakta tam bir karmaşa hakim. Şairin saç telleri ucundan kızıl alevlerle isme (Enver Gökçe) bağlanma çabası tamamen kaybolmuş. Derleyenin adı hacimsel ve yerleşim açısından olmaması gereken bir yerde, yayınevi iyice göze sokulmuş, “doğumunun 100. yılında” yazısı ile birlikte bir kuşatma seziliyor.

İÇ KAPAK DAHA ÇARPICI

Oysa kitabın iç kapağı daha çarpıcıdır ve iç kapak rengi olarak siyahın kullanılmış olması karşımızda, kara gözlükler dahil olmak üzere hep karalarla duran Enver GÖKÇE’ yi daha iyi anlatır.

Kısacası, öz-biçim tartışmasında, “biçim” ziyan olmuş.

DERLEYEN Mİ HAZIRLAYAN MI?

Daha çok müzik ve folklorik eserlerde rastladığımız “derleyen” adı bir armağan kitap söz konusu olduğunda doğruya en yakını “hazırlayan” olmalıydı.

ÖZE DAİR

Armağan kitaplar hazırlamak zordur. Akademi çevresi bunu sık sık yapardı yetmişli yıllarda ve seksenli yılların ortalarına kadar, sonra kurudu, verimsiz çorak bir hale dönüştü. Bir BEDRETTİN CÖMERT’[1] e armağan vardır Hacettepe Üniversitesi’ nin hazırladığı, adeta akademinin o yıllardaki özüdür.

Kimin ne yazdığı kadar yazılmayanı yazmak da esastır adına armağan yazılan kişi için.

İstatistik tutmadım, ama Enver GÖKÇE’ nin doğum yeri, doğum tarihi, köyü, okuduğu okul, yaptığı işler farklı yazarlar tarafından o kadar çok tekrarla yazılmış ki, bu kısa ve değişmez bilgilerde bile hatalar görmek mümkündür.

Enver GÖKÇE şiiri de üç aşağı beş yukarı, kimi dedikodu tarzında da olsa defalarca aynı tez ve neredeyse aynı formatta yazılıp çizildi.

Armağan kitapta bunlara da yer verilmesi önemlidir elbette, ama sadece bir tane olabilir. İlk defa Enver GÖKÇE okumak isteyen birisi onun ne “müseccel komünist” olmasına ne sürekli tekrarlanan ve melankoliye ramak kala acı dolu hayatına ne de Ahmet ARİF ile birlikte anılan “dedikodusuna” takılıp kalmamalıdır.

Enver GÖKÇE’ yi şair yapan şey onun çocuk ruhundaki coşkunun Çit önlerinden geçen Fırat gibi hep deli akmasıdır.

Einstein’ in akılda en çok kalıcı olan fotoğrafı şaşırmış, dilini çıkarmış yüz ifadesine benzer bir ifadesinin olduğu fotoğraftır. Şairin BAĞIŞTAŞ-ÇİT arasında gidip-gelen kamyonun çamurluğunda ayakta durur halde altı saatlik yolu bir düş dünyası içinde geçirmesinde de aynı ifadeye rastlarız.

Köylüsü anlatır onun bu çocuk ruh halini armağan kitapta.

“Köyümüzün bir kamyonu vardı. Kamyonun şoför mahalline binmez, çamurluğunda dışarıda giderdi. Bir eliyle kamyonun aynasına tutunur, diğeriyle de camı açık duran kapıyı içerden tutardı. Köyden beldeye, Arapgir ’e, Kemaliye’ye hep basamakta giderdi. Giderken de dönerken de burada yolculuk etmeyi çok severdi. Çok az mutlu olduğu anlarından biriydi bu anlardaki yolculuğu. Çocuklar gibi neşelenirdi.” s.79

Şairin şiir dünyasını besleyen onun şekillendiği coğrafyasıdır. O kamyonun çamurluğunda giden haliyle şairdir.

Enver GÖKÇE’ yi ilk okumaya başlayanların böylesine hülyalı bir insanı okuyup Fırat boyu ta Eğin’den Çit’ e kadar yolculuk yapması gerekir.

…/…

İlhan BAŞGÖZ ne siyasi ne de şair özelliğini öne çıkarır arkadaşı Enver GÖKÇE’ nin.

Eğer bir yeniden ve yeniden Enver GÖKÇE okuması yapmak istiyorsak, yine ve yeniden İlhan BAŞGÖZ Hocanın armağan için yazdıklarını farklı bir gözle okumalıyız.

“Enver GÖKÇE halk türkülerini iyi bilirdi. Kısık ama tatlı ve dokunaklı bir sesi de vardı.” s.19

İlhan BAŞGÖZ söz konusu Enver GÖKÇE olunca onun ne bir Divan Edebiyatı müptelası olduğunu, ne Kayaş köylüleri ile imece için iyi bir tırpan sallayan köylü olduğunu, ne bir Dede Korkut anlatıcısı olduğunu söylemeden geçemez. Şairin besleneceği bütün kaynakları sıralar BAŞGÖZ.

Birbirini tekrarlayan ve/veya yalanlayan şairin siyasi görüşleri, partisi, şiiri, poetikası hakkında yazılan çoğu zaman kısır bir hal alan konular, başka kitapların, başka yazarların konusu olmalıdır.

Ali DEMİRSOY coğrafya olarak Şaire en yakın kişidir, yazmadıkları yazdıklarından daha çok olmalıdır. Daha çok konuşulmalıydı onunla.

Karabey AYDOĞAN yazmamış olsa, Enver GÖKÇE ile Malatya Divanı arasında ne ilişki olabilir ki, derdim. “Malatya Divanı diye bilinen bir türküyü korodaki arkadaşlarına öğretir.”s.83

Ama ustalık ister Malatya Divanı, icrası yüz yılların birikimini gerektirir.

Naçizane onun çok bilinen “Mürettip Hasan” şiirinin kahramanını Eğin’de aramak ve bağlantıları yakalayabilmek sadece şiire ve şaire tutkunun bir sonucudur. s.85

Sabri KUŞKONMAZ yazısı hala günceldir, yerindedir. S.145

Aziz NESİN’ in yazısı bir kitap dolusu yazının da, şiirin de önünde gider. s.247

Onca öfkeye rağmen, onca yol ayrılığına rağmen, Enver GÖKÇE şiirinin yapısı, tanımı, yine de “ben şair değilim, şiir eleştirmeni de değilim” diyen Sevim BELLİ tarafından yazılır armağanda.

“Nitekim Enver’i de Enver yapan bir bakıma, dünyanın kalburüstü şiiriyle tanışmış olmasıdır. Anadolu yaşamının bütün şiirselliğini, ta en eski destanlardan bu yana Anadolu kültürünü içine sindirmiş olmasıdır; o kültürün günlük alelade deyişlerini şiirselliğini kaybettirmeden kendi şiiri içine oturtabilmiş olmasıdır. Şiir diye küçük Anadolu kasabalarını alt alta sıralamak yürek ister. Ve sıralamaya ritm ve şiirsellik katabilmek beceri ister. Ama bu dürtüye bulaşmak da, daha önce sevgi ister, bir birlikte yoğrulmak ister. Ben kendi hesabıma Enver’de en çok bunu seviyorum. Bu kadar basitte, derini bulmak, öznelde evrensele ulaşmak, derinlemesine özümsenmiş bir kültür ve doğru kavranmış bir dünya görüşü gerektirir. Ve de bilimsellik…s262

SON SÖZ OLARAK ŞİİR ATI

Şiir şairi taşır. Şiir şairi taşıyamazsa yol alamaz.

Şair şiirin adeta süvarisidir, binicisi değil. Bir şiir yazıp ömür boyu onun üzerine binenler, her yola onu koşanlar, ne süvaridir ne de şair.

Süvarisiz şiirler ya hiç yol alamaz veya karanlık ve kıran zamanlarında önlerini görüp gidemezler.

Türk şiirinde süvarisi hiç olmayan, bir ara olup da tepe taklak düşen, ama bir de hülyalı bozkırda süvarisiyle birlikte rahvan giden, arada dörtnala koşan şiirler vardır, o şiirlerin de hiç soluksuz koşan dizeleri vardır, tek bir tane bile olsa şiir atı onu taşır,

“ölüm adın kalleş olsun” gibi.

Recep Babayiğit, Hattuşa,2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  



[1] Bedrettin Cömert'e Armağan-. Hacettepe Üniversitesi, Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi, Beşeri Bilimler Dergisi-Ankara 1980

11 Nisan 2021 Pazar

ADALET AĞAOĞLU’NUN SARI MERCEDES’İNDEN HATTUŞA’NIN SARI KUŞ’UNA SİMETRİK GEÇİŞLER

Adalet AĞAOĞLU “Fikrimin İnce Gülü” romanını[1] yazarken veya yazmadan önce hiç Hattuşa’ ya geldi mi bilemiyoruz ve bununla ilgili bir kayda henüz rastlamış bulunmuyoruz.

Ancak Adalet AĞAOĞLU Hattuşa’ ya gelmemiş olsa da roman kahramanı Bayram’ın Almanya’dan izinli gelirken gideceği köyüne, Ballıhisar Köyü’ne, Frig Kültürü’nde ise Pessinus’ a mutlaka gitmiş olmalı. Pessinus’ a gittiğimde Adalet AĞAOĞLU’ nun ziyaretini soracak olmuştum, kimseden bir bilgi alamamıştım.

Adalet AĞAOĞLU Pessinus’ a gittiği kadar Hattuşa’ya da gelmiş olsaydı romanda geçen yer, olay, şahıs, eylem, motorlu araç vb açılarından her iki yerleşim yerinde, yani Hattuşa ve Pessinus arasında o kadar çok simetriler, benzeşmeler bulurdu ki.

Yazarın kitabından uyarlanan ve başrolünde İlyas SALMAN’ ın oynadığı “SARI MERCEDES”[2] filminin adı romanın adının önüne geçerek romanı “SARI MERCEDES” olarak bilinir kılmıştır.

Biz de yazımızın konusunu SARI MERCEDES üzerine oturtarak başlığımızı “ADALET AĞAOĞLU’ NUN SARI MERCEDES’İNDEN HATTUŞA’NIN SARI KUŞU’NA SİMETRİK GEÇİŞLER” şeklinde oluşturduk.

Adalet AĞAOĞLU’ nun SARI MERCEDES’ i tamam da, Hattuşa’ nın SARI KUŞU da ne oluyor, diye soracak oluyorsanız, o zaman yazıdaki simetrileri, benzeşmeleri okuyunca “bu kadar tesadüf olur mu?” derseniz, cevabımızı biliyorsunuz: hayatta hiçbir şey tesadüf değildir.

   

Sarı Mercedes-Film

Fikrimin İnce Gülü-Roman

MOTORLU ARAÇLAR SİMETRİSİ

SARI MERCEDES VERSUS SARI KUŞ

Hattuşa ören yerinde her gün düzenli olarak yürüyüşler yapıyorum. Siz de Hattuşa’ ya geldiğinizde giriş kapısından girişte, daha bilet gişesine varmadan, sağ tarafta çamların altında park halinde sarı renkte, şirin bir Mercedes Unimog araç görürsünüz.

Bu park halindeki araç Hattuşalıların, Boğazköylülerln, Boğazkalelilerin ve onların demesiyle NİFİ Bey’in[3] SARI KUŞU’ dur.

Daha ilk bakışta sizi çocukluğunuza götüren oyuncak arabalara benzer o. Ona dokunmak, kapısını açıp içine binip, direksiyona geçmek istersiniz.

Ben ise bu şirin aracı görür görmez Hattuşa kazılarının arşiv fotoğraflarını tarayarak bu aracın nerelerde ve ne maksatla kullanılmış olduğunu araştırırken, bu sarı Unimog aracın adının kazılarda kullanıldığı süre içinde “SARI KUŞ” olduğunu öğreniyordum.

Hep diyoruz, tarihler, olaylar, isimler unutuluyor. Hep bağlantılar gerekiyor. Bağlantılar da hikayelerle bütünleşiyor.

Hattuşa’nın SARI KUŞU ile Adalet AĞAOĞLU’ nun veya yaygın olarak bilindiği şekliyle İlyas SALMAN’ ın SARI MERCEDES’ i arasında nasıl bir bağlantı/lar olabilirdi?

İşte konumuz bu olunca, biz de yazımızda bağlantıları bir ören yerine girişten başlayan anlatım gibi, ören yeri girişinden, SARI KUŞ-SARI MERCEDES’ ten başlatıyoruz..

SARI MERCEDES

MODEL         : 1974

RENK            : BAL RENGİ

SERİ              : 230 4

SAHİBİ          : BAYRAM (ÜNAL)

Sarı Mercedes’in sarılığı onun “bal rengi” oluşundan kaynaklanıyor. Nitekim Bayram Mercedes’ine “Balkız,” diyor.



SARI KUŞ

MODEL         : 1969

RENK            : SARI

SERİ              : 421

SAHİBİ          : PETER NEVE - ALMAN ARKEOLOJİ ENSTİTÜSÜ-BOĞAZKALE KAYMAKAMLIĞI

 

Müze avlusunda kendi halinde

Ören yeri girişinde çamlar altında

 

Sarı Kuş tam teçhizat iş başında

Sarı Mercedes Bayram’ın özel aracı iken, SARI KUŞ Nifi Bey’in kazı başkanlığı sırasında bedelini kendi cebinden ödeyerek aldığı ve sonra Alman Arkeoloji Enstitüsü üzerine kaydettirdiği, bizzat Nifi Bey’in kendisinin sürerek Almanya’dan getirdiği araçtır.

SARI MERCEDES özel amaçla kullanılırken, SARI KUŞ Hattuşa kazılarına girmesiyle kazıların her alanında, ön ve arka millere takılan teçhizatla vinç, kazıcı, yükleyici, çekici vb olarak kullanılmış ve kazı ekibinin işini çok kolaylaştırmıştır.

SARI KUŞ ekonomik ömrünü doldurduktan sonra Boğazköy Müzesi’nin avlusunda sergilenirken adeta çürümeye terk edilmiştir. Alman Arkeoloji Enstitüsü ile Boğazkale Kaymakamlığı arasında yapılan bir protokol ile SARI KUŞ kaymakamlığa hibe edilirken, araç kaymakamlık tarafından restore edildikten sonra aracın kaydı trafikten düşülmüş, Hattuşa ören yeri girişine, bugünkü yerine, çamların altına çekilmiştir.

YERLEŞİM YERLERİ ve BAŞKENTLER SİMETRİSİ

HİTİT - HATTUŞA – BOĞAZKÖY - BOĞAZKALE

FRİG – PESSİNUS – BALLIHİSAR

Romanda geçen köy, Ballıhisar Köyü / Pessinus Bayram’ın izinde gideceği köyüdür.

Yazarın, Adalet AĞAOĞLU’nun, bu köyü tesadüfen seçmediğini düşünüyoruz.

Yazar hem Pessinus’tan hem de orada yapılan kazılardan kesitler anlatır.

Sivrihisar ilçesine bağlı Ballıhisar Köyü il olarak Eskişehir sınırları içindedir.

Frigler dönemindeki adı ise PESSİNUS olarak geçer.

Hitit başkenti Hattuşa’nın bulunduğu yer ise 1987 yılına kadar Sungurlu/Çorum’a bağlı bir bucak merkezi iken, o tarihten sonra adı Boğazkale olarak değiştirilerek ilçe merkezi haline dönüştürülmüştür.

Hattuşa bilinen Hitit başkenti iken, PESSİNUS Frigya Kralı Midas’ın kurduğu Kybele Kültünün kutsal başkentidir.

İLK KEŞİFLER SİMETRİSİ

1834 CHARLES TEXIER

Sardes’ten başlayan “Kral Yolu” Pessinus’tan da geçiyordu.CHARLES TEXIER 1834 yılında başladığı Anadolu keşif gezilerinde Kral Yolu’nu izleyerek önce Pessinus’a, oradan da Ankara üzerinden Hattuşa’ya gelmiş olmalıdır.

Her iki kent ile ilgili ilk bilgiler Charles TEXIER’in 1834 tarihli keşif gezilerine dayanır.

TAŞ MİTİ İLE İLGİLİ (ROMANDA YAZILI OLMAYAN) SİMETRİLER

HATTUŞA – YEŞİL TAŞ MİTİ

PESSİNUS – KARA TAŞ MİTİ

Bu bölümde ele alacağımız simetriler romanda adı geçmeyen simetrilerdir.

Hattuşa’yı gezmeye devam ediyoruz. Bilet gişesinden sonra ilk durağımız BÜYÜK TAPINAK oluyor.

Hattuşa “Bin Tanrılı Kent” olarak tarihe geçerken, tapınak yapıları, en çok da 1 no’lu Tapınak-Büyük Tapınak göze çarpar.

Pessinus ise Kybele Kültü’nün kutsal başkentidir ve aynı çoklukta olmasa da muazzam büyüklükte tapınaklara sahiptir.

Tapınak alanlarında bizi en çok çeken ise taşlardır, Hattuşa’da “yeşil taş” Pessinus’ta “kara taş.”

Hattuşa’daki yeşil taş hala yerinde dururken, Pessinus’taki karataş yerinde olmadığı gibi onun bir zamanlar bulunduğu Kybele Kutsal Tapınağı da henüz bulunamamştır.

HATTUŞA – YEŞİL TAŞ MİTİ

Hitit mitolojinde ve Yazılıkaya Panteonunda yer alan ve “kaybolan tanrı” olarak bilinen “Kumarbi” yeşil taş mitinde şu şekilde yer alır.

“Kumarbi bir dağ doruğu ile birleşir. Birleşmeden bir diyorid (yeşiltaş) bir canavar çıkar. Kumarbi ‘bundan böyle ismi Ullikummi olsun,’ der.Krallık için göğe çıksın. Güzel Kumiya kentini (Fırtına Tanrısının Kenti) zaptetsin. Teşub’u devirsin.”[4]

Burada adı geçen yeşil taşın Hattuşa’daki yeşil taş olma ihtimali var mıdır? O taşın işlevinin ve neden Büyük Tapınak’ta durduğunun bugüne kadar sırrı neden çözülememiştir, hep soru işaretleri var.

Ama Kumarbi’nin birleştiği dağ doruğu Boğazkalelilerin “Kuş Tepesi” dedikleri tepe olabilir mi?

 

Kuş Tepesi – Kumarbi’nin birleştiği dağ doruğu?

Yeşil taş – diyorid      

PESSİNUS – KARATAŞ MİTİ

“Ana tanrıçanın şekilsiz taştan yapılmış kült heykelinin (Baitylos) gökten indiğine inanılıyordu. Kent Bergamalıların egemenliği altında kalmıştı, fakat Galatların saldırısına karşın buradaki rahipler sınırlı bir özgürlüğe sahip olabilmişlerdi. Kenti beş Frigyalı ve beş de Galat rahiple birlikte bir baş rahip yönetmişti. Strabon’a (XII, 567) göre rahipler dinsel etkinlikliklerinden çok yararlanıyorlardı. M.Ö. 204 yılında Roma Senatosunun Pessinus’a (ya da I. Attalos’a) elçiler gönderip, Kybele’nin kült heykelini Roma’ya getirtmesi ve orada Palatin üzerinde inşa ettirilen bir tapınağa bu heykelin yerleştirilmesiyle kent, çok büyük bir üne kavuşmuştu. M.Ö. 25 yılında Augustus, Galatia eyalatini kurunca, Pessinus Romalıların yönetimine geçmiştir.”[5]

Hattuşa’daki yeşil taşın da gökten indiği rivayet edilir.

Pessinus’taki karataşın Roma’ya götürülmesi de Kartaca ile savaşta Roma’nın bir türlü galip gelememesi ve kahinlerin galip gelebilmek için bu taşın Pessinus’tan Roma’ya mutlaka getirilmesi mitine dayandırılır.  

YAPI USTALARI SİMETRİSİ

PESSİNUS-BALLIHİSAR – İSMAİL USTA

“Evet, eli yakışırdı yakışmasına. Daha tee çocukken, iyi duvar örerdi bu. Asıl onun dedesi, Balkız, dedesi Ballıhisar’ın baş ustasıymış. Bir duvar örermiş ki, valla bilmem ama, makineden çıkmış gibi örermiş duvarlarını köy damlarının. Küçükken ben, efsane ediverirlerdi. Ballıhisar’ın o, Roma’dan mı ne kalma duvarlarını, bazı bu bizim Kezban’ın dedesinin ördüğü duvarlarla karıştırırlarmış. İlk kazıya geldiklerinde hani Ballıhisar’a, sormuş kazıcılar köylüye: “Bakın,” demişler , “kazdıkça ne duvarlar, ne temeller çıkıyor sizin köyün altından. Sizce bu, kimlerin işi?” Bütün köy halkı, ağız birliği etmişler gibi: “İsmail Ustanın işi” diyesilermiş.”[6]

Pessinus’ta bütün antik duvarların da İsmail Usta’nın ördüğüne inanılır.

Hattuşa’da nasıldır duvar ustalığı?

HATTUŞA –

AHMET DERİN USTA – AHMET DEMİRALAN USTA – MUSTAFA ARABUL USTA

Ballıhisarlılar bütün Pessinus duvarlarını İsmail Usta’nın ördüğüne inanırken ne Romalı ne Galatlı ne de Frigyalı ustaları bilir. Orada sadece İsmail Usta eli vardır.

Oysa Hattuşa’da üç değerli ustanın kazı başkanı mimar Peter NEVE – NİFİ BEY, teşviki ve yönetimi altında mükemmel bir şekilde ayağa kaldırdıkları YER KAPI doğu ve batı piramidal yapılarını görenler bu yapıların ta Hititler’den bu yana böyle mükemmel bir şekilde örülmüş ve günümüze kadar ayakta kalmış olduğunu düşünür, Nifi Bey’in ustalarının bu yapıları ayağa kaldırmış olabileceğini aklına bile getirmez.

Oysa bu doğu ve batı piramidal yapıların ayağa kaldırılmadan önceki hali içinden çıkılmaz derecede karmaşıktır, belirsizdir.

Ayağa kaldırılan Yer Kapı – Doğu Piramidal Yapı- oturanlardan en alt sıra sol başta NİFİ BEY

Fotoğrafın altındaki notta “ Nifi Bey’in restorasyon çalışmalarında yetenekli gördüğü kişileri yetiştirerek bir ustalar birliği oluşturmuş olduğu” yazmaktadır.

ŞOFÖRLÜK ÖĞRENME SİMETRİSİ

BALLIHİSAR-PESSİNUS-BAYRAM

ASKERLİK-MİNİBÜS ŞOFÖRLÜĞÜ-BALKIZ

Hattuşa gezi güzergahından çıkarak yeniden roman sayfaları arasında dolaşıyoruz.

Bayram izine kara yolu ile ve aracını kendisi sürerek gelir.

Ancak, askerlikteki şöforlüğü ve Polatlı’daki dolmuşçuluğu da onu izin yolunda acemi ve berbat bir şoför olmaktan kurtaramaz.

Bayram bunca yılda öğrenemediği şoförlüğü adeta o güzelim SARI MERCEDES üzerinde ve çok hoyratça öğrenmeye çalışır.

“Jandarma Başçavuşu, onun böyle cakalı, tumturaklı; üstüne bindikleri bir lunaparkın yalandan çarpışılan elektrikli arabalarıymışçasına kariyol sürüşüne sık sık öfkelenir:

“-Cakayı bırak, bokoğlu bok! Canımı sen vermedin. Sürdürürüm piyadeye haa.”

(…)

Askerliğin son ayları, hep bu huyundan ötürü Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı emrinde geçti. Bu kez de, Diyarbakır Cezaevi yönetiminde görevli üsteğmenin cip sürücüsü olarak. Cezaevi’nin kapısına yaklaşırken, içerdeki bütün tutukluların birer delikten kendi sürücülüğünü, yalnız bunu seyrettiklerini sanırdı. Cipi hoplatıp zıplatıp iyice barbarlaştırarak koyverirdi taa karşıdan. Taş, tümsek tanımaz, onu sihirli bir Hint seccadesine benzetmek isterdi. Tek düşüncesi, bütün tutuklulara, bütün Cezaevi personeline, kendinin bir direksiyon başında olduğunu göstermek… Görenlere, daha çok bir merkebi hoplatıyormuş izlenimi verirdi ama. Yine de, cipin üstünde iken görünmeden, ilgileri toplamadan geçip gitmektense Bayram cipiyle Dicle’ye yuvarlansın, orda boğulup yitsin daha iyi. Böylece, üsteğmeni de, bir ere yapılandan daha çok horlama, dövme olanağı buldu Bayram’ı. Onu kayıştan geçirmediği zamanlar en tatlı sözü:

“-Oha hayvan! Oha hayvan! Oha öküzoğlu öküz, ohaa..” idi.”[7]

Bayram ta Almanya’dan binerek geldiği Balkız’ına da Sarı Mercedes’e de askerde kullandığı cip muamalesi yapar trafikte.

Askerlik sonrası minibüs şoförü olarak çalıştığı Polatlı-Şıhali-Haymana hattında da bir şey öğrenemez.

Öğrendiği bütün şoförlük köye varmadan BALKIZ’ı – SARI MERCEDES’i parçalamaya yeter.

HATTUŞA-BOĞAZKÖY-SARI KUŞ

Oysa altmışlı yılların sonuna doğru NİFİ Bey’in Hattuşa kazıları için Boğazköy’e getirdiği ve adını SARI KUŞ koydukları MERCEDES – UNİMOG aracın direksiyonuna geçmeyen kalmamıştır.

Bugün Boğazkale’de yaşları altmış ve üzerinde olan herkesin şöforlüğü SARI KUŞ üzerinde öğrendiği söylenir hala.

HİLE VE SAHTEKARLIK SİMETRİLERİ

BALLIHİSAR - BAYRAM’ IN İBRAHİM’İN YERİNE GEÇMESİ

LABORANTA RÜŞVET

Almanya’ya ilk göçmen işçi kafilesi 31 Ekim 1961 tarihinde yola çıkmıştır.

İbrahim sağlık kontrollerinden geçmiş, rapor beklerken Ankara’da köylüsü Bayram ile karşılaşır.

Bayram cin aklı ile İbrahim’i köye gönderir, burada bekleyip sefil olma, raporu ben sana gönderirim, der. Bayram bu arada raporu okuyarak dağıtan laboranta rüşvet vererek raporun üzerine İbrahim’in yerine kendi adını yazdırır ve İbrahim’in yerine Almanya’ya kendisi gider.

Bayram yaptığı hilenin, sahtekarlığın hesabını vermek şöyle dursun, yine mağdur, yine masum rolünü oynayarak İbrahim’in yerine geçmesini bile İbrahim’i korumak adına kendine yontar.

“Bak şu gidişe… Şu gidişe bak. İbrahim işte. İbrahim bu enezeliğiyle Alamanya’da ne iş görebilirdi? Ne işe yarardı oralarda? İki günde geri döndürürlerdi alimallah onu. Ondan sonra, büsbütün rezillik. Araya bir laborant girse neyse. Kaç kişi giriyor araya. Elindeki avucundaki püff, sen işyerini bulana dek. Bir de geri döndürdüler mi,yandın. İyi ki oturdu oturduğu yerde. Yatsın kalksın bana dua etsin. Oralarda yapamazdı İbrahim.”[8]

Bayram rüşvetin hikayesinden ziyade kendini masum, mağdur göstermeye devam eder.

“Ben o laboranta üç yüz lira… O zamanlar, etim ne, budum ne? Benim için üç yüz lira… Ha bir kolumu koparıp almışsın, ha açıktan üç yüz lira yedirmişin… O adam İbrahim’i çürük çıkardı… Sırasını ben almasam, başkası alacak… Yerine ben girmiş oldum olmasına ya, İbrahim çürük çıktıysa ben de eksildim… Hem de nasıl eksildim! Böyle olmasaydı, o Sirkeci’ de ben… Tren günü beklerken… Trene nasıl bindim sanki? Nah, altı karış sakal… Üç gece uykusuz…”[9]

HATTUŞA-BOĞAZKÖY-TOPAL MÜDÜR

Almanya’ya işçi göçü devam eder. İlk işçiler çalışmaya başlayınca Alman hükümeti gelen yabancı işçilere çocuk sayısına göre çocuk yardımı yapar.

Hattuşa-Boğazköy’de Bayram’ın yaptığı gibi rüşvetle başkasının yerine rapor alıp Almanya’ya giden oldu mu, bilmiyorum. Ama “Topal Müdür” olarak bilinen o zamanki bucak nüfus müdürünün Almanya’da çalışan köylülere istediği kadar çocuk kağıdı düzenlediği söylenir.

Karşılıksız olur mu hiç?

Derken işler o kadar karışır ki Topal Müdür işin içinden çıkamaz ve bir gün, 1968 veya 69 senesinde bucak nüfus müdürlüğü binası yanıp kül olur.

Yine rivayet odur ki nüfus müdürlüğü binasını o Topal Müdür’ün ateşe verdiğidir.

Yaşanmış bir hikayede Topal Müdür’ün dahlini görmek mümkündür.

Yakın zamanlarda Boğazkaleliler arasında bir arazi alım satımı olur. Araziyi alacak taraf tapuya gider. Tapu arazi üzerinde hak sahibi olup da orada hazır bulunmayan birisini daha sorar. Ama ne satıcı ne de alıcı taraf tapuda orada olması gereken kişiyi ne duymuştur ne de biliyordur. Herkes şaşkın. Nüfus kayıtlarında görünüp de tapuda görünmeyen kişi aranır, kimse işin içinden çıkamaz, böyle bir kişi yok, denir. Tam alım satım işi yatacak olurken, birinin aklına Topal Müdür gelir.

Tapuda aranıp da bulunamayan kişi de Almanya’da çocuk parası alabilmek için adına sahte çocuk kağıdı/nüfus kağıdı düzenlenen, gerçek hayatta hiç olmayan, olmamış birisidir. Durum anlaşılır. Şahitler bulunur, mahkeme kurulur ve aslında o çocuğun gerçekte doğmuş, ama ölmüş olduğu fakat nüfus kaydının silinmemiş olduğu ifadesi verilir, tapu işi hallolur.

Şimdi ilçe olan Boğazkale Boğazköy bucak merkeziyken köylülerin aldığı eski nüfus cüzdanlarında Topal Müdür’ün imzası bulunur.

Bayram yaptıkları yetmezmiş gibi, hala kendini mağdur göstermeye devam ededursun, Topal Müdür yaptıklarını bilir, ne mağdur ve masum rölü oynar ne de başka bir şey. Kesin çözümü bulur: Yangın

FİKRİMİN İNCE GÜLÜ

ADALET AĞAOĞLU – PETER NEVE (NİFİ BEY) – TUNÇ OKAN

Adalet AĞAOĞLU çok güzel bir roman yazmış. Romanı müthiş gözlem, şiirsellik, araştırma ve köy yaşantısını abartısız aktarmaya dayanıyor. Adalet AĞAOĞLU Hattuşa’ya gelmiş olsaydı, bu romanın yeni bir versiyonunu yazardı mutlaka.

Peter NEVE ( NİFİ BEY) Adalet AĞAOĞLU’nu tanımış ve onun yazmış olduğu bu romanı okumuş olsaydı, Adalet Hanım’ı mutlaka Hattuşa kazılarına davet ederdi.

Tunç OKAN romanın önüne geçecek kadar etkili bir karakter yaratarak, Bayram karakteri ile romanın adını da gölgede bırakmıştır.

İlyas SALMAN, Bayram karakterinin zirvesindedir ve ondan başka birisi bu karakterde çok silik kalırdı.

Romana adını veren FİKRİMİN İNCE GÜLÜ şarkısının plağını Bayram’a  hediye gönderen, Bayram’ın “seni alacağım,” diye oyaladığı Kezban ise filmin çekilecek ikinci versiyonunda çok güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkacaktır.

Aramızdan göçen ADALET AĞAOĞLU, NİFİ BEY ve TOPAL MÜDÜRÜN ruhları şad olsun.

Muhabbetle,

 

 

 

 

 

 

 



[1] FİKRİMİN İNCE GÜLÜ-ADALET AĞAOĞLU-REMZİ KİTABEVİ- 1977 BASKISI

[2] SARI MERCEDES-1992 TUNÇ OKAN YAPIMI FİLM

[3] MİMAR PETER NEVE-Hattuşa kazılarının 1977-1993 yıllarındaki efsane başkanıdır.

[4] FALLUSUN ARKEOLOJİSİ-İSMAİL GEZGİN-SEL YAYINCILIK

[5] ANADOLU UYGARLIKLARI-ORD. PROF. DR. EKREM AKURGAL- NET YAYINLAR

[6] AĞAOĞLU-AGE- s. 296-7

[7] AĞAOĞLU, AGE- s.10-11

[8] AĞAOĞLU, AGE- s.235-236

[9] AĞAOĞLUI,AGE- s. 241

7 Nisan 2021 Çarşamba

RUS-URUS-ÜRÜS-VİRÜS

 

Komşu halklar, komşu köyler, komşu obalar birbirlerine sadece kendilerinin kullandığı, duyduklarında sadece kendilerinin anlayacağı isimlerle seslenirler.

Bazen köyün adı “Kötü Köy” olur, belki de ayakları büyükçe olduğundan “Ayağı Büyük” olur. “Çıplaklar” da olduğu görülür Anadolu’daki köy isimlerinde.

Kuşkusuz bu isimleri o köylüler kendileri almamış, komşu köyler öyle söyler olduktan sonra o şekilde yer etmiştir hafızada. Bakmayın şimdi o isimlerin değiştiğine, değiştirildiğine.

Bazen “Tat veya Tatlı ya da Tatlar” olur köy isimleri, bizim bildiğimiz lezzet anlamında tat ile ilgisi yoktur buradaki “tat” kelimesinin.

Gittikçe komşu uluslar da birbirlerini diğer ulusların kullanmadığı, başlangıçta sadece kendilerinin kullandığı isimlerle çağırırlar.

Biz ısrarlar Yunanistan, deriz Helenlerin ülkesine veya Almanya, deriz Germenlerin ülkesine.

Bu tür isimlendirmeler de ana dile giren yabancı kelimelerin baskın olmasından kaynaklanır, Arapça gibi.

Bütün bu komşu ulus isimleri bir zaman gelir sanki ulusal hafızada yer eder.

Ama komşu ulusların ulusal hafızada yer etmesinin de sanki yazılı olmayan kuralları vardır.

Örneğin, Osmanlı / Türkler için Bulgaristan, Romanya, Irak haydi diyelim İran da dahil ulusal hafızada o kadar yer almazken, Rusya 16. Yüzyıldan başlayarak Osmanlı / Türk hafızasında yer etmeye başlamıştır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında ve sonraki kısa sayılan bir sürede Rusya Sovyetler Birliği olarak Türkiye’nin ulusal hafızasında yer alırken, özellikle perestroyka sonrasından günümüze yine Rusya kelimesi komşularımız arasında hafızamızda en canlı olan komşu ulus olarak yerini almıştır.

…/…

Ekim Devrimi sonrasında Bolşevik iktidarına karşı savaşan ve yenilerek 1919 Aralık ayından itibaren İstanbul’a gelen 130.000 beyaz Rus Türkçe’ ye değil, ama İstanbul’un gündelik dil hafızasına güzel anlamına gelen Rusça “xaraşo-haraşo” kelimesini soktuklarında bu kelimenin en çok da güzel Rus  dilberlerini anlatan kısa ve akılda kalıcı bir kelime olacağını bilemezlerdi.

Türkler o yıllarda İstanbul’un gündelik dil hafızasına yer etmiş olan “haraşo” kelimesinden habersiz olarak, ama bu kez yetmiş yıl kadar sonra dağılan Sovyetler Birliği’nden gelen güzel Rus dilberleri için “nataşa” kelimesini kullandıklarında bu kelime artık ulusal dil hafızamızda yerini alıyordu.

…/…

“r” harfi ile başlayan kelimeler Türkçe fonetikte başlarına çoğu zaman bir sessiz harf alır.

Recep / İ-recep - Ramazan / I-ramazan - Raf / I-raf - Rençber / İ-reçber

Rus kelimesinin başına bir sessiz geldiğinde kelime U-rus olur ve Anadolu halk ağzında Rus dediğinizde size “Urus” olarak karşılık verilir.

…/…

Komşu ulusların birbirlerinin dil ve kültür tarihi hafızalarında yer etmeleri çoğu zaman uzun yılları bulan başlangıcı eski zamanlara kadar giden savaşlara dayanır.

1568-70 Astrahan Savaşı ile ilk defa karşı karşıya gelen Osmanlı ve Rusya son olarak 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla karşı karşıya geldiklerinde, Osmanlı-Rus Savaşı 1917 Ekim Devrimi ile son buluyorken, tarih boyunca iki ulus toplam 16 kez savaş meydanlarına çıkıyordu.

Tarihsel olarak baktığımızda ise, en bilineni ve Türklerin hafızasında en çok yer edeni 93 Harbi (1877-78) olmak üzere, 16 savaşın altı tanesi 19. Yüzyılda gerçekleşiyordu.

19. yüzyılda tanzimat ile başlayan okullaşma ile birlikte okullarda tarih derslerinin okutulması, o zamana kadar hafızalarda pek de yer etmeyen ve savaş deyince Rus / U-rus Savaşı, başka bir millet deyince de Rus / U-Rus Milleti kavramlarını Türk hafızasına sokuyordu.

…/…

Osmanlı-Rus Savaşlarının birisi Kırım Harbi olmak üzere, dördünü Osmanlılar kazanırken, komşumuz İran ile Rusya toplam 5 kez savaş meydanlarında karşı karşıya gelirken, bu savaşlarda İran hiç zafer kazanamıyordu.

…/…

Uluslar komşu uluslara yenildikçe yenen ulusun adı yenilen ulusun hafızasında bazen de “küfür veya korku” olarak da yer ediyor.

Bugün izleri Anadolu’da hala görülmekte olan muhteşem “sin sin” oyununun özü aslında bir savaşa hazırlık oyunudur.

Türkler tarihsel komşuları Çin ile sürekli savaş durumunda olduklarından ani Çin akınları, baskınlar Türk uçlarındaki savaşçılar tarafından obalara, iç kesimlere yıldırım hızıyla iletiliyordu.

“Kaçın Çinliler geliyor” diye bağırmanın kısa ve etkili alarm şekli “Çin Çin” şeklinde oluyordu. Bu tıpkı bir yangın durumunda “yangın var” diye bağırmak yerine, “yangın” diye kısa ve etkili uyarıya benziyordu.

…/…

Biz Çin, Çay ve Çar, diyoruz Aslı Tzin ve Tzai ve Tzar olmaktadır.

Türkçe fonetikte bazı dillerde bulunan tsadik harfleri karşılamak için “ç” harfleri kullanıldığından “Sin Sin” diye oynanan savaşa hazırlık oyununun aslında “Çin Çin” olması gerektiğini buluruz.

…/…

Farsiler ise sürekli yenildikleri Ruslar için hem kendi hem de yakın coğrafya dil ve kültür hafızamızda yer alacak bir kelime yaratıyorlardı: orospu veya uruspi-uruspu

…/…

Geçen sene Temmuz ayında Anadolu’nun küçük bir köyünde bir tekkedeyim, Kara Baba Tekkesi.

Eni boyu ancak dört metre olan ve tavanı yeşil boyalı Kara Baba Türbesi’ne girdiğimde bir ses duyarak kulak kesiliyorum.

Sesin kuş sesi olduğunu düşünüyorum önce, ama nereden geldiğini bulamıyorum.

Sonra kapının solunda küçücük bir pencere olduğunu ve açık pencereden bakmakta olan yaşlı bir kadın olduğunu fark edince biraz da ürküyorum.

Kuş sesine benzettiğim sesin, adının Döne olduğunu öğrendiğim bu yaşlı kadından geldiğini fark ettiğimde kadının takma dişlerinin arasından çıkarken tükenen sesinin ıslık sesine benzer bir kuş sesine dönmüş olmasını anlayabiliyordum.

Kadına selam veriyorum, selamımı alıyor.

  

Eski zamanlardan, ta İsa devrinden kalıp hiç değişmeksizin günümüze kadar gelmiş gibi duru ve bilge haliyle karşıma çıkan Döne Teyze “oğlum burada yatan Kara Baba’dır. Kalpten gelerek inanırsanız o sizi boş göndermez,” diye nasihatta bulunuyor bana.

“Soyka ürüs olmasaydı bu tekkeye gelen giden hiç eksik olmazdı.”

Döne Teyzenin bu sözünde sözde geçen “ürüs” kelimesini duyunca adeta çarpılıyorum.

Küresel bir pandemi sürecinde olduğumuz için, Döne Teyzenin bu “ürüs” kelimesini “virüs” yerine kullanmış olduğunu hemen anlayabiliyorum.

İyi, ama Döne Teyze “virüs” kelimesi yerine neden başka bir kelime ve ses değişimi kullanmıyor da sadece “ürüs” kelimesini kullanıyor?

Döne Teyzeye virüsün “ürüs” olduğunu, öyle söylenmesi gerektiğini birisi mi söyledi?

Öyle ise ürüs kelimesi Döne Teyze gibi Anadolu kadınının dil hafızasına nereden gelip de pandemi sürecinde virüs karşılığı olarak ortaya çıkıyor?

…/…

Türklerin Ruslar karşısında 16 savaşın 12 tanesini kaybetmesi, 93 Harbi’nin ise bugün bile unutulmaz acılarla anılması Rus-Urus-Ürüs-Virüs kelime ve ses dönüşümlerinin aslında sadece bir fonetik konusu olmadığını, bir hafıza konusu olduğunu gösteriyor.

Bu söyleyişin, ürüs-virüs söyleyişinin sadece Anadolu’nun çok küçük bir yerinde ve sadece yaşlı insanlar tarafından kullanıldığını düşünüyorsanız, yanılırsınız.

…/…

“Bu sözcük, “orospu” beni çok ilgilendiriyor, Barış Zeren ile sürdürdüğümüz dil-araştırmasından bulduğumuz şudur. Bir, r’lerin başına, bir sesli getiriyoruz, “irecep” diyoruz, “urus” ya da “vav” ile yazıldığı için “orus” diyebiliriz. “Pu, “Farisi, “Puşiden”, giyinmek, fiilinden “puş”, giysi, gelebilir ve İran’da oruspu’ ya, Rus-Kılıklı, demeleri ihtimal dahilindedir. Bolşevik Devrimi’nden kaçanlar, İran ve Türkiye’de fahişelik sektörünü çok geliştirdiler. Sosyalist Devrim yıkılınca Türkiye’de bu sektörü tekrar yükselttiler, şimdi, “nataşa” sözcüğünü kullanıyoruz.” [1]

…/…

Yalçın KÜÇÜK oros-pu veya Urus-pu çözümlemesinde merakını giderecek doğru bir yerden, “pu” kelimesinden giriş yapıyor, ama “puşi” ile yanlış bir kanala sapıyor.

Doğru yeri gösteren “pu” kelimesi aslında bir İtalyanca kelimenin “putana”[2] kelimesinin ilk hecesidir ve Türkçe tam karşılığı ise “orospu” dur.

Putana, orospu kelimesinin diminütifi, küçültmesi “Pu” ise İstanbul Rumları arasında bilinen ve kullanılan bir kelimedir. Maria YORDANİOU anlatıyor BİZİM AVLU kitabında. İlgili sayfanın dipnotunda şu ibareyi koyar yazar: Pu: “Orospu” demek olan putana’ nın ilk hecesi.

“Danezaki’lerin yanına bir pu gelip yerleşti. Latif dudaklarını kirletmemek için Pinelopi o çeşit kadınlara böyle diyor. Ben bu pu’lar hakkında çok şey bilmiyorum, ama Panayota’dan öğrendiğime göre bunlar dalgalarını kapıdan içeri alır, pencereden çıkarırlarmış. Yalan! Ben pu’nun balkonundan hiçbir erkeğin çıktığını görmedim.”[3] 

Türklerin Rus-Urus-Ürüs-Virüs kelimelerini dil hafızasına taşıması 16 savaşın verdiği korkuysa eğer, Farsilerin dil hafızasına taşıdıkları da aynı korku kaynaklı ve oros-pu veya urus-pu, “Rus orospusu” şeklinde yansıyan küfür ile açıklanabiliyor.  

Korkular da bulaşıcıdır, mutluluk da.

Muhabbetle,

     

 

 

 

 

  

 



[1] GİZLİ TARİH ÇÖKÜŞ-YALÇINsava KÜÇÜK-MIZRAK YAYINLARI, s 185

[2] COLLİNS DICTIONARY

[3] BİZİM AVLU-MARİA YORDANİDU-TÜRKÇESİ: OSMAN BLEDA-BELGE YAYINLARI, s.22