Taşa taparladı, saygıdandı, taşın aslında toprağın yoğunlaşmış katı bir hali olduğunu bilirlerdi.
Taştan heykeller, taştan figürler, taştan kaya resimleri,
kaya kabartmaları yaparlardı.
Çünkü henüz toprağı yoğurup, şekil verip, pişirip
karşılarına almayı, ellerine almayı bilmiyorlardı.
Küçüklü büyüklü tanrı ve tanrıça, hayvan heykelleri
başlangıçta hep taştandı.
Yayla yollarında, dağ başlarında, ıssız kuytulardaki
heybetli taşlara niyaz ederlerdi.
Hepsi, ama hepsi taşın, kayanın aslında “toprağın
yoğunlaşmış” haline saygıdandı.
Toprak ise doğurgan, anaydı, “Toprak Ana.”
Himalayalar’ın eteklerinde yaşayan ve dağa çıkmak
isteyenlere kılavuzluk yapan Şerpalar yakın zamana kadar Everest’e çıkmadılar,
çıkacak güçleri, bilgileri ve malzemeleri olduğu halde çıkmadılar.
Çünkü Everest kutsaldı, toprak anaydı, “çomolungmaydı” ,
Tibetçe “evrenin kutsal annesi” demektir.
Şerpalar Everest’e çıkanlara yakın zamana kadar çıplak
ayakla kılavuzluk yaptılar, aynı gerekçe yatar altında. Ten ile dokunmak
gerekir toprak anaya.
TAŞLAR
TAŞLAR
İstanbul’un taşlarını gezdik, dolaştık, önlerinde durup el
sürdük. Ne kış dinledik ne de ayaz.
Avrupa Yakası taşlarından sonra Anadolu Yakası taşlarını da
görüp dolaştık.
Sonra “TAŞLARIM DİYAR, DÜŞLERİM BAKIR” Yurt Gezisi
hazırlıklarına başladık, Diyarbakır, Mardin ve Midyat taşlarını görmek, el
sürmek, her birisi birer sanat eseri olan eserlerin önlerinde saygıyla eğilmek
için.
Ne zaman Anadolu yollarına düşsek, yolumuzun uzunluğu,
vaktimizin yetmezliği engellemiyor, yolumuza çıkan bir taş, bir kaya bizi ya
kendine götürüyor veya ondan uzaklaşmışsak bizi yolumuzdan geri döndürüp
kendine çekiyor.
Bu sefer yolumuz YUKARI KELKİT VADİSİ’ ne düştü. Hiç
görmediğimiz taşlar gördük. Onlara el sürdük. Sırlarına vakıf olmaya çalıştık,
sual ettik, cevaplar aldık onlardan.
Kiminin dilinden türküler dinledik, kiminin elinden buz
gibi sular içtik.
Kimi adını vermiş taşlara, kimi taşlar ise ad olmuş
fanilere.
TAMZARA’NIN
HÜZÜN KOKAN TAŞLARI
Tamzara demek bir yerde Piç Oğlu Osman demektir. Tamzara’
yı türkülere taşıyan, dilden dile dolaştıran ünlü kemençe Üstadı Piç Oğlu
Osman’dır.
Rivayet o dur ki, Piç Oğlu Osman hasta olan eşinin derdine
çare bulmaya çalışır. Ona “Kaleser’e git derler.” Halkın “Kaleser” dediği yer,
Karahisar, tam olarak söylemek gerekirse “Şebinkarahisar’dır.”
Sahilin nemi insanı çürütür. Kaleser dağın öte yanıdır ve
havası ve suyu temiz, insana can katar.
Piç Oğlu Osman da alır eşini Kaleser’ e gelir ve eşi
iyileşene kadar birkaç ay burada kalır. İşte Tamzara türküleri o dönemin
eseridir.
Aynı Tamzara Ermeni deportasyonu öncesinde ise kültürel
olarak rüştünü zaten ispat etmişti.
Tamzara sokaklarında dolaşıyoruz.
Ermeni vatandaşlarımızın 1915’ten, deportasyondan önce
yapmış oldukları çeşmelerin alınlığındaki Ermenice kitabeler halen yerinde ve
sapasağlam durmaktadır. Bu da Tamzara’ nın şu anki beşeri yapısından, bir arada
yaşama kültüründen kaynaklanmaktadır.
Avak Pınarı
(Arapça, alıkoymalar, durdurmalar, vazgeçirmeler) Aynı
sözlük “Avaik” karşılığı olarak ise engeller, müşküller, zor işler
karşılıklarını verir.
Alıkonulan, durdurulan nedir? İşte o da çeşmenin
kitabesinde yazılı ipuçlarında saklıdır.
“1800’lü yılların başlarında kör
bir vatandaşın kilisedeki her ayinde yakmış olduğu dilek mumu ile gözlerinin
açılması yönünde dua edip dilekte bulunurmuş.
