23 Kasım 2020, Pazartesi
Eğin’e son kez Kırkgöz’den bakıyoruz. Aşağıda suyu iyice
azalmış Fırat. Solda dik yamaçta Eğin şehri, hemen arkasında bir kale duvarı
gibi Hotar. Suyun karşı yakasında Venk Köyü ve oradan aştın mıydı Lick, bugünkü
İliç.
Bir sonraki yolculuğumuzun konusuna dahil olan Lick-İliç şimdilerde
altın madeni işletenlerin talanı altında, coğrafyası darmadağın olmuş halde. Ya
altını ayrıştırmada madende kullanılan siyanürün Fırat’a inmesi?
Bir sonraki yolculuğumuzda Eğin’den İliç’e suyun öte
yakasından başlayan gabanlardan aşıp gideceğiz. İliç’ ten Armıdan’ a varacağız.
Armıdan’ da Hagop MINTZURI karşılayacak bizi. Ama MINTZURI’ den önce Zimeralı
Diego karşılıyor bizi bu yolculukta.
ZİMERALI
DİEGO İLE KARŞILAŞMA
Armıdan’ a varmadan, Divriği’den çıkıp Eğin’ e Taş Yolu
üzerinden giderken Gümüşçeşme Köyü’ ne - Narver’ e varmadan yolda bizi Zimeralı
(Erm. Zımara) Diego karşılıyor.
Daha doğrusu yolda Diego ile karşılaşıyoruz.
Zımara’ da Diego’dan dolayı çok fazla tanıdığımız olmasına
rağmen biz de Rahip Karekin’ in yaptığı gibi Zımara Köyü’ ne girmiyoruz.
(…)
Çekirgenin
cır cır sesi tüm ovayı doldurmuştu. Küme küme tavuklar biçilmiş tarlaların
içinde dolaşıyorlar. Güneş ışınlarını topluyorlar. Pek çok Ermeninin ve iyi
dostun bulunduğu Zımara’ya gidemiyorum. İşte, kalabalık zeytin ve meyve
ağaçlarıyla dolu Pinga’ nın ağaçlıklı bölgesine giriyoruz.
(…)
Palu-Harput – II. Cilt Raporlar
…/…
Zımara’ ya gitmek isterseniz Divriği-İliç karayolunda
Penga’ ya gelmeden sola dönmeniz gerekir.
Yolun solunda Zımara veya Zimera Köy levhası göremezsiniz.
Sizin göreceğiniz Altıntaş Köy levhasıdır, yani Diego’nun
köyü olan Altıntaş, yani Rahip Karakin’ in “gidemiyorum” dediği köy.
Rahip Karakin Zımara’ ya gidemese de İliç yönünde, Lick
yönünde bir beş km daha giderek Karasu’ yun ( Fırat’ ın) kenarında kurulu, daha
korunaklı ve daha güzel, içinde zeytinliklerin bile olduğu bir köye Pinga(Pingen,
Pingyan, Pinkyan) Köyü’ ne varıyorsunuz.
İliç-Lick yönünde karayolundan bir beş km daha giderseniz
Karasu kenarında, Fırat kenarında Pinga veya Pingan Köyü’ nü göremezsiniz.
Sizin göreceğiniz köyün adı levhanın üzerinde yazdığı gibi
Adatepe Köyü’dür.
Ama İnşaat Mühendisleri Odası’ nın 50. YILDA 50 ESER
çalışmasına bakarsanız
SİVAS-ERZURUM
DEMİRYOLU ile ilgili çok kısa ama çarpıcı bilgiler
bulabilirsiniz.
Sivas-Erzurum hattı, Türkiye inşaat mühendisliği tarihinde, öyküsü
anlatıldığı zaman değerini bulan eserlerden birisidir. Proje, alçak
gönüllülüğü, içinde taşıdığı bilgi ve teknik zenginliğini bir bütünlük içinde
yansıtmayı başarmıştır. Sivas-Erzurum Demiryolu Hattının en önemli özelliği,
ilk defa Türk yatırımcı, Türk mühendis, Türk formen gibi, tamamen ulusal
zenginlikten oluşan bir yelpazeyle gerçekleştirilen proje olmasıdır.
Yer: Sivas-Erzurum hattı
Tarih: 1933-1937
İşveren: Devlet Demiryolları
Statik Tasarım: Bilgiye Ulaşılamamıştır
Mimari Tasarım: Bilgiye Ulaşılamamıştır
Yapım: Emanet Usulü (çoklu yapımcı)
Müşavir: Nuri Demirağ, Abdurrahman Naci Demirağ
Bedel: 80 Milyon TL (Malatya iltisakı ile birlikte)
…/…
İşte gün gelip de bir Doğu Ekspresi Treni ile Kars’a
giderseniz veya Kars’ tan gelirseniz, gidiş yönünde sizi ve tüm Eğinlileri
Eğin’ e bağlayan Bağıştaş İstasyonu’ndan önce, geliş yönünde ise Bağıştaş
İstasyonu’ndan sonra gelen ve üzerinde
PİNGAN yazılı istasyonu görürsünüz.
Gidiş yönünde sizi asıl sarmalayan ise bu hattı, bu
alçakgönüllü büyük projeyi hayata geçirip tamamlayanın bu yolculuğumuzda daha
önce de karşımıza çıkan Divriğili kardeşler Nuri ve Naci DEMİRAĞ kardeşlerin
olmasıdır.
İstasyonda gördüğünüz PİNGAN levhası sizi şaşırtır, ne
demektir bu PİNGAN acaba? Sizi asıl şaşırtan Karasu boyunca uzanan dar vadinin
içinden geçtiği kayaları delip demiryolunu Karasu boyunca götürmektir.
Sizi asıl şaşırtan o tünellerden geçtikten sonra PİNGAN-Adatepe Köyü’ ne varmaktır.
Pingan’ a varmadan Karasu boyuPingan-Adatepe Tren İstasyonu
Ama sizi asıl şaşırtan Zımara’ da kalmayıp Pingan’ da kalan
Rahip KARAKİN’ in Pingan’ ı anlatışıdır.
(…)
Çok
ısrar ettiklerinden birkaç gün daha kalmaya razı oldum. Ancak görev beni
çağırıyordu. Penga’ nın bulunduğu mevkii oldukça sağlam. Kayalıklar arasında
tıpkı bir kale gibi. her tarafta dar ve derin geçitler bulunuyor. Koca Fırat
bile sıkışarak, dolanarak yoluna devam etmek zorunda kalıyor. Köprü karşı ovayı
köye bağlıyor. Ancak her gece kapılar kapatılıyor. Eğer düşman tehlikesi varsa
köprü kaldırılıyor, böylece ırmağı geçmek imkansız hale geliyor. Pengalılar
çeşitli boylarda silahlara sahip. Evlerinin bir duvarında kutsal kitaplar, iki
duvarda silahlar, diğer duvarda da yiyecekler asılı duruyor. Nadide atlara ve
maharetli binicilere sahipler. Irmakta, dağlarda taşlarda çok hızlı hareket
edebiliyorlar.
Ovacık
ya da diğer adıyla Dersim Kürtleri bu taraflardaki Ermeni ve Türk köylülerinden
haraç alıyor, soyuyor, öldürüyorlar vs. Pengalılar ise cesaretleri sayesinde
özgür yaşamakla kalmıyor bu Kürtleri korkutuyorlar da. Ovacıklılar henüz
Penga’ya ayak basabilmişler değil.
(…)
Biz
Gümüşçeşme Köyü’ ne doğru yol alıyoruz. Taş Yolu izleyerek Eğin’ e varacağız.
Divriği’den
kiraladığımız ticari takside ben, Hüseyin ve taksi sürücüsü Zeynel Kaptan var.
Yolda bizi Zımaralı-Altıntaşlı Diego karşılıyor.
Beş
yüz metre kadar önümüzde, yolun sağında,sırtında orta büyüklükte bir sırt
çantası, başında orta büyüklükte bir Meksika şapkası, adımlarından genç
olduğunu tahmin ettiğim birisi yürüyor. Bu ıssız dağ başında kim yürüyerek
dolaşır buraları?
Rahip KARAKİN bile yanına onca at ve muhafız alarak dolaşmıştı buraları.
İflah
olmaz bir doğa yürüyüşçüsüdür, diye düşünüyorum. İyi ama buralarda onu
cezbedecek nasıl bir rota, nasıl bir güzergah var ki bu genç adam buralarda tek
başına yürüsün?
Yolunu
kaybeden birisi mi acaba? Sanmam. Bu teknoloji çağında kaybolmanız olanaksız.
Yolda
tek başına yürüyen birisinin kim olduğunu, neden yürüdüğünü sormak olmaz,
ihtiyacı varsa onu da alıp araca yola devam edersiniz.
Ben
de öyle yapmayı düşünüyorum.
-Zeynel
Kaptan şu adamı alalım, yanına yanaşınca dur da bir konuşalım.
-Tamam
Abi.
Meksika
şapkalı genç adama yaklaşıyoruz. Genç adamın Latin Amerikalı olduğu sadece
kafasındaki Meksika şapkasından değil, her halinden belli oluyor. Hiç
tereddütsüz ve başlangıç İspanyolcası ile selam veriyorum.
-Buenos dias. Como Estas? (iyi günler, nasılsın?)
Daha
ilk İspanyolca kelimelerin karşılık bulacağından emindim ve hemen beklediğim
karşılık geliyor ve karşımdaki genç adam bir Latin Amerikalı muzipliği ve
sıcaklığı içinde hiç susmadan ve elbette bol el ve kol hareketi ve mimikle bana
İspanyolca bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Oysa benim konuşabileceğim İspanyolca ancak o iki kelimeyle sınırlıydı.
Konuşmanın
gerisini İngilizce olarak sürdürüyoruz. Diego’yu taksiye alıyor, Zeynel
Kaptan’ın yanına oturtuyoruz.
Diego
biz sormadan başlıyor anlatmaya.
-Şu Türkler çok komik ya, bir kelime İspanyolca veya İngilizce bilmeden, adımın ne olduğunu duyduktan sonra bana durmadan söyledikleri şey sadece “Hello Maradona, Diego Maradona.”
Bu satırları yazarken Diego Maradona’nın da göçüp gitmiş olduğunu bilmek ne büyük acı.
-Nerelisin?
-Arjantinli.
Diego Arjantinli olduğunu söyleyince, tamam diyorum, anlıyorum insanların bu genç adamın peşine Maradona diye düşmelerinin nedenini.
-Diego
hayırdır, trekking mi yapıyorsun, ne işin var bu yollarda?
-Hayır,
Eğin’ e gidiyorum.
-Eğin’e
motorlu araçla gidebileceğin başka yollar da var, neden o yolu kullanmıyorsun?
-Evet,
ama bu yol çok kestirme?
-Nasıl
yani nereden geliyorsun ki?
-Altıntaş Köyü’nden.
Altıntaş
adının telaffuz edilmesi atom hızıyla kaptanımız Zeynel’in kulağına çarpıyor.
Zeynel Kaptan taksinin direksiyonunu bırakıyor ve arkaya bana dönüyor.
-Abi ne olur söyle ona bizi oraya götürsün.
Önce anlayamıyorum Zeynel Kaptan’ın neden bu kadar çarpıldığını ve Diego’nun bizi neden Altıntaş Köyü’ne götürmesini istemesini.
-Diego
Altıntaş Köyü’nde ne var? Orada ziyaret edilmesi, görülmesi gereken bir şey mi
var?
-Hayır, orası, o köy benim atalarımın, dedelerimin köyüdür, orayı ziyaret ettim ve geri dönüyorum.
Bunları duyunca neredeyse kanım çekiliyor. Üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman sonra, dedelerinin zamanında adı ZIMARA olan ve 1. Yüzyıldan beri varlığı bilinen, şimdiki adı ALTINTAŞ olan köyden dönen, soyadını bilmediğim Arjantinli genç adam Diego nasıl bir manzara ile karşılaştı acaba o köyde?
Kaptan
Zeynel Divriği ve civar köylerini bildiği gibi, İliç köylerini de biliyor.
Kaptan Zeynel’ in bildiği bir şey daha var ki bütün define ve altın arayıcıları
gibi ZIMARA Köyü’ nün eski bir Ermeni Köyü olduğu.
Zeynel
Kaptan gibi diğer define ve altın arayıcılarının ise altınları hep o Ermeni ve
Rum köylerinde arıyorlar ve Ermeni ve Rumların o köylerden giderken bir yerlere
mutlaka altın gömü sakladıklarından emin haldeler.
Zeynel
Kaptan Diego’ nun dedelerinin köyüne, Altıntaş’a boş yere gitmiş olmayacağını
düşünerek varsa bir altın gömü durumu, hemen işe başlayabileceklerini söylüyor.
Bu
söylenenleri Diego’ ya çevirmiyorum, ama o anlıyor zaten.
Zira Diego bir gün kafasına koyup bir tarım çiftliğinde çalıştığı Eğin’ den ayrılıp 45 km yürüyerek dedelerinin köyü Altıntaş’a – Zımara’ya yürürken kapkaranlık Taş Yolu’ndan çıkıp Gümüşçeşme Köyü’ nü de geçtikten sonra bizim de gelirken gördüğümüz açık maden işletmelerinin önünden geçerken maden işletmesinin nizamiyesindekilerin Diego’yu çevirdiklerini ve nereye gittiğini öğrendiklerinde “Diego işte bütün iş makineleri emrinde” dediklerini anlatıyor yine o hızlı konuşması el kol hareketler ve mimikleri ve esmer yüzünde hiç eksilmeyen gülümsemesiyle.
Hem bizim taksici Zeynel Kaptan’ ı hem de açık maden işletmesinin nizamiyesindekileri atom hızıyla çarpan o şey, o sihirli kelime içinde altın olan Diego’nun köyü ALTINTAŞ Köyü idi.
İyi
ama Diego buraya, Eğin’e nasıl ve nereden gelmişti? Arjantinli birinin kökleri
Anadolu Ermenilerine dayanan dedelerini araması nasıl bir şeydi?
Taş
Yola girene kadar Diego’ ya soruyorum, çoğu zaman o anlatıyor sormadan.
Diego
üniversiteyi İspanya’ da bitirmiş ve Perma Kültür okumuş.
O
yaz Diego Perma Kültür seminerleri için Gürcistan’ a gitmiş. Dönüşte Ardahan
üzerinden Eğin’ e gelmiş ve bir haftadır barınma ve yemek ihtiyacının
karşılandığı Eğin’deki bir tarım çiftliğinde çalışıyormuş.
Tamam,
anlıyorum. Ama Eğin’den kalkarak yürüye yürüye ve üstelik kimi yerleri zifiri
karanlık olan Taş Yolu geçerek 45 km o yolu nasıl bitirip de Altıntaş’ a,
dedelerinin köyü Zımara’ ya vardın?
Vardığında
neler hissetin?
Hangi
taşa verdin de bağrını ağladın veya oturduğun taş bir zamanlar dedenin o yağız
atlara binmek için kullandığı binek taşı mıydı?
Diego vardığı dedelerinin köyünde çok iyi karşılanır, dedelerinin yaşadığı ev hala ayaktadır ve içinde aile yaşamaktadır, gösterirler.
Artık
Taş Yolu’ndayız. Aracımızın farları yandı. Ben ve yoldaşım Hüseyin Taş Yolu ilk
defa geçeceğiz.
Arada
durup kaya tünelin sol tarafına, Fırat’tan tarafa olan açıklıklara yanaşıp
Fırat’a ve derin vadiye bakıyoruz.
Sonra
yola devam ediyoruz.
Yol bazen tek araçlık geçitlere izin verecek hale geliyor ve dikkat etmezsen beş yüz metre sola Fırat’a uçarsın.
Ama
bütün bu yol koşulları bizim Zeynel Kaptan için ne kadar önemli ki?
Önüne
ve soluna bakmadan geriye bana dönen Zeynel Kaptan “abi ne olursun söyle”
diyor, altın varsa işine bakalım.
Diego da Zeynel Kaptan’ın içinde altın lafı geçen konuşmalarına ve gözlerinin kamaşmalarına, bütün tehlikesine rağmen yolu hiçe sayıp direksiyonu bırakıp bana geriye dönmesine aldırmıyor, o da gülüyor.
Zeynel
Kaptan da Diego’nun konuşmalarında ne zaman altın geçse gözleri kamaşıyor, ağzı
sulanıp salyaları akıyor ve karikatürize edilmiş o Türk filmlerinin sahnelerini
aratmayacak şekilde “altıınnnnnnaltınnnnnnnnnn” demeye başlıyor.
Diego’nun dedelerin 1915 deportasyonu sonucu Suriye’ ye, Der-i Zor çöllerine gönderiliyor. Hayatta kalan dede Mondros Mütarekesi’nden sonra köyüne dönüyor.
Köyünde
fazla kalmayan dede o dönemdeki Anadolu Ermenilerinin çoğunun yapmış olduğu
gibi Latin Amerika ülkelerine oradan da ABD ve Kanada’ ya göçüyorlar.
Diego’nun
dedesi Arjantin’ e yerleşiyor.
İlk
defa geçtiğim bu Taş Yol’ da arada Zeynel Kaptan’a farları kapatmasını
söylediğimde tünelin içinin mutlak karanlığa büründüğünü fark edip
ürperiyordum. Diego’ya sormadan edemedim.
-Diogo
sen bu dokuz km karanlık tüneli nasıl geçtin? El fenerin var mıydı?
-Hayır,
el fenerim yoktu. Cep telefonunun ışığı ile geçtim.
-İyi
ama cep telefonunun pili hemen biter ve karanlıkta kalırsın.
-Evet,
öyle oldu, cep telefonun ışığı hemen bitti ve karanlıkta kaldım.
-Yola
nasıl devam ettin, bu zifiri karanlıkta yolunu nasıl bulup tünelden çıkabildin?
-Ellerimin
içi ile tünelin duvarlarına dokundum, bir mim sanatçısı gibi avuç içlerimle taş
duvara dokuna dokuna çıkışı buldum.
Doğrusu anlamak zor, ama saatlerce taşa dokunmak adına bir o kadar da deneysel bir yürüyüş. Ne diyebilirdim ki, “çok aptalca” demek işin en kolayı ve en salakça olan tepkilerden birisi.
İnsan
bir zamanlar atalarının yaşadığı yere gidiyorsa bunu bir konunun izini sürerek
de yapabilir, uzun bir karanlık tünelin taşlarına avuç içleri dokunarak da.
-Diego ile karşılaşmamdan beş yıl sonra Eğin’ e gelerek benim de onun çalışmış olduğu o tarım çiftliğinde çalışmış olmam,
-Diego ile karşılaşmamı bunca yıl bekleyip ilk defa kaleme
aldığım günlerde onun adının kendi ülkesinde adeta bir ulusal kahraman gibi
görülen Diego Maradona anısına verilmiş olduğunu ve Maradona’nın ise bu
karşılaşmanın yazıldığı tarihlerde hayatını kaybetmiş olduğunu bilmem,
Bir tesadüf olabilir miydi?
![]() |
Zımara-Zimera-Altıntaş Köyü – Diego’nun Köyü |
Papaz Karakin gibi biz de Zımara Köyü’nde kalmıyoruz, ama
beş yıl önceden benim yolumu Zımaralı Diego kesişiyor.
SUYUN
ÖTE YAKASI
Artık suyun öte yakasına geçmek ve Dersim’ e, Pertek’e
Selman’ın annesinin ve ablasının yaşadığı ilçe merkezine varmak için yola
çıkıyoruz.
Dedik ya biz de Moltke’nin kullandığı yolu kullanıyoruz,
yani Çemişkezek yolunu.
Yönümüz güney. Sonra doğuya döneceğiz. Kıvrım kıvrım yolun
sağ tarafına dağın yamaçlarına yaslanan koyaklara zar zor sığmış nasıl
kurulduğu belirsiz, insanı hayrete düşürecek kadar ıssız köylerin önünden
geçiyoruz.
İşte ilk köy, Ergü-Argu Köyü.
Ergü Köyü aşağıda Fırat, bıraksan kendini uçarsın Fırat’a
Sonra Kozlupınar-Hapanos (Erm. Hapeğnots) ve sonra Yeşilyurt-Ekrek-(Erm. Akrag-yeşil çiftlik)
Moltke’ nin haritalarda daha adı geçmemiş, ama önemli bir kasaba diye mektubuna yazdığı Çemişkezek’e varmak için yönümüzü doğuya dönmek ve Yeşilyurt Köyü’nden sonra Fırat’ı geçmek zorundayız.
Fırat’ı geçeceğimiz köprünün bulunduğu yerde ulaşım bir zamanlar keleklerle, sallarla yakın zamana kadar, Keban Barajının su tutmasına kadar 1957 yılında yapılan Başpınar Köprüsü üzerinden sağlanıyordu.
![]() |
1957 yılında yapılan Başpınar Köprüsü |
Keban Barajı 1973 yılında açılıp,
1974 su tutmaya başlayınca Başpınar Köprüsü 1974 yılında su altında kaldı.
Bu durumda suyun öte yakasında
bulunan Kemaliye köylerinin ilçe ile irtibatları birden bire kesildi.
Çözümü yine kendisi bulan halk ilkel
feribotlarla ulaşımı sağlamaya çalıştı. Ancak Fırat’ın getirdiği mil ve su
seviyesinin zaman zaman çok düşmesi feribot ile ulaşımda da aksamalara bunun
sonucunda da ulaşılamayan köylerde sayısız sorunlara yol açtı.
Aslında Fırat üzerindeki Başpınar Köprüsü’nün sular altında kalacağı ve yeni köprüyü barajı yapan DSİ’ nin yapacağı belli iken, bu iş yılan hikayesine dönmüş ve romanlara ve filmlere de konu olan “köprü/köprüsüzlük” hikayesi derken dönemin başbakanı Bülent ECEVİT ve dönemin Erzincan Valisi Recep YAZICIOĞLU’ nun girişimleriyle bizim de üzerinden suyun öte yakasına geçtiğimiz bugünkü köprü açılmış oldu.
Recep Yazıcıoğlu Köprüsü açılana kadar Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü
Biz
de Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü’nün üzerinden geçiyoruz. Moltke suyun öte
yakasına nasıl geçti, bilemiyoruz. Ancak baraj yapılmadan önceki Başpınar
Köprüsü’ne bakarsak Fırat’ın eski yatağının, eski Başpınar Köprüsü altında
kalan yatağın çok dar, baraj yapıldıktan sonra ise çok geniş olduğunu
görüyoruz. Bu çok geniş yatağın iki yakasını modern bir köprü ile birleştirmek
hem pahalı ve teknik bir konu hem de zaman alan bir inşaat sürecidir. Köprünün
finansmanı için devletin kaynak ayırmadığını da düşünürsek o günkü koşullarda
köprü yatağının sağ tarafının doldurulması ve ayağın dolgu üzerine konmuş
olması birçok sorunu çözmüş gibi görünüyor.
Köprünün başına geldiğinizde ne Dersim/Tunceli ne Çemişkezek yön levhası görüyorsunuz. Gördüğünüz sadece BAŞPINAR levhasıdır. Öyle Başpınar Köyü’nün hemen şurada olduğunu düşünüyorsanız, yanılırsınız.
Nihayet köprüden suyun öte yakasına geçiyoruz.
Güneşin ışıkları artık yatay konuma gelmeye başladı. Biz köprüden sonra doğuya, kuzey doğuya doğru yükselerek yol almaya başladıkça altımızda kalan Fırat güneşin ışıkları ile “gümüşten bir gerdanlık” gibi görünmeye, akmaya başlıyor.
Daha Eğin’e, daha Tuğut’ a gelip de köylerdeki ve ilçelerdeki mimariyi görüp şaşıran Selman Dersim’ e veya coğrafi olarak konuşacak olursak Batı Dersim’in köylerine girince “işte bizim buraların evleri de böyle” ne mimari var ne estetik ve karakter, demeye başlıyor.
Gerçekten
de evler hem taş örgü, hem ahşap işçiliği hem de konumları itibarıyla ne
Divriği-Tuğut ne de Eğin ve köylerinin evlerine hiç benzemiyor.
Eğin-Apçağa Köyü evleri gibi bizi büyüleyen evlerin olduğu köylerden geçmiyorsak da altımızda, sağımızda Keban’ a doğru akan Fırat’ın- Karasu’ yun ikindi güneşinin ışıkları ile gümüşi renge dönmesi bizi büyülüyordu.
Uzakta Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü Suyu çekilmiş Fırat
Coştuğunda
derin ve kanlı akan Fırat’ı, adına “zalım Fırat” diye türküler yakılan Fırat’ı bu
halde görmek ne acı. Suyun çekildiği yerlerde balçık üzerinde geceleri yaban
hayvanları dolaşıyor anlaşılan. Görenlerin farklı anlamlar çıkarabilecekleri bu
soyut çizimler o yaban hayvanlarının ayak izlerinden başka bir şey değil.
Fırat havzasında balçık üzerinde yaban hayvanlarının çizdikleri
ÇEMİŞKEZEK’
E DOĞRU
Biz Başpınar Köprüsü- Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü
üzerinden geçip giderken Rahip Karakin Çemişkezek’
e bakalım nasıl gidiyor? O da bizim gibi Eğin’den, Toybelen Köyü’nden, Gamırgap’
tan çıkıyor yola.
(…)
Temmuz
15: Gamırgap’tan (Kemaliye-Toybelen Köyü blogger notu) yola çıktık. Yolcu
etmeye gelen kalabalık bir grup var. Çocuklar şarkı söylüyorlar. Bağların başına
geldiğimizde “hoşça kalın” dedik ve “güle güle” cevabıyla kayaları tırmanmaya
başladık. Arapgir yolu on saat kadar sürüyor, ancak tehlikelerle dolu. Bu
sebeple polisin yanı sıra Gamırgap’tan üç silahlı Ermeni de beraberimizde
geldiler. Dağın diğer tarafından aşağı inerken Gamırgap Çeşmesi’nin yakınında
bir grup atlı gördük. Silahlarla tozu dumana katıyorlardı. Eğin’den güle güle
demeye gelen dostlardı. Saygı ve sevgiyle kucaklaştık. Erzincan ordusundan
Maraşlı bir kolbaşı ve bir asker geldi. Bizim polis Emin Ağa oldukça medeni
biriydi. İyi de Ermenice konuşuyordu. Fırat bizden ayrılmadan akıp gidiyor.
Ormanlık köylerden geçiyoruz. Hapanos (Hapeğanots) (Kozlupınar-blogger notu)
Vadisi’nde suyun kıyısında, zeytinliklerin gölgesinde yemeğe oturduk. Bulunduğumuz
yer eğlenceli idi. Yukarıda bulunan köy, kayalıkların arasından görünüyor. Bu
köyün halkı da Türkleşmiş Ermenilerden oluşuyor. Yola koyulduk. Her taraf vadi
ve geçitlerle dolu. Irmak Çemişkezek ile Eğin sınırını ayırıyor. Ötede, dağın
eteklerinden suyun kıyısına kadar bağlar yayılmış. Katırcı ile Emin Ağa bu
vadilerde gerçekleşen soygun ve cinayetleri anlatıyorlar. Bir kayık gördük.
Çemişkezek’ e gidip gelenlere hizmet veriyor. Kızıl Kaldırım denilen (kan rengi
toprak) yer bu vadinin içinde. Biraz ötede Arnavut Hanı var. Han sağlam ama
Kürt korkusundan boş kalmış. Ara sıra Fırat’ın karşı kıyısındaki kayalıklardan
silah sesleri duyuyoruz. Zor ve kayalık bir dağ ve Bohtan Deresi denilen
vadiden geçiyoruz. Yüksekçe tepede harap bir karakol ve kurumuş bir çeşme var.
Ötede beride ağaç kütükleri, kendiliğinden yetişmiş otlar görüyoruz. Derin
sessizlik insana korku veriyor. İşte birkaç keçinin sesini duyuyoruz. Mutlu
çoban gönül rahatlığıyla bir ağacın gölgesine uzanmış kavalını çalıyor.
(…)
Rahip Karakin bizim geçtiğimiz yerin biraz yukarısından
geçiyor suyun öte yakasına. Biz de Kozlupınar Köyü’ den geçiyoruz, ama ne bu
yakada ne de öte yakada ne zeytinlikler ne de bağlar görebiliyoruz. Bunun tek
nedeni insansızlık olamaz elbette. Bunun en büyük nedeni ekonomik ömrü iyi
hesap edilmeyen, toprak erozyonu ile hiç mücadele yapılmadan suların önüne set
çekilmesi ile fiziki ve klimatik coğrafyanın değişmesidir.
Başpınar Köyü girişine vardığımızda yol kontrolü için
durduruluyoruz. Kimliklerimize bakılıyor. Papaz Karakin’ in sözünü ettiği
Arnavut Hanı’nı ve karakol binasını biz de göremiyoruz.
Ama gözümüze çarpan bu restore edilmiş uzun binanın yöre
konut mimarisine uymadığından bu binanın Papaz Karakin’ in sözünü ettiği terk
edilmiş Arnavut Hanı olabileceğini düşünüyoruz. 1947 tarihli aşağıdaki siyah
beyaz fotoğrafa bakarsanız bina önünde askerleri ve bir sıra halinde okula
girmekte olan öğrencileri görürsünüz. Bu bina ve Arnavut Hanı ile ilgili kesin
bilgiler bulamasam da bir zamanlar han olan ve boş duran bu binanın sonraki yıllarda
ve Cumhuriyet’ in ilk yıllarında bir bölümünün karakol, bir bölümünün ise ilkokul
olarak kullanılmış olduğunu düşünüyorum.
Bu bina şu an sadece Başpınar İlköğretim Okulu binası
olarak kullanılmaktadır.
1947 Karakol ve İlkokul aynı binada Arnavut Hanı, şimdi Başpınar İlköğretim Okulu
Başpınar Köyü sokaklarından geçerken yeni ve modern karakol
binası da hemen sağımızda dikkatimizi çekiyor.
Bir zamanlarlar, 1943’e kadar, Çemişkezek’ e bağlı bir
nahiye olan Başpınar Köyü (Baş Vartenik – Vartenik) halen önemli bir yol
üzerinde olmasına rağmen eski canlılığını yitirmiş ve Kemaliye’ ye bağlı bir
köy durumundadır.
Munzurların Eğin’ den bakınca da görülen bir zirvesi olan
Ziyaret Tepe Başpınar Köyü’nün neredeyse hemen arkası gibi duruyor. İnsan kısa
bir mola vererek bir koşu Ziyaret Tepe’ye çıkmak istiyor.
Ama daha yolumuz var gidecek.
Çemişkezek’e doğru yol alıyoruz. Yol kimi yerde daralıyor
ve sert virajlarla derin uçurumlara dönüyor. Sağımızda kalan Fırat bir süre
sonra gözden kayboluyor.
Artık yüksek bir yayladayız. Rahip Karakin’ in de söz
ettiği gibi bu derin sessizlik sizi ürkütüyor. Arada gördüğümüz köylerde bölge
mimarisine tamamen yabancı modern olmasına özen gösterilmiş renkli yapılar
görüyoruz. Selman bu yapıların sahiplerinin Almancılar olduğunu söylüyor. İnsan
nasıl tepki vereceğini bilemiyor. İhtiyaç için yapılıyorsa tamam, ama gösteriş
için yapılıyorsa bu sadece israf ve o güzelim doğaya kötü bir dokunuş, adeta
bir Rönesans tablosuna zifte bandırılmış bir yağlı boya fırçası ile dokunuş
gibi.
Aşağılarda gördüğümüz büyük bir davar sürüsü bize artık
Çemişkezek’ e yaklaştığımızı gösteriyor. Zira ne köylerde insan var ne de bu
kadar sürüye sahip olacak kadar varlıklı insanlar.
Gördüğümüz sürü de bize Rahip Karakin’ i hatırlatıyor.
Sürünün başındaki çobanın mutlu olup olmadığını hiç bilemiyoruz. Ama Rahip
Karakin’ in duyduğu o güzel kaval sesini hiç duyamıyoruz, ne de havada bir kuş
sesini, keklik sesini. Ne kaval çalmayı bilen bir çoban var ne de artık uçan
bir kuş.
Suyun öte yakasına geçerken Fırat’ın yatağında balçık
üzerinde yaban hayvanlarının yapmış olduğu tabloya benzer bir canlı tablo
çıkıyor karşımıza büyük davar sürüsünü gördüğümüzde.
Birbiri ardına dizilmiş
halde giden koyunlar yukarıdan bakınca sanki toprağa saçılmış iri inci
tanelerinden yapılma birer tespih gibi görünüyor.İri inci taneli birer tespih gibi davar sürüsü
NİHAYET
ÇEMİŞKEZEK
Çemişkezek’ e varmadan beton bir köprünün üzerinden
geçiyoruz. Bizim aradığımız ise Taar – Tağar - Tahar – Tahir Köprüsü. Üzerinden
geçtiğimiz köprünün altından akan su ta Ovacık ta Hozat taraflarından doğan ve
Ali Boğazı’ndan gelerek Çemişkezek’in önünden geçen Tahir Çayı az ileride Keban
Barajı havzasına karışıyor.
Bir zamanlar Karasu’ ya- Fırat’a karışan Tahir Çayı
üzerindeki köprüyü görmek için bir yerde duruyor ve karşıdan gelen birisine
Taar Köprüsü’nü soruyoruz.
Aldığımız tarife ve coğrafi konumumuza göre olması gereken
yere, köprüye doğru gidiyoruz.
Rahip Karakin zeytinliklerin gölgesinde yemeğini yedi, kim
bilir neler yedi, bilmiyoruz, ana biz hala Eğin’de yediğimiz Bahçeli Osman’ın
kahvaltısıyla duruyoruz.
Yanımızda Apçağa’ dan aldığımız iki tane boylu ekmek ve ta
Hattuşa’ dan beri yolluk olarak yanımızda taşıdığımız peynir ve meyveler var.
Salgına rağmen daracık Çemişkezek ana caddesi hayli
kalabalık. Bugün buranın pazarı mı acaba, bilemiyoruz. Ama ne Divriği’de ne de
Eğin’de gördüğümüz mimariden eserler var buralarda.
Oysa burası da Yukarı Fırat Havzası’nda bir bölge. Kültürel
olarak Eğin’den hiç de uzak değil. Başımızı kaldırıp sol tarafa baktığımızda
ilçenin en yüksek noktasında TOKİ’nin dev inşaat şantiyesini görüyoruz. O
evlerde kimlerin oturacağını sormuyoruz, o evleri yöre mimari kültürüne göre
neden yapmazlar?
Hem içinden geçerken gördüğümüz yol boyu ve sokak
aralarındaki evler hem de TOKİ’nin yapmakta olduğu evler bu ilçeyi,
Çemizkezek’i öylesine sevimsiz bir hale getirmiş ki.
Rahip Karakin Çemişkezekli Ermeni ruhani önderlerin
Çemişkezek’te oturduklarını yazarken, Çemişkezek kaymakamının Gaban-Maden’de
(bugünkü Keban blogger notu) oturduğunu aktarıyor.
Eğer Çemişkezek 1878 yılında da bu haldeyse, kaymakam
Keban’ da oturmakta haklıdır, diyesim geliyor.
Oysa bölgede bir zamanlar çıkan madenler nasıl ki Eğin’de o
eşsiz mimariyi ve kültürü yaratmışsa, burada da bir şeyler görebilmeyi
umuyoruz.
Bu ümitle karşımıza çıkan tek güzel ve eşsiz mimari örnek
tek kemerli taş köprü Taar-Tağar Köprüsü oluyor.
Nerelisin diye sorduklarında siz “Çemişkezekliyim” diye
cevap veriyorsanız, karşınızdaki insan sizin söylediğinizi ilk anda anlamaz.
Anlayan da şöyle bir gülümser. İlk defa duyan ise sizin onunla dalga
geçtiğinizi sanır, öyle sanmasa bile Türkiye’de öyle bir yerin bulunduğuna
inanmaz.
Çemişkezek şanssızdır bu anlamda.
Hiç yapmayız, ama biz de bir kere yapalım ve Çemişkezek
adının nereden geldiğini soralım kendi kendimize.
Oysa Gürdal AKSOY Çemişkezek adının içinde saklı olan
Ermenice Çimiş-gaza-ka kelimesinin anlamının “Çimiş hazinesinin yeri”
olduğundan söz ediyor.
Çimiş veya bilinen adıyla 1. Ionnes ÇİMİSKES kim ola ki?
Sözü edilen hazinen sahibi olsa olsa bu zat olabilir, bu da
969 – 976 yılları arasında Doğu Roma – Bizans İmparatorluğu yapmış olan Ermeni
asıllı 1. Ionnes ÇİMİSKES’ ten başkası değildir.
Ancak buradan bu imparatorun adının Çemişkezek’ten almış
olduğu anlaşılmasın, tam tersine Çemişkezek adını bu imparatordan almıştır.
Doğu Roma öncesi dönemde, Roma ve Helenistik dönemde ise
Çemişkezek adını HIEROPOLİS – KUTSAL KENT olarak görmekteyiz.
Bugün Tağar Çayı’nın sağ tarafında dik bir yamaca kalkerli
kayalara oyulmuş, haklın “İN DELİKLERİ” dediği tarih öncesi ve pagan döneme
tarihlenen yerleşim ve ibadet yerleri belki de Çemişkezek’in bir zamanlar
KUTSAL KENT olma özelliğini yansıtıyordu.
Ancak, Gürdal AKSOY’ a*) yeniden kulak verecek olursak,
Çimiski adının Urartu dilindeki TUMISKİ kelimesinden, oraya da Hititçe’ den
geçtiğinden söz eder.
Yani TUMISKI adı TU-MUŞKİ kelimesinden hareketle MUŞKİLERE
bağlanmaktadır.
Muşkilerin kimi kaynaklarda Frigler, kimi kaynaklarda
Proto-Ermeniler olduğu söylenmektir. Geç Hitit kaynaklarında geçen Muşki veya
Tumiski kelimesindeki –ki eki Ermenice çoğul ekidir.
Bu durumda Muşki kelimesinin Tu-muşki olarak okunuşu
MUŞKİLER şeklinde olmaktadır. Yani Çemişkezek, Muşkilerin kurduğu veya onların
merkezi olan bir yer.
*)
DERSİM ALEVİLİK, ERMENİLİK,KÜRTLÜK-Gürdal AKSOY
Rahip KARAKİN Çemişkezek’e gelişinde bizim de hayran kaldığımız, karşısında saatlerce oturmak istediğimiz TağarSuyu’na ve onun üzerindeki Tağar Köprüsü’ne bakmış olmalı.
(…)
Kuzeye ve doğuya doğru epeyce uzun, çıplak tepelerin altında yer alan ve Tağar Su’ yunun dar ve derin vadisi üzerinden kireçtaşı kayalıkları ile yüz yüze bakan küçük kasaba Geç Roma dönemi ve muhtemelen daha da öncesine dek geriye gider. Kasabanın rolü özellikle yerel bir Pazar olmasıydı.
Bu bölgenin ana nehri Hozat Suyu’ dur. Nehir, vadisinin epeyce karanlık (kasvetli) bölümünde yer alan Hozat kasabasının çok uzağından doğmaz, fakat ardından kaynaklar tarafından sulanan yabani ağaçlar, açık araziler ve bostanlar ile taranmış yemyeşil kuzey yamaçların altından akar.
(…)
Hozat Suyu olarak geçen akarsu haritalarla Tahar Çayı olarak geçerken, bu akarsu Ovacık ve Hozat taraflarından gelen Ali Boğazı’ndan doğar.
Tam da bizim gördüğümüz karışık ve kalabalık durumu anlatıyor Papaz KARAKİN, demek bunun nedeni Çemişkezek’ in önemli bir Pazar yeri olmasıdır.
Ne bir işaret ne bir levha var o güzelim köprüyü gösteren, ama Tağar Çayı boyunca giderek yukarıdan aşağıya çaya bakarak köprünün nerede olacağını az çok tahmin edebiliyorsunuz.
Nitekim az gidip Tağar Köprüsü’nü buluyoruz. İşte köprümüz, işte kimi abartılı kaynaklarda Anadolu’nun Mostar Köprüsü karşımızda duruyor.
Aracımızı köprüyü gören bir yere bırakıp aşağı doğru yürüyoruz.
TAĞAR-TAAR-TAHAR KÖPRÜSÜ
Hangisini söylerseniz söyleyin, hepsi “temiz” anlamına gelen Arapça “tahir” kelimesinden gelir.
Tahir kelimesi de taharet kelimesinden gelir.
Bizim yörelerde turşu, pekmez, su, sirke vb sıvı konulan büyükçe toprak küplere “taar-tağar” denilirdi. Pek anlam veremezdim.
Taar kelimesinin de tağar-tahir “temiz” kelimesinin sadece okunuş şekli olduğunu öğrendiğimde aslında o sözü edilen toprak küplere sadece temiz sıvılar konduğu için adının taar-tağar olarak söylendiğini keşfediyordum. Ne güzel, hep öğrenmek.
Tağar Köprüsü’nün altından akan Tağar Çayı’nı görseniz “temiz” demezsiniz, yetersiz kalır bu kelime, billur, kristal berraklığında cennet suyu, dersiniz.
Hiç kirlenmeden ve gürül gürül akıyor Tağar Çayı o güzelim ve hala dimdik ayakta duran Tağar Köprüsü’ nün altından
![]() |
Tağar Çayı üzerinde Tağar Köprüsü 19. Yy başı (1807-1808) |
Köprüyü
yaptıran Yusuf Ziya Paşa, ama köprüye adını veren Hacı Tahar (Tahir) Bey.
Papaz
KARAKİN Hacı Tahir Bey’ e misafir oluyor.
(…)
Şehrin sokakları ve çarşısı karmakarışık olmasına karşın
düzenli binalar da yok değildi. Yapılar içinde en biçimli ve gösterişlisi Hacı
Tahar (Tahir) Beyi’in eviydi. Beyler içinde en medenisi ve kıdemlisi
kendisiydi.
(…)
Karnımız acıktı. Yemek yiyecek en uygun yer Tağar Köprüsü’nün kesme taş döşeli zemini. Araç trafiği yok. Altımızdan billur gibi bir su akıyor.
Tağar
Köprüsü’nün kesme taş döşeli zeminine oturuyor ve azığımızda ne varsa
çıkarıyoruz. Eğin’ de Bahçeli Osman’dan ayrılmadan doldurmuş olduğumuz termos
hala sıcak, yani çayımız da var.
Yemeğimize
hayvan dostlarımızı da ortak ediyoruz. Birlikte yiyoruz olanı, ne varsa.
Sofrada herkese yer açmalı insan, tüm mahlukata
Köprünün öte yakasında, öte ayağının sağ tarafında etrafı tel örgü ile çevrilmiş bir yapı görüyoruz. Önce belediyeye ait bir sosyal tesis sanıyoruz. Sonra buranın Tağar Çayı’ndan bir kanala alınarak getirilen ve yükseklik farkı yaratılarak elektrik elde edilen şu anda atıl ve çalışmaz halde bulunan çok eski bir elektrik santrali olabileceğini düşünüyoruz.
Nitekim biz yemeğimizi yedikten sonra tesisten güvenlik
görevlisi olduğu anlaşılan genç bir adam geliyor ve bize elektrik tesisi ile
bilgi veriyor. Derken gelen genç adamın Selman’ın köyüne yakın bir köyden
olduğu ortaya çıkıyor ve bir sohbete dalıyorlar.
İnsanlar gidip görmedikleri, okumadıkları, dinlemedikleri
eserler için çokça fantezi kurarlar veya popüler kültürün etkisiyle yapılan
yakıştırmalara inanırlar.
Hayatında Mostar Köprüsü’nü hiç görmemiş birisi Tağar
Köprüsü’ ne kolaylıkla Anadolu’nun Mostar’ ı diyebilir?
Hayatında hiç Kafka okumamış birisi bilmem kim yazara (HAT)
nasıl Doğunun Kafka’sı diyebilir?
Hayatında bir kere bile Ümmü Gülsüm dinlememiş birisi
bilmem kim için neden Türkiye’nin Ümmü Gülsüm’ü diyebiliyor?
Desinler, biz de sıkıcı ve akılda hiç kalmayan teknik
bilgiler vererek işi daha da sevimsiz hale getirmeyelim.
Tağar Köprüsü’ ne yeniden, ama bu gelişimizde Tağar
Çayı’nda yüzmek için gelmek istiyoruz.
Çemişkezek’ten ayrılma vakti, bu akşam son durağımız Pertek
ve Selman’ın annesi ve ablası bizi bekliyorlar.
PERTEK’E
DOĞRU
Dersim’ i bir bölge, kimi zaman bir vilayet, kimi zaman bir
sancak olarak düşündüğümüzde veya tersinden, Dersim’i salt Tunceli karşılığı
olarak düşünmediğimizde aslında çoktandır Dersim’deyiz.
Öyle hiç Doğu Dersim-Batı Dersim ayrımı yapmadan Dersim’in
bugünkü coğrafyasının ve bir zamanların vilayet taksimatının kapladığı yerleri
düşünürsek Eğin de dahil olmak üzere biz zaten Dersim’deyiz.
Doğudan başlayarak sayacak olursak Dersim nerelermiş:
Mazgirt-Kiğı-Çarsancak-Nazimiye-Pülümür-Tercan
Batıya geçince;
Hozat-Çemişkezek-Ovacık-Kemah-Erzincan merkez
ilçe-Eğin-Karaçay-Arapgir-Keban- Pertek
Böyle bir ayrım, böyle bir idari taksimat içinde Dersim
neresidir, diye soracak olursanız, yıllar boyu bölgenin, Dersim’in yönetim merkezi
hep Hozat olmuştur.
Yıllar yılı bir o vilayete bir bu vilayete bağlanan Dersim
adı 1935 yılında çıkarılan Tunceli yasası ile bir şehir olarak idari taksimat
içinde yer alır.
Bugünkü Tunceli’nin bulunduğu yer uzun yıllar adı “Kalan”
olan küçük ve köhne bir kasabayken, Hozat idare merkezi 1946 da Kalan’a taşınır
ve orası Tunceli il merkezi haline gelir.
Tercanlı, Kemahlı veya Erzincanlı dostlarınızdan
duyarsınız, örneğin, Tercanlıyım, ama Dersim’den gelmeyiz, diye.
Aslında geldikleri yer yok, zaten Tercan Dersim vilayeti,
coğrafyası sınırları içinde bir yer.
Politik angajmana girmeksizin, işe sadece kültürel ve
beşeri coğrafya açısından bakarsak, Tuncelililerin kendilerine Dersimliyim
demesi veya Tunceli Belediyesi’nin adının Dersim Belediyesi olarak yazılması
veya zikredilmesi bu anlamda hatalıdır.
Çünkü tarihsel ve kültürel ve fiziki coğrafya olarak
Tunceli tek başına hiçbir zaman Dersim olmadı.
Bu durum Koçgiri, Trakya, Teke Kozak, Dinekvb siyasi ve
kültürel coğrafya içinde yaşayanlar için de geçerlidir.
…/…
Akşam olmak üzere.
Çemişkezek’ten sonra Fırat havzasının coğrafi düzlüğü
kendini gösteriyor ve havzanın etrafında ekili verimli alanlar göze çarpıyor.
Eğin’den bu yana kıvrım kıvrım dağlar, çatal dilli bir
yılan gibi uzayıp giden vadiler, sessizliğinden ürktüğünüz koyakların içine
saklanmış köyler gerilerde kalıyor.
Rakım bir hayli düşüyor ve kısmen biz dağ ovası üzerinde
ilerliyoruz.
Sağımızda kalan Keban Baraj Havzası akşam güneşinin son
ışıklarını çekiyor içine keyifle.
Keban Baraj Havzası- Pertek yakınları
Pertek’
e varıyoruz, Tunceli yoluna giden şehir merkezine dönüyor Selman’ın annesinin
ve ablasının oturduğu, benim de geçen sene karlı kış günlerinde kaldığım evin
olduğu mahalleye gidiyoruz.
Ana
yoldan şehir merkezine dönerken Harput’ tan Pertek’ e gelen akşamın son
feribotunu görüyoruz. Kim bilir kimleri kavuşturmaya, kim bilir kimleri
ayırmaya geliyor bu saatte bu feribot.
Ama
benim düşlerimde ise ne bir feribot, ne bir baraj ve ne de bir baraj havzası, benim
düşlerimde ta Erzurum’dan bu yana çoğala çoğala kavuşa kavuşa coşup gelen
Karasu-Çaltı-Tağar Çayı, Eski Pertek’ e gelişimizde ise Munzur Çayı-Murat
Suyu-Peri Suyu ve hepsinin akıp gürlemesi yatıyor.
Bunlar
aydınlatıyor düşlerimi.
Bu
anlamda bütün bu düşleri yaşayan, onlara şahit olan Rahip KARAKİN’ i
kıskanmadan edemiyorum.
Bundan
sonraki bölümlerde bu cennet suları anlatmaya çalışacağım.
Sağımızdaki
bu yapay su, bu yapay göl öylesine soğuk ki. Kim bilir dibinde ne kültürler,
nasıl bir kayıp miras, ne lezzette üzüm bağları ve kapağı açılmamış ne lezzette
şarap küpleri öyle kendi hallerinde yatıyorlar üzerlerini örten o 47 yıllık
balçıklı ve kirli anılarla.
Harput’tan Pertek’e gelen akşamın son feribotu
Nihayet
eve varıyoruz. Yola çıkışımızı sadece Abla biliyor, anne bilmiyor. Selman
heyecanlanmasın diye yola çıkışını annesine söylemiyor, iyi de yapıyor.
Karnımız
tok, ama yine de abla yemeği, yenmez mi?
Hasretle
kucaklaşmalar, sıcak bakışlar, Selman’ın ve annesinin her biri bir muamma
benzeri esprileri ve annenin giderek açılan şekilde komediye varan hikaye
anlatışları geceyi uzatıyor.
Yarın
sadece Dersim Alevilerinin değil bütün Türkiye Alevilerinin kültü, kutsalı
haline gelmiş bir ziyarete, Düzgün Baba ziyaretine gideceğiz.
Hazırlıklarımız
tamam.
Geceyi
yakın ediyorum.
(devam edecek)
DÜZGÜN BABA ZİYARETİ
Hi, Your Turkish language perfect, Armenian history (about one century ago) is very very tragic. And recently White Genocide gains accelerations. In Hayastan there is a saying “ I forgive but I never forget” Regards, Nicholas Theotarian
YanıtlaSilThank you
Sil