8 Ocak 2021 Cuma

DERSİM’E YOLCULUK (YEDİNCİ BÖLÜM)

23 Kasım 2020, Pazartesi

Eğin’e son kez Kırkgöz’den bakıyoruz. Aşağıda suyu iyice azalmış Fırat. Solda dik yamaçta Eğin şehri, hemen arkasında bir kale duvarı gibi Hotar. Suyun karşı yakasında Venk Köyü ve oradan aştın mıydı Lick, bugünkü İliç.

Bir sonraki yolculuğumuzun konusuna dahil olan Lick-İliç şimdilerde altın madeni işletenlerin talanı altında, coğrafyası darmadağın olmuş halde. Ya altını ayrıştırmada madende kullanılan siyanürün Fırat’a inmesi?

Bir sonraki yolculuğumuzda Eğin’den İliç’e suyun öte yakasından başlayan gabanlardan aşıp gideceğiz. İliç’ ten Armıdan’ a varacağız. Armıdan’ da Hagop MINTZURI karşılayacak bizi. Ama MINTZURI’ den önce Zimeralı Diego karşılıyor bizi bu yolculukta.


ZİMERALI DİEGO İLE KARŞILAŞMA

Armıdan’ a varmadan, Divriği’den çıkıp Eğin’ e Taş Yolu üzerinden giderken Gümüşçeşme Köyü’ ne - Narver’ e varmadan yolda bizi Zimeralı (Erm. Zımara) Diego karşılıyor.

Daha doğrusu yolda Diego ile karşılaşıyoruz.

Zımara’ da Diego’dan dolayı çok fazla tanıdığımız olmasına rağmen biz de Rahip Karekin’ in yaptığı gibi Zımara Köyü’ ne girmiyoruz.

(…)

Çekirgenin cır cır sesi tüm ovayı doldurmuştu. Küme küme tavuklar biçilmiş tarlaların içinde dolaşıyorlar. Güneş ışınlarını topluyorlar. Pek çok Ermeninin ve iyi dostun bulunduğu Zımara’ya gidemiyorum. İşte, kalabalık zeytin ve meyve ağaçlarıyla dolu Pinga’ nın ağaçlıklı bölgesine giriyoruz.

(…)

Palu-Harput – II. Cilt Raporlar

…/…

Zımara’ ya gitmek isterseniz Divriği-İliç karayolunda Penga’ ya gelmeden sola dönmeniz gerekir.

Yolun solunda Zımara veya Zimera Köy levhası göremezsiniz.

Sizin göreceğiniz Altıntaş Köy levhasıdır, yani Diego’nun köyü olan Altıntaş, yani Rahip Karakin’ in “gidemiyorum” dediği köy.

Rahip Karakin Zımara’ ya gidemese de İliç yönünde, Lick yönünde bir beş km daha giderek Karasu’ yun ( Fırat’ ın) kenarında kurulu, daha korunaklı ve daha güzel, içinde zeytinliklerin bile olduğu bir köye Pinga(Pingen, Pingyan, Pinkyan) Köyü’ ne varıyorsunuz.

İliç-Lick yönünde karayolundan bir beş km daha giderseniz Karasu kenarında, Fırat kenarında Pinga veya Pingan Köyü’ nü göremezsiniz.

Sizin göreceğiniz köyün adı levhanın üzerinde yazdığı gibi Adatepe Köyü’dür.

Ama İnşaat Mühendisleri Odası’ nın 50. YILDA 50 ESER çalışmasına bakarsanız

SİVAS-ERZURUM DEMİRYOLU ile ilgili çok kısa ama çarpıcı bilgiler bulabilirsiniz.

Sivas-Erzurum hattı, Türkiye inşaat mühendisliği tarihinde, öyküsü anlatıldığı zaman değerini bulan eserlerden birisidir. Proje, alçak gönüllülüğü, içinde taşıdığı bilgi ve teknik zenginliğini bir bütünlük içinde yansıtmayı başarmıştır. Sivas-Erzurum Demiryolu Hattının en önemli özelliği, ilk defa Türk yatırımcı, Türk mühendis, Türk formen gibi, tamamen ulusal zenginlikten oluşan bir yelpazeyle gerçekleştirilen proje olmasıdır.

Yer: Sivas-Erzurum hattı

Tarih: 1933-1937

 İşveren: Devlet Demiryolları

Statik Tasarım: Bilgiye Ulaşılamamıştır

Mimari Tasarım: Bilgiye Ulaşılamamıştır

Yapım: Emanet Usulü (çoklu yapımcı)

Müşavir: Nuri Demirağ, Abdurrahman Naci Demirağ

Bedel: 80 Milyon TL (Malatya iltisakı ile birlikte)

…/…

İşte gün gelip de bir Doğu Ekspresi Treni ile Kars’a giderseniz veya Kars’ tan gelirseniz, gidiş yönünde sizi ve tüm Eğinlileri Eğin’ e bağlayan Bağıştaş İstasyonu’ndan önce, geliş yönünde ise Bağıştaş İstasyonu’ndan sonra  gelen ve üzerinde PİNGAN yazılı istasyonu görürsünüz.

Gidiş yönünde sizi asıl sarmalayan ise bu hattı, bu alçakgönüllü büyük projeyi hayata geçirip tamamlayanın bu yolculuğumuzda daha önce de karşımıza çıkan Divriğili kardeşler Nuri ve Naci DEMİRAĞ kardeşlerin olmasıdır.

İstasyonda gördüğünüz PİNGAN levhası sizi şaşırtır, ne demektir bu PİNGAN acaba? Sizi asıl şaşırtan Karasu boyunca uzanan dar vadinin içinden geçtiği kayaları delip demiryolunu Karasu boyunca götürmektir.

Sizi asıl şaşırtan o tünellerden geçtikten sonra PİNGAN-Adatepe Köyü’ ne varmaktır.

Pingan’ a varmadan Karasu boyuPingan-Adatepe Tren İstasyonu

Ama sizi asıl şaşırtan Zımara’ da kalmayıp Pingan’ da kalan Rahip KARAKİN’ in Pingan’ ı anlatışıdır.

(…)

Çok ısrar ettiklerinden birkaç gün daha kalmaya razı oldum. Ancak görev beni çağırıyordu. Penga’ nın bulunduğu mevkii oldukça sağlam. Kayalıklar arasında tıpkı bir kale gibi. her tarafta dar ve derin geçitler bulunuyor. Koca Fırat bile sıkışarak, dolanarak yoluna devam etmek zorunda kalıyor. Köprü karşı ovayı köye bağlıyor. Ancak her gece kapılar kapatılıyor. Eğer düşman tehlikesi varsa köprü kaldırılıyor, böylece ırmağı geçmek imkansız hale geliyor. Pengalılar çeşitli boylarda silahlara sahip. Evlerinin bir duvarında kutsal kitaplar, iki duvarda silahlar, diğer duvarda da yiyecekler asılı duruyor. Nadide atlara ve maharetli binicilere sahipler. Irmakta, dağlarda taşlarda çok hızlı hareket edebiliyorlar.

Ovacık ya da diğer adıyla Dersim Kürtleri bu taraflardaki Ermeni ve Türk köylülerinden haraç alıyor, soyuyor, öldürüyorlar vs. Pengalılar ise cesaretleri sayesinde özgür yaşamakla kalmıyor bu Kürtleri korkutuyorlar da. Ovacıklılar henüz Penga’ya ayak basabilmişler değil.

(…)

Biz Gümüşçeşme Köyü’ ne doğru yol alıyoruz. Taş Yolu izleyerek Eğin’ e varacağız.

Divriği’den kiraladığımız ticari takside ben, Hüseyin ve taksi sürücüsü Zeynel Kaptan var.

Yolda bizi Zımaralı-Altıntaşlı Diego karşılıyor.

Beş yüz metre kadar önümüzde, yolun sağında,sırtında orta büyüklükte bir sırt çantası, başında orta büyüklükte bir Meksika şapkası, adımlarından genç olduğunu tahmin ettiğim birisi yürüyor. Bu ıssız dağ başında kim yürüyerek dolaşır buraları?

Rahip KARAKİN bile yanına onca at ve muhafız alarak dolaşmıştı buraları. 

İflah olmaz bir doğa yürüyüşçüsüdür, diye düşünüyorum. İyi ama buralarda onu cezbedecek nasıl bir rota, nasıl bir güzergah var ki bu genç adam buralarda tek başına yürüsün?

Yolunu kaybeden birisi mi acaba? Sanmam. Bu teknoloji çağında kaybolmanız olanaksız.

Yolda tek başına yürüyen birisinin kim olduğunu, neden yürüdüğünü sormak olmaz, ihtiyacı varsa onu da alıp araca yola devam edersiniz.

Ben de öyle yapmayı düşünüyorum.

-Zeynel Kaptan şu adamı alalım, yanına yanaşınca dur da bir konuşalım.

-Tamam Abi.

Meksika şapkalı genç adama yaklaşıyoruz. Genç adamın Latin Amerikalı olduğu sadece kafasındaki Meksika şapkasından değil, her halinden belli oluyor. Hiç tereddütsüz ve başlangıç İspanyolcası ile selam veriyorum.

-Buenos dias. Como Estas? (iyi günler, nasılsın?)

Daha ilk İspanyolca kelimelerin karşılık bulacağından emindim ve hemen beklediğim karşılık geliyor ve karşımdaki genç adam bir Latin Amerikalı muzipliği ve sıcaklığı içinde hiç susmadan ve elbette bol el ve kol hareketi ve mimikle bana İspanyolca bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Oysa benim konuşabileceğim İspanyolca ancak o iki kelimeyle sınırlıydı.

Konuşmanın gerisini İngilizce olarak sürdürüyoruz. Diego’yu taksiye alıyor, Zeynel Kaptan’ın yanına oturtuyoruz.

Diego biz sormadan başlıyor anlatmaya.

-Şu Türkler çok komik ya, bir kelime İspanyolca veya İngilizce bilmeden, adımın ne olduğunu duyduktan sonra bana durmadan söyledikleri şey sadece “Hello Maradona, Diego Maradona.” 

Bu satırları yazarken Diego Maradona’nın da göçüp gitmiş olduğunu bilmek ne büyük acı.

-Nerelisin?

-Arjantinli.

Diego Arjantinli olduğunu söyleyince, tamam diyorum, anlıyorum insanların bu genç adamın peşine Maradona diye düşmelerinin nedenini.

-Diego hayırdır, trekking mi yapıyorsun, ne işin var bu yollarda?

-Hayır, Eğin’ e gidiyorum.

-Eğin’e motorlu araçla gidebileceğin başka yollar da var, neden o yolu kullanmıyorsun?

-Evet, ama bu yol çok kestirme?

-Nasıl yani nereden geliyorsun ki?

-Altıntaş Köyü’nden.

Altıntaş adının telaffuz edilmesi atom hızıyla kaptanımız Zeynel’in kulağına çarpıyor. Zeynel Kaptan taksinin direksiyonunu bırakıyor ve arkaya bana dönüyor.

-Abi ne olur söyle ona bizi oraya götürsün.

Önce anlayamıyorum Zeynel Kaptan’ın neden bu kadar çarpıldığını ve Diego’nun bizi neden Altıntaş Köyü’ne götürmesini istemesini.

-Diego Altıntaş Köyü’nde ne var? Orada ziyaret edilmesi, görülmesi gereken bir şey mi var?

-Hayır, orası, o köy benim atalarımın, dedelerimin köyüdür, orayı ziyaret ettim ve geri dönüyorum.

Bunları duyunca neredeyse kanım çekiliyor. Üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman sonra, dedelerinin zamanında adı ZIMARA olan ve 1. Yüzyıldan beri varlığı bilinen, şimdiki adı ALTINTAŞ olan köyden dönen, soyadını bilmediğim Arjantinli genç adam Diego nasıl bir manzara ile karşılaştı acaba o köyde?

Kaptan Zeynel Divriği ve civar köylerini bildiği gibi, İliç köylerini de biliyor. Kaptan Zeynel’ in bildiği bir şey daha var ki bütün define ve altın arayıcıları gibi ZIMARA Köyü’ nün eski bir Ermeni Köyü olduğu.

Zeynel Kaptan gibi diğer define ve altın arayıcılarının ise altınları hep o Ermeni ve Rum köylerinde arıyorlar ve Ermeni ve Rumların o köylerden giderken bir yerlere mutlaka altın gömü sakladıklarından emin haldeler.

Zeynel Kaptan Diego’ nun dedelerinin köyüne, Altıntaş’a boş yere gitmiş olmayacağını düşünerek varsa bir altın gömü durumu, hemen işe başlayabileceklerini söylüyor.

Bu söylenenleri Diego’ ya çevirmiyorum, ama o anlıyor zaten.

Zira Diego bir gün kafasına koyup bir tarım çiftliğinde çalıştığı Eğin’ den ayrılıp 45 km yürüyerek dedelerinin köyü Altıntaş’a – Zımara’ya yürürken kapkaranlık Taş Yolu’ndan çıkıp Gümüşçeşme Köyü’ nü de geçtikten sonra bizim de gelirken gördüğümüz açık maden işletmelerinin önünden geçerken maden işletmesinin nizamiyesindekilerin Diego’yu çevirdiklerini ve nereye gittiğini öğrendiklerinde “Diego işte bütün iş makineleri emrinde” dediklerini anlatıyor yine o hızlı konuşması el kol hareketler ve mimikleri ve esmer yüzünde hiç eksilmeyen gülümsemesiyle.

Hem bizim taksici Zeynel Kaptan’ ı hem de açık maden işletmesinin nizamiyesindekileri atom hızıyla çarpan o şey, o sihirli kelime içinde altın olan Diego’nun köyü ALTINTAŞ Köyü idi.

İyi ama Diego buraya, Eğin’e nasıl ve nereden gelmişti? Arjantinli birinin kökleri Anadolu Ermenilerine dayanan dedelerini araması nasıl bir şeydi?

Taş Yola girene kadar Diego’ ya soruyorum, çoğu zaman o anlatıyor sormadan.

Diego üniversiteyi İspanya’ da bitirmiş ve Perma Kültür okumuş.

O yaz Diego Perma Kültür seminerleri için Gürcistan’ a gitmiş. Dönüşte Ardahan üzerinden Eğin’ e gelmiş ve bir haftadır barınma ve yemek ihtiyacının karşılandığı Eğin’deki bir tarım çiftliğinde çalışıyormuş.

Tamam, anlıyorum. Ama Eğin’den kalkarak yürüye yürüye ve üstelik kimi yerleri zifiri karanlık olan Taş Yolu geçerek 45 km o yolu nasıl bitirip de Altıntaş’ a, dedelerinin köyü Zımara’ ya vardın?

Vardığında neler hissetin?

Hangi taşa verdin de bağrını ağladın veya oturduğun taş bir zamanlar dedenin o yağız atlara binmek için kullandığı binek taşı mıydı?

Diego vardığı dedelerinin köyünde çok iyi karşılanır, dedelerinin yaşadığı ev hala ayaktadır ve içinde aile yaşamaktadır, gösterirler.

Artık Taş Yolu’ndayız. Aracımızın farları yandı. Ben ve yoldaşım Hüseyin Taş Yolu ilk defa geçeceğiz.

Arada durup kaya tünelin sol tarafına, Fırat’tan tarafa olan açıklıklara yanaşıp Fırat’a ve derin vadiye bakıyoruz.

Sonra yola devam ediyoruz.

Yol bazen tek araçlık geçitlere izin verecek hale geliyor ve dikkat etmezsen beş yüz metre sola Fırat’a uçarsın.

Ama bütün bu yol koşulları bizim Zeynel Kaptan için ne kadar önemli ki?

Önüne ve soluna bakmadan geriye bana dönen Zeynel Kaptan “abi ne olursun söyle” diyor, altın varsa işine bakalım.

Diego da Zeynel Kaptan’ın içinde altın lafı geçen konuşmalarına ve gözlerinin kamaşmalarına, bütün tehlikesine rağmen yolu hiçe sayıp direksiyonu bırakıp bana geriye dönmesine aldırmıyor, o da gülüyor.

Zeynel Kaptan da Diego’nun konuşmalarında ne zaman altın geçse gözleri kamaşıyor, ağzı sulanıp salyaları akıyor ve karikatürize edilmiş o Türk filmlerinin sahnelerini aratmayacak şekilde “altıınnnnnnaltınnnnnnnnnn” demeye başlıyor.

 Diego’nun dedelerin 1915 deportasyonu sonucu Suriye’ ye, Der-i Zor çöllerine gönderiliyor. Hayatta kalan dede Mondros Mütarekesi’nden sonra köyüne dönüyor.

Köyünde fazla kalmayan dede o dönemdeki Anadolu Ermenilerinin çoğunun yapmış olduğu gibi Latin Amerika ülkelerine oradan da ABD ve Kanada’ ya göçüyorlar.

Diego’nun dedesi Arjantin’ e yerleşiyor.

İlk defa geçtiğim bu Taş Yol’ da arada Zeynel Kaptan’a farları kapatmasını söylediğimde tünelin içinin mutlak karanlığa büründüğünü fark edip ürperiyordum. Diego’ya sormadan edemedim.

-Diogo sen bu dokuz km karanlık tüneli nasıl geçtin? El fenerin var mıydı?

-Hayır, el fenerim yoktu. Cep telefonunun ışığı ile geçtim.

-İyi ama cep telefonunun pili hemen biter ve karanlıkta kalırsın.

-Evet, öyle oldu, cep telefonun ışığı hemen bitti ve karanlıkta kaldım.

-Yola nasıl devam ettin, bu zifiri karanlıkta yolunu nasıl bulup tünelden çıkabildin?

-Ellerimin içi ile tünelin duvarlarına dokundum, bir mim sanatçısı gibi avuç içlerimle taş duvara dokuna dokuna çıkışı buldum.

 Doğrusu anlamak zor, ama saatlerce taşa dokunmak adına bir o kadar da deneysel bir yürüyüş. Ne diyebilirdim ki, “çok aptalca” demek işin en kolayı ve en salakça olan tepkilerden birisi.

İnsan bir zamanlar atalarının yaşadığı yere gidiyorsa bunu bir konunun izini sürerek de yapabilir, uzun bir karanlık tünelin taşlarına avuç içleri dokunarak da.

 -Diego ile karşılaşmamdan beş yıl sonra Eğin’ e gelerek benim de onun çalışmış olduğu o tarım çiftliğinde çalışmış olmam,

-Diego ile karşılaşmamı bunca yıl bekleyip ilk defa kaleme aldığım günlerde onun adının kendi ülkesinde adeta bir ulusal kahraman gibi görülen Diego Maradona anısına verilmiş olduğunu ve Maradona’nın ise bu karşılaşmanın yazıldığı tarihlerde hayatını kaybetmiş olduğunu bilmem,

Bir tesadüf olabilir miydi?

Zımara-Zimera-Altıntaş Köyü – Diego’nun Köyü

Papaz Karakin gibi biz de Zımara Köyü’nde kalmıyoruz, ama beş yıl önceden benim yolumu Zımaralı Diego kesişiyor.

SUYUN ÖTE YAKASI

Artık suyun öte yakasına geçmek ve Dersim’ e, Pertek’e Selman’ın annesinin ve ablasının yaşadığı ilçe merkezine varmak için yola çıkıyoruz.

Dedik ya biz de Moltke’nin kullandığı yolu kullanıyoruz, yani Çemişkezek yolunu.

Yönümüz güney. Sonra doğuya döneceğiz. Kıvrım kıvrım yolun sağ tarafına dağın yamaçlarına yaslanan koyaklara zar zor sığmış nasıl kurulduğu belirsiz, insanı hayrete düşürecek kadar ıssız köylerin önünden geçiyoruz.

İşte ilk köy, Ergü-Argu Köyü.

Ergü Köyü aşağıda Fırat, bıraksan kendini uçarsın Fırat’a


Sonra Kozlupınar-Hapanos (Erm. Hapeğnots) ve sonra Yeşilyurt-Ekrek-(Erm. Akrag-yeşil çiftlik)

Moltke’ nin haritalarda daha adı geçmemiş, ama önemli bir kasaba diye mektubuna yazdığı Çemişkezek’e varmak için yönümüzü doğuya dönmek ve Yeşilyurt Köyü’nden sonra Fırat’ı geçmek zorundayız.

Fırat’ı geçeceğimiz köprünün bulunduğu yerde ulaşım bir zamanlar keleklerle, sallarla yakın zamana kadar, Keban Barajının su tutmasına kadar 1957 yılında yapılan Başpınar Köprüsü üzerinden sağlanıyordu.

1957 yılında yapılan Başpınar Köprüsü


Keban Barajı 1973 yılında açılıp, 1974 su tutmaya başlayınca Başpınar Köprüsü 1974 yılında su altında kaldı.

Bu durumda suyun öte yakasında bulunan Kemaliye köylerinin ilçe ile irtibatları birden bire kesildi.

Çözümü yine kendisi bulan halk ilkel feribotlarla ulaşımı sağlamaya çalıştı. Ancak Fırat’ın getirdiği mil ve su seviyesinin zaman zaman çok düşmesi feribot ile ulaşımda da aksamalara bunun sonucunda da ulaşılamayan köylerde sayısız sorunlara yol açtı.

Aslında Fırat üzerindeki Başpınar Köprüsü’nün sular altında kalacağı ve yeni köprüyü barajı yapan DSİ’ nin yapacağı belli iken, bu iş yılan hikayesine dönmüş ve romanlara ve filmlere de konu olan “köprü/köprüsüzlük” hikayesi derken dönemin başbakanı Bülent ECEVİT ve dönemin Erzincan Valisi Recep YAZICIOĞLU’ nun girişimleriyle bizim de üzerinden suyun öte yakasına geçtiğimiz bugünkü köprü açılmış oldu. 


Recep Yazıcıoğlu Köprüsü açılana kadar

Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü

Biz de Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü’nün üzerinden geçiyoruz. Moltke suyun öte yakasına nasıl geçti, bilemiyoruz. Ancak baraj yapılmadan önceki Başpınar Köprüsü’ne bakarsak Fırat’ın eski yatağının, eski Başpınar Köprüsü altında kalan yatağın çok dar, baraj yapıldıktan sonra ise çok geniş olduğunu görüyoruz. Bu çok geniş yatağın iki yakasını modern bir köprü ile birleştirmek hem pahalı ve teknik bir konu hem de zaman alan bir inşaat sürecidir. Köprünün finansmanı için devletin kaynak ayırmadığını da düşünürsek o günkü koşullarda köprü yatağının sağ tarafının doldurulması ve ayağın dolgu üzerine konmuş olması birçok sorunu çözmüş gibi görünüyor.

Köprünün başına geldiğinizde ne Dersim/Tunceli ne Çemişkezek yön levhası görüyorsunuz. Gördüğünüz sadece BAŞPINAR levhasıdır. Öyle Başpınar Köyü’nün hemen şurada olduğunu düşünüyorsanız, yanılırsınız.

Nihayet köprüden suyun öte yakasına geçiyoruz.

Güneşin ışıkları artık yatay konuma gelmeye başladı. Biz köprüden sonra doğuya, kuzey doğuya doğru yükselerek yol almaya başladıkça altımızda kalan Fırat güneşin ışıkları ile “gümüşten bir gerdanlık” gibi görünmeye, akmaya başlıyor.

Daha Eğin’e, daha Tuğut’ a gelip de köylerdeki ve ilçelerdeki mimariyi görüp şaşıran Selman Dersim’ e veya coğrafi olarak konuşacak olursak Batı Dersim’in köylerine girince “işte bizim buraların evleri de böyle” ne mimari var ne estetik ve karakter, demeye başlıyor.

Gerçekten de evler hem taş örgü, hem ahşap işçiliği hem de konumları itibarıyla ne Divriği-Tuğut ne de Eğin ve köylerinin evlerine hiç benzemiyor.

Eğin-Apçağa Köyü evleri gibi bizi büyüleyen evlerin olduğu köylerden geçmiyorsak da altımızda, sağımızda Keban’ a doğru akan Fırat’ın- Karasu’ yun ikindi güneşinin ışıkları ile gümüşi renge dönmesi bizi büyülüyordu.

Uzakta Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü 

Suyu çekilmiş Fırat    

Coştuğunda derin ve kanlı akan Fırat’ı, adına “zalım Fırat” diye türküler yakılan Fırat’ı bu halde görmek ne acı. Suyun çekildiği yerlerde balçık üzerinde geceleri yaban hayvanları dolaşıyor anlaşılan. Görenlerin farklı anlamlar çıkarabilecekleri bu soyut çizimler o yaban hayvanlarının ayak izlerinden başka bir şey değil. 

Fırat havzasında balçık üzerinde yaban hayvanlarının çizdikleri

ÇEMİŞKEZEK’ E DOĞRU

Biz Başpınar Köprüsü- Vali Recep Yazıcıoğlu Köprüsü üzerinden geçip giderken  Rahip Karakin Çemişkezek’ e bakalım nasıl gidiyor? O da bizim gibi Eğin’den, Toybelen Köyü’nden, Gamırgap’ tan çıkıyor yola.

(…)

Temmuz 15: Gamırgap’tan (Kemaliye-Toybelen Köyü blogger notu) yola çıktık. Yolcu etmeye gelen kalabalık bir grup var. Çocuklar şarkı söylüyorlar. Bağların başına geldiğimizde “hoşça kalın” dedik ve “güle güle” cevabıyla kayaları tırmanmaya başladık. Arapgir yolu on saat kadar sürüyor, ancak tehlikelerle dolu. Bu sebeple polisin yanı sıra Gamırgap’tan üç silahlı Ermeni de beraberimizde geldiler. Dağın diğer tarafından aşağı inerken Gamırgap Çeşmesi’nin yakınında bir grup atlı gördük. Silahlarla tozu dumana katıyorlardı. Eğin’den güle güle demeye gelen dostlardı. Saygı ve sevgiyle kucaklaştık. Erzincan ordusundan Maraşlı bir kolbaşı ve bir asker geldi. Bizim polis Emin Ağa oldukça medeni biriydi. İyi de Ermenice konuşuyordu. Fırat bizden ayrılmadan akıp gidiyor. Ormanlık köylerden geçiyoruz. Hapanos (Hapeğanots) (Kozlupınar-blogger notu) Vadisi’nde suyun kıyısında, zeytinliklerin gölgesinde yemeğe oturduk. Bulunduğumuz yer eğlenceli idi. Yukarıda bulunan köy, kayalıkların arasından görünüyor. Bu köyün halkı da Türkleşmiş Ermenilerden oluşuyor. Yola koyulduk. Her taraf vadi ve geçitlerle dolu. Irmak Çemişkezek ile Eğin sınırını ayırıyor. Ötede, dağın eteklerinden suyun kıyısına kadar bağlar yayılmış. Katırcı ile Emin Ağa bu vadilerde gerçekleşen soygun ve cinayetleri anlatıyorlar. Bir kayık gördük. Çemişkezek’ e gidip gelenlere hizmet veriyor. Kızıl Kaldırım denilen (kan rengi toprak) yer bu vadinin içinde. Biraz ötede Arnavut Hanı var. Han sağlam ama Kürt korkusundan boş kalmış. Ara sıra Fırat’ın karşı kıyısındaki kayalıklardan silah sesleri duyuyoruz. Zor ve kayalık bir dağ ve Bohtan Deresi denilen vadiden geçiyoruz. Yüksekçe tepede harap bir karakol ve kurumuş bir çeşme var. Ötede beride ağaç kütükleri, kendiliğinden yetişmiş otlar görüyoruz. Derin sessizlik insana korku veriyor. İşte birkaç keçinin sesini duyuyoruz. Mutlu çoban gönül rahatlığıyla bir ağacın gölgesine uzanmış kavalını çalıyor.

(…)

Rahip Karakin bizim geçtiğimiz yerin biraz yukarısından geçiyor suyun öte yakasına. Biz de Kozlupınar Köyü’ den geçiyoruz, ama ne bu yakada ne de öte yakada ne zeytinlikler ne de bağlar görebiliyoruz. Bunun tek nedeni insansızlık olamaz elbette. Bunun en büyük nedeni ekonomik ömrü iyi hesap edilmeyen, toprak erozyonu ile hiç mücadele yapılmadan suların önüne set çekilmesi ile fiziki ve klimatik coğrafyanın değişmesidir.

Başpınar Köyü girişine vardığımızda yol kontrolü için durduruluyoruz. Kimliklerimize bakılıyor. Papaz Karakin’ in sözünü ettiği Arnavut Hanı’nı ve karakol binasını biz de göremiyoruz.

Ama gözümüze çarpan bu restore edilmiş uzun binanın yöre konut mimarisine uymadığından bu binanın Papaz Karakin’ in sözünü ettiği terk edilmiş Arnavut Hanı olabileceğini düşünüyoruz. 1947 tarihli aşağıdaki siyah beyaz fotoğrafa bakarsanız bina önünde askerleri ve bir sıra halinde okula girmekte olan öğrencileri görürsünüz. Bu bina ve Arnavut Hanı ile ilgili kesin bilgiler bulamasam da bir zamanlar han olan ve boş duran bu binanın sonraki yıllarda ve Cumhuriyet’ in ilk yıllarında bir bölümünün karakol, bir bölümünün ise ilkokul olarak kullanılmış olduğunu düşünüyorum.

Bu bina şu an sadece Başpınar İlköğretim Okulu binası olarak kullanılmaktadır.   

1947 Karakol ve İlkokul aynı binada 

Arnavut Hanı, şimdi Başpınar İlköğretim Okulu

Başpınar Köyü sokaklarından geçerken yeni ve modern karakol binası da hemen sağımızda dikkatimizi çekiyor.

Bir zamanlarlar, 1943’e kadar, Çemişkezek’ e bağlı bir nahiye olan Başpınar Köyü (Baş Vartenik – Vartenik) halen önemli bir yol üzerinde olmasına rağmen eski canlılığını yitirmiş ve Kemaliye’ ye bağlı bir köy durumundadır.

Munzurların Eğin’ den bakınca da görülen bir zirvesi olan Ziyaret Tepe Başpınar Köyü’nün neredeyse hemen arkası gibi duruyor. İnsan kısa bir mola vererek bir koşu Ziyaret Tepe’ye çıkmak istiyor.

Ama daha yolumuz var gidecek.

Çemişkezek’e doğru yol alıyoruz. Yol kimi yerde daralıyor ve sert virajlarla derin uçurumlara dönüyor. Sağımızda kalan Fırat bir süre sonra gözden kayboluyor.

Artık yüksek bir yayladayız. Rahip Karakin’ in de söz ettiği gibi bu derin sessizlik sizi ürkütüyor. Arada gördüğümüz köylerde bölge mimarisine tamamen yabancı modern olmasına özen gösterilmiş renkli yapılar görüyoruz. Selman bu yapıların sahiplerinin Almancılar olduğunu söylüyor. İnsan nasıl tepki vereceğini bilemiyor. İhtiyaç için yapılıyorsa tamam, ama gösteriş için yapılıyorsa bu sadece israf ve o güzelim doğaya kötü bir dokunuş, adeta bir Rönesans tablosuna zifte bandırılmış bir yağlı boya fırçası ile dokunuş gibi.

Aşağılarda gördüğümüz büyük bir davar sürüsü bize artık Çemişkezek’ e yaklaştığımızı gösteriyor. Zira ne köylerde insan var ne de bu kadar sürüye sahip olacak kadar varlıklı insanlar.

Gördüğümüz sürü de bize Rahip Karakin’ i hatırlatıyor. Sürünün başındaki çobanın mutlu olup olmadığını hiç bilemiyoruz. Ama Rahip Karakin’ in duyduğu o güzel kaval sesini hiç duyamıyoruz, ne de havada bir kuş sesini, keklik sesini. Ne kaval çalmayı bilen bir çoban var ne de artık uçan bir kuş.

Suyun öte yakasına geçerken Fırat’ın yatağında balçık üzerinde yaban hayvanlarının yapmış olduğu tabloya benzer bir canlı tablo çıkıyor karşımıza büyük davar sürüsünü gördüğümüzde.

Birbiri ardına dizilmiş halde giden koyunlar yukarıdan bakınca sanki toprağa saçılmış iri inci tanelerinden yapılma birer tespih gibi görünüyor.

İri inci taneli birer tespih gibi davar sürüsü


NİHAYET ÇEMİŞKEZEK

Çemişkezek’ e varmadan beton bir köprünün üzerinden geçiyoruz. Bizim aradığımız ise Taar – Tağar - Tahar – Tahir Köprüsü. Üzerinden geçtiğimiz köprünün altından akan su ta Ovacık ta Hozat taraflarından doğan ve Ali Boğazı’ndan gelerek Çemişkezek’in önünden geçen Tahir Çayı az ileride Keban Barajı havzasına karışıyor.

Bir zamanlar Karasu’ ya- Fırat’a karışan Tahir Çayı üzerindeki köprüyü görmek için bir yerde duruyor ve karşıdan gelen birisine Taar Köprüsü’nü soruyoruz.

Aldığımız tarife ve coğrafi konumumuza göre olması gereken yere, köprüye doğru gidiyoruz.

Rahip Karakin zeytinliklerin gölgesinde yemeğini yedi, kim bilir neler yedi, bilmiyoruz, ana biz hala Eğin’de yediğimiz Bahçeli Osman’ın kahvaltısıyla duruyoruz.

Yanımızda Apçağa’ dan aldığımız iki tane boylu ekmek ve ta Hattuşa’ dan beri yolluk olarak yanımızda taşıdığımız peynir ve meyveler var.

Salgına rağmen daracık Çemişkezek ana caddesi hayli kalabalık. Bugün buranın pazarı mı acaba, bilemiyoruz. Ama ne Divriği’de ne de Eğin’de gördüğümüz mimariden eserler var buralarda.

Oysa burası da Yukarı Fırat Havzası’nda bir bölge. Kültürel olarak Eğin’den hiç de uzak değil. Başımızı kaldırıp sol tarafa baktığımızda ilçenin en yüksek noktasında TOKİ’nin dev inşaat şantiyesini görüyoruz. O evlerde kimlerin oturacağını sormuyoruz, o evleri yöre mimari kültürüne göre neden yapmazlar?

Hem içinden geçerken gördüğümüz yol boyu ve sokak aralarındaki evler hem de TOKİ’nin yapmakta olduğu evler bu ilçeyi, Çemizkezek’i öylesine sevimsiz bir hale getirmiş ki.

Rahip Karakin Çemişkezekli Ermeni ruhani önderlerin Çemişkezek’te oturduklarını yazarken, Çemişkezek kaymakamının Gaban-Maden’de (bugünkü Keban blogger notu) oturduğunu aktarıyor.

Eğer Çemişkezek 1878 yılında da bu haldeyse, kaymakam Keban’ da oturmakta haklıdır, diyesim geliyor.

Oysa bölgede bir zamanlar çıkan madenler nasıl ki Eğin’de o eşsiz mimariyi ve kültürü yaratmışsa, burada da bir şeyler görebilmeyi umuyoruz.

Bu ümitle karşımıza çıkan tek güzel ve eşsiz mimari örnek tek kemerli taş köprü Taar-Tağar Köprüsü oluyor.

Nerelisin diye sorduklarında siz “Çemişkezekliyim” diye cevap veriyorsanız, karşınızdaki insan sizin söylediğinizi ilk anda anlamaz. Anlayan da şöyle bir gülümser. İlk defa duyan ise sizin onunla dalga geçtiğinizi sanır, öyle sanmasa bile Türkiye’de öyle bir yerin bulunduğuna inanmaz.

Çemişkezek şanssızdır bu anlamda.

Hiç yapmayız, ama biz de bir kere yapalım ve Çemişkezek adının nereden geldiğini soralım kendi kendimize.

Oysa Gürdal AKSOY Çemişkezek adının içinde saklı olan Ermenice Çimiş-gaza-ka kelimesinin anlamının “Çimiş hazinesinin yeri” olduğundan söz ediyor.

Çimiş veya bilinen adıyla 1. Ionnes ÇİMİSKES kim ola ki?

Sözü edilen hazinen sahibi olsa olsa bu zat olabilir, bu da 969 – 976 yılları arasında Doğu Roma – Bizans İmparatorluğu yapmış olan Ermeni asıllı 1. Ionnes ÇİMİSKES’ ten başkası değildir.

Ancak buradan bu imparatorun adının Çemişkezek’ten almış olduğu anlaşılmasın, tam tersine Çemişkezek adını bu imparatordan almıştır.

Doğu Roma öncesi dönemde, Roma ve Helenistik dönemde ise Çemişkezek adını HIEROPOLİS – KUTSAL KENT olarak görmekteyiz.

Bugün Tağar Çayı’nın sağ tarafında dik bir yamaca kalkerli kayalara oyulmuş, haklın “İN DELİKLERİ” dediği tarih öncesi ve pagan döneme tarihlenen yerleşim ve ibadet yerleri belki de Çemişkezek’in bir zamanlar KUTSAL KENT olma özelliğini yansıtıyordu.

Ancak, Gürdal AKSOY’ a*) yeniden kulak verecek olursak, Çimiski adının Urartu dilindeki TUMISKİ kelimesinden, oraya da Hititçe’ den geçtiğinden söz eder.

Yani TUMISKI adı TU-MUŞKİ kelimesinden hareketle MUŞKİLERE bağlanmaktadır.

Muşkilerin kimi kaynaklarda Frigler, kimi kaynaklarda Proto-Ermeniler olduğu söylenmektir. Geç Hitit kaynaklarında geçen Muşki veya Tumiski kelimesindeki –ki eki Ermenice çoğul ekidir.

Bu durumda Muşki kelimesinin Tu-muşki olarak okunuşu MUŞKİLER şeklinde olmaktadır. Yani Çemişkezek, Muşkilerin kurduğu veya onların merkezi olan bir yer.

*) DERSİM ALEVİLİK, ERMENİLİK,KÜRTLÜK-Gürdal AKSOY

İn Delikleri

Rahip KARAKİN Çemişkezek’e gelişinde bizim de hayran kaldığımız, karşısında saatlerce oturmak istediğimiz TağarSuyu’na ve onun üzerindeki Tağar Köprüsü’ne bakmış olmalı.

(…)

Kuzeye ve doğuya doğru epeyce uzun, çıplak tepelerin altında yer alan ve Tağar Su’ yunun dar ve derin vadisi üzerinden kireçtaşı kayalıkları ile yüz yüze bakan küçük kasaba Geç Roma dönemi ve muhtemelen daha da öncesine dek geriye gider. Kasabanın rolü özellikle yerel bir Pazar olmasıydı.

Bu bölgenin ana nehri Hozat Suyu’ dur. Nehir, vadisinin epeyce karanlık (kasvetli) bölümünde yer alan Hozat kasabasının çok uzağından doğmaz, fakat ardından kaynaklar tarafından sulanan yabani ağaçlar, açık araziler ve bostanlar ile taranmış yemyeşil kuzey yamaçların altından akar. 

(…)

Hozat Suyu olarak geçen akarsu haritalarla Tahar Çayı olarak geçerken, bu akarsu Ovacık ve Hozat taraflarından gelen Ali Boğazı’ndan doğar.

Tam da bizim gördüğümüz karışık ve kalabalık durumu anlatıyor Papaz KARAKİN, demek bunun nedeni Çemişkezek’ in önemli bir Pazar yeri olmasıdır.

Ne bir işaret ne bir levha var o güzelim köprüyü gösteren, ama Tağar Çayı boyunca giderek yukarıdan aşağıya çaya bakarak köprünün nerede olacağını az çok tahmin edebiliyorsunuz.

Nitekim az gidip Tağar Köprüsü’nü buluyoruz. İşte köprümüz, işte kimi abartılı kaynaklarda Anadolu’nun Mostar Köprüsü karşımızda duruyor.

Aracımızı köprüyü gören bir yere bırakıp aşağı doğru yürüyoruz.

TAĞAR-TAAR-TAHAR KÖPRÜSÜ

Hangisini söylerseniz söyleyin, hepsi “temiz” anlamına gelen Arapça “tahir” kelimesinden gelir.

Tahir kelimesi de taharet kelimesinden gelir.

Bizim yörelerde turşu, pekmez, su, sirke vb sıvı konulan büyükçe toprak küplere “taar-tağar” denilirdi. Pek anlam veremezdim.

Taar kelimesinin de tağar-tahir “temiz” kelimesinin sadece okunuş şekli olduğunu öğrendiğimde aslında o sözü edilen toprak küplere sadece temiz sıvılar konduğu için adının taar-tağar olarak söylendiğini keşfediyordum. Ne güzel, hep öğrenmek.

Tağar Köprüsü’nün altından akan Tağar Çayı’nı görseniz “temiz” demezsiniz, yetersiz kalır bu kelime, billur, kristal berraklığında cennet suyu, dersiniz. 

Hiç kirlenmeden ve gürül gürül akıyor Tağar Çayı o güzelim ve hala dimdik ayakta duran Tağar Köprüsü’ nün altından

Tağar Çayı üzerinde Tağar Köprüsü 19. Yy başı (1807-1808)


Köprüyü yaptıran Yusuf Ziya Paşa, ama köprüye adını veren Hacı Tahar (Tahir) Bey.

Papaz KARAKİN Hacı Tahir Bey’ e misafir oluyor.

(…)

Şehrin sokakları ve çarşısı karmakarışık olmasına karşın düzenli binalar da yok değildi. Yapılar içinde en biçimli ve gösterişlisi Hacı Tahar (Tahir) Beyi’in eviydi. Beyler içinde en medenisi ve kıdemlisi kendisiydi.

(…)

Karnımız acıktı. Yemek yiyecek en uygun yer Tağar Köprüsü’nün kesme taş döşeli zemini. Araç trafiği yok. Altımızdan billur gibi bir su akıyor.

Tağar Köprüsü’nün kesme taş döşeli zeminine oturuyor ve azığımızda ne varsa çıkarıyoruz. Eğin’ de Bahçeli Osman’dan ayrılmadan doldurmuş olduğumuz termos hala sıcak, yani çayımız da var.

Yemeğimize hayvan dostlarımızı da ortak ediyoruz. Birlikte yiyoruz olanı, ne varsa.

Sofrada herkese yer açmalı insan, tüm mahlukata

Köprünün öte yakasında, öte ayağının sağ tarafında etrafı tel örgü ile çevrilmiş bir yapı görüyoruz. Önce belediyeye ait bir sosyal tesis sanıyoruz. Sonra buranın Tağar Çayı’ndan bir kanala alınarak getirilen ve yükseklik farkı yaratılarak elektrik elde edilen şu anda atıl ve çalışmaz halde bulunan çok eski bir elektrik santrali olabileceğini düşünüyoruz.

Nitekim biz yemeğimizi yedikten sonra tesisten güvenlik görevlisi olduğu anlaşılan genç bir adam geliyor ve bize elektrik tesisi ile bilgi veriyor. Derken gelen genç adamın Selman’ın köyüne yakın bir köyden olduğu ortaya çıkıyor ve bir sohbete dalıyorlar.

İnsanlar gidip görmedikleri, okumadıkları, dinlemedikleri eserler için çokça fantezi kurarlar veya popüler kültürün etkisiyle yapılan yakıştırmalara inanırlar.

Hayatında Mostar Köprüsü’nü hiç görmemiş birisi Tağar Köprüsü’ ne kolaylıkla Anadolu’nun Mostar’ ı diyebilir?

Hayatında hiç Kafka okumamış birisi bilmem kim yazara (HAT) nasıl Doğunun Kafka’sı diyebilir?

Hayatında bir kere bile Ümmü Gülsüm dinlememiş birisi bilmem kim için neden Türkiye’nin Ümmü Gülsüm’ü diyebiliyor?

Desinler, biz de sıkıcı ve akılda hiç kalmayan teknik bilgiler vererek işi daha da sevimsiz hale getirmeyelim.

Tağar Köprüsü’ ne yeniden, ama bu gelişimizde Tağar Çayı’nda yüzmek için gelmek istiyoruz.

Çemişkezek’ten ayrılma vakti, bu akşam son durağımız Pertek ve Selman’ın annesi ve ablası bizi bekliyorlar.

PERTEK’E DOĞRU

Dersim’ i bir bölge, kimi zaman bir vilayet, kimi zaman bir sancak olarak düşündüğümüzde veya tersinden, Dersim’i salt Tunceli karşılığı olarak düşünmediğimizde aslında çoktandır Dersim’deyiz.

Öyle hiç Doğu Dersim-Batı Dersim ayrımı yapmadan Dersim’in bugünkü coğrafyasının ve bir zamanların vilayet taksimatının kapladığı yerleri düşünürsek Eğin de dahil olmak üzere biz zaten Dersim’deyiz.

Doğudan başlayarak sayacak olursak Dersim nerelermiş:

Mazgirt-Kiğı-Çarsancak-Nazimiye-Pülümür-Tercan

Batıya geçince;

Hozat-Çemişkezek-Ovacık-Kemah-Erzincan merkez ilçe-Eğin-Karaçay-Arapgir-Keban- Pertek

Böyle bir ayrım, böyle bir idari taksimat içinde Dersim neresidir, diye soracak olursanız, yıllar boyu bölgenin, Dersim’in yönetim merkezi hep Hozat olmuştur.

Yıllar yılı bir o vilayete bir bu vilayete bağlanan Dersim adı 1935 yılında çıkarılan Tunceli yasası ile bir şehir olarak idari taksimat içinde yer alır.

Bugünkü Tunceli’nin bulunduğu yer uzun yıllar adı “Kalan” olan küçük ve köhne bir kasabayken, Hozat idare merkezi 1946 da Kalan’a taşınır ve orası Tunceli il merkezi haline gelir.

Tercanlı, Kemahlı veya Erzincanlı dostlarınızdan duyarsınız, örneğin, Tercanlıyım, ama Dersim’den gelmeyiz, diye.

Aslında geldikleri yer yok, zaten Tercan Dersim vilayeti, coğrafyası sınırları içinde bir yer.

Politik angajmana girmeksizin, işe sadece kültürel ve beşeri coğrafya açısından bakarsak, Tuncelililerin kendilerine Dersimliyim demesi veya Tunceli Belediyesi’nin adının Dersim Belediyesi olarak yazılması veya zikredilmesi bu anlamda hatalıdır.

Çünkü tarihsel ve kültürel ve fiziki coğrafya olarak Tunceli tek başına hiçbir zaman Dersim olmadı.

Bu durum Koçgiri, Trakya, Teke Kozak, Dinekvb siyasi ve kültürel coğrafya içinde yaşayanlar için de geçerlidir. 

…/…

Akşam olmak üzere.

Çemişkezek’ten sonra Fırat havzasının coğrafi düzlüğü kendini gösteriyor ve havzanın etrafında ekili verimli alanlar göze çarpıyor.

Eğin’den bu yana kıvrım kıvrım dağlar, çatal dilli bir yılan gibi uzayıp giden vadiler, sessizliğinden ürktüğünüz koyakların içine saklanmış köyler  gerilerde kalıyor.

Rakım bir hayli düşüyor ve kısmen biz dağ ovası üzerinde ilerliyoruz.

Sağımızda kalan Keban Baraj Havzası akşam güneşinin son ışıklarını çekiyor içine keyifle.

Keban Baraj Havzası- Pertek yakınları

Pertek’ e varıyoruz, Tunceli yoluna giden şehir merkezine dönüyor Selman’ın annesinin ve ablasının oturduğu, benim de geçen sene karlı kış günlerinde kaldığım evin olduğu mahalleye gidiyoruz.

Ana yoldan şehir merkezine dönerken Harput’ tan Pertek’ e gelen akşamın son feribotunu görüyoruz. Kim bilir kimleri kavuşturmaya, kim bilir kimleri ayırmaya geliyor bu saatte bu feribot.

Ama benim düşlerimde ise ne bir feribot, ne bir baraj ve ne de bir baraj havzası, benim düşlerimde ta Erzurum’dan bu yana çoğala çoğala kavuşa kavuşa coşup gelen Karasu-Çaltı-Tağar Çayı, Eski Pertek’ e gelişimizde ise Munzur Çayı-Murat Suyu-Peri Suyu ve hepsinin akıp gürlemesi yatıyor.

Bunlar aydınlatıyor düşlerimi.

Bu anlamda bütün bu düşleri yaşayan, onlara şahit olan Rahip KARAKİN’ i kıskanmadan edemiyorum.

Bundan sonraki bölümlerde bu cennet suları anlatmaya çalışacağım.

Sağımızdaki bu yapay su, bu yapay göl öylesine soğuk ki. Kim bilir dibinde ne kültürler, nasıl bir kayıp miras, ne lezzette üzüm bağları ve kapağı açılmamış ne lezzette şarap küpleri öyle kendi hallerinde yatıyorlar üzerlerini örten o 47 yıllık balçıklı ve kirli anılarla.

Harput’tan Pertek’e gelen akşamın son feribotu

Nihayet eve varıyoruz. Yola çıkışımızı sadece Abla biliyor, anne bilmiyor. Selman heyecanlanmasın diye yola çıkışını annesine söylemiyor, iyi de yapıyor.

Karnımız tok, ama yine de abla yemeği, yenmez mi?

Hasretle kucaklaşmalar, sıcak bakışlar, Selman’ın ve annesinin her biri bir muamma benzeri esprileri ve annenin giderek açılan şekilde komediye varan hikaye anlatışları geceyi uzatıyor.

Yarın sadece Dersim Alevilerinin değil bütün Türkiye Alevilerinin kültü, kutsalı haline gelmiş bir ziyarete, Düzgün Baba ziyaretine gideceğiz.

Hazırlıklarımız tamam.

Geceyi yakın ediyorum.

 (devam edecek)

DÜZGÜN BABA ZİYARETİ










2 yorum:

  1. Hi, Your Turkish language perfect, Armenian history (about one century ago) is very very tragic. And recently White Genocide gains accelerations. In Hayastan there is a saying “ I forgive but I never forget” Regards, Nicholas Theotarian

    YanıtlaSil