Bu kişi her sabah elini yüzünü
yıkadığı ve dua ettiği bu pınarda bir süre sonra gözlerinin açılması sonucu
dileğinin gerçekleştiği ve buna bu pınarın suyunun sebep olduğu tüm çevrede
duyulur ve insanların dileklerinin yerine gelmesi için para atarak dua ettikleri
kutsal bir pınar haline gelir. Zamanla pınarın adı gözleri açılan mahallelinin
adı ile anılmaya başlamış ve Avak Pınarı olarak günümüze kadar gelmiştir.”
Kitabede adı geçen olay aslında sözlükte geçen bir avaktır,
yani “durdurmadır” yani gözü kör olan kişinin gözlerinin açılmasındaki engelin
ortadan kalkmasıdır. Yani çeşmenin suyu burada bir engeli ortadan kaldırmış,
avak olmuştur.
Aslında bu durum Anadolu coğrafyasında sıkça
karşılaştığımız ve kimi zaman bir ulu ağaç, kimi zaman bir ulu kaya olan, kimi
zaman bir ulu su kaynağı olan ve adına “huy kesen” dediğimiz şeylerdir.
Sevan NİŞANYAN da “Adını Unutan Ülke” sözlüğünde
Hatay-Antakya-Üçgedik köyünün eski adının Arapça “avakiye, avaklı” olduğunu ve
Türkçe karşılığının “engebeli” olduğunu belirtir.
Yani durum Tamzara’ daki Avak Pınarı’ nda geçen anlam ile
aynıdır.
O halde bir hatayı düzeltmemiz gerekirse, gözü kör olan ve
muhtemelen Ermeni olan vatandaşımızın adının AVAK olması bize anlamlı gelmez.
Pınara verilen isim bir derde derman olmasından, huy kesmesindendir.
Adı ve anlamı ne olursa olsun, pınarı yapanlara, yaşatanlara
ve koruyanlara ve pınar için Türkçe ve İngilizce pirinç kitabeleri yazdırıp
astıran Tamzaralı, Tamzara Dostu, bizim de dostumuz Orhan ÜSTÜNDAĞ’ a teşekkür
ediyoruz.
Tamzara’nın hüzün kokan taşlarına dokunmaya devam ediyoruz.
Avak Pınarı yanı başında duran terk edilmiş konak, sen kime dayandın be küçük kız?
Avak Pınarı ve bu konağın bulunduğu sokağın yukarı başına doğru gidince küçük bir meydan sayabileceğimiz bir yerde uzun oluklu ve anlamlı bir kitabesi olan başka bir çeşme, YEDİ PINAR ÇEŞMESİ, karşılıyor bizi.
Kitabede yazılı olan ifade “BİRLEŞEN YARATIR.”
Biz çeşmenin sadece kitabesinin fotoğrafını çekiyoruz.
Cumhuriyetin ilk yıllarının coşkusuyla yapılmış olduğu belli olan bu çeşmenin
günümüzde bile gürül gürül akması yüzümüzü güldürüyor.
![]() |
Birleşen Yaratır |
![]() |
Yedi Pınar Çeşmesi-1935 |
Bu
küçük meydan çeşmesinden sağa dönerseniz, inişe geçer ve başka bir kısa sokağa
girersiniz.
Orada
iki ayrı çeşme çıkar karşınıza, ilki Çavuş Pınarı’dır.
Çavuş
Pınarı’ nın açıklama kitabesinde şunlar yazılıdır:
Kitabesinin Türkçesi: Bu anı çeşmesi Parsiğ torunu Minatzagan tarafından (himmetiyle) yapılmıştır. Ailesi için tanrının lütfuyla 1 Temmuz 1880. “
Diğer çeşmemiz sırada bekliyor, benim sularımdan da için, diye.
Diğer
çeşmemiz MEMİŞ PINARI, bakalım onun hikayesi nedir. Yine çeşmenin açıklama
kitabesinden okuyoruz.
![]() |
Memiş Pınarı |
![]() |
Ermenice Kitabesi |
Çeşme kesme
taş malzeme ile inşa edilmiş ve dikdörtgen planlı, tek cepheli, yuvarlak
kemerli yüzeysel bir nişe sahip sokak çeşmesidir. Nişin yuvarlak kemeri üstten
profillendirilmiştir.
Kemer kilit
taşında gülbezek motifi bulunmaktadır. Çeşme yüzeyinin dış kenarları profilli
bir silme sıra ile çevrelidir.
Günümüzde çalışır durumda olan çeşmenin yalağı sonradan yenilenmiştir.”
Sokağın açıldığı Tamzara Meydanı’nı keserek karşı sokağa geçerseniz, sizi Tamzara’nın ayakta kalan en özgün konağı karşılar: AHMET AĞA KONAĞI
![]() |
Ahmet Ağa Konağı |
Yine Orhan ÜSTÜNDAĞ Dostumuzun emekleri ve yine açıklama kitabesi yetişiyor yardıma.
“1955 yılında yörede uygulanan
geleneksel inşaat teknikleri ve mimari tarzı kullanılarak Ahmet Şenol (Ağa)
tarafından yaptırılmıştır. Evin zemin katındaki duvarlarda yöredeki metruk
yapıların taşlarından yararlanılmış, üst katı ise ahşap kağir tekniğinde inşa
edilmiştir. Üst katın mekan duvarları bağdadi, çamur dolgu ve çamur sıva
üzerine kireç badana yöntemi ile inşa edilmiştir. Zemin katta fırın ve
mekanı, mutfak ve kileri mevcuttur. Üst
katta giriş, büyükçe bir hol ve bu hole açılan odalar, banyo-wc, taş şömineli
mutfak ve cumba mevcuttur. Ayrıca çatı altına çıkan bir merdiven mevcuttur.
Bina 130 metre kare zemine sahip olup cumbalı ve iki girişlidir. 2017 yılında
binada güçlendirme ve ana karakteri bozmadan ufak bir tadilat
gerçekleştirilmiştir. Yörenin doğasına ve geleneklerine uygun nadir
konaklardandır.”
Tamzara gezimiz
henüz bitmedi, kıyıda köşede daha saklı neler var neler. Halil Rıfat Paşa’nın
yaptırdığı tek açıklı taş kemerli köprü, eski Tamzara Kilisesi, yeni cami
binası, bütün bunları ve saklıda kalanları başka bir gezimizde bulup
anlatacağız.
Tamzara’ya veda
etmeden Kaleser yönünde caddenin sol tarafında yer alan TAMZARA PARK içindeki
AKIL SUYU’ndan içmeden ayrılamıyoruz.
Akıl Suyu’na akan
kaynak, yukarıda saydığımız diğer pınarları da besleyen aynı kaynaktır.
Akıl Suyu bir
lüleden akmıyor, yerden yukarıya fıskiye şeklinde, selsebil gibi akıyor.
Bizim ilgimizi ise
parka girişte sağ tarafta duran dört köşe sütun üzerine el ile kabartma
tekniğinde yazılmış olan 1933 tarihi oluyor.
Kitabe yine yol gösteriyor:
“TAMZARA PARK 1933 yılında Ali
YÜCEL tarafından yaptırılmıştır. Parkın taş ile inşasını, su havuzu ve su
şelalesi, (yekpare taş) kapı girişindeki üçgen prizma taş direklerini,
kitabesini mahalli taş ustası Kadir İNCEKARA el işçiliği ile yapmıştır.”
Dört köşe taş üzerine üç prizmadaki kabartma işçilik
Tamzara’ dan ayrılıp Alişar’ a, Kemal TAHİR’ in de köyü olan, bizi Kervankıran ile köyünde ağırlayan başka bir Dostumuz Arif IRGAÇ’ ın köyüne gidiyoruz.
ALİŞAR’IN
TÜRKÜ KOKAN SESSİZ TAŞLARI
Alişar’a bizi “Kervankıran” götürdü, Arif IRGAÇ götürdü.
Büyük şehir, demektir Alişar, köylümüzün demesiyle büyük
şeerdir Alişar.
Türkler Anadolu’ya gelirken etkilerinde kaldıkları
kültürlerden yerleşim yerlerinin isimlerini aldılar.
Araplarla temasta yerleşim yerlerinin adı “abad” olurken,
Farslarla temasta yerleşim yerleri “şehr, şehir, şeer, şar, şaar” oldu.
Alişar da böyle çıktı ortaya Anadolu’daki birçok Alişar
yerleşimi gibi.
Alişar’ da bizi her biri artık sessiz mezar taşları
karşılıyor.
Ama biz daha Tamzara’dan çıkıp Alişar’a gelmeden önce Piç
Oğlu Osman gelmiş bile buraya.
Dostumuz Arif IRGAÇ aktarıyor:
“O zamanlar Yol Vergisi var. Ta
Osmanlı’dan bu yana uygulanan bir vergi. Bu dediğim 40’lı yıllar. Vergiyi
ödeyecek paran yoksa bedeli kadar yılın belirli günlerinde ve ülkenin ihtiyacı
olan yerlerde yol ve köprü yapımında zoraki çalıştırılıyorsun.
Bir gün dedemler Kaleser’le
Tamzara arasında yol inşaatında çalışıyorlar. Aşağıdan da elinde kemençe
çalarak bir adam geliyor.
Dedem de elinde kemençe çalan
kişiye “sen ne güzel kemençe çalıyorsun” diyor.
Dedem adamın kemençe çalışına
hayran kalır.
Kimsin sen, diye sorar dedem
gelen adama.
Adam “bana Piç Oğlu Osman derler”
diye cevap verir.
Piç Oğlu Osman ertesi gün aynı
yere yol işçilerinin yanına yine gelir ve çalıp söyler, çalışanları eğlendirir.
Dedem biraz daha dinler Piç Oğlu
Osman’ı ve onu taktir eder.
Piç Oğlu Osman ise “Allah’tan
korkmasam aha bu kemençeye hatim indirtirim” der.
Anlıyoruz ki bizden önce Piç Oğlu Osman gelmiş Alişar’a.
