İnsanın ayağını korumak için ayağına geçirdiği şeye ne
zaman “kundura-fotin-sandalet-ayakkabı-papuç-çapula vb” dedi, onu da
bilemiyoruz.
Her millet, her kültür farklı isimler koydu ayağını korumak
için yaptığı giyimlere.
İtalyanlar “kundura” derken, Farsiler “papuç” dediler, pa:
ayak ve poş(i): örtü kelimelerini birleştirerek.
Türkler de ayak ve kap kelimelerinden ayakkabı kelimesini
buldular.
Çarık ise yine Türkçe bir kelime olup, kökleri Hititlere
kadar giden Anadolu topraklarında bilinen en eski ayak giyimidir.
Kesilen büyük baş hayvanın derisi gön olarak hazır hale
getirilip ayak ölçüne göre kesilir.
Kesilen gön ıslatılır ve ayağa sarılır.
Ayağın üzerinde kuruyan gön ayağın şeklini alır.
Ayaktan çıkarılan gönün birleşme yerleri yine bir deri olan
sırım ile birleştirilir ve Anadolu köylüsünün ta Hititlerden bu yana yakın
zamana kadar kullandığı “çarık” çıkar ortaya.
Gönü biraz uzun keserseniz, uzun konçlu bir çarık
yaparsınız kış ve savaş için.
Çarık artık giyilmiyor, ama Nazım’ın o hasret dolu “vapur”
şiiri hala okunuyor.
vapur
yürek değil be, çakırmış bu, manda gününden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz'a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri...
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Boğaz'a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri...
(…) Nazım
HİKMET-Vapur
…/…
Oysa doğal manda gönünden yapılıyordu Anadolu köylüsünün
yakın zamana kadar ayağına geçirdiği çarıklar. Ama petrol türevi lastikten
yapılma kundura görünümlü “kara lastikler” bir kandırmaca sonucunda çarığın
yerine halkın ayağına geçince, ayak mantarı başta olmak üzere ayaklarla ilgili
bir sürü sorunlar da beraberinde geldi.
Şehirli insan ise kundura giyiyordu levanten
kültürünün etkisi ile.
Anadolu insanı kundura giyemese de kundura ile ilgili
türküleri eksik etmiyordu dağarcığından.
AYAĞINDA
KUNDURA
Zaralı
İnce Halil’ in türküsünü yakın dostu Diyarbakırlı Celal GÜZELSES
okudu yıllarca.
Sonra popüler kültürün ilahları çıktı sahneye ve bu türküyü
seslendirdiğinde belki de ayağında kundurası bile olmayan İbrahim TATLISES mitini
ortaya sürdü.
Sanki Fırat kenarında, çay kenarında çıplak ayak ve paçalar
yukarıya çemrenmiş kum dolduranların ayağında “kundura” varmış gibi, kundura
olurmuş gibi, kundurasına dolan kumdan rahatsız olan delikanlılar bir türkü
tutturdular:
KUNDURAMA
KUM DOLDU
…/…
Levantenler gidince onların dilimize soktuğu çoğu kelimeler
de göç etti zamanla.
İtalyanca kundura yerine bu sefer Fransızca, yeni kültürün
taşıyıcısı olarak “bottine” kelimesinden “fotin” kelimesini kullanır olduk
ayak giyimleri için.
İronik bir şekilde ayağında kundura olan birisi nasıl Fırat
kenarında asla kum yüklemezse, ayağında
“fotin” olan bir kişi de zenginim, diye kırışıp, böbürlenip gezer oldu.
Bu kırışkan* insanlar, Hacı TAŞAN’ ın, Hacı EMMİ’ nin
diline düşmez mi?
Hacel
Obası’nı engin mi sandın
Ayağımda
fotini var zengin mi sandınHer olur olmazı dengin mi sandın
Ay
da doğdu göremedim yar seni
Hacel Obası, Hacının Eli, Hacının yurdu anlamındadır.
Türküyü başka türlü de anlayabiliriz.
Yine popüler kültürün sunduğu şekilde ayağımıza pahalı
marka ayakkabılar geçirince bize bizim uçacağımızın inandırılması neyse, Hacı
TAŞAN zamanının insanları ayağına fotin geçirdiğinde kendisini zengin sanıyordu
galiba veya genç kızlar delikanlıların ayağında fotin olup olmadığına
bakıyordu.
DOST
BAŞA DÜŞMAN AYAĞA BAKAR
Genç kızlar genç oğlanların ayağında fotin olup olmadığına
bakar bakmasına, ama bu bakış düşmanca bir bakış olamazdı.
Ama Osmanlı’ da yaşayan insanları onlarla konuşmadan,
onlara soru sormadan bir bakışta ayırabilmek için en ayırt edici eylem
insanların ayaklarına giydiklerine bakmaktı.
Bakışların elbette düşmanca olması gerekmiyordu, ama ola ki
insan karşısındakinin giydiği ayakkabının rengine göre de kendini konumlandırabiliyor,
ona göre tavır alabiliyordu.
Nasıl mı?
Pazar Ola Yurt Gezimizde Ödemiş Kent Müzesi’nde bir
ayakkabıcı esnafının canlandırıldığı köşede farklı renkten ayakkabılar
dikkatimizi çekmiş ve rehber genç hanım bize renklerin en anlama geldiğini
anlatmıştı.
Osmanlılar
sarı renk ayakkabı giyerlerken,
Museviler siyah
Frenkler Sarı
Ermeniler kırmızı
Rumlar mor renkli ayakkabı giymek zorundaydı.
Yeşil cennet rengi olduğu için, yeşil renkte ayakkabı giyilmezdi.
Çoğu zaman anlamını bilmeden kullandığımız bu söz “dost
başa düşman ayağa bakar” sözünün, ayakkabının boyalı ve gıcır gıcır parlıyor
olması veya ayağında ne kadar şık ve pahalı veya ne kadar zavallı yoksul bir
ayakkabı olup olmadığı ile hiç ilgisi yoktur.Museviler siyah
Frenkler Sarı
Ermeniler kırmızı
Rumlar mor renkli ayakkabı giymek zorundaydı.
Yeşil cennet rengi olduğu için, yeşil renkte ayakkabı giyilmezdi.
Öyle ki yüzyıllarca ve
benim çocukluğumda da şahit olduğum gibi, özellikle kadınların ve
kızların asla ayakkabı giymediklerini, bütün bir gün ve yıl, şehre gitme dışında,
çorap dahi giymeden her yerde, bağda bahçede, hayvanda, tarlada, yazıda yabanda
“çıplak” ayakla dolaştıklarını bilenimiz kaç kişidir? Bu kadınların günlük
hayatlarında çıplak ayak ile dolaşmalarının aykırı değil, ayaklarına bir
ayakkabı giymelerinin aykırı olduğunu söyleyebiliriz.
…/…
Oysa insan ayağını koruyacak bir şey geçirmek ister
ayağına.
Ama öyle değil aslında.
Mahmut
MAKAL ölümsüz “Bizim Köy” romanında anlatır ve
hatta romanın Fransızca çevirisi için Ara GÜLER gider Mahmut MAKAL’ ın
köyü AKSARAY’
ın DEMİRCİ Köyü’ ne ve kadınları, kızları, genç kızları çıplak ayaklı
olarak fotoğraflar günlük işlerinde, suyolunda.
Bu
fotoğraflara bakıp da veya benim çocukluğuma dönerek, benim köyümde yalın ayak
dolaşan kadınları görüp de onları kınamak, onları küçümseyip ayıplamak olmaz.
Ayıplamak,
kınamak, küçümsemek için önce “toprak ana” nedir, “ana tanrıça” nedir, ”evrenin
kutsal annesi nedir” toprak nasıl
doğurur onu bilmek, ona kafa yormak gerekir.
Fotoğraflara
dikkatlice bakarsanız, kadınların üzerlerindeki giysilerin hiç de yoksul
olmadığını, kolunda helkesi ile suya giden kadının ise başındaki tepelikte bir
sıra gümüş mecidiyeler olduğu fark edilir.
Yani
kadınların yalın ayak dolaşmalarının nedeni yoksulluk olamaz.
Bunu
ben de fark ederdim çocuk yaşımda, ama neden yalın ayak dolaştıklarını bir
türlü anlayamazdım.
Mahmut
MAKAL romanın “Ayaklar” bölümünü nasıl anlatıyor bakın.
Bizim köyde
ayakkabı giyen kadınların sayısı, yüzde beşi geçmez. Gerisi hep yalınayak.
Kışın bile, karda-çamurda çaya, çeşmeye su doldurmaya böyle giderler.
Kızlar hep
yalınayaktır, ama başlarında taşıyamayacakları kadar ağır fesler, yazmalar,
pullar, incik boncuklar doludur.
Bu ayaklar, yazın
da ekin tarlasına, çift sürmeye giden, çatlayıp taş kesilen ayaklardır. Kirden
gözükmezler.
Ceyhun Atıf Kansu,
bir köyse kadınların hep bel ağrılı olmalarının nedenini arıyordu. Eğer o köyde
de böyle yalınayak geziliyorsa, nedeni belki de budur.
Mahmut
MAKAL-Bizim Köy- sayfa 64-65
Çünkü toprak bir anadır, yaratandır, doğurandır, kutsaldır.
Ta eski Anadolu pagan inanışlarından beri gelen bu düşünce,
bir kültür haline gelmiştir ve toprağa yalın ayak basılması gerektiğini aktarır
nesilden nesile.
Öyle olmasa, bütün cemlerde erkana çıkan canlar neden
yalınayak çıkarlar?
Dergah yok iken de, açık havada, bozkırda tutulan cemlerde
de yalın ayak dönerler canlar bir turna sürüsü gibi.
Öyle olmasa Şeb-i Arus gecesinde, Mevlana’ nın öldüğü
gecede, onun için “düğün gecesinde” Mevlevi dervişler neden yalın ayak
dönerler?
Siz bakmayın şimdi insanların rugan ayakkabılarla Şeb-i
Arus törenlerini izlemeye gittiklerine.
Evimize girdiğimizde terlik giyeriz hemen, oysa terliğin
tarihi nedir şunun şurasında?
Terliksiz girilirdi evlere, evin toprak zemini
hissedilirdi.
Eve gelen gelin ayakkabısını ve çorabını çıkararak ve evin
eşiğine basarak girerdi, evin eşiğini ayaklarının altında hissederdi, zira her
ev aynı zamanda bir “ocaktı.”
BORÇLU
OLDUKLARIMIZ
Ama Azizlerden bir Aziz NESİN’ imiz var iyi ki.
Onu herkes gülmece ustası olarak bilir.
Akıl almaz bir şekilde kendisini bu topraklara, bu
toprakların insanlarına “borçlu” hisseder.
Akıl almaz bir şekilde sağdan ve soldan ve çok bilmişçesine
“inkar edilen ve kabul edilmeyen” Kurtuluş Savaşı’nın Burhaniye’ de
geçen bir bölümünü anlatır “BORÇLU OLDUKLARIMIZ” kitabında.
Aslında çocuklar için yazılmış olan bu kitabın bence en
önemli bölümü konumuz “ayakkabı” ile ilgilidir, ders verir, öğretir Azizlerden
biz Aziz NESİN.
(…)
Gönüllü
asker yazılmaya gelen köylülerin çoğunun üstübaşı bitik, giysileri yırtıkpırtıktı,
pek çoğu yalınayaktı.
Bigün
Yazman Hüseyin Hüsnü, gönüllülerin künyelerini deftere yazarken, Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti’nin başkanı olan Şükrü Hocaefendi de oradaydı. Hüseyin Hüsnü
karşısında duran yirmiye yakın köylüyü, gönüllü defterine yazmıştı. Ama onlar
gitmiyorlar, öylece duruyorlardı. Başkan Şükrü Hocaefendi, onlara çok sert
bağırdı:
-Daha
ne beklersiniz? Dikilip durmayın! Hangi milis taburuna gideceğiniz söylendi ya
size. Taburların yerlerini de biliyorsunuz. Durmayın daha, hadi taburlarınıza!
Yırtıkpırtık
giysiler içindeki bu yalınayak köylüler, başları önlerinde, seslerini
çıkarmadan hala öylece duruyorlardı. Şükrü Hocaefendi onların neden
beklediklerini biliyor, ama bilmezden geliyordu. Çünkü onların isteklerini
karşılama olanağı yoktu. Bu yüzden de acı duygusunu dışa vurmamak, üzüncünü
onlara belli etmemek için, sözde sert davranmaya çalışıyordu. Onlara bikez daha
taburlarına gitmeleri için bağırınca, içlerinden biri, utana sıkıla, başını
yerden kaldırmadan, çok alçak sesle, fısıldar gibi,
-Ayakkabı…
dedi.
Hiçbirinin
ayakkabısı yoktu. İşgalcilere karşı yurtlarını savunmak için savaşa gönüllü
gidecek olan bu yiğitler, sanki kendilerine apartıman bağışlanmasını
istiyorlarmışçasına sıkılarak ayakkabı istiyorlardı. Aziz NESİN-Borçlu
Olduklarımız-Nesin Vakfı
(…)
Bir yanda rugan ayakkabı ile Şeb-i Arus törenlerini
izleyenler, bir yanda bazılarına göre hala gülmece yazdığını sanan Azizlerden
Aziz AGAM NESİN’ in Kurtuluş Savaşı’ ndan Burhaniye sahnesi.
Hangisi gerçek ola ki.
…/…
Ayaklarımızla yürürüz.
Ayaklarımızla basmadığımız yeri hissetmeyiz.
Balerinler o yüzden içten devinirler, kendilerinden
geçerler sahnede çıplak sayılacak ayakları ile dans ederlerken.
Şamanlar kor ateşin üzerinde yürürler, ateşi ayakları ile
okurlar.
Ama Nietsche ayaklarımız işin içine girince başka bambaşka
şeyler söyler.
Ayağımızla yazmaktan, ayağımızla duymaktan söz eder.
(…)
Bu
durum bizi Nietsche’ nin ayağa düzdüğü methiyeye götürür: Sadece elimizle
yazarız, evet ama “sadece ayağımızla”
iyi yazarız. Ayak mükemmel, hatta belki de en sağlam tanıktır. Okurken
öncelikle ayak “kulak kesiliyor” mu, buna dikkat etmemiz gerekir çünkü
Nietsche’ ye göre ayak işitir. Zerdüşt’ ün ikinci “dans şarkısı” nda okuruz bunu: “Ayak parmaklarım dinlemek için
dikiliyorlar çünkü dansçının kulakları ayak parmaklarındadır”; okurken keyiften
titriyorsa, derhal dışarıya, dansa davet edildiğindendir.
(…)
Yürümenin
Felsefesi – Frederic CROS – Kolektif Kitap
EVEREST
– ÇOMOLUNGMA - SHERPALAR
Siz bakmayın öyle binlerce dolar harcanarak veya sponsör
hoyratlığı içinde alınan dağcı botlarına ve kibirli “dağcılara.”
Bakmayın siz Everest’ e çıkan ilk insanın Sir
Edmund HILLARY olduğuna.
Uzun yıllar adı geçmeyen Sherpa TENZING NORDAY’ ın
adının Hillary tarafından yüceltilmesi ile sherpaların hayatları değişti, insan
gibi bakmaya başladı onlara batılı ve kibirli dağcılar.
Oysa Sherpa TENZING NORDAY olmasa, bu çıkış asla olmazdı.
Sherpalar Himalayaların dibinde doğup yaşarlar,
istediklerinde Everest’ e, çıkabilecek güce ve doğal metabolizmaya sahiptirler.
Ama Sherpalar Everest’ e asla çıkmazlar.
Tibetçe’ de “Çomolungma” olarak bilinir
Himalayaların doruğu ve “evrenin kutsal annesi” anlamına
gelir.
Bu nedenle çıkmaz, kutsal anneye saygılarından dolayı
çıkmazlar Sherpalar Everest’e. Anadolu insanı da çıkmaz köyündeki dağın
doruğuna.
Çokbilmiş dağcımız ise o köylünün ne kadar tembel olduğunu
ve burnunun dibindeki dağa bile çıkmadığını sanır ve o köylüye akıl verir,
çıkın, turist gelir, der,
Oysa o dağ o köylü için de “evrenin kutsal annesidir” ve
bir Tibetli gibi görür dağını.
Bu yüzden Everest’ e gelen dağcı gruplarının eşyalarını
sırtlarında taşıyan Sherpalar bu taşıma işini yıllarca ve yıllarca “yalın ayak,
çıplak ayak” yaptılar.
İsteseler gelen dağcı gruplardan dağcı botları alıp
giyebilirlerdi.
Ama Sherpaların yıllarca yükleri çıplak ayakla
taşımalarının nedeni bastıkları Himalaya topraklarını Kutsal Anne gibi
gördüklerinden ve o Kutsal Anne’ den güç aldıklarını hissettiklerindendir.
Böyle bakınca aslında Mahmut MAKAL’ ın çıplak ayaklı
kadınları ile Himalayaların çıplak ayakla yük taşıyan Sherpaları arasında
evrene bakış açısından, toprağa, toprak anaya bakış açısından hiçbir fark
yoktur.
…/…
Tibet hacıları günlerce aylarca süren onca yolu çıplak
ayakla yürürler.
Avrupa’ da nasıl yapılırdı hac yolculukları acaba?
(…)
Halbuki
gerçekte hac yolculukları güvenlik nedeniyle bir başına değil, küçük gruplar
halinde ve şayet gidilecek yer çok uzaksa at üstünde yapılırdı. At üstünde
yapıldıysa, son durak yani kilisenin çan kulesi ya da katedralin kulesi
belirince yere inip yolculuğu yürüyerek bitirmek şarttı. Yolculuğu ayaklarla
nihayete erdirme zorunluluğu hacıya pek çok ders verirdi. Öncelikle İsa’nın
yoksulluğunu ve tevazusunu hatırlatırdı. Yalın ayak yürüyen kişi yoksullar
yoksuludur. Yoksulun tek zenginliği bedenidir. Yürüyen kişi toprağın evladıdır.
(…)
Yürümenin
Felsefesi – Frederic CROS – Kolektif Kitap
…/…
Anadolu’nun çıplak ayaklı kadınları da kendilerini
“toprağın evladı” gibi görüyor ve buna inanıyorlardı. Ama bunu, yani neden
bunca yıl, bunca kar kış, çıplak ayakla yaşadıklarını bilmiyorlardı ve
bilmeleri de gerekmiyordu, çünkü inanmak yeterlidir.
AYAĞIN
TAŞA GELMESİN
Konar-göçer Yörük-Türkmen boylarında yaylalara çıkarken
insanlar arkalarından gelenlerin ayakları değmesin diye önlerine çıkan en küçük
bir taşı dahi alıp, ya yol kenarına koyar veya önceden belirlenmiş ve artık bir
kutsal ocak veya ziyaret veya adak yeri haline gelmiş taş yığınının üstüne
atardı.
Buradaki tek amaç, yayla yolunda kimsenin ayağının taşa
değerek düşmemesi, yolundan olmaması, obadan geri kalmamasıdır.
Obadan geri kalan, kalmıştır, oba geride kalanı beklemez.
Oba yayla yolunda doğum yapan obanın kadınını da beklemez.
Kadın kendi kendine doğum yapar, bebesini kundaklar ve
yoluna devam eder, obaya yetişir.
Ama küçük dahi olsa birisinin ayağının bir taşa değip geri
kalmasını kimse istemez. Bu anlamda obada kolektif bir bilinç söz konusudur.
Taşın günümüzdeki anlamı büyük sorunlar, büyük bunalımlar
ise ve ayak dediğimiz şey bir beden, bir aile, bir varlık ise, bu sözün ardında
yatan niyet “işlerin rast gitsin” niyetidir.
Bu söz, “ayağın taşa gelmesin” sözü şehirlerde artık
söylenmez oldu.
Onun yerine bize, bu topraklara ve kültüre çok yabancı
sözler kullanılır oldu.
“Kendine iyi bak” sözü ne demekse?
Nasıl da Amerikan İngilizcesi kokar “take care” der bazı
çokbilmişler bir de.
Ayağınıza dünyanın en pahalı ve şık ayakkabısını da
giyseniz, o ayakkabı “ayağınızın taşa gelmesini” önlemez. Ayağınız taşa
gelmesin, diye her daim yanınızda olanları asla bırakmayın.
…/…
Yeni bir yılın arifesindeyiz.
Ayağınız taşa gelmesin.
Aşk illaki,
Recep Babayiğit
Recep Babayiğit
12/12/2018
Kırışmak: Böbürlenmek, şişinmek
Kırışkan: Kibirli
Orta Anadolu-Çorum ağzı Türkçesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder