28 Mart 2018 Çarşamba

EB – EBERMEK & EV – EVERMEK SOY SOYLAMAK – BOY BOYLAMAK

Bizlerde, Avşar Türkmen boylarında, kız gelin ederken, “kız evlendirdim, denmez,
“kız everdim, denir.

Ev, kelimesi sanıldığı gibi, hane veya konut değildir ve evlendirdim lafı “kızıma ev
aldım, kızımın başını bir eve soktum“ anlamına da gelmez.

Eski Türkçe’ de aslı ve okunuşu “eb olarak geçer.

Bugün Slav dillerinde hala aynı şekilde geçer ve okunur. Biz Slavlar’ dan
uzaklaştığımız için, “b“ harflerini  batılılara  uyarak “b  gibi okumaya başladık.

Slavlar “Varvara“, der, batılılar “Barbara“, der. Yani, bizim de aslında ev için,“eb
dememiz gerekirdi.

Eb kelimesi ise ilk anlamı ile “çadır demek gibi görünse de asıl ve artık çoktan
kaybolan anlamı ile “soy, nesil" demektir.

Yani, kız anası kızını gelin edip “kızımı everdim, dediğinde, aslında kızına bir
“soy bulmuş, onu “soylandırmış”, Dede  Korkut  dili ile söylersek kız anası “kızını
soylamış , oluyor.

Artık, gelin kızın da bir soyu oluyor, yeni bir soya katılıyor.

Soy kendinin devamı ve kurumadan gelmesi için boy dediğimiz ve aralarında kan
bağı olan topluluğu, boy /boylar ise dilimize Moğolca’ dan ödünç aldığımız ve “ulus”
dediğimiz birliği oluşturuyor.

Yani, aslında kız anası, yani kadın, soyun, boyun ve ulusun oluşmasında seçiciliği,
bilgeliği, korumacılığı ile çok önemli bir yere sahiptir.

Göçer topluluklar sürekli savaş, sürekli çetin uğraş içinde olduklarından, daha soydan
başlayan seçilim, boyu ve ulusu uzun ömürlü ve sağlıklı kılıyor.

Belki de türkülerimize geçmiş sözler bu durumu çok iyi özetliyor. Özay GÖNLÜM
Usta ne güzel söyler:

Dağların başındayım
On sekiz yaşındayım
On iki yaştan beri
Güzeller peşindeyim

Haydindik haydan olur da
Güzellik soydan olur

Kız anası, ırkçı anlamda düşünmeden, kızına ne kadar sağlam ve bozulmamış,
halkın deyimi ile söylersek, ne kadar “yozlaşmamış” bir soy bulursa, başta kendi
soylarının devamı, sonra boyun devamı, daha sonra da ulusun devamı o kadar
sağlam olmaktadır. Oğlan anası da “soydan güzel” bir kızın peşindedir bu arada.

Burada soylanmakta murat “çoğalmaktır.”

Çoğalma isteği bu dünyanın bütün pisliğine ve çekilmezliğine rağmen, tüm
memelilerde olduğu gibi, insanda da içgüdüsel bir istektir.

Bir de bizim Avşar Türkmen boylarında, ta Balıkesir’ den – Sarız  / Kayseri’ ye, ta
Gaziantep’ e, oradan ta  Amasya’ ya hep aynı buruk ve hüzünlü  melodi ile sözleri
bile neredeyse hep aynı “kına türküleri“ söylenir.

Söylenen  kına türkülerinin nakaratlarında hep şu dizeler yer alır.

(…)
Gız anası gız anası
Hanı bunun öz anası
(…)

Çocukluğumdan kulağımda kalan bu ses ile ben de hep ağlardım.

Yaşlıca ve bilge ama kulağı bizim toprakların ritmine uyan, ritim duyguları fazlaca
gelişmiş kadınlar, ellerine aldıkları döğme bakırdan sinilerle ritim tutarlar ve köy
odasına gelin için toplanan kadınların kına türkülerine ayak verirlerdi. Türküler o
ayakla başlar, o ayakla devam derdi.

O bilge kadınlar, öyle bir türkü ile “meşhur oldum delisi olan kadınlara benzemezdi.

***//***

“Baş ovma, vardır bir de, gelin kıza kına yakılırken onu ağlatmak için yapılan bir
ritüeldir.

***//***

En çok ve bilinen, söylenen kına türküsü  ise, “yüksek  yüksek tepeler ev
kurmasınlar” olarak bildiğimiz bir Tekirdağ Türküsü’ dür ve bir kış günü en verimli
çağında karanlık kurşunlara hedef olan yiğit Ümit Kaftancıoğlu derlemesidir.

En çok da bu türkü söylenirken ve bu türküyü söylerken ağlarım.

Bu türküyü ne zaman duysam, aklıma hep benim Vartolu güzel kardeşim, türküyü
söylerken yüzü kıp kırmızı olan ve bu türküyü kendisinden öğrendiğim, bana göre bu
türküyü en güzel söyleyen ve çok erken yaşta kaybettiğimiz Güllü EROL gelir.

En çok da hep o güzel Erzincan türküsü eşlik eder bu türküye:

Erzincan’ a vardım ne güzel bağlar
Erzurum’ a vardım dumanlı dağlar
Elleri koynunda bir gelin ağlar

Kız anası mı olmak zordur, yoksa kız babası mı, böyle bir soru anlamsız elbette,
ama şu an kız everen / eberen veya kız alan bütün anneler için her ikisi de zor olmalı.

***//***

İnsan nüfusunun görece en çok arttığı yıllar, başka bir deyişle insan soyunun görece
en fazla çoğaldığı yıllar, doğumların en çok olduğu yıllar bir çelişki gibi görünse de
hep;

- Yokluk
- Kıtlık
- Savaş
- Felaket
- Afet / deprem

gibi olayların yaşandığı veya hemen sonrasına gelen yıllara denk gelen yıllardır.
Bunun nedeni yine içgüdüsel bir “soyu sürdürme, soyu koruma, soyu kurutmama”
isteğidir.

Bu nedenle Anadolu’ da söylenen en ağır küfür veya beddua “soyun kurusun” ve
hemen ardından gelen “boyun devrilsin” bedduasıdır. Burada boy fiziksel insan
boyu değildir, burada “boy” aynı kan bağından gelen soyun insanlarından oluşan
boy’ dur. Boy devrilirse, soy yok olmuş demektir. Ulus hiç olmaz zaten.

Yine benzer durum insan dahil bütün memelilerde en çok görülen doğum ayları, yaz
aylarıdır. Başka bir ifade ile insan dahil bütün memelilerde çiftleşme ayları kış
aylarında en yüksek seviyeye çıkar.

Bunun nedeni evrimsel bir kalıtımdır. İnsan ölümlerinin, kırımların doğal seleksiyona
bağlı olarak en çok görüldüğü aylar ta buzul çağından beri hep kış aylarıdır.
Yani, kış ayları da aslında insanlar için felaket dönemleri olmuştur ve çoğalma
içgüdüsünü beslemiştir.

Ne gariptir, yine çelişki gibi görünse de, kış aylarında doğanların metabolik ve
biyolojik olarak yaz aylarında doğanlardan daha sağlıklı ve daha dayanıklı oldukları
da başka bir bilimsel gerçektir.

Böyle yılların dışında kalan görece refah yıllarında insanın kendi soyunu sürdürme
dürtüsü veya çoğalma, üreme istekleri hep azalıyor veya erteleniyor.

***//***

-Hiçbir şeyi ertelemeden;
-Soy soylayın.
-Boy boylayın.
-Çoğalın.
-Terk edilmiş bir manastırın bahçesine en az üç fidan dikin.
-Büyümekte kedilerle yarışsın çocuklarınız.

Aşk illa ki

24 Mart 2018 Cumartesi

BİR ULUSU GİYDİRMEK



Bu sefer hem başlığı hem de yazı içindeki alt başlığı başka kaynaklardan alarak başlamak istiyorum yazıya.


Bir süredir İzmirli ve Nazillili güzel insanların önderliğinde güzel bir sergi geziyor yurdun dört bir yanını: BİR ULUSU GİYDİRMEK


Sergiyi İzmir Ekonomi Üniversitesi düzenliyor. Sergide savaş yorgunu bir ülkenin yokluk ve sefalete rağmen kendi ulusunu giydirme gayreti içinde kurulan Sümerbank ‘ta üretilen kumaşlar ve desenler ve elbiseler tarihsel ve konu zenginliği içinde sergileniyor.


Düzenleyenlere şükran borcumuz var ve yazının başlığını sergiyi düzenleyenlerden ödünç alıyoruz.

***//***

Bu sergiyi ziyaret edip etmemeniz bir yana, bizim Yurt Gezilerinden de biliyoruz, dünyanın bilinen en eski tekstil dokumasının “Çatal Höyük’ te” bulunduğunu.

Yine Yunt Dağı – AIGAI Yurt Gezimizden biliyoruz güzel dostumuz eğitim emekçisi Necati KARAÇOBAN’ ın anlatımlarından dünyanın bilinen en eski halısının, PAZIRIK HALISI’ nın Türk soylu ve Orta Asya Sibirya kökenli olduğunu.

Gerek Çatal Höyük’ te bulunan desen, gerekse Pazırık Halısı deseni bu topraklarda başka sentezlerle hep ve kesintisiz devam etti.

Mirası en son SÜMERBANK devraldı.

Şimdi SÜMERBANK yok.

Ama, daha kötüsü bellek de yok.

Bu belleği diri tutmaya çalışan SÜMERBANK hala akıllarda ve yüreğimizde.

AZRA AKIN’ ın 2002 yılında dünya güzeli seçildiğinde üzerindeki Nazilli Basması, halkımızın demesiyle “Sümerin basması” elbise olmasa, belki de Sümerbank artık hiç konuşulmayacaktı.

***//***

Dedik ya, bu yazıyı hep başkaları yazacak.

Banu AVAR, bir yurt dışı seyahatinde yaşadıklarını nasıl da güzel anlatıyor SÜMERBANK NAZİLLİ BASMA FABİRKASI arka planında.

Sözü burada Banu AVAR Hanım’ a bırakalım.   

O FABRİKANIN VENEZUELLA’DA NE İŞİ VAR?


Gazeteci-yazar Banu Avar, Venezuella’da karşılaştığı bir olayı şöyle anlatmıştır:

Şehri göreceğimiz tepeye doğru tırmanırken, Kemal Atatürk tabelasını geçince şaşırdım ki, tepeye geldik. Genç kız rehber heyecanla "şu fabrikayı görüyor musun? Yanında nikah salonu, şu sağlık ocağı, şu okul, onun arkasındaki de bizim ev." 

 Eeee, dememe kalmadı, rehber;

 Biz buna ATATÜRK modeli diyoruz, diye yapıştırdı.

Venezuella’ da bu gördükleri ve duydukları üzerine duygulanan Banu Avar: "Venezuella  tepesinde tüylerim diken diken, gururum tavan yapmıştı..." diyerek anlatmıştır heyecanını…
Peki ama, Türkiye’den binlerce kilometre uzaktaki Venezuella’da “Atatürk Modeli” diye adlandırılan bir fabrikanın ne işi vardı?
“Atatürk Modeli Fabrika” da nedir?

Türkiye’de bu fabrikadan var mıdır?
İşte bütün bu soruların cevaplarını verebilmek için şimdi hep birlikte Nazilli’ye uzanalım!

ATATÜRK’ÜN DEV PROJESİ: NAZİLLİ SÜMERBANK BASMA FABRİKASI
Venezuella’daki “Atatürk Modeli Fabrika’ya” esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk   tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma   Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması
bakımından çok önemlidir.

Atatürk’ün kafasındaki fabrika, sadece üretim yapılan bir mekan değil, aynı zamanda
“ar-ge”  çalışmalarının yapıldığı bir laboratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve   spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir “yaşam alanı”,   bir kampustur.

Atatürk, işçilerin yüksek standartlarda, her türlü imkandan yararlandıkları bu “sosyal  fabrikaları” Anadolu’nun her yanına yapmayı planlıyordu. Ama bu projesini  yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.

Fabrika, Türk-Sovyet ortak yapımıdır. Makineler ve teçhizatların çoğu Sovyetler Birliği’nden  narenciye karşılığında alınmıştır. Fabrika kuruluşundaki işçi açığını kapatmak için 120 Sovyet   montör ve mühendisi istihdam etmiştir. Fabrikanın temelleri 25 Ağustos 1935’te atılmış,   yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler         dahil, 8  milyon  liraya mal olmuştur. 

Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgâh ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik  işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma   imal edilecektir. Fabrika 5 bin ton  kömür yakacaktır. Fabrika her gün en fazla 2400 işçi çalıştıracak ve ücret olarak senede 1  milyon lira ödeyecektir.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, sosyalist ülkeler de dahil, dünyada görülmemiş bir  “sosyal” niteliğe sahiptir. Evet, fabrika kurulurken Sovyet modeli esas alınmıştır, ama genç  cumhuriyetin genç mühendisleri Türk devrimine has, çok özgün bir eser ortaya çıkarmayı
başarmışlardır.

Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, 1930’ların dünyasında bir benzerine  daha rastlanmayacak kadar özgün bir “sosyo-kültürel” ekonomi projesidir.
İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın şaşırtan özellikleri:

1. Fabrika, balolar, danslar ve partiler düzenlemiştir:

1930’ların ortalarına kadar kadınlı   erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve   partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.

2. Fabrikada sinema salonu vardır: 


1937 yılında 12.000 kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema  salonu açılmıştır. 2 defa memurlara, 2 defa işçilere ve 2 defa da ustalara olmak üzere  haftada toplam 6 defa film gösterilmiştir.

3. Fabrika Halkevi kurmuştur: 

Fabrika “Sümer Halkevi” adıyla bir halkevi kurarak halkı her konuda bilinçlendirmeye
çalışmıştır. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin  şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin, hazırladığı oyunları  sergilemesi için fabrika içinde bir sahnesi vardır. Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında her  yıl  birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş,  köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların
tedavisini sağlamıştır.

4. Fabrikanın korosu vardır: 

Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu oluşturulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup  Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek “çok sesli” müziğin Anadolu’da tanınmasını  sağlamıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu  koro  (grup), işçilerin Beethoven zevke ulaşmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin
kullanımlarına açık bir de piyano vardır.

5. Fabrikanın hamamı vardır: 

Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam, hem işçilere hem de Nazilli halkına hizmet
vermiştir.

6. Fabrikanın Ressamları vardır: 

Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve  çevresinin güzel resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptığı bu tablolar açık
arttırmalarda satılmıştır. Resim heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel  sanatların gelişmesini sağlamıştır.

7. Fabrikanın spor kulübü vardır: 

Fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümer Spor, futbol, basketbol,  atletizm,  voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir.
Fabrika bünyesindeki Sümer Spor futbol Sahası Türkiye’nin ilk “alttan ısıtmalı” futbol  sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş  minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı
güçlendiren “paten eğlenceleri” ve” bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma  Fabrikası’nın mirasıdır.

8. Fabrika halka bedava basma dağıtmıştır: 

Bir sosyal fabrika olarak tasarlanan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, altı ayda bir halka  “ıskarta basma” dağıtmıştır.

9. Fabrikada işçi hakları üst düzeydedir: 

Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem ermiştir. İşçi ve Memur  Biriktirme Sandıkları, İşçi Ölüm ve Hasatlık Yardım Sandıkları oluşturulmuş, fabrika içinde  işçi sağlığını koruyacak 40 yataklı bir hastane, bir eczane bir de laboratuvar kurulmuştur.
Nazilli’nin kabusu haline gelen sıtma hastalığı fabrikanın sağlık ekibi tarafından  kurutulmuştur. İşçilere mesleki eğitim verilen fabrikada ayrıca işçiler için beş sınıflı bir  okuma-yazma kursu, daha doğrusu bir küçük okul vardır. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrenciye sahiptir.

Ayrıca bir işçi radyosu ve işçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş kurulmuştur.  İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000  kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekar işçiler için 350 kişilik bir “Bekar İşçi  Pavyonu” vardır.

Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler  yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. Fabrika işçilerinin yiyecek ve  giyeceklerini temin etmek için fabrika bünyesinde bir kooperatif vardır. Fabrikanın, işçilere  hizmet veren güzel ve temiz bir fırını, işçi yemekhanesi, memur kantini ve bir de hamamı vardır.


10. Fabrikanın ar-ge bölümü vardır: 

Daha fabrika açılmadan fabrikada kullanılacak kaliteli pamukların çevrede yetiştirilmesi için  200 adet modern tohum ekme makinesi satın alınmıştır. Yine pamuk işinde kullanılmak  üzere birçok modern tarım aleti ve makinesi bölgeye getirilerek çiftçilere dağıtılmış ve  bunları nasıl kullanacakları öğretilmiştir. Fabrika içinde mekanik odası, fizik laboratuvar,  tarım laboratuvarı gibi ar-ge bölümlerinde, fabrikada yapılacak üretimin kalitesini arttırmak  için çalışmalar yapılmıştır.

11. Fabrikanın atölyesi vardır: 

Fabrikanın büyük bir atölyesi vardır. Bu atölyenin   demirhanesi,  marangozhanesi, dökümhanesi, kaynak ve teneke işleri yapan bir kısmı vardı.   Diğer fabrikaların ahşap parça ihtiyacı olan makine vurucu kolları burada yapılırdı.

12. Fabrikanın elektrik ve su santralleri vardır: 

Fabrika, bir dönem hem kendi elektrik ihtiyacını hem de Nazilli kentinin elektrik ihtiyacını  kendi bünyesindeki bir elektrik santraliyle sağlamıştır. Dört kazan ve üç türbinli olan bu  santral, 2500 kw gücündedir. Fabrikanın su ihtiyacını karşılamak için bir de su santrali
vardır.


İşte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası… 

İşte Atatürk’ün “Sosyal Fabrika Projesi”nin ilk uygulaması… 

İşte genç cumhuriyetin, halkına, insanına, işçisine bakışı…

Banu Avar
***//***

Sözü yine alalım, kısaca araya girelim.

Dönemin en parlak ve yaratıcı desen ustaları EREN EYÜBOĞLU ve BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU’ nun Nazilli Basmalarındaki desen çalışmaları ile ilgili olarak Sümerbank ile yapılan mektup yazışmalarını okusanız, gözleriniz doluyor.

***///***

Türkülerimiz hep basmalıdır, siz bakmayın öyle kara propaganda gibi anlatılan şehir efsanelerine.

Bilmeyenler olabilir, en yakın Yurt Gezimizde söyleriz BASMALI türkülerimizi:

Refik Başaran ile başlarız:

Sarı mavi çiçeğim
Sen doldur ben içeyim
Sana basma yakışmaz
Mor kadifeden biçeyim

***//***

İbrahim Tatlıses bir dönem dilimize dolamıştı:

Siverek asmasıyam
Sümerin basmasıyam

Son sözü 1973 Nevruz başında,21 Mart’ ta yitirdiğimiz, ama anamadığımız Ulu Ozanlarımızdan Aşık Veysel’ e bırakalım.

Güzelliğin on’ par etmez
Bu bendeki aşk olmasa

Azra AKIN Hanım ne kadar dünya güzeli olsa da,
Basma fistan sevgiliye ne kadar yakışsa da

Aşk ile bakmayınca güzellik para etmiyor, anlam ifade etmiyor.

Aşk ile bakın hayata ve insanlara…

 Muhabbetle,
  
İzmir Ekonomi Üniversitesi’ ne ve Banu AVAR Hanım’ a şükranlarımı sunuyorum.

Recep Babayiğit

RAGAB – REGAİP - KANDİL,samra,harabi,


Bugün (22 Mart) Hicri Takvime, yani Ay Takvimi’ ne göre üç ayların başlangıcı,                      yani RECEP-ŞABAN-RAMAZAN aylarının başlangıcı, yani 01 Recep.

Yarın ise, yani bu ayın başlangıcının ilk Perşembe’ sini Cuma’ ya bağlayan gece, Regaip Kandili.

**--**

Eskiler, eski Türkler, doğan çocuklarına kendileri isim vermezdi.

Bunun çeşitli nedenleri vardı, ama en önemli nedeni, çocuğun kimsenin mülkiyetine ait  olmaması yani kimse “ bu benim atım der gibi, bu benim çocuğum “, dememesiydi.

Çocuk obanın, boyun, soyun sürdürücüsü, bir varlığıydı, geleceğiydi.

O an bir doğa olayı varsa, o gün gökteki yıldızlar, o gün gelen misafir, o gün dökülen süt kazanı bile çocuğa isim olurdu.

Çocuğa isimleri biliciler dediğimiz, ulu kam, verirdi. Çoğu zaman kam karşılığı olarak yanlış yere şaman kelimesi kullanılır. Bu başka bir yazının konusu olsun.

Kamlar, doğan çocuğun gözünden, renginden, gülüşünden, gücünden, hatta çişinden bile çocuğa isim bulur, yakıştırırlardı.

Bu anlamda, eskiler o isimleri taşıyanlara uymasına dikkat ederler,  isimlerin o isimleri  taşıyanlara uyması haline “ ismiyle müsemma“ derlerdi.

**--**

Semra ya da Samra, her ne kadar “esmer” anlamında kız çocuklarına konsa da, bu isim ta Urartu’dan bu yana bu topraklarda kullanılır.

Urartuların efsane kraliçesi Semiramis, günümüzde aynı isimle kız çocuklarına verildiği gibi, anlamı bilinmeden “Semra“  olarak da kullanılmaktadır.

“Güvercinin getirdiği “, demektir Semiramis Urartu mitolojisinde.

**--**

Semiramis’ i güvercin nasıl getirdi, bilemeyiz, ama bildiğimiz Hacı Bektaş Veli’ nin de şimdiki dergahının bulunduğu yere, Suluca Karahöyük’ e bir güvercin donunda, yani güvercin suretinde indiğine inanır Bektaşiler.

İnançlardaki süreklilik hep devam eder, kavimler yok olsa da tarih sahnesinden.

Bu toprakların öyküleri, sırları birbirine ne kadar benziyor değil mi, birbirine ne kadar geçiyor?

**--**

Receb, üç ayların ilkidir.

Benim adımın verilmesi, o yılın, hangi yıl bilmiyorum, bir Receb ayına düşmesi ile ilgilidir.

Araplar Recep, demiyor, Ragab diyor, biz batı fonetiğinin etkisiyle Recep diyoruz.

Regaib de Receb ile ilgilidir.

Receb ayının gelişi Regaib Kandili ile anılır.

Kandil ise bizim şiirlerimizde büyük anlam ve sırları olan okumalardır.

Harabi  bir başka yazar bu okumayı, sır doludur :

Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içine fitil oluruz
Hakkı göstermeye delil oluruz
Fakat kör olanlar görmez bu hali

**--**
Burada Hakk Alevi erkanında, gerçeği ifade eder, delil ise ışık, alev, aydınlatan demektir.

Kandil olmak için, önce fitil olmalı, yanmalıyız.

Sonra da gerçeği aramak için delil olmalıyız, ışık olmalıyız. Delil ışık demektir.

Bu kısa ve sır dolu dörtlük bunu anlatmaya çalışır.

**--** 

Bir de İsmet Özel‘ in dizeleri dört nala giden bir süvari gibidir.

bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
o şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir

**--**

Bu topraklarda güvercinin anlamı nasıl nesiller boyu aktarılmış ise, kandil de aktarılmıştır.

Sinoplu Diojen bütün hayatı boyunca, gündüzleri dahi, elinde “kandil, elinde fener ile“ dolaştı, soranlara “ hakkı, gerçeği“ arıyorum diyordu.

Diojen de “ışık“ anlamında, ışık adamı, ışığı arayan, ışık taşıyan anlamında düşünüldüğünde, hakkı, gerçeği arıyordu.

Florance Nighthangle, modern hemşireliğin kurucusudur ve ilk görev yeri gönüllü olarak geldiği Osmanlı topraklarıdır.

Bugün 1.Ordu Karargahı olarak kullanılan Selimiye Kışlası, Kırım Savaşı ( 853-56 ) yılarında İngiliz askerleri için hastane olarak kullanıldı.

Florance Nighthangle, bütün gün ve gece hiç uyumadan elinde kandil ile dolaşırdı, o büyük insan elinde kandil ile sembolize edilir, Diojen gibi.

Florance Nighthangle’ nin elindeki kandil aslında umuttur. Hastalara ışıktır. Yüzlerce hastaya bakamayacağını kendisi de hastalar da bililer, ama onun elinden hiç bırakmadığı kandil bir umut ışığıdır ve yaralı askerler ölüme değil ışıksız kalmaya üzülürler.

Kimsenin umudunun, umut ışığının sönmeyeceği bir dünya istiyorsak, öncelikle kendimiz başkalarına umut ve aynı anlama gelmek üzere ışık olmalıyız.

Umut ve aynı anlama gelmek üzere ışık olmak için ise, bir kandile fitil olup, yanmak, tutuşmak gerekir. Yanıp tutuşmadan ışık saçmıyor hiçbir nesne, hiçbir insan.

Aşk-ı niyaz ile

21 Mart 2018 Çarşamba

NEVRUZ – NEWROZ – NAVRIZ – YENİ GÜN – SİN SİN


Köyün öte geçesinde oturan, yüzü her daim güleç, iri elmacık kemikleri büyük yüzüne
oturan yaşlıca bir kadın vardı.

Babamı çok severdi.

Köyün ta öte geçesinden bizim eve gelmesi hiç de kolay olmasa da arada gelir,
babam Cesari Hoca ile muhabbet eder, ayrılmadan önce de hep ağrıyan başına
okuması için adeta kurbanlık koyun gibi babama uzatırdı.

Adı Navrız idi. Ama, o bizim evdeki bütün çocukların “Navrız Bibisiydi“. Navrız Bibi
(bibi=hala) geldiğinde, onun yüzündeki güleç hali biz çocuklara da geçerdi.

***//***

Yetmişli yıllarda, Didi’ li yıllarda Fenerbahçe’nin Benfica’ yı 7-0 yendiği yıllarda,
oynadığı sade oyunu ile hiç de göz doldurmayan ama galibiyette hep büyük payı
olan, kendi halinde, mütevazi bir yıldız futbolcusu vardı, Nevruz.

Bütün çocuklar, Cemil, Osman, Alparslan, Yılmaz gibi futbolcu isimlerine aşinaydık,
ama Nevruz adı bize bir şey çağrıştırmazdı. Belki de bu nedenle, oyunu ne kadar
sade olsa da adından dolayı, adı aklımızda en çok, kalan hep “Nevruz“, olurdu.

***//***

Nice yıllar sonra öğrendik, 21 Mart tarihinde doğanların adının kız veya oğlan fark
etmeden Nevruz ya da Navrız olduğunu. Öğrenmek ne güzel.

***//***

Bütün çocuklar sabah erkenden, evdekilere bile haber vermeden, sessizce çıkardık
evlerden. Biraz büyük çocuklar, kırda nereye gidileceğini, çiğdem çiçeklerinin en çok nerede
olduğunu bilir, köy çocuklarının önüne düşer, bir alay çocuk sabah erkenden
çiğdem toplamaya çıkardık.

Köyün etrafındaki dağlarda kar eksik olmazdı, yeşile bürünmüş tarlalar ile karlı
dağlar, yeşil – beyaz uyumu içinde bize mutluluk verir, yazının yüzü bin bir çiçeğe
durur ama ille de çiğdem çiçekleri çekerdi biz çocukları, “sarı çiğdem çiçekleri.”

Her çocuğun elinde “küsküç“ dediğimiz, meşeden ya da gürgenden yapılma ucu sivri
bir sopası olurdu.

Küskücü en iyi, en sağlam olan, en çok çiğdemi toplardı.

Ama bir de küskücün ne kadar sağlam olursa olsun, çiğdemi dalından koparmadan,
toprağın altındaki soğanı ile birlikte çıkarmak gerekirdi. Bu bir beceri isterdi.
Bazı çocuklar bunu çok güzel ve kıvrak yapardı. Zaten baharın gelmesiyle toprağı iten o güç, toprağı bize hazır, tavlı bir hale getirmiş olur, küskücü çiğdemin köküne daldırıp, sonra da küskücü kanırtarak sarı çiğdemi soğanı ile birlikte söküp çıkarmak zor olmazdı.

***//***

Öğlene doğru sarı çiğdemleri toplar, köye dönüş için yola düşerdik.

***//***

Topladığımız sarı çiğdemleri soğanları ile birlikte yanımızda götürmüş olduğumuz
kuru bir ağacın dallarına birer birer asardık. Kuru ağacı taşıyan çocuk, adeta alay sancağı taşır gibi bir eda ile girerdi köye.

Dallarında sarı çiğdemler asılı kuru ağacı taşıyan çocuk önde, diğer çocuklar
ardında, bütün kapıları çalarak, ev ev dolaşırdık köyü.

Bir evin kapısına geldiğimizde, çocuklar hep birlikte şu maniyi söylerdi:

Çiğdem çiğdem çiçeği
Ebem oğlu köçeği
Verenin bir oğlu
Vermeyenin bir kızı

Kapıyı hep bir kadın açardı, bereketin sembolü olarak.
Ne istediğimizi sorardı, “ne verirsen”, derdik.

Her ev aynı şekilde davranırdı, her kadının yüzü aydınlık, temiz olurdu.
Her kadın canı gönülden bir şeyler verirdi çocuklara.

Bulgur toplardık genellikle, soğan, yağ, tuz, biber, ayran, ne aklımıza gelirse, ne
bilirsek.

En son eve geldiğimizde ise, topladığımızı pişirmek ona düşerdi.

Bulgur pişene kadar sabırsızlıkla beklerdik.

Bulgur pilavı iştahla yenirdi.
Gün bitmezdi.

Akşama kadar oyunlar oynanır, ateşler yakılır, büyükler “ sin sin “ oynardı ateşin
etrafında, ta şaman inancından, alıp beraberinde getirdikleri bir tür ritüel.
Davulun ritmi biz çocukları da heyecanlandırırdı.

***//***

Çok sonraları düşündüm, oyuna adını veren “sin sin“ kelimesinin acaba “Çin Çin”,
kelimesinden mi geldiğini. Zira, bu "sin sin"  oyunu  çok büyük bir ateşin etrafında oynanan, ateşin etrafında kaçan ve kovalayanların olduğu, kaçanların zorda kalınca o büyük ateşin üstünden
atlaması gerektiği bir oyundu.

Sonraları  düşündüm, göçebe Uzak  Asya Türk  soylu  halklarının bu oyunu
oynamaktaki muradını.

Tıpkı bir örneği de Kırgızistan’ da hala at üstünde oynanan “ulak tartış–oğlak taşıma“
oyununun bir tür savaşa hazırlık oyunu olduğunu öğrendiğim gibi, “sin sin“
oyununun da bir tür savaşa hazırlık oyunu olduğunu ve ateşin etrafında oynayanların
kendilerini harekete geçirecek en etkili  kelimenin “sin sin“ kelimesinin aslında
komşuları Çin kelimesinden bozma ve Türkçe fonetikte doğrusu tam da
“sin sin“  gibi  okunan “Tzin Tzin“, yani Çin Çin olduğunu öğrendiğim gibi.

** -- **

Sarı çiğdem çiçekleri arasında mor, eflatun renklerinde çiçekleri olan, çocukların asla
dokunmadıkları, adeta korumaya aldıkları, pek fazla bulunmayan, soğanları
yenmeyen tek tük çiğdem çiçekleri olurdu bir de, onlara “ öksüz oğlan çiğdemi “,
derdik.

Sarı çiğdem çiçekleri toplandıktan sonra, o öksüz oğlan çiğdemleri hep bir başlarına
kalırdı geride, boyunlarını bükmüş halde.

** -- **

Nevruz, yani 21 Mart,  aynı zaman da Hazreti  Ali’ nin doğum günüdür.
Başta bütün Şia dünyasında olmak üzere, Anadolu Tahtacı Türkmen ve Alevi
ocaklarında bugün için cemler kurulur, anmalar yapılır.

***//***

Aliyel Mürteza’ nın doğumunu anma gününde ocaklardaki, cemlerdeki zakirler hep
“navrız“ , diye seslendirir , Nevruz kelimesini.

***//***

Navrız’ ı unutmamak, dostluğu, can olmayı, dirliği, birliği, edep erkanı, büyüğe ve
küçüğe saygıyı, riyadan ve kibirden uzak durmayı öğrenmeye, şu koca kainatta
sadece bir zerre olduğumuzun farkında olmayı görüp yaşamaya, anlamaya çalışalım.

Navrız sizin de navrızınız, bahar sizin de baharınız, Newroz sizin de Newrozunuz
olsun.

Muhabbetle,
Aşk illa ki

Paylaşmak Güzeldir.

16 Mart 2018 Cuma

GABAN – KABAN – KEBAN – KAPANCA

Keklikler sosyal anlamda belki de insana en yakın kuş türüdür.

Anadolu’ da evine keklik almayan yoktur.

Sabahın seherin kekliğin ötüşü insana candır.

Pazarda körpe söğüt dalından örülmüş kafeslerinin içinde satılan kınalı keklikleri gören oğlan çocuğu annesinin elinden kaçar, keklikle göz göze gelirdi.
Küçücük yüzünü küçücük iki avcunun içine alarak körpe söğüt dalından kafesindeki keklikle konuşmaya çalışan oğlan çocuğu, o küçücük kuştan o kadar yüksek ve güzel sesin nasıl çıktığını, kuşun gözlerinin ve gagasının,göğüsündeki kınanın nasıl da güzel olduğunu anlamaya çalışırdı.

Aslında kekliğe öyle hayran hayran bakan oğlan çocuğu adının “keklik” olduğunu bile bilmediği bu güzel kuşta kendi kız kardeşinin, kendi ablasının, kendi annesinin , yani kısacası bir kadının güzelliğini görür, bir kadının duru sesini duyar gibi olurdu.
Nasıl da benzerdi, körpe söğüt dalından kafesdeki keklik o oğlan çocuğunun bildiği, tanıdığı o güzel kadınlara.
O nedenle biz kızlarımızın adını keklik koyarız ve hala.
O nedenle bizim keklik gibi güzel kızlarımız kınalı olur hep.

***//***
11 Mart, Pazar günü BİR ROMAN BİR ŞEHİR projemiz kapsamında dostumuz, kardeşimiz Serdal KARAKUŞ’ un yazmış olduğu “KAPANCA SOKAK” Romanı arka planında Doğu  Roma’ nın ilk başkenti, Nikomedya’ yı, İzmit’i , Kocaeli’ ni, Sırrı Paşa’yı , Ali Kemal’ı, Santa Barbara’ yı , Sultan Orhan Zamanını, solup giden ve geriye sadece eğri ve dik bir yokuş ile bir kilise bırakan Ermeni hemşehrilerimizi andık.

Serdal KARAKUŞ ve onun dostu Saim YILDIZ dostumuz var olsunlar.
***//***
Ama, çocuklar bilmezler kekliğin nerelerde yaşadığını.
Çocuklar, Karadeniz Bölgesi hariç,  bu topraklarda keklikler için bir sürü oyun, türkü, folklorik ve etnografik malzeme olduğunu da bilmezler.

Bir Tokat Türküsü vardır örneğin, Mehmet Erenler’ in bize kazandırdığı, yetişkinler de bilmez bu türküyü.

Yurt Gezilerinde benim güzel kardeşim Saniye YILMAZ katıldığı her gezide benden söylememi ister:
Sahabın seherinde ötüyor kuşlar
Balinen yoğrulmuş o sırma saçlar

Kudretten çekilmiş karadır kaşlar
İşte bu gönlümün cananı geldi

Yetişkinler bilir bilmesine bu türküyü ama türkünün ikinci bendinde geçen bir kelimeyi bilmezler, bilmeden dinlerler ve bilmeden söylerler.

Seher vakti keklik çıkar kabana
Sallandıkça püskül değer tabana

Korkarım sevdiğim vara yabana
İşte bu gönlümün cananı geldi

Türküde keklik kaban’ a çıkar.
Kaban nedir?

Bilemeyiz.
Bilemeyiz, ta ki Serdal KARAKUŞ kardeşimiz KAPANCA SOKAK Romanı’ nı yazana kadar.

Ta ki, bu romanın bana imzalı olarak geldiği günün sabahında dilime dolanan türkünün ikinci bendininin birinci dizesinde geçen “kaban”kelimesinin anlamını bulana kadar.
***//***
Pazar yerinde annesinin elinden kaçarak körpe söğüt dalından örülü kafesin içindeki kınalı kekliğe aşık olan o oğlan çocuğunun dilinde değil belki ama, kulağında da hep keklik türküleri dolaşır.

Koca koca adamlar ellerinde kaşıklarla kekliği taklit eder ve seke seke  oynarlar, arada durup keklik gibi öterler:

Gakgak gubarak
Gakgak gubarak

Gakgak gubarak

O oğlan çocuğu eve geldiğinde, boş kaldığında keklik gibi ötmeyi dener.
***//***
Çocuklar bilmez ve biz büyükler bilir, kekliği “düz ovada” avlarlar.

Keklikler o nedenle,su içmeye gitmeleri dışında, düze inmezler.
Keklikler o nedenle ovayı hep yukarıdan, dikçe, yokuşça,“ kaban” bir yerden seyrederler ve oradan öterler.

Keklikler oradan, yokuştan, “kabandan” öterler ovaya ve ovaya inmiş keklikleri, kendi ailesini avcının eline düşecek keklikleri oradan öterek uyarırlar.

Gakgak gubarak
Gakgak gubarak

Gakgak gubarak

 ***//***
Bir hevesle ve bu genelikle evin babasının hevesi ile eve alınan körpe söğüt dalından kafesin içindeki keklik bir süre sonra ona aşık olan o küçük oğlan çocuğunun yapacağı ufak bir hile ile özgürlüğüne kavuşur ve evden uçar, gider yine kabana çıkar.

Aslında oğlan çocuğunun yaptığı ufak hile, keklik ile sözleşerek, anlaşarak yapılan bir hiledir.

***//***
Şehrin solan yüzleri, geride sadece bir sokak bırakarak – KAPANCA SOKAK – gittiler.

Ne bir kimse bilir, bire bir tercüme edildiğinde ve aynı anlama gelmek üzere

BARDİZAG metropolit merkezinin adının, BAHÇECİK
ARMASH metropolit merkezinin adının, AKMEŞE

olduğunu.
KAPANCA bizi hep yorar, dik bir yokuştur.

Yetmez, KAPANCA eğri bir yokuştur, tekin değildir. Ne sokağın yukarısından geleni görürsünüz, ne de aşağısından geleni.

Ermeni dostlarımız, Ermeni kadim komşularımız bu sokakta KAPANCA SOKAK’ ta yaşadılar.
Bir arada yaşadık onlarla.

Körpe söğüt dalından kafesin içindeki kekliğe aşık olan Türk oğlan çocuğuğu da Ermeni komşuları ile yaşadı bu sokakta.

Ermeni komşular bize bir kelime verdiler kendi dillerinden  ödünç olarak: KABAN
Biz Türkler bu kelimeye bir sıfat eki koyduk ve onu Türkçe ses kuralına uydurduk.
KABAN’ dan hareketle, dik yokuştan hareketle bu sokağın adını KAPAN-CA SOKAK yaptık hep birlikte.

Ne Ermeni komşularımız itiraz etti buna ne de Türk komşular ve eşraf.
Ortaya çok güzel bir motif çıktı, kökü Ermenice, eki Türkçe olan.
***//***
KABAN veya KAPAN kelimesinin Ermenice olduğunu bilmeniz için o güzel Tokat Türküsünü bilmeniz gerekir.

O türküyü bilmeniz de yetmez.
Kekliklerin ötmek için “kabana” çıktıklarını da bilmeniz gerekir.
Aslında herşey, her bilgi olduğu gibi açık seçik ortada duruyor.
Mesele ortada duran bilgilerin,olayların,nesnelerin  bir birleri ile olan bağlantılarını bulmak.

Bağlantıları bulmak için de körpe söğüt dalından kafesin içindeki kınalı kekliği görmek  ve gördüğünde kekliğe aşık olan, pazar yerinde annesinin elinden kaçan o oğlan çocuğu gibi meraklı olmak, kekliğin güzelliği karşısında hayretle “şaşırmak” gerekir.
***//***
Yurt Gezilerimizde artık fazla söylemiyoruz, türküyü eskitmemek için.

İlk bir araya gelişimizde keklikler, kınalı keklikler, kadınlarımız, kızlarımız için yeniden söyleyelim:
İki keklik bir dereden su içer
Dertli de keklik dertsizlere dert açar
Buna yanık sevda derler tez geçer

***///***
Başta dedik, keklikler sosyal anlamda insana en yakın kuştur.

Eş ve aile olarak yaşarlar.Eşinden veya ailesinden ayrılan keklik dertli kekliktir.

***//***
Belki de en iyi MOLTKE  anlatır Yukarı Fırat Havzası’ nı anılarında.

Keban Barajı yapılıp, Fırat ilk yerinden boğulmadan önce, bölgeyi Doğu Anadolu’ ya bağlayan dar vadilerden birinin olduğu, tek geçit veren yerin adı, coğrafi tanıma tam olarak uyan, “geçit yeri” anlamına gelen ve yine Ermenice bir kelime olan : KEBAN idi.

Hepsi, ama hepsi aynı kültürün izleridir bize kadar kalan.
KEBAN – KABAN – KAPANCA ve KEKLİK

Biz dik yokuşu, KAPANCA’ yı iniyorduk.Aşağıda, sokağın solunda mola vermiştik.

Körpe söğüt dalından yapılma kafesin içindeki kekliğe aşık olan oğlan çocuğu KAPANCA’ yı çıkıyordu.
Çık çocuk çık, dinlenmeden, yorulmadan çık, arkana keklik ötüşlerini, keklik güzellliklerini, koca dağları da engin denizleri de alarak çık…

Muhabbetle,
Paylaşmak Güzeldir.
Recep Babayiğit



Kitap için yazarımız, kardeşimiz ve dostumuz SERDAL KARAKUŞ’ a
Şehir rehberliği için dostumuz SAİM YILDIZ’ a

Fotoğraf için dostumuz FATMA KORCAN’ a
ayrı ayrı teşekkür ediyorum.