Alişar’ a Piç Oğlu Osman gelmiş, ama türkü söylemek onunla
kalmamış.
Bir GOSTAĞIN CEMAL var mesela, sesi ta İstanbullar’ a kadar
gidermiş elini kulağına atıp da bi yol “huma kuşu” türküsünü tutturunca.
Yine Dostumuz Arif IRGAÇ’tan dinleyelim Gostak Ağa’nın oğlu
Gostakların Cemal’i:
“Cemal amcayı iyi hatırlıyorum,
ırgatlık, harman, bağ bahçe zamanı köyün boşalıp herkesin işinde gücünde olduğu
zamanlarda Gostağın Cemal Amca elini kulağına atıp da bi yol “huma kuşu
yükseklerden seslenir” diye türküye başlayınca yazıda yabanda çok uzaklarda
olsalar bile iş gören bütün Alişarlılar işi gücü bırakıp Gostağın Cemal’i
dinlerdi. Gostağın Cemal Amca’nın sesi ta oralara bile yeterdi.
İkinci bir türküsü daha vardı Cemal
Amcanın, “kuleden gel kuleden.” Bir üçüncü türkü söylemezdi.”
Gostağın Cemal’in Hırpilik İsmail Dayı ile yedikleri
içtikleri ayrı gitmezdi.
“Ula İsmail, ula Hırpilik, demiş
bir gün yarenine, ula ben ölürsem bir gün, ula ha o mezarımın başına gelip bir
şişe rakı açacaksın ve bir de huma kuşunu söyleyeceksin” demiş
Gostağın Cemal.
Arif IRGAÇ böyle aktarıyor bize.
Devam ediyor, “Gostağın
Cemal Amca ölüyor ve Hırpilik İsmail Dayı vasiyeti yerine getirmek için mezarın
başına gidiyor ve isteneni yerine getiriyor.”
Tam o sırada mezarlığın önündeki
yoldan geçen köylü bir kadın İsmail Dayı’ ya çıkışıyor, sen ne yapıyorsun,
diyor. İsmail Dayı durumu anlatıyor ve hiç istifini bozmuyor.
“O kadar çok anıları vardı ki bu
ikilinin, hele bir gün bir komşu köye gidip kemençe çalıp, türkü söyleyip gülüp
oynamışlar.
Derken hava kararmış. Çalıp
söyledikleri yerin karşısındaki evin eyvanında üç dört tane kadın görmüşler
bunları dinleyen. Gostağın Cemal ve Hırpilik İsmail gayri dururlar mı,
kemençeyi inletmişler, avazları çıktığı kadar bağırıp söylemiş ve horon
tepmişler.
Neyse vakit geç olup da bunlar
yorulup uyumuşlar.
Sabah gün ışıyınca uyanıp ne
görsünler bizimkiler, o karşılarında durup da kendilerini dinlediklerini zannettikleri
kadınlar meğer eyvandaki iplere kurumak üzere asılı kadın fistanları değil
miymiş?”
![]() |
Gostağın Cemal’in mezar taşı |
Alişar Mezarlığı bize daha başka sessiz ifadeler de
sunuyor.
![]() |
Kırk Hacı Oğulları |
Burada yatan kişinin atası “kırk kere hacca mı gitti acaba?” Sebepsiz alınmamıştır bu aile adı kuşkusuz.
Başka bir mezar taşı “Üç Dirhem Oğulları’ na” ait.
Sayıların mutlaka bir dili var ve olmalıdır da.
Neden başka bir sayı değil de söz konusu üç dirhem?
Hani der ya bir türkümüzde Karacaoğlan, “seyyah oldum şu
alemi gezerim” diye başlar.
Türküde geçen şu dize nasıl açıklanabilir acaba: “Ölüm ile
ayrılığı tartmışlar / elli dirhem fazla gelmiş ayrılık”
Bunun için Üç Dirhem Oğulları’ nın meslek olarak
değirmencilik yapmış olduklarını bilirseniz, Üç Dirhem Oğulları’ nın un
öğütmeye gelen kişilerin birinden diğeri üç dirhem bile hak geçirmemiş
olduklarını ve bu nedenle bu soyadını almış olduklarını anlarsınız.
Üç Dirhem Oğulları Baş Taşı Aile Mezarlığı kitabesi
Doğrusunu söylemek gerekirse Anadolu’da ilk defa böyle bir
mezar taşı görüyorum. Aile soyadını almış olması muhtemel değirmencilik
mesleğinin temeli olan değirmen taşını ayak taşı yapmış. O kadar anlamlı ki.
Dikkatimizi başka bir mezar taşındaki isim ve soy isim
çekiyor. İstatistiki olarak Anadolu’da başka bir mezarlıkta ve başka yaşayan
bir kimsede asla göremeyeceğiniz anlamlı ve insana coşku ve güç veren bir isim
ve soy isim, PARLAK COŞ.
Doğu Karadeniz dışında yaşayan Anadolu halkları batısı, ortası
ve doğusu fark etmez, Karadeniz’de yaşayan herkesi “Laz” diye tarif eder, öyle
seslenir.
Dostumuz Arif IRGAÇ’ ın baba dedeleri Rus işgali
neticesinde Trabzon-Maçka’dan Alişar’ a geldikleri günden itibaren “Laz” olarak
anılmaya başladılar.
Doğal olarak da Alişar mezarlığında onlara ayrılan yere
“Lazoğlu Kabristanlığı” adı verilir. Oysa aile sadece Maçkalıdır ve Lazca
bilmez, Laz değildir.
Gelmiş geçmiş yatanların, isimsiz ve mezarsız yatanların hepsinin ruhu şad olsun.
Yukarı Kelkit Havzası Taşlarını gezmeye, görmeye, el sürmeye devam ediyoruz.
Henüz
Kaleser ilçe sınırları içindeyiz ve yolumuz mübadele ile gelen muhacirlerin
oturduğu eski bir Rum köyü olan Turpçu Köyü’ne düşüyor.
TURPÇU KÖYÜ MİMARİSİ
93 Harbi’nden (1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı) sonra
imzalanan Berlin Antlaşması’nın maddeleri gereği azınlıklara ibadethane açma
izni verilmesiyle yurdun birçok yerinde kiliseler yapılmıştır. Mimari olarak da
kendini ele veren ve bir 19. Yüzyıl yapısı diyebileceğimiz Turpçu Köyü Kilisesi
ve ona bağlı okulu bugün hala sapasağlam ayakta durmaktadır.
Eski Kilise, bugünkü köy camisi
Eski çan kulesi, bugünkü minare
Kilise’nin taş detaylarına bakınca gerek harcamadan gerekse
iyi ustaların masraflarından kaçılmadığı anlaşılmaktadır.
Kilise okulu Taş işçilik detayı
Kilisenin karşısında bulunan ve günümüzde MEB bağlı bir
ilkokul olan binanın da aynı tarihlerde ve aynı usta elinden çıkma olduğu fark
edilmektedir.
Ne kilise ne de kilise okuluyla ilgili Şebinkarahisar’ı
anlatan kaynaklarda en ufak bir bilgi bulamıyorsunuz. Mimarı kim, ustası kim,
kilisenin adı nedir, hangi aziz veya azize anısına yaptırılmıştır?
Turpçu Köyü’nden ayrılıp Kayadibi Köyü’ne doğru yola
çıkıyoruz.
Köyü çıkışta yolun sağında nerdeyse harap durumda, ama akan
bir çeşme görüyoruz.
Arif IRGAÇ Üstadım bu çeşmenin Rumlardan kalan bir çeşme
olduğunu söylüyor. Rumca çeşme kitabesinin yerinde Türkçe bir kitabe duruyor.
Muhtemelen Rumlar kendi kitabelerini mübadele ile birlikte yanlarında
götürdüler.
İyi, ama artık ülkede okuryazar olmayan kalmadı neredeyse
ve neredeyse her köyde birden fazla üniversite mezunu bulunmaktadır.
Bunlara rağmen Türkçe kitabedeki affedilmez bu hatayı neden
kimse görüp fark etmez ve yerine doğru yazılmış bir kitabe koymaz?
Kitabede yazana mı yoksa kitabeyi yazana mı kızmalı?
Yoksa “ya oldu bi kere, şimdi sök yeniden yaz, yeniden
masraf” diye kimse umursamıyor mu durumu? Yazık. Kitabede yazılması gereken
HAYRAT, birden HAYRET oluvermiş.
SAHİBÜL HAYRET VE HASENET 15.8.1975
Doğrusu “hayret” edilecek bir hata var ortada, ama kimin
umurunda ki?
Kayadibi Köyü’ne doğru giderken Arif IRGAÇ Üstadımın da
çoktandır araçla geçmek istediği bir inişi, köylülerin “İT İNİŞİ” dedikleri
inişi inerek geçmek istiyoruz.
Bir de bakıyoruz ardımızdan başka bir araçla Dursun TİPİCİ
Abi ve Fatma KORCAN Hanım da geliyorlar. “Nerede bir aksiyon var, nerede bir
heyecan var, ben de varım” diyor Dursun Abi.
Ancak “it inişini” inerek geçmek hiç de kolay değil öyle.
İnişin başında son hazırlıklar yapılıyor ve biz Arif IRGAÇ Üstadımla öndeki
araçta, Dursun Abi ve Fatma Hanım arkadaki araçta inişe geçiyoruz.
![]() |
İt İnişi |
İt İnişi başarıyla iniliyor ve Kayadibi Köyü’ne adını veren kayalıkların olduğu bölgeye geliyoruz. Kayalıklar sağımızda kalıyor. Rüzgar ve yağmur aşındırmasıyla bazı kayalarda peri bacası oluşumları başlamış.
![]() |
Kayadibi Köyü kayalıkları |
Akşam olmak üzere, Alişar’ a dönüyoruz. Avutmuş’ u geçtikten sonra sağımızda kalan YILTARİÇ KAYASI adeta işaret parmağını sallar gibi yol boyu bizi izliyor, peşinizdeyim, diyor.
YILTARİÇ KAYASI parmağını sallıyor.
Balcana Köyü üzerinden Alişar’a dönerken eski adı ISOLA / İZOLE olan Güneygören Köyü’nün yanı başından yükselen ve Şebinkarahisar’ın ilk kurulmuş olduğu yer olarak bilinen volkanik kayalık bugün göreceğimiz son kayalık/taşlık yapı oluyor.
Akşama doğru Alişar’ a varırken yolun solunda kalan mezarlığa kayıyor gözümüz.
Mezarlığın
tam orta arkasına gelen bir mezarın başında üç kişi görüyoruz, çalıp söyleyen.
Birisi GOSTAĞIN CEMAL, birisi HIRPİLİK İSMAİL üçüncü ise kemençe çalışından
belli olan PİÇ OĞLU İSMAİL.
Ne adamlar, ne gönül ve gün adamları bu insanlar. Var olsunlar.
ÇAMOLUK-OKÇAÖREN KÖYÜ SIRLARI
Dursun Abi ve Fatma Hanım da Alişar’a gelmişken, bizim Yurt Gezilerimizin vaz geçilmez ve unutulmaz sesi olan Aysel MALLI ve ablası Altun MALLI’ nın köylerine gidelim, diyoruz.
MALLI
kız kardeşlerin köyleri Giresun-Çamoluk ilçesi Okçaören Köyü’dür.
Uzun
aramalardan sonra dağların arasına saklanmış köyü nihayet buluyoruz.
Bizi
köyün girişinde baba DERVİŞ karşılıyor.
Eve
geçiyoruz.
Sohbetler
ediliyor, yemekler yeniyor.
Amca
Arslan sohbeti koyulaştırıyor.
Anne
Mestinaz kızlarının arkadaşlarının kendilerini ziyaret etmelerinden çok mutlu
görünüyor.
Derken
Aysel’in sesinin neden bu kadar güçlü ve duygulu olduğunun sırrı çözülüyor.
Baba
DERVİŞ Teslim Abdal’dan bir güzel deyiş okuyor.
Amca Arslan köyün Kürt ve Alevi köyü olduğunu ve Elazığ-Karakoçan-Delikan Köyü’ ndeki Cemal Abdal Ocağı’na bağlı olduklarını söylüyor.
Karakoçan
nere, Çamoluk-Giresun nere?
Onca
zaman sonra bile dillerini ve kültürlerini unutmadan sürdürmeleri, günlük
hayattaki izlerinden de olsa az çok anlaşılıyor.
Araçla
bile bir saatten fazla arayarak ve doğru yolu bulduktan sonra da ana yoldan
ayrılarak bir saatlik yol giderek ulaşılan köyde bu insanlar bütün bir yılı
nasıl geçirirdi kim bilir?
Vaktimizi köyü arayarak boş yere harcamasaydık biraz daha otururduk, ama akşam olmak üzere ve kalkıyoruz.
Anne
Mestinaz ve teyze ve Arslan amcanın eşi kadınlar, Baba Derviş ve Amca Arslan
yan yana diziliyorlar ve ellerini sıkarak hane halkı ile vedalaşıyoruz.
Amca Arslan savuşturmak üzere bizimle geliyor.
Yolda Arslan Amca’ya köyün mezarlığını soruyorum, hemen şurada, diyor.
Yüz
metre bile gitmeden köyün mezarlığına giriyoruz. Hemen girişte solda yeni bir
mezar dikkatimizi çekiyor, defnedileli daha birkaç gün olmuş.
Amca
Arslan bizi “kapalı, sandık mezar” diye tarif ettiği biz mezarın başına götürüyor.
Mezar taşının önce uzun tarafına konulan ve yumuşak sarı taştan yapılan dikdörtgen taşa bakıyorum, aklım duracak neredeyse.
Derken sağa dönüyor ve kısa ayak taşına bakıyorum, başka bir sır daha işte. Diğer uzun tarafa dolandığımda artık neyle karşı karşıya olduğumu düşünemiyorum.
Amca Arslan buna benzer çok sayıda sandık mezar olduğunu, definecilerin mezarları tahrip ettiklerini söylüyor.
TAŞTAKİ SIRLAR
Baktığım
ve kısmen sağlam kalabilmiş tek sandık mezarın ikisi uzun, birisi kısa kenarına
konulan sarı taşların üzerlerine işlenen figürler birbirinden bağımsız bir
şeyler anlatıyorlar.
İyi
ama bu birbirinden bağımsız olarak bir şeyler anlatan bu figürleri kim, hangi
usta veya ustalar yapardı?
Amca
Arslan bu tip mezarları ve taşlarını komşu köyden bir ustanın yaptığını, onun
da artık hayatta olmadığını söylüyor?
İyi
ama bu usta bu figürleri kendi kafasından çıkarmış, hayal etmiş olamaz. O da
kendi ustasından öğrenmiş olmalıdır.
Zira
taşların her biri dini, mitolojik ve sembolik bir konuyu anlatıyor. Bütün bu
anlatılanlara bakılırsa, Musevilik, Ortodoks Hıristiyanlık, Şaman inancı ve güneşle
bir tutulan Pontus Kralı Mithridates’in sembolü inancının sembollerini ve
sembol sayılan anlatımlarını bir arada tek bir mezarın üç tarafına konulan
taşlarda görebilmemiz beni çok şaşırtıyor.
Köy mezarlığındaki uzun yan taş Havradaki şamdan
İlk bakıştaki şaşkınlığım geçmeden mezarın kısa ayak taşına bakıyorum. Şaşkınlığım devam ediyor. Taştaki figür bir Yahudi Şamdanı’ ndan, Hanuka, başka bir şey olabilir mi?
DAVULU ELİNDE ŞAMAN / ULU KAM
Mezar taşındaki davulu ile şaman Bir Altaylı şaman
Mezarın kısa kenarında, ayak başında bulunan taşta anlatılan elinde tören davulu ile kötü ruhları kovalamaya çalışan bir şaman/ulu kam anlatılıyor.
Bu figür ta Orta Asya’dan, Tuva’dan, Altaylardan Anadolu’ya
kadar, Ankara-Güdül-Salihler Köyü’ne kadar kaya resimlerinde, petrogliflerde bolca
gördüğümüz bir sahneyi yansıtıyor.
Keşke Servet SOMUNCUOĞLU Hoca’nın ömrü yeteydi de bu taşı
da görebilseydi.
AYA
YORGİ / AZİZ GEORGIOS İLE EJDERHANIN SAVAŞI SAHNESİ
Aynı mezarın solundaki uzun taşa baktığımda artık
şaşkınlığımdan ne yapacağımı bilemez haldeydim.
Burada
gördüğüm sahnede ise Ortodoksların önemli Azizlerinden Aya Yorgi’nin, Aziz
Georgios’ un ejderha ile savaşı anlatılmaktaydı.
Mezarın sol uzun kenarındaki sahne Aya Yorgi İkonu
İyi ama bütün bu birbirinden farklı, hepsi de farklı bir
inancı temsil eden rölyefleri hangi usta ve ne maksatla ve hepsinden önemlisi
hangi bilgi birikimiyle ve tek bir mezar için yapmış olabilir ki?
Etrafta, yakın köylerde diyelim ki Rum köyleri vardı ve
diyelim ki buralarda yaşayan Türkler de Orta Asya’dan getirdiği şaman
törenlerini sürdürdüler ve izleri kaldı.
İyi ama yedi kollu veya dokuz kollu Yahudi şamdanı, hanuka
buraya nasıl geldi? Etrafta bir Yahudi yerleşimi mi var? Yoksa kayıp 13. Kabile
denilen Hazar Yahudilerinin izleri buraya kadar geldi mi?
Bunlar hep çözülmesi gereken birer sır olarak kalıyor
beynimde.
GÜNEŞ
veya SONSUZLUK SEMBOLÜ
Bir yan ve bir kısa kenarı tahrip edilmiş başka bir mezarın
sol tarafındaki uzun taşa baktığımda ise pagan döneminden bir sembolü, güneşi ve
aynı zamanda sonsuzluk işareti çarkıfeleği görüyorum. İnanış ve tapınım olarak
birçok halkı etkilemiş olan güneşin Farsça karşılığı mihr ise, buradan
Perslerin ardılları Pontus krallarının en büyüğü MİTHRDATES adında saklı anlamı
“güneşi de” içinde barındırıyor.
Tarihsel olarak uzun süre Pontus Krallığı sınırları içinde
yer alan Yukarı Kelkit Havzası halkları o dönemden belleklerine kazınmış olan
ve krala, Mithrdates’e güneşe olan saygılarını mı ifade diyorlardı mezar
taşlarına yaptıkları rölyeflerde?
Tahrip olmuş mezarın sağlam kalan uzun kenarındaki güneş sembolü
Aklımda birçok soru ve zihnimde büyük bir şaşkınlıkla Okçaören Köyü’nden ayrılıyoruz. Bu köye yeniden geldiğimde ayakta kalmakta zorlanan son sandık mezarın da definecilerin talanına ve tahribatına uğrayıp uğramayacağını bilemiyorum.
Gördüklerimin hepsinin birer envanterinin ve bağlantılarını
çıkarılıp çıkarılmadığını da bilemiyorum.
SON
TAŞLAR GÖLVE’DE
Kaleser’ e üçüncü gelişimde Gölve’ye gidebileceğim nihayet.
Yeni adı Ocaktaşı olan bu köy, Gölve Köyü, Aziz NESİN’ in
baba ocağının köyüdür.
Öğlene doğru çıkıyoruz yola. Arif IRGAÇ Üstadım ta küçük
bir çocukken, altmış küsur sene önce dedesiyle bir kere gelmiş Gölve’ye, bir
daha gelmemiş.
Gölve’yi bugün bile Alişar’dan bulmak zor. Kaleser’den
bulmak da zor. Aziz NESİN’ in YURT GEZİLERİ kitabında Şebinkarahisar ve köyü
Gölve’yi anlattığı bölümde köye 1960 Ocak ayında ciple gittiğini ve atla geri
döndüğünü yazar.
Gölve’ye Alişar’dan giderseniz önce Anna Sırtı’nı geçmeniz
gerekir. Tam sırtta büyükçe bir çeşme, hiçbir mimari özelliği olmayan Durmuş
Ağa Çeşmesi karşılar sizi.
Bizim ilgimizi Durmuş Ağa Çeşmesi değil, “Anna Sırtı” yazısı çeker. Kimdi bu Anna acaba? Adını önemli bir sırta, bir geçide verdiğine göre Azize mertebesinde biri olmalıydı. İşte araştırılması gereken bir konu daha duruyor önümüzde.
Yolunuzu şaşırmazsanız eğer, Gölve’ye doğru kıvrım kıvrım,
inişli çıkışlı yollardan gidersiniz.
En derine, vadi tabanına indikten sonra artık hep
çıkarsınız çıkarsınız yol bitmez.
Çıkışa başladığınız yerde yolun solunda yine bir çeşmeye
takılır gözünüz, daha doğrusu çeşme kitabesine.
Turpçu Köyü’nden çıkışta gördüğümüz çeşme kitabesinin bir
benzeri de burada çıkar karşımıza. İFŞA EDEN, diye yazar kitabede.
Çeşme nasıl “ifşa” edilir acaba?
Köye varıyoruz. Önceden haber verildiği için muhtar ve Aziz Nesin ile ikinci kuşaktan kuzen olan muhtarın eşi hanım ve diğer köylüler içtenlikle karşılıyorlar bizi.
Biz Aziz NESİN’in Gölveli köylüleriyle Gölve’de Aziz NESİN Gölve’de köylüleriyle
Sohbetin çoğu Aziz NESİN ve oğullarının üzerine. Köyün Aziz
NESİN’ den, onun adından beklediği çok şey var.
“Akasya dikin” dediğini aktarıyor köylüler bize Aziz NESİN’
in.
Önce Aziz NESİN’ in baba ocağı olan evi geziyoruz dıştan.
Aziz NESİN köyüne birkaç kere gelmiş. Ama YURT GEZİLERİ kitabında belirttiğine
göre babası Abdülaziz Bey seksenini aştıktan sonra gidebilmiş ancak köyüne.
“Babam Gölve köyünden ayrılalı
altmışbeş yıl olmuş. Gölve Gölve der dururdu. Kabe’ye gider gibi, seksenini
aştıktan sonra gitti gördü köyünü.”
Köylülerin bize gösterdikleri Aziz NESİN’ in baba ocağı
evini içimiz burkularak geziyoruz. Kimseye bir şey diyecek halimiz yok.
![]() |
Aziz NESİN’in baba ocağı evi, yarım daire şeklinde çıkıntılı yer yörede her evde bulunan ekmek fırını |
Gölve merkezden ayrılıp Atölen Mahallesi’ne gidiyoruz ve
köylüler bize güney batı yönünde gördüğümüz zirvesi karlı dağların
Kızılırmak’ın kaynağı Kızıldağ olduğunu söylüyorlar.
Yukarı Kelkit Havzası Taşlarının sonuncusunu şimdilik Aziz
NESİN anlatıyor 22 Ocak 1960 tarihli siyah beyaz bir fotoğraf karesinde YURT
GEZİLERİ kitabında.
Fotoğraftaki taş eski bir Osmanlı mezar taşının baş taşı.
Taşın şekline bakarsanız kabirde yatan kişinin ulemadan olduğu anlaşılır.
Şebinkarahisar mezarlığında kabirde yatan kişi ise Aziz
NESİN’ in dedesi Mehmet Efendi’dir.
SONSÖZ YERİNE
Yukarı Kelkit Havzası hala bütün bilinmezliği ile önümüzde
duruyor. Yapmış olduğumuz şey koca bir coğrafyanın sadece küçük bir bölümünde
bulunan taşların, kayaların, taş yapıların incelenmesi, yorumlanması ve
aktarılmasıdır.
Gezide ve bu yazının ortaya çıkmasında katkıda bulunan
herkese;
ARİF IRGAÇ
DURSUN TİPİCİ
FATMA KORCAN
AYSEL MALLI
DERVİŞ MALLI
ARSLAN MALLI
MESTİNAZ MALLI
ORHAN ÜSTÜNDAĞ
GÖLVE KÖYLÜLERİ VE MUHTARI
KABİRLERİNDE SESSİZ VE DERİN UYUYAN
PİÇ OĞLU OSMAN
GOSTAĞIN CEMAL
HIRPİLİK İSMAİL
ÇEŞMELERİ VE DİĞER YAPILARI YAPAN USTALARA
ONLARI YAPTIRANLARA
Yