Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü
Ruhi SU Anısına
Göllü Dağ bize bir yol göstermiş oluyor, Kömürcü Köylüleri bize bir şeyler öğretmiş oluyor.
Kimin öğrenen, kimin öğreten olduğunu
bilmediğimiz bu dünyada, belki bir daha gelemeyiz, belki birisi ile takas
ederiz, belki de Hasan Dağı yolunda hayat kurtarır, diye yanımıza irili ufaklı
“cıncık“ parçaları alıyoruz.
Köylülerle veda ederken, zaman baskısına
karşı koyamıyoruz, ama yeniden ve daha kalabalık gelmeye söz veriyoruz.
Artık Kömürcü Köy’ e ve Göllü Dağ’
a veda etme zamanı.
Köylüleri o yoksul ve susuz halleri
ile baş başa bırakarak aracımıza binerek köyden ayrılıyoruz.
Binlerce yıl öncesinin Hitit insanları
gözümün önüne geliyor. İşte şimdi diyorum, tam köyden çıkarken bizi çevirip,
çantalarımızı arayacaklar, cıncık kaçırıp kaçırmadığımız kontrol edecekler.
Köyden uzaklaşıyoruz.
Çok geçmeden, bende bir tutku olan dağ
geçitlerinden aşıp gitme hevesi az sonra 1.689 metrelik Sekkin Geçidi’
ne varınca yeniden canlanıyor. Yıllar önce sadece merakımdan bu yollara
geldiğimi, bu geçitten geçerek Güzelyurt’ a, Gelveri’ ye geldiğimi
hatırlıyorum.
Geçitten geçerek, Ilısu – Ihlara üzerinden
Ihlara Vadisi’ nin kuzeyinde son köy olan Selime Köyü’ne varmaya
çalışıyoruz.
Bir yandan acıkmamız, bir yandan Hasan
Dağı kamp alanına vaktinde varma telaşımız var.
Köylerin içinden geçerek gidiyoruz.
Yönümüz doğru, ama Selman gördüğü köylülere yol sormayı muhabbet
sayıyor. Yol kenarından yürüyen orta yaşlı, tombulca bir köylü kadını durdurup
Ilısu Köyü’ nü soracak oluyor.
-Teyze Ilısu’ ya nasıl
gideriz?
-Ey,
diyor, köylü kadın
yüksek ve beklenmedik bir heybetle
Selman bu nereden ve nasıl çıktığı belli
olmayan nida karşısında ürküp korkuyor.
Doğru yoldayız.
…/…
Ilısu Köyü’ ne vardığımızda ta 1991
yılında bu köye bizim Burhan Eliş ile oto stop yaparak geldiğimizi
hatırlıyorum. Derme çatma çantalarımız, kırık dökük ayakkabılarımız ile yola
çıktığımızda bahar ayları idi ve Hasan Dağı kar altında bir gelin gibi süzülüyordu.
Bir Ramazan günü ve iftara yakındı.
Güzelyurt’ tan Ihlara’ ya gidecektik. El kaldırdığımız kamyoncu bizi
aldı.
-Nereye?
-Ihlara’ya.
-Ne var Ihlara‘ da sizi
Ilısu’ ya götüreyim, orada ılıca var, bir güzel yıkanırsınız.
-Tamam.
Kamyoncu ne derse, kabul etmek zorundayız.
On beş dakikalık bir yolculuktan sonra Ilısu Köyü’ nün girişine geliyoruz.
Kamyoncu bizi burada indiriyor.
-Deyha, Ilıca‘ nın
girişi solda. Oraya girer bi güzel yaykanırsınız.
-Çok teşekkür ederiz.
Tam iftar vakti.
Önü açık, kapısız, mağara girişini andıran
bir girişten giriyoruz. İftara geç kalmış
ya da yaşlı bunlar diye, sıraları sona
kalmış abdest almakta olan bir iki ihtiyar dışında ılıcada kimse yok.
İhtiyarlara selam veriyoruz.
-Yaykanın burada, su sıcak, iyi gelir
İhtiyarlar da ılıcayı terk ediyorlar.
Burhan ile yalnız kalıyoruz. Yıkanacağız. Ama ne soyunacak yer var, ne de böyle
bir imkanı önceden bilerek yanımıza şort almışız.
Ama hiç yıkanmadan da bu ılıcadan ta,
Hititler‘ den bu yana, ta Roma’ dan bu yana akan ve insanlara şifa veren bu
ılıcaya girmeden gitmek olur mu?
Gözümüz karanlığa alışınca fark ediyorum.
Sıcak su yer altından kaynamıyor, kayanın yüzeyinden kendine bir çatlak bulmuş
olan su, adeta çeşmeden akan bir su gibi, kavis yaparak mağaranın taş zeminine düşüyor
şarıl şarıl. Zeminde ne bir havuz var, ne de suyun gideri. Akan su,
mağaranın eğimli zemininden dışarıya, bahçelere akıyor.
Soyunuyoruz.
Daha da soyunuyoruz.
Daha da.
Üstümüzde hiçbir şey kalmıyor.
Burhan gazeteci. Elinde dia pozitif çeken
fotoğraf makinesi var.
Basıyor denklanşöre.
Ankara‘ ya dönüyoruz.
Burhan akşam dia pozitifleri getirip
gösteriyor.
Ilısu‘ da çıplak, daha da çıplak halim
var.
İlk karede yakalamış beni Burhan
kalçalarımdan, arsızca!
“Cıncık” gibi.
…/…
Yolumuz az kaldı, ama acıktık diyenler,
gizliden telaş edenler var.
Merak etmeyin, diyorum.
Ramazandan dolayı gideceğimiz yerde açık
yer bulup yemek yiyebileceğimize inanmayanlar var.
Merak etmeyin, diyorum. Şimdi Çatlak
Pansiyon’ u Beytullah’ ı ararım.
Beytullah’ ı arıyorum. Telefonu yanıt
vermiyor. Pansiyonu arıyorum. Telefonu açan kişiye kendimi tanıtıp, Beytullah’
a not bırakıyorum.
Biraz sonra Beytullah arıyor beni. Sesi
çok sıcak geliyor.
-Buyur abi.
-Beytullah biz beş kişi
geliyoruz, yemek var mı?
-Ne demek abi.
Beytullah’ tan en kısa yol tarifi de
alarak, Ihlara’ ya kadar gelmiş oluyoruz.
Ihlara’ dan ötesi bana ait, on dakika
içinde vadi içinden akan Melendiz Çayı’ nın kenarında kurulu, Yaprak
Hisar Köyü’ nün çıkışındaki Çatlak Restoran’ a varıyoruz.
Eski bir dostu görmüş gibi, Beytullah ile
kucaklaşıyoruz.
Yemekler yeniyor, çaylar içiliyor.
Akşam yanaşıyor. Vaktinde kalkmalıyız.
Hasan Dağı çıkışları için son kamp yeri
olan Helva Dere Köyü’ ne doğru yola çıkıyoruz.
Bütün kumanya hazırlıklarımızı Derin Kuyu’
da yapmış olduğumuzdan, fazla oyalanmadan kamp yerine varıyor ve hemen
çadırları kuruyoruz.
Sütle kavrulmuş kabak çekirdeği, baş
lezzetimiz.
Biraz sonra, Ürgüp’ ten aldığımız beyaz
Turasan Şarabı çıkıyor ortaya.
Fazla değil, sadece bir şişe ve kağıt
bardaklara dolan şarabın rengi, batan güneşin kızıl rengini içine alıyor.
Doktor Mehmet Abi, Hasan Dağı ile ilgili,
içinde Hasan Dağı geçen türkü, şiir, deyim, açıklama vb şeyleri
sıralıyor. Ruhi SU’ nun “Hasan Dağı“
şiirinden başka Hasan Dağı ile ilgili bir şey bilmezdim,
şimdi iki yeni şey daha öğrendim, diyor.
Diğer ikisinden birisi:
- Kıçındaki dona bakmadan Hasan Dağı’ na oduna
gider.
Diğeri ise bu dağın Hasan adı ile hiç
ilgisinin olmadığıdır. Arapça sessiz harflerle söylendiğinde “hsn” olan ve
“taş, kaya“ anlamına gelen bu kelime, burada karşımıza Hasan, diye
çıkar.
Tıpkı, Erzurum’ da Hasan Kala, Batman’ da
Hasankeyf gibi, buralarda geçen Hasan kelimelerinin de bir özel isim olan Hasan
ile hiç ilgisi yoktur.
Doktor Mehmet Abi’ nin öğrenme
şerefine, Bayburtlu Zihni’ den bir deyiş söylüyorum.
Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
…/…
Mehmet Abi bize henüz “İbradı’ yı“
anlatmadı. İzin almadım anlatmak için. Ona bıraktım ve merakla bekledim.
…/…
Bu deyişten sonra gece 03.30‘ da kalmak
üzere çadırlarımıza çekiliyoruz.
…/…
Sabah ezanı okunmadan çadırlardan
çıkıyoruz. Dağdan inişte vakit kaybı olmasın ve çevrede yayılan inekler
çadırlara basmasın diye çadırları hemen toparlayıp, araca koyuyoruz.
Günün doğuşunu Hasan Dağı’na çıkarken
karşılıyoruz.
Derin vadiler iniyor çıkıyor, taşlık,
kayalık yerlerden geçiyoruz. İki kere çıktığım bu dağ belki de volkanların en
güzeli, en delisi.
Çıkış bitmesin, zirveye asla varmayayım
istiyorum.
Doktor Mehmet Abi, itiraz etse de
ısrarlarımız üzerine baretini takıyor. Yine itiraz etse de bir eline baton
alıyor ve Selman ile Bülent’ in arasında yavaş, ama güvenli adımlarla çıkışını
sürdürüyor.
Sütle kavrulmuş çekirdeğin hikmeti olsa
gerek, dur durak bilmeden gruptan çok önde hiç durmadan çıkıyorum.
Mehmet Abi benim için “bu adam hep mi
böyledir,“ dermiş. Bülent, bana inişte doping testi için idrar vermem
gerektiğini söylüyor.
Nihayet zirve görünüyor.
Mehmet Abi, bırakmıyor.
Nasıl bıraksın?
Bunca insan, onun ideali için ona bir an’ı
yaşatmak için, içine cıncığı da alarak onca yolu gelmiş. Bizi bir kenara
bıraksa bile Mehmet Abi, o çocukluğunda her sabah ve her akşam kalın taş
duvarlı eski Rum evininin pencereleri ne der Mehmet Abi’ ye?
Neden geri döndün, demez mi?
Hani her gün ve her akşam, sevda ile
bakardın o dağa, neden yenildin, demez mi?
Ya Ruhi SU, beni hiç anlamadın demek ki, o
şiiri nasıl yazdığımı anlaman için o dağa çıkmalıydın, demez mi?
Yükseldikçe, daha önceki çıkışlarımda fark
etmemiş olduğum ovaya yayılmış olan irili ufaklı parazit volkanları görüyoruz.
Hep öğreniyoruz.
Zirveye çok az kaldı.
Elleri koynunda, saçları Heidi’ nin
saçlarının renginde, iki sıra belikle örülü, taşın üstünde hareketsizce duran
bir kadın “merhaba,“ diyor.
Yabancı sanıyorum kadını uzaktan, aferin, diyorum
içimden, tek başına buralara gelmiş.
Merhabasına, merhaba, diyorum.
-Benden başka, 21 kişi daha var.
Şaşırıyorum.
-Ne zaman hareket
ettiniz, biz sizi görmedik
-Gece saat 01.00’ de ve az önce çıktık zirveye
Şaşırmam üzülmeye bırakıyor kendini, zira
Hasan Dağı gibi bir etkinlik için hiçbir grubun gece 01.00’
de kalkıp yola, dağa çıkması doğru değil.
Ardından Kuvvet Hoca, sonra da Selman,
Mehmet Abi ve Bülent geliyorlar.
En mutlu olan Mehmet Abi.
İşte, diyor, işte altmış yılın rüyası,
işte kışın gelin başı, yazın yiğit başı gibi salınıp süzülen Hasan Dağı,
eğiliyorum önünde.
Zirve defterini yazma işini Mehmet Abi’ ye
bırakıyoruz.
Benim nerede, kiminle olduğum bu dünyada
hiç ama hiç önemli değil. Bu dünyada kaydımın bile olması boşuna.
Ama zirve defteri yazılmalı.
Mehmet Abi zirve defterini yazıyor.
Okumuyorum. Büyü bozulmasın.
Düşünceler Mehmet Abi’ ye kalsın.
Selman, izin alarak defterin sayfasını
okuyor ve resimliyor.
…/…
Hızlı şekilde inişe geçiyoruz.
Kamp yerine, varmadan, Selman hızlanıyor.
Göllü Dağ inişinde benim koştuğum gibi, bu sefer Selman koşuyor. Kamp
yerindeki araca bir an önce varıp, onu alıp getirecek ve bizi kamp yerine kadar
yürümekten kurtaracak, bizi yoldan alacak.
Selman koşar da Bülent koşamaz mı?
Mehmet Abi de koşmasa bile, dağı aşmanın
verdiği, “bir dileğim vardı, kabul oldu’ nun” verdiği mutlulukla bir çırpıda
iniyor yola, Selman’ ı beklemeye.
Helva Dere içinden geçerken, gürül gürül
akan pınardan içiyoruz kana kana.
Hep yaptığımız gibi, yerel ekonomiye
katkıyı ihmal etmiyoruz. Yol kenarına sergi açan köylü bir kadından bolca ak
kiraz alıyoruz.
İniş tamamlanıyor.
Yeniden Selime yolundayız.
Ziga Kaplıcaları var yol üzerinde. Girip
yıkanmak istiyoruz, daha doğrusu tozdan topraktan arınmak.
Girmek için bir hayli ter döktükten sonra,
yıkanmak için de bir o kadar ter döküyoruz, hiç olmayan veya yarısı kırık
plastik hamam tasları ile.
Olsun, şikayet etmiyoruz.
Aklanıp, paklanmasak da temizleniyoruz.
Yine Çatlak Restoran.
Yine güzel yemekler.
Yine Beytullah’ a veda.
Yine geç kalmışız gibi tatlı telaşlar.
Nevşehir Kapadokya Hava Limanı’ na
varıyoruz.
Selman uyarıyor, “cıncıkları kargoya
verin, uçağa almazlar.”
Kiraladığımız aracı boşaltıyoruz.
“Yangında ilk kurtarılacak eşyaya” yapılan
muamele gibi, herkes önce “cıncığını” sağlama alıyor.
Her şey, her an, sorunsuz ve noksansız,
pürüzsüz akıp gidiyor, cıncık gibi.
İstanbul’ a varıyoruz.
Bandın başında
çantalarımızı bekliyoruz.
Bant bir tur dönüyor. Burnuma ekşi bir koku
geliyor. Aldırmıyorum.
Selman bizden ayrılıp gidiyor.
Kuvvet Hoca da çantasını alıyor, Bülent,
Kuvvet Hoca ve ben Mehmet Abi’ nin park halindeki aracına doğru
gidiyoruz.
Çantanın bir ucundan ben tutuyorum.
-Hocam, çantadan şarap
kokusu geliyor.
-Ben bir koku alamıyorum.
Mehmet Abi de bir koku alamıyor.
-Ha, evet şimdi ben de aldım kokuyu.
Araca binmeden, Kuvvet Hoca çantasını
yokluyor. İki şişe beyaz Turasan Şarabı’ndan birisi kırılmış.
Hoca, kırılan şişenin camlarını çantadan
dışarı çıkarıp atıyor.
Şişeyi kıran şey “cıncık mıydı” acaba?
…/…
Yumru Kaya dinlenme tesislerine
geldiğimizde, oto yoldan çıkmadan beni bırakıyorlar.
Mehmet Abi, kabullenemiyor, beni ta evimin
kapısına kadar bırakmadığına üzülüyor.
Hayır, diyorum, iki dakikada eve giderim,
siz devam edin.
Araçtan iniyorum.
Yağmur hızlanmış, ıslatıyor. Islanıyorum.
Islandıkça aklıma gelenleri sayıyorum
birer birer
Ömer KÖSE, Cılat Ömer
Sadık KARAARSLAN
Ömer AYNA
Musa ACAR
Eski Ekin Köyü
Nadire EKER
Burhan ELİŞ
Göllü Dağ
Kömürcü Köy
Aşıklı Höyük
Çatlak Restoran
Hasan Dağı
Mehmet Abiiiiiiiiiiiii
Obsidyen
Cın cın cın cın cın cın cın cın cın
Cıncık