19 Haziran 2025 Perşembe

KILIK KIYAFET Mİ? KILIĞA KIYAFET Mİ?

Halk ağzında küfür gibi bir söz vardır: “Kılıksız”. Kimine göre çok büyük hakaret içeren bu söz ilk ne zaman söylendi, bilemeyiz. Ancak, “Kılık” kelimesi “Kılınç” kelimesinde olduğu gibi “Kıl” fiil kökünden türemiştir.

“Kılık sözcüğü Uygurca metinlerde az kullanılmasına rağmen Karahanlı Türkçesi metinlerinde daha çok kullanılmıştır. Sözcük Divanü Lügati’t-Türk yazmasının tıpkı basımında (s. 193) Arapça as-sīra wa’l-‘işra ma‘a n-nās “davranış, huy; insanlarla münasebet (CTD I s. 293; Ercilasun ve Akkoyunlu, 2014, s. 165); eserin bir başka yerinde (s. 381) geçen er kılkı tėtrüldi ‘Adam (ve benzeri) huyu kötüleşti’ (CTD II s. 77; Ercilasun ve Akkoyunlu, 2014, s. 300) cümlesinde de Arapça ḫulk, yaradılış, ‘huy’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır.”[1]

Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, yukarıda küfür gibi konuşulan “Kılıksız” sözünün aslında hiç de yersiz olmadığını görüyoruz. Aslında birisine “Kılıksız” derken, o kişinin dış görünüşünü oluşturan kıyafetinin eski, uygunsuz, döküntü vb. olması değil, onun huyunun, yaradılışının kötülüğünden söz edilir.

Kelimeler de insanlar gibi, zamanla ve yer değiştirdikçe yani Orta Asya’dan doğuya göçtükçe anlam genişlemesi veya daralmasıyla karşılaşır.

Şimdilerde ve arada gelip-giden yırtık elbise giyme modası aslında günümüzden 100 yıl kadar önce de vardı, üstelik İstanbul’da görülüyordu, ama o bir zorunluluk haliydi.

O zorunluluk hali bile o zamanın İstanbul’unda bir modaya nasıl öncülük eder, açıklaması zor bir durumdur.

“1919’da Direklerarası bir daha sarsıntı geçirdi. Rusya’dan vapur doluları gelen Vrangel Orduları döküntüleri daha İstanbul’a varır varmaz ‘Açız, bize ekmek verin’ diye bağırıyorlar; yüzüklerini, bileziklerini satıyorlardı.

Yüzyıllar boyu Türklerin kuyusunu kazan bu millet bu defa Türklere avuç açıyordu. Üzerlerinde ne varsa öylece kaçmışlardı. Hele kadınlar, pislikten, sefaletten bitlendikleri için saçlarını kökünden kesmişler, sonra da be buldularsa başlarına geçirmişlerdi. Halk o zaman farkında değil, buna ‘Rusbaşı’ demiş, İstanbul hanımları da böyle renk renk örtülerle bu göçmenleri taklit etmişlerdi. Hatta omuzları yırtık elbiseler bile çabucak moda olmuş, yırtık omuzlu elbiseler yayılmaya başlamıştı. Bu olay o devrin karikatürcülerine dahi sermaye olmuştur.”[2]

Moda, yani bir yerde kıyafet, Malik Aksel’in yukarıda anlattığı gibi, sadece yokluk ve sefaletten doğmuyordu. Refah içinde olan Osmanlı hanımları ipekli çarşaflarının içinde de, peçelerinin ardında da moda kaygısı taşıyorlardı.

Yine arada bir gelip-giden moda giyimlerden birisi de kadınların “Yandan yırtmaçlı” etekleri oluyor. O da görülür yüz yıl öncesi İstanbul’unda.

“Mütareke devresinde ve o derece dar ve beden yapışık çarşaflar moda olmuştu ki, kadınlar küçük adım atmada yarışa çıkmış gibiydiler. Hele faytona binmek hiç de kolay değildi. Bunun arkasından yandan yırtmaçlı çarşaflar görüldü ki, dizkapağından yukarılar bile göze çarpıyordu.

Yandan yırtmaç çarşaflar

Görünüyor tombul bacaklar

türküsü bu zamanın yadigarıdır.”[3]

…/…

Bazen ihtiyaçların karşılanması bir modaya dönüşür, sosyete bu konuda hep öncüdür nedense.

Yine gelip-giden modalardan birisi de erkeklerin duble paça pantolon giymesidir.

İngiliz aristokratlarının pahalı atlarının bulunduğu özel at haralarına girerken pantolonlarının paçalarının at pisliğine bulaşmaması için yukarı doğru çemrelemeleri (katlamaları) günümüzde bile devam eden bir modayı başlatıyordu, duble paçalı pantolon giyme modası.

Ya da kadınların giydiği düğmeli giysilerin düğmeleri veya pantolon fermuarları günümüzde bile neden hep soldadır?

Çünkü o aristokrat kadınları hizmetçileri giydirip soyuyordu.

Karşınızda duran ve düğmeli bir üst giysisi olan kişiyi soymanın veya giydirmenin en kolay ve hızlı yolu onun giysi düğmelerinin solda olmasıyla ilgilidir. O düğmeler sağda olursa hizmetçilerin aynı hızla ve kolaylıkla o aristokrat kadınları giydirmesi ve soyması zordur.

Sorun sadece kıyafetle açıklanamıyor.

…/…

Askeri lisede bize dahili ve harici üniforma verirlerdi. Dahili üniforma okul içinde giydiğimiz üniformaydı. Harici üniforma ise hafta sonu izinlerinde Bursa’da çarşıda veya bayram, yarıyıl vb. tatillerinde giydiğimiz üniformalardı.

Üniformanın yanında kasket ve Sümerbank-Beykoz imalatı kösele tabanlı siyah deri kunduralar, kış mevsiminde giymek için de pardösü verilirdi.

Hafta sonu çarşı iznine çıkıldığında okulun bulunduğu Işıklar Caddesi’nden aşağıya dik inişle Setbaşı’na, oradan da Altıparmak Caddesi’ne ve Çekirge’ye kadar yürürdüm.

Benden başka yürüyerek inenler de olurdu.

İnişte, Namazgah’a yakın bir yerde, cadde üzerinde solda bir pasaj vardı. Pasajın için de de bir terzi, adı Fikri’ydi.

Çarşı iznine çıkan öğrencilerin önemli bir kısmı ya aşağı inerken veya okula doğru o dik yokuşu yürürken o pasaja girer, mutlaka Terzi Fikri’ye uğrarlardı.

Pek bir anlam veremezdim o kadar çok askeri öğrencinin o pasaja, Terzi Fikri’ye gitmelerine.

Sonradan anlamaya başladım bunun nedenini.

Hafta sonunda çarşı iznine çıkmadan önce, izine çıkmak isteyen bütün öğrenciler harici elbiseleriyle içtimaya çıkarlardı. O gün nöbetçi subayı içtimada olan öğrencilerin kıyafetini denetler, sonra onlara izin verilirdi.

Nöbetçi subay harici elbiselerde, ayakkabılarda, kasketlerde gayri nizami bir durum görürse, o öğrenciye izin vermezdi, dahası hem kötü söz söyler hem de şiddet de uygulardı.

Devlet, bize bedenimize uygun üniforma, kundura, kasket vb. verirdi. Öğrenciler verilen nizami kıyafetleri bir tarafa bırakıp da neden gayrı nizami kıyafetler giymeye heves ederdi, pek bir anlam veremezdim.

Yetmişli yıllar İspanyol paça pantolon modasıydı.

Kunduralar ise arabesk rüzgarlarının estiği yıllara bağlı olarak “Yumurta topuk” kunduraya dönüşürdü.

Çarşı iznine çıkanların neden hemen ve doğrudan o pasaja, Terzi Fikri’ye girdiklerini sonraları anlamaya başladım.

O pasaja girenler ya verilen dar paça, ama nizami üniformanın pantolonun paçasını genişletip İspanyol paça haline getiriyordu ya da terziden haki kumaş alarak yepyeni bir pantolon diktiriyorlardı.

Aynı şekilde, ceketler de daraltılıyor ve bedene yapışık hale getiriliyor veya yeni ısmarlanıyordu.

İyi, ama Terzi Fikri bu haki kumaşları nereden buluyordu?

Kösele topuklu nizami kunduraların topukları ise sökülüyor, yerine tahtadan yumurta topuklar yapılıyordu.

Buruna ve pençeye de demirden nalçalar çaktırılıyordu.

Kasketler mi?

Onlar da alabildiğine küçültülüyor, neredeyse giyenin kafasından her an düşecek gibi, emanet duruyordu. Sovyet subaylarının kafalarına giydikleri kasketleri görünce alay ederdik, sanki üzerine uçak konacakmış kadar geniş olurdu. Gayri nizami kasket giyen bizim arkadaşların kafalarındaki kasketlere ise ancak bir kelebek konabilirdi.  Hiç estetik olmadığı gibi hem komik hem de çok çirkin duruyordu.

Bütün bu kaygı nedendi? Moda mı, nizami bir düzene kafa tutmak mı?

Modanın askeri okulları da etkilemesi anlaşılabilir bir şey olsa da, nizami düzene kafa tutacaksan, neden askeri okula girdin, pek anlamsız gelirdi bana.

Çarşı izni içtiması bazen traji-komik olaylara sahne olurdu.

Hepsi değil, birisi belki de, o günkü nöbetçi subay öğrencinin birisinin kafasında gayri nizami kasket gördüğünde öğrenciye şiddetli bir tokat atar, zaten kafada emanet duran kasket kafadan fırlar giderdi ve o öğrenci çarşı iznine çıkamazdı.

İlk tokatta kafadaki kasket fırlamıyorsa, o kasket o kafadan yere düşene kadar o subay o öğrenciyi tokatlamaya devam ederdi. Buna rağmen bazı öğrenciler ertesi hafta aynı gayri nizami kasketi giymeye devam ederdi.

Bazı subaylar ise gayri nizami İspanyol paça pantolonların tekrar giyilmesini önlemek için, o pantolonla içtimaya çıkmış öğrencinin üzerindeki pantolonu alt paçadan başlayarak beline kadar yırtardı. 

…/…

Askeri öğrencilerin yapmış olduklarının sadece bir heves olduğunu düşünüyorum ve bu heves ilerleyen yıllarda ve subay olduktan sonra zaten kendiliğinden sönüyordu.

Bu hevesin ise sadece bizim yaşadığımız ve her şeyin, her düşüncenin ve dünyanın hızla değiştiği yetmişli yılların ürünü olduğunu düşünüyordum.

Askeri öğrenciler de bu değişimlerden soyut kalamazlardı kuşkusuz.

Attila İlhan’ın Yaraya Tuz Basmak romanında bu hevesin neredeyse yüzyıllık bir heves olduğunu okuyunca daha da şaşırıyorum. Attila İlhan Kore’ye giden teğmen Demir’in askeri öğrencilik yıllarını anlatır. Durum aynıdır aslında.

“İstese de istemese de farklı bir öğrenci olmuştu: daha bir ‘Alman generallerininki gibi dursun diye’, İstanbul’da, Yüksekkaldırım’daki şapkacılarda, nizami şapkasının içine yuvarlak şemsiye telleri geçirtiliyor; beylik üniforması, askeri terzilerde vücuduna göre yeniden kesilip biçilip, göğüslerine tela, omuzlarına vatka konuluyordu. Okulda hemen bir ad yakıştırdılar: ‘Jön Demir’. “[4]

Benim de askeri öğrenci olduğum yetmişli yılların askeri öğrencilerinin gayri nizami üniforma heveslerini o yılların modası etkilerken, Teğmen Demir’in askeri öğrencilik yıllarındaki gayri nizami üniforma hevesinin nedeni Alman İmparatorluk subaylarının üniformaları olmalıydı.

…/…

Sonra, 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı kanunla “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun” kabul edildi. Bu kanunla ‘Herhangi bir din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinleri haricinde ruhani kisve taşımaları yasaklandı.

Bilinenin aksine kanunun adında “Kılık” kelimesi geçmez.

Zira kanunu yapan akıl “Kılık” kelimesinin anlamını bilmektedir. Kanuna “Kılık Kıyafet Kanunu” denmesi, sonraki yılların ürünüdür.

…/…

Kılık halinden, yani “Yaratılış, huy” ne zaman ve neden “Kıyafet” haline geçildi?

“14. yüzyılda ‘hal ü şan, hareket tarzı, gidiş’ (Tar.S. 1996, s. 2483) anlamında görülen sözcüğün daha sonra günümüzdeki ‘giyiniş, dış görünüş’ anlamını kazanmıştır. Sözcük, Lehce-i Osmanî’de ‘kıyafet, heyet, timsal, heykel, tarz, resim, tasvir (2000, s. 233);’ Kamus-ı Türkî’de ‘1. Sûret-i hâriciyye, şekil, kıyafet; 2. Tarz, suret; 3. Resim, tasvir” (Şemseddin Sami, 2015, s. 643-644) şeklinde tanımlanmıştır. Sözcük 1945 yılından itibaren Türkçe Sözlük’te tanımlardaki küçük değişikliklerle yer almıştır: ‘1. Bir kimsenin giyinişi veya dış görünüşü, üst baş’ (2012, s. 1409). Türkiye Türkçesinde kullanılan kılık kıyafet söz grubu da ‘1. Üst baş ve dış görünüş, 2. Giysi’ şeklinde tanımlanmıştır. Böylece kılık sözcüğünün Türkiye Türkçesinde ‘dış görünüş’ anlamında kullanıldığı görülmektedir.”[5]

 …/…

Artık “Kılıksız” denmiyor insanlara belki, ama insanlar yeni bir söyleyişe heveslenir gibi, başkalarının kılığına kıyafetler yakıştırıyorlar. Ama kıyafetimiz sıklıkla değişse de “Kılığımız” pek de kolay değişmiyor, zaman akıp geçse de.

…/…

Bir Sivas-Şarkışla türküsü olmasına rağmen Hacı Taşan’ın ağzına yakışan ve onun köyü Keskin-Hacı Eli Obası’ndan dolayı onunla özdeş  “Hacel Obası” türküsünde de kılığa bir kıyafet yakıştırma sorunu vardır. Fotin giyince “Kılık” değişecekmiş gibi sanki. Halkımız bu türküde de kılık ve kıyafeti birbirinden ayırıyor.

Fotin kıyafetse, olura olmaza denk gelince, yani kılık bozuksa, kılık kıyafete uymuyor.

Hacel obasını engin mi sandın

Ayağında fotini var zengin mi sandın

Her oluru olmazı canım dengin mi sandın

Ay da doğru göremedim yar seni

Muhabbetle,

Aşk illa ki,

(Bu okuma için tavsiye edilen dinleme, Nazlı Öksüz-Hacel Obası)

 

 



[1] Kutadgu Bilig’de Kılık ve Kılınç Sözlerinin Kullanım Özellikleri Üzerine-Engin Çetin-Emre Uzer-İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: 59, Sayı: 2, 2019-s. 264-65

[2] İstanbul’un Ortası-Malik Aksel-Kapı Yayınları-2019 Dördüncü Baskı-s.38

[3] Aksel-age, s.104-104

[4] Yaraya Tuz Basmak-Attila ilhan-Bilgi Yayınları-1982 Haziran-İkinci Baskı-s.119

[5] E. Çetin-E. Uzer, age