1967 yılı soğuk bir Aralık ayıydı.
Yedi
yaşındayım.
Albayrak
Mahallesi’nde bulunan, giriş kapısı dışında ön cephesi taş duvarlı, sağ cephesi
mahallenin evlerine bitişik, arka cephesi yüksek kör duvarlı, sol cephesinde
ise demirden yüksekçe bir kanatlı kapıyla çevrili büyükçe bir avlu içinde
bulunan Çorum Yetiştirme Yurdu’nda yaşları 7 ila 18 arasında yüzden fazla kız
ve erkek çocuk birlikte barınıyorduk.
O zamanlar ülkedeki yetiştirme yurtları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıydı.
Biz çocuklar, kız ve erkek yurt binalarını da içine alan geniş bir avlu içinde bulunan Albayrak İlkokulu’na gidiyorduk.
…/…
Adı
Hayati’ydi.
Adı
neden Hayati’ydi, bilemiyorum.
Adı
neden Ahmet, Mehmet veya Mustafa değil de Hayati’ydi?
Bizim yaşadığımız çevrede ilk defa duyduğum bir isimdi Hayati.
Hayati
yaşça benden ve benim kuşağım, ilkokula yeni başlayan çocuklardan bir hayli
büyüktü.
Okula
da gitmiyordu, işe de.
Okula gitmeyenler ilkokuldan sonra bir esnafın yanında çıraklık, kalfalık yapardı ve biz onlara “İşçiler” derdik.
Hayati hiç okula da gitmemişti.
Çorum’un,
bozkırın ayaza çeken karakışında, Aralık ayında ancak okula gittiğimizde
ısınabilirdik.
Hayati’nin
üzerinde hep bir kaban olurdu.
Hayati
yaz kış hep o kabanla gezerdi yurdun avlusunda.
Bizler okula gideriz, okuldan çıkarız Hayati yakası ve kolları artık kararmış kabanıyla adeta bizi beklerdi.
Hayati
hiç okula gitmemişti.
Yaşı
bizden çok büyük olmasına rağmen neden ona adıyla seslenirdik, bilmiyorum.
Onun
yaşındakilere, hatta ondan küçüklere bile “Abi” derdik.
Hayati’nin
küçük kardeşi Hilmi ile akrandık.
Herkes, yurtta barınan kız-erkek çocuklar, öğretmenler, yöneticiler, yurtta çalışan terzi, aşçı, hemşire, hademe vb. Hayati’yi bilir, tanır, ama kardeşi Hilmi’yi bilmezdi.
Biz okul haricinde dışarıda olursak, Aralık ayının zemherisinde üşürdük.
Hayati de üşür müydü acaba?
…/…
Neşet
Ertaş, büyük ve mütevazi gönül insanı, çalıp söylediği türkülerin hikayelerini
de anlatır arada.
Hiç
kibir yoktur sözlerinde, hiç böbürlenmez, ben yaptım, ben havalandırdım bu
türküyü, sözlerini ben dizdim vb. demez.
Onun
bütün türkülerinin bir hikayesi vardır kuşkusuz.
Bir
türküsü vardır, çok bilinen: Acem Kızı ya da Çırpınıp da Şanovaya İnince.
Hikayesini pek kimse bilmez.
Ama Neşet Ertaş Usta bu türkünün hikayesinde aynı zamanda toplumsal bir sorunu da dile getirir ve o beğenmediğimiz, burun kıvırdığımız, yüzünden, şekil-şemalinden, giyim-kuşamından yanına varmaya bile çekindiğimiz hatta tiksindiğimiz gönül insanlarını yüceltir.
“Bunlardan en ünlüsü,
daha o yıllarda havalandırdığı Acem Kızı türküsüdür.
İleriki yıllarda, radyodan duyulduğu andan sonra benimseyip ünü hızla Türkiye’ye yayılarak sevilecek olan bu türkünün öyküsünü Ertaş şu sözlerle anlatmaktadır: ‘Selli Yusuf diye birisi vardı. Şarap içip gezerdi. Ağzının kenarından hep ağzının suyu akar, bu yüzden ona Selli Yusuf derlerdi. Kırşehirli, Abdallardan, o da saz çalardı. Eskiden konser demezler, tiyatro geldi, sahne yerine de şano derlerdi. Dansözler grubu gelirdi. Getirenler, korkularından sahneye çıkan dansözler için;-Bu bir Türk kızı! da diyemezlerdi.-İşte bu, İran kızı; bu Acem kızı, derlerdi. Bir gün bir Tiyatro gelmiş. Selli Yusuf bu tiyatroya gitmiş. ‘İşte bu, Acem kızı!’ deyip sahneye bir dansöz çıkarmışlar. Selli Yusuf, kendi kendine sahnenin ne demek olduğunu da bilmiyor ya; şanova diyerek, Çırpınıp da şanovaya çıkınca, eğlen şanovada kal acem kızı; diye başlayan bu şiiri söylüyor kendi kendine. Selli Yusuf, bunu başka bir havada çalardı. Ben de duydum bunu kendinden. O şiiri ben kendimce çalıp söyleyerek havalandırdım. Bu havanın doğuşu budur. Yani aslında sözleri Selli Yusuf’un, benim çaldığım hava da bana aittir.”[1]
Burada “Eğlen” kelimesi, eğlence anlamında değildir, orada eğleş, oyalan, orada yaşa anlamındadır.
Hep ağzının suyu akan Selli Yusuf’un soyadı neydi bilemiyoruz. Kaynaklarda da yazmıyor.
…/…
Hayati’nin
soyadı Özdemir’di.
Hayati’nin
ağzının suyu akardı, Neşet Usta’nın Selli Yusuf’u tarif ettiği gibi.
Ama
biz çocuklar, öğretmen ve öğrenciler Hayati’ye selli değil “Salyalı” derdik.
Hayati’nin
yüzüne karşı kimse ona salyalı, demez, diyemezdi.
Zira Hayati güçlü kuvvetli, iri yarı birisiydi.
Hayati’nin
selli, salyalı oluşu bir bedensel engeldi.
Ama
çocuk halimizle onun neden ağzından sürekli salya aktığını bilemezdik.
Hayati konuşamazdı da, sadece çıkarmaya çalıştığı anlamsız sözleri kalın sesiyle ağzında geveler geveler sonra da kimse onu anlamayınca kızar, öfkelenirdi.
Bugünden bakınca Hayati’nin spastik engelli olduğunu anlayabiliyorum.
Ancak
o yıllardan yakın zamana kadar ne çocuk yuvalarında ne de yetiştirme
yurtlarında ne bir özel eğitim uzmanı, ne pedagog, psikolog, çocuk doktoru,
rehberlik öğretmeni vb. bulunmazdı.
Yetiştirme
yurtlarında görev yapan öğretmenler arada gelen gece nöbetleri dışında
evlerinde kalırlardı.
Genellikle köy okullarında çalışıp da şehir merkezlerine tayin isteyen öğretmenler için bir tür rahatlama yeriydi yetiştirme yurtları. Zira her ne kadar onlar öğretmen olsalar da, yetiştirme yurtlarında eğitim-öğretim olmadığı için öğretmenlere düşen pek fazla bir şey olmazdı.
…/…
Albayrak İlkokulu’nu da içine alan koca avlunun içinde öğretmenlerin belki de en büyük sorunu Hayati Özdemir’di.
Hayati’nin
“Sultan” adında kırma, sarıya çalan rengiyle bir köpeği vardı.
Sultan’ın
yurdun bahçesine nereden ve ne zaman geldiğini kimse bilmiyordu.
Biz küçükler Sultan’ın yanına pek yaklaşamazdık. Hayati bütün gün köpeği Sultan ile beraber olurdu.
Kış
gelip de havalar soğuyunca, Hayati köpeğin üşümemesi için onu yakası ve kolları
siyah kirden görülmeyen kabanının içine alır, onunla birlikte gezerdi yurdun
koca avlusunda.
Tesadüf müdür, bilinmez, Hayati’nin kabanının rengiyle köpeği Sultan’ın rengi aynıydı.
Yöneticiler
ve öğretmenler arada Hayati’yi uyarırdı, “Köpeği çıkar, dışarı at,” diye.
Hayati köpeği Sultan için yurdun evlere bakan duvarının dibine derme çatma bir de kulübe yapmıştı.
Hem iri yarı ve güçlü kuvvetli hem de daha çok salyalı oluşundan dolayı öğretmenler Hayati’nin yanına yaklaşmaya cesaret edemezdi. Hem korkarlar hem de ondan tiksinirlerdi.
…/…
Spastik engelli olan sadece Hayati değildi, zihinsel engelli çocuklar da vardı aramızda. Devlet kendisine emanet edilen çocukların sadece karnını doyurup barındırıyordu.
…/…
Hayati Özdemir’in salyasından tiksinen öğretmenlerimiz anlaşılan Neşet Ertaş’a ilham veren Selli Yusuf’u hiç duymamış olmalılar.
…/…
O yıllarda Nuri Sesigüzel’in 1966 yılında oynadığı bir filmde okuduğu ve sonra çok ünlenen “Aynaya Baktım Saç Beyaz Olmuş” türküsü halkın dilinden düşmezdi.
Türkünün ikinci dörtlüğü “Hayatım geçti görmedim sefa” diye başlıyordu.
Öğretmenler Hayati’ye yaklaşmak istemezler, onun okula veya işe gitmediğini, yan gelip yattığını düşünerek, ondan salyası nedeniyle tiksindikleri yetmiyormuş gibi, onunla bir de alay ederlerdi.
Ona “Hayati” diye seslenmek yerine, Nuri Sesigüzel’in seslendirdiği o türkünün ikinci dörtlüğünün ilk dizesi ile seslenirlerdi:
Hayatim geçti…
Bu
sesleniş şekli nedendir bilinmez, zaman zaman biz küçük çocukların da diline
dolanır ve gizli saklı, Hayati’yi gördüğümüz yerde veya onu anlatırken kendi
aramızda söylerdik: Hayatim geçti…
Hayatım geçti görmedim sefa
Yalan dünyada olur mu vefa
O yardan gördüm binlerce cefa
Ağla gözlerim sızla gözlerim
Sen bu halıma sen bu halıma
.../…
İşte o zemherinin ayazının iliklerimize kadar işlediği bir bozkır gününde nedendir bilinmez, bütün öğretmenler ve dışarıdan zabıta desteğiyle yurdun avlusuna doluşan kalabalık bir grup Hayati’nin peşine, daha doğrusu onun Sultan’ı, köpeğinin peşine düştüler.
Nedendir bilinmez, diyorum, zira acaba o günlerde de
aynen bugünler de olduğu gibi bir “Sokak hayvanları nefreti mi” dolaşıyordu
ülkede?
Veya koca avludaki ilkokulda sadece biz yetiştirme
yurdunda barınan çocuklar değil, mahallenin diğer çocukları da okurdu.
O mahalle çocuklarından hatırlı birisinin velisi köpek Sultan ile ilgili bir şikayette mi bulunmuştu, bilemiyoruz.
Hayati’nin yanına yaklaşmaya cesaret edemeyen, daha doğrusu onun salyasının üzerlerine, ellerine bulaşmasından korkan zabıta ve yurt öğretmenleri önce Hayati’yi ikna ederek köpeği kendilerine vermesini, kamyonete koymasını isterler.
Yurt öğretmenleri yine “Hayatim geçti…” diye
başlıyorlar Hayati’ye şirin görünmek için.
Hayati köpeğini vermiyor.
Verir mi?
Ona bağrını açmış, onu kabanının içine alıp sıcak yüreğiyle ısıtmış, onunla yatıp uyumuş, Hayati Sultan köpeği verir mi?
Lakin karşı taraf hem sayıca hem de imkan olarak güçlüler.
Köpek kulübesinde.
Hayati köpeği vermiyor, kulübenin başında tetikte
dikiliyor.
Yakalayın, diye bir emir geldi mi, tam hatırlayamıyorum.
Zabıta ve yurt öğretmenleri harekete geçiyorlar.
Biz yetiştirme yurdunda barınan küçük çocuklar ve bizden büyük abi ve ablalarımız harekete geçen zabıta ve yurt öğretmenlerimizi yuhalamaya başlıyoruz.
Hayati hızla kulübeye eğiliyor.
Sultan’ı kulübeden çıkarıyor, onu düğmeleri ilikli
olan kabanının içine koyuyor.
Hayati böylelikle köpeğini koşturarak yormamış oluyor.
Hayati iri yarı, koynundaki köpeği ile rahatlıkla koşabilir.
Spastik engelli Hayati boynundaki yetersiz veya kilitli kaslardan dolayı kafasını hep sola ve yukarıya kalkık, ayakları ise bedeniyle uyumsuz bir şeklide paytak paytak koşuyor.
Hayati önde, kovalayanlar arkadalar.
Yurdun arka tarafına doğru bir kovalamaca devam
ediyor.
Biz çocuklar da izliyoruz.
Arka taraftaki en az beş metre yüksekliğinde ve beyaz
kireç badanalı uzun duvarın üzerindeki yumurta sarısından oluşan lekeler
yeniden çıkıyor karşımıza.
Yetiştirme yurdunda çok nadiren de olsa kahvaltıda
verilen haşlanmış yumurtalar genellikle cılk çıkardı.
Bu durumda biz küçükler bir şey yapamazdık, ama büyük
abilerimiz cılk çıkan yumurtaları avlunun arkasına düşen o uzun ve yüksek beyaz
kireç badanalı duvarına fırlatarak parçalarlardı.
Beyaz duvar adeta yumurtadan bir performans sahası
olurdu.
Beyazı badanadan dolayı fark edilmez, ama sarısı duvarda dalga dalda fark edilirdi.
Hayati spastik haliyle bile hızlı koşuyor.
Gerilim artıyor.
Zavallı köpeğin durumunu göremiyoruz. Yüreği nasıl da sık atıyor ve korkuyor olmalı.
Koca avlunun sol tarafına gelen demirden yüksekçe
kanatlı kapı genellikle aralıklı olurdu.
Biz küçükler ön kapıdan kaçıp sokağa çıkmaya
korkardık, öğretmenler yakalardı.
Ama arkada, soldaki kanatlı kapının aralığından kaçan abilerimiz gece yoklamasına doğru gelirlerdi.
O gün o yüksekçe demir kapı aralıklı değildi.
Hayati nasıl olsa kapı aralıklıdır, diye o tarafa
yöneliyor.
Fakat kapı kapalı, aralık da yok.
Hayati’nin peşinden koşanlar onu köşeye
sıkıştırıyorlar.
İtişip kakışma, boğuşma.
Hayati yerlerde.
Sonrasında, Sultan köpeği Hayati’nin koynundan
alıyorlar.
Hayati Sultan için çırpınıyor.
Gerisini anlatmaya yüreğim dayanmıyor.
…/…
1967 yılının zemherisinin ayaza çekmiş bir Aralık ayında en küçüğü yedi yaşında olan çocuklara Çorum Yetiştirme Yurdu’nda izlettirilen sahne buydu.
…/…
Sokak Hayvanları Yasa Tasarısı mı?
Önce Hayati Özdemir’in hayatını bilmek gerekiyor.
Önce Hayati’nin salyalı halini de sevmek gerekiyor.
Önce Neşet Ertaş’ın şiirinin sözlerini alıp
havalandırdığı Selli Yusuf’u da bilmek gerekiyor.
Nuri Sesigüzel’in söylediği türküyü Hayati Özdemir için de dinlemek gerekiyor.
…/…
Hayati 18 yaşına yakın olmalıydı o tarihlerde ve 18 yaşını dolduran çocukların yetiştirme yurtları ile ilişkileri kesiliyordu, yani çocuklar bir nevi sokağa terk ediliyordu.
Selli Hayati’yi bir daha göremedim, hatırlamıyorum.
Hayati, köpeği Sultan ile görüntümden kayboldu, gitti.
…/…
Konya Çocuk Yuvası’ndan benimle birlikte gelen
çocuklardan birisi de Selli Hayati’nin küçük kardeşi Hilmi Özdemir’di.
Hilmi yetiştirme yurdundan yaşı dolup ayrıldıktan
sonra trafik polisi olur.
Şehirlerarası yolda bir trafik denetimi sırasında kontrolsüz olarak gelen bir kamyonun altında kalarak hayatını kaybeder.
Hayati’den geriye hiçbir fotoğraf yok.
Hilmi ise Konya Çocuk Yuvası’nda annesinin ziyarete geldiği sırada çekmiş olduğu fotoğraftaki gibi gülümseyen ve o gürbüz haliyle hep aklımda, hep gözümün önündedir.
![]() |
Konya Çocuk Yuvası-1966-Selli Hayati’nin de annesi olan kadın ziyarete gelmiş, Hilmi Özdemir mutlu. Selli Hayati’den dolaylı olarak bana kalan son görüntü. |
…/…
Babası, Hayati’ye adını koyarken acaba Nuri Sesigüzel’in okuduğu o türküden mi ilham aldı? Ya da adı o sıralar daha yeni duyulmaya başlayan ve daha ilk rollerinden itibaren güçlü bir yardımcı oyuncu karakteri çizen Hayati Hamzaoğlu’ndan mı esinlendi? Yoksa çocuk doğduğunda Hayati’nin engelli halini fark ederek, onun hayata tutunması için “Hayati” adını mı verdi?
Bilemiyoruz.
…/…
Selli Hayati Özdemir’i kimse bilmez ve bilinmeden de
ayrılıp gitti bu dünyadan.
Ama Selli Yusuf’un adı hiç olmazsa Neşet Ertaş’ın
havalandırdığı ve dillerden düşmeyen Acem Kızı türküsünün künyesinde “Söz:
Selli Yusuf” olarak ölümsüzleşir.
Erol Parlak yazmış olduğu kitabının ikinci cildine
notaya almış olduğu bu türkünün nota kaydını da koyar ve Selli Yusuf’un adını
zikreder.
Neşet Ertaş’ın bu türkünün nota kaydı için Erol Parlak’tan bunu özellikle rica etmiş, onu tembihlemiş olduğunu düşünüyorum.
Neşet Ertaş Selli Yusuf’a bir borç ödemiş oldu.
Erol Parlak da Neşet Ertaş’a.
Biz de Selli Hayati’ye ödüyoruz borcumuzu.
Borçlarımız birikiyor. Onları ödemeye ömrümüz yetmeyecek.
Nuri Sesigüzel’in icrasıyla üne kavuşan “Aynaya Baktım
Saç Beyaz Olmuş ” türküsünün sözleri Mustafa Kemal Dendenoğlu’na, müziği
Abdurrahman Kızılay’a aittir. Mustafa Kemal Dendenoğlu adı bütün kaynaklarda
sadece “Mustafa Kemal” olarak gösterilir ve onun vefatından söz eden,
Türkiye’de yayınlanmış hiçbir Türkçe duyuru yoktur.
Selli Hayati’yi “Hayatim geçti…” diye çağırmamıza
vesile olan o türkünün sözlerini yazan Mustafa Kemal Dendenoğlu’na biz de
borcumuzu ödeyelim, onun gerçek adını zikrederek.
![]() |
Erol Parlak kitabı, ikinci cilt, sayfa 585 |
Tavsiye edilen
dinleme:
Aynaya Baktım Saç
Beyaz Olmuş
İcra: Nuri
Sesigüzel
Tavsiye edilen
film:
Beyaz Mendil
Yönetmen: Lütfi
Akad
Oyuncular: Fikret
Hakan/Ruth Elizabeth
[1] Garip
Bülbül Neşet Ertaş-Hayatı-Sanatı-Eserleri 1-Erol Parlak-Demos Yayınları-2013
Birinci Baskı, s.319-320