16 Aralık 2018 Pazar

AYAĞIN TAŞA GELMESİN

İnsan ayağını korumak için ne zaman bir şey geçirdi ayağına bilmiyoruz.

İnsanın ayağını korumak için ayağına geçirdiği şeye ne zaman “kundura-fotin-sandalet-ayakkabı-papuç-çapula vb” dedi, onu da bilemiyoruz.
Her millet, her kültür farklı isimler koydu ayağını korumak için yaptığı giyimlere.

İtalyanlar “kundura” derken, Farsiler “papuç” dediler, pa: ayak ve poş(i): örtü kelimelerini birleştirerek.
Türkler de ayak ve kap kelimelerinden ayakkabı kelimesini buldular.

Çarık ise yine Türkçe bir kelime olup, kökleri Hititlere kadar giden Anadolu topraklarında bilinen en eski ayak giyimidir.
Kesilen büyük baş hayvanın derisi gön olarak hazır hale getirilip ayak ölçüne göre kesilir.

Kesilen gön ıslatılır ve ayağa sarılır.
Ayağın üzerinde kuruyan gön ayağın şeklini alır.

Ayaktan çıkarılan gönün birleşme yerleri yine bir deri olan sırım ile birleştirilir ve Anadolu köylüsünün ta Hititlerden bu yana yakın zamana kadar kullandığı “çarık” çıkar ortaya.
Gönü biraz uzun keserseniz, uzun konçlu bir çarık yaparsınız kış ve savaş için.

Çarık artık giyilmiyor, ama Nazım’ın o hasret dolu “vapur” şiiri hala okunuyor.
vapur

yürek değil be, çakırmış bu, manda gününden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz'a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri...

(…)                                  Nazım HİKMET-Vapur

…/…

Oysa doğal manda gönünden yapılıyordu Anadolu köylüsünün yakın zamana kadar ayağına geçirdiği çarıklar. Ama petrol türevi lastikten yapılma kundura görünümlü “kara lastikler” bir kandırmaca sonucunda çarığın yerine halkın ayağına geçince, ayak mantarı başta olmak üzere ayaklarla ilgili bir sürü sorunlar da beraberinde geldi.
Şehirli insan ise kundura giyiyordu levanten kültürünün etkisi ile.

Anadolu insanı kundura giyemese de kundura ile ilgili türküleri eksik etmiyordu dağarcığından.

AYAĞINDA KUNDURA
Zaralı İnce Halil’ in türküsünü yakın dostu Diyarbakırlı Celal GÜZELSES okudu yıllarca.

Sonra popüler kültürün ilahları çıktı sahneye ve bu türküyü seslendirdiğinde belki de ayağında kundurası bile olmayan İbrahim TATLISES mitini ortaya sürdü.
Sanki Fırat kenarında, çay kenarında çıplak ayak ve paçalar yukarıya çemrenmiş kum dolduranların ayağında “kundura” varmış gibi, kundura olurmuş gibi, kundurasına dolan kumdan rahatsız olan delikanlılar bir türkü tutturdular:

KUNDURAMA KUM DOLDU  

…/…

Levantenler gidince onların dilimize soktuğu çoğu kelimeler de göç etti zamanla.
İtalyanca kundura yerine bu sefer Fransızca, yeni kültürün taşıyıcısı olarak “bottine” kelimesinden “fotin” kelimesini kullanır olduk ayak giyimleri için.

İronik bir şekilde ayağında kundura olan birisi nasıl Fırat kenarında asla kum yüklemezse,  ayağında “fotin” olan bir kişi de zenginim, diye kırışıp, böbürlenip gezer oldu.
Bu kırışkan* insanlar, Hacı TAŞAN’ ın, Hacı EMMİ’ nin diline düşmez mi?

Hacel Obası’nı engin mi sandın
Ayağımda fotini var zengin mi sandın

Her olur olmazı dengin mi sandın

Ay da doğdu göremedim yar seni

Hacel Obası, Hacının Eli, Hacının yurdu anlamındadır.
Türküyü başka türlü de anlayabiliriz.

Yine popüler kültürün sunduğu şekilde ayağımıza pahalı marka ayakkabılar geçirince bize bizim uçacağımızın inandırılması neyse, Hacı TAŞAN zamanının insanları ayağına fotin geçirdiğinde kendisini zengin sanıyordu galiba veya genç kızlar delikanlıların ayağında fotin olup olmadığına bakıyordu.

DOST BAŞA DÜŞMAN AYAĞA BAKAR
Genç kızlar genç oğlanların ayağında fotin olup olmadığına bakar bakmasına, ama bu bakış düşmanca bir bakış olamazdı.

Ama Osmanlı’ da yaşayan insanları onlarla konuşmadan, onlara soru sormadan bir bakışta ayırabilmek için en ayırt edici eylem insanların ayaklarına giydiklerine bakmaktı.
Bakışların elbette düşmanca olması gerekmiyordu, ama ola ki insan karşısındakinin giydiği ayakkabının rengine göre de kendini konumlandırabiliyor, ona göre tavır alabiliyordu.

Nasıl mı?
Pazar Ola Yurt Gezimizde Ödemiş Kent Müzesi’nde bir ayakkabıcı esnafının canlandırıldığı köşede farklı renkten ayakkabılar dikkatimizi çekmiş ve rehber genç hanım bize renklerin en anlama geldiğini anlatmıştı.

Osmanlılar sarı renk ayakkabı giyerlerken, 
Museviler siyah
Frenkler Sarı
Ermeniler kırmızı
Rumlar mor renkli ayakkabı giymek zorundaydı.
Yeşil cennet rengi olduğu için, yeşil renkte ayakkabı giyilmezdi.
Çoğu zaman anlamını bilmeden kullandığımız bu söz “dost başa düşman ayağa bakar” sözünün, ayakkabının boyalı ve gıcır gıcır parlıyor olması veya ayağında ne kadar şık ve pahalı veya ne kadar zavallı yoksul bir ayakkabı olup olmadığı ile hiç ilgisi yoktur.

Öyle ki yüzyıllarca ve  benim çocukluğumda da şahit olduğum gibi, özellikle kadınların ve kızların asla ayakkabı giymediklerini, bütün bir gün ve yıl, şehre gitme dışında, çorap dahi giymeden her yerde, bağda bahçede, hayvanda, tarlada, yazıda yabanda “çıplak” ayakla dolaştıklarını bilenimiz kaç kişidir? Bu kadınların günlük hayatlarında çıplak ayak ile dolaşmalarının aykırı değil, ayaklarına bir ayakkabı giymelerinin aykırı olduğunu söyleyebiliriz.

…/…

Oysa insan ayağını koruyacak bir şey geçirmek ister ayağına.
Ama öyle değil aslında.

Mahmut MAKAL ölümsüz “Bizim Köy” romanında anlatır ve hatta romanın Fransızca çevirisi için Ara GÜLER gider Mahmut MAKAL’ ın köyü AKSARAY’ ın DEMİRCİ Köyü’ ne ve kadınları, kızları, genç kızları çıplak ayaklı olarak fotoğraflar günlük işlerinde, suyolunda.





Bu fotoğraflara bakıp da veya benim çocukluğuma dönerek, benim köyümde yalın ayak dolaşan kadınları görüp de onları kınamak, onları küçümseyip ayıplamak olmaz.
Ayıplamak, kınamak, küçümsemek için önce “toprak ana” nedir, “ana tanrıça” nedir, ”evrenin kutsal annesi nedir”  toprak nasıl doğurur onu bilmek, ona kafa yormak gerekir.
Fotoğraflara dikkatlice bakarsanız, kadınların üzerlerindeki giysilerin hiç de yoksul olmadığını, kolunda helkesi ile suya giden kadının ise başındaki tepelikte bir sıra gümüş mecidiyeler olduğu fark edilir.
Yani kadınların yalın ayak dolaşmalarının nedeni yoksulluk olamaz.
Bunu ben de fark ederdim çocuk yaşımda, ama neden yalın ayak dolaştıklarını bir türlü anlayamazdım.
Mahmut MAKAL romanın “Ayaklar” bölümünü nasıl anlatıyor bakın.
Bizim köyde ayakkabı giyen kadınların sayısı, yüzde beşi geçmez. Gerisi hep yalınayak. Kışın bile, karda-çamurda çaya, çeşmeye su doldurmaya böyle giderler.
Kızlar hep yalınayaktır, ama başlarında taşıyamayacakları kadar ağır fesler, yazmalar, pullar, incik boncuklar doludur.
Bu ayaklar, yazın da ekin tarlasına, çift sürmeye giden, çatlayıp taş kesilen ayaklardır. Kirden gözükmezler.
Ceyhun Atıf Kansu, bir köyse kadınların hep bel ağrılı olmalarının nedenini arıyordu. Eğer o köyde de böyle yalınayak geziliyorsa, nedeni belki de budur.
                                                                              Mahmut MAKAL-Bizim Köy- sayfa 64-65

Çünkü toprak bir anadır, yaratandır, doğurandır, kutsaldır.
Ta eski Anadolu pagan inanışlarından beri gelen bu düşünce, bir kültür haline gelmiştir ve toprağa yalın ayak basılması gerektiğini aktarır nesilden nesile.
Öyle olmasa, bütün cemlerde erkana çıkan canlar neden yalınayak çıkarlar?
Dergah yok iken de, açık havada, bozkırda tutulan cemlerde de yalın ayak dönerler canlar bir turna sürüsü gibi.
Öyle olmasa Şeb-i Arus gecesinde, Mevlana’ nın öldüğü gecede, onun için “düğün gecesinde” Mevlevi dervişler neden yalın ayak dönerler?
Siz bakmayın şimdi insanların rugan ayakkabılarla Şeb-i Arus törenlerini izlemeye gittiklerine.
Evimize girdiğimizde terlik giyeriz hemen, oysa terliğin tarihi nedir şunun şurasında?
Terliksiz girilirdi evlere, evin toprak zemini hissedilirdi.
Eve gelen gelin ayakkabısını ve çorabını çıkararak ve evin eşiğine basarak girerdi, evin eşiğini ayaklarının altında hissederdi, zira her ev aynı zamanda bir “ocaktı.”
BORÇLU OLDUKLARIMIZ
Ama Azizlerden bir Aziz NESİN’ imiz var iyi ki.
Onu herkes gülmece ustası olarak bilir.
Akıl almaz bir şekilde kendisini bu topraklara, bu toprakların insanlarına “borçlu” hisseder.
Akıl almaz bir şekilde sağdan ve soldan ve çok bilmişçesine “inkar edilen ve kabul edilmeyen” Kurtuluş Savaşı’nın Burhaniye’ de geçen bir bölümünü anlatır “BORÇLU OLDUKLARIMIZ” kitabında.
Aslında çocuklar için yazılmış olan bu kitabın bence en önemli bölümü konumuz “ayakkabı” ile ilgilidir, ders verir, öğretir Azizlerden biz Aziz NESİN.
(…)
Gönüllü asker yazılmaya gelen köylülerin çoğunun üstübaşı bitik, giysileri yırtıkpırtıktı, pek çoğu yalınayaktı.
Bigün Yazman Hüseyin Hüsnü, gönüllülerin künyelerini deftere yazarken, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin başkanı olan Şükrü Hocaefendi de oradaydı. Hüseyin Hüsnü karşısında duran yirmiye yakın köylüyü, gönüllü defterine yazmıştı. Ama onlar gitmiyorlar, öylece duruyorlardı. Başkan Şükrü Hocaefendi, onlara çok sert bağırdı:
-Daha ne beklersiniz? Dikilip durmayın! Hangi milis taburuna gideceğiniz söylendi ya size. Taburların yerlerini de biliyorsunuz. Durmayın daha, hadi taburlarınıza!
Yırtıkpırtık giysiler içindeki bu yalınayak köylüler, başları önlerinde, seslerini çıkarmadan hala öylece duruyorlardı. Şükrü Hocaefendi onların neden beklediklerini biliyor, ama bilmezden geliyordu. Çünkü onların isteklerini karşılama olanağı yoktu. Bu yüzden de acı duygusunu dışa vurmamak, üzüncünü onlara belli etmemek için, sözde sert davranmaya çalışıyordu. Onlara bikez daha taburlarına gitmeleri için bağırınca, içlerinden biri, utana sıkıla, başını yerden kaldırmadan, çok alçak sesle, fısıldar gibi,
-Ayakkabı… dedi.
Hiçbirinin ayakkabısı yoktu. İşgalcilere karşı yurtlarını savunmak için savaşa gönüllü gidecek olan bu yiğitler, sanki kendilerine apartıman bağışlanmasını istiyorlarmışçasına sıkılarak ayakkabı istiyorlardı.                       Aziz NESİN-Borçlu Olduklarımız-Nesin Vakfı
(…)
Bir yanda rugan ayakkabı ile Şeb-i Arus törenlerini izleyenler, bir yanda bazılarına göre hala gülmece yazdığını sanan Azizlerden Aziz AGAM NESİN’ in Kurtuluş Savaşı’ ndan Burhaniye sahnesi.
Hangisi gerçek ola ki.
…/…
Ayaklarımızla yürürüz.
Ayaklarımızla basmadığımız yeri hissetmeyiz.
Balerinler o yüzden içten devinirler, kendilerinden geçerler sahnede çıplak sayılacak ayakları ile dans ederlerken.
Şamanlar kor ateşin üzerinde yürürler, ateşi ayakları ile okurlar.
Ama Nietsche ayaklarımız işin içine girince başka bambaşka şeyler söyler.
Ayağımızla yazmaktan, ayağımızla duymaktan söz eder.
(…)
Bu durum bizi Nietsche’ nin ayağa düzdüğü methiyeye götürür: Sadece elimizle yazarız, evet ama “sadece ayağımızla” iyi yazarız. Ayak mükemmel, hatta belki de en sağlam tanıktır. Okurken öncelikle ayak “kulak kesiliyor” mu, buna dikkat etmemiz gerekir çünkü Nietsche’ ye göre ayak işitir. Zerdüşt’ ün ikinci “dans şarkısı” nda okuruz bunu: “Ayak parmaklarım dinlemek için dikiliyorlar çünkü dansçının kulakları ayak parmaklarındadır”; okurken keyiften titriyorsa, derhal dışarıya, dansa davet edildiğindendir.
(…)
Yürümenin Felsefesi – Frederic CROS – Kolektif Kitap
    
EVEREST – ÇOMOLUNGMA - SHERPALAR
Siz bakmayın öyle binlerce dolar harcanarak veya sponsör hoyratlığı içinde alınan dağcı botlarına ve kibirli “dağcılara.”
Bakmayın siz Everest’ e çıkan ilk insanın Sir Edmund HILLARY olduğuna.
Uzun yıllar adı geçmeyen Sherpa TENZING NORDAY’ ın adının Hillary tarafından yüceltilmesi ile sherpaların hayatları değişti, insan gibi bakmaya başladı onlara batılı ve kibirli dağcılar.
Oysa Sherpa TENZING NORDAY olmasa, bu çıkış asla olmazdı.
Sherpalar Himalayaların dibinde doğup yaşarlar, istediklerinde Everest’ e, çıkabilecek güce ve doğal metabolizmaya sahiptirler.
Ama Sherpalar Everest’ e asla çıkmazlar.
Tibetçe’ de “Çomolungma” olarak bilinir Himalayaların doruğu ve “evrenin kutsal annesi” anlamına gelir.
Bu nedenle çıkmaz, kutsal anneye saygılarından dolayı çıkmazlar Sherpalar Everest’e. Anadolu insanı da çıkmaz köyündeki dağın doruğuna.
Çokbilmiş dağcımız ise o köylünün ne kadar tembel olduğunu ve burnunun dibindeki dağa bile çıkmadığını sanır ve o köylüye akıl verir, çıkın, turist gelir, der,
Oysa o dağ o köylü için de “evrenin kutsal annesidir” ve bir Tibetli gibi görür dağını.
Bu yüzden Everest’ e gelen dağcı gruplarının eşyalarını sırtlarında taşıyan Sherpalar bu taşıma işini yıllarca ve yıllarca “yalın ayak, çıplak ayak” yaptılar.
İsteseler gelen dağcı gruplardan dağcı botları alıp giyebilirlerdi.
Ama Sherpaların yıllarca yükleri çıplak ayakla taşımalarının nedeni bastıkları Himalaya topraklarını Kutsal Anne gibi gördüklerinden ve o Kutsal Anne’ den güç aldıklarını hissettiklerindendir.
Böyle bakınca aslında Mahmut MAKAL’ ın çıplak ayaklı kadınları ile Himalayaların çıplak ayakla yük taşıyan Sherpaları arasında evrene bakış açısından, toprağa, toprak anaya bakış açısından hiçbir fark yoktur.
…/…
Tibet hacıları günlerce aylarca süren onca yolu çıplak ayakla yürürler.
Avrupa’ da nasıl yapılırdı hac yolculukları acaba?
(…)
Halbuki gerçekte hac yolculukları güvenlik nedeniyle bir başına değil, küçük gruplar halinde ve şayet gidilecek yer çok uzaksa at üstünde yapılırdı. At üstünde yapıldıysa, son durak yani kilisenin çan kulesi ya da katedralin kulesi belirince yere inip yolculuğu yürüyerek bitirmek şarttı. Yolculuğu ayaklarla nihayete erdirme zorunluluğu hacıya pek çok ders verirdi. Öncelikle İsa’nın yoksulluğunu ve tevazusunu hatırlatırdı. Yalın ayak yürüyen kişi yoksullar yoksuludur. Yoksulun tek zenginliği bedenidir. Yürüyen kişi toprağın evladıdır.
(…)
Yürümenin Felsefesi – Frederic CROS – Kolektif Kitap
…/…
Anadolu’nun çıplak ayaklı kadınları da kendilerini “toprağın evladı” gibi görüyor ve buna inanıyorlardı. Ama bunu, yani neden bunca yıl, bunca kar kış, çıplak ayakla yaşadıklarını bilmiyorlardı ve bilmeleri de gerekmiyordu, çünkü inanmak yeterlidir.
AYAĞIN TAŞA GELMESİN
Konar-göçer Yörük-Türkmen boylarında yaylalara çıkarken insanlar arkalarından gelenlerin ayakları değmesin diye önlerine çıkan en küçük bir taşı dahi alıp, ya yol kenarına koyar veya önceden belirlenmiş ve artık bir kutsal ocak veya ziyaret veya adak yeri haline gelmiş taş yığınının üstüne atardı.
Buradaki tek amaç, yayla yolunda kimsenin ayağının taşa değerek düşmemesi, yolundan olmaması, obadan geri kalmamasıdır.
Obadan geri kalan, kalmıştır, oba geride kalanı beklemez.
Oba yayla yolunda doğum yapan obanın kadınını da beklemez.
Kadın kendi kendine doğum yapar, bebesini kundaklar ve yoluna devam eder, obaya yetişir.
Ama küçük dahi olsa birisinin ayağının bir taşa değip geri kalmasını kimse istemez. Bu anlamda obada kolektif bir bilinç söz konusudur.
Taşın günümüzdeki anlamı büyük sorunlar, büyük bunalımlar ise ve ayak dediğimiz şey bir beden, bir aile, bir varlık ise, bu sözün ardında yatan niyet “işlerin rast gitsin” niyetidir.
Bu söz, “ayağın taşa gelmesin” sözü şehirlerde artık söylenmez oldu.
Onun yerine bize, bu topraklara ve kültüre çok yabancı sözler kullanılır oldu.
“Kendine iyi bak” sözü ne demekse?
Nasıl da Amerikan İngilizcesi kokar “take care” der bazı çokbilmişler bir de.
Ayağınıza dünyanın en pahalı ve şık ayakkabısını da giyseniz, o ayakkabı “ayağınızın taşa gelmesini” önlemez. Ayağınız taşa gelmesin, diye her daim yanınızda olanları asla bırakmayın.
…/…
Yeni bir yılın arifesindeyiz.
Ayağınız taşa gelmesin.

Aşk illaki, 

Recep Babayiğit
12/12/2018

  
Kırışmak: Böbürlenmek, şişinmek
Kırışkan: Kibirli
Orta Anadolu-Çorum ağzı Türkçesi
















      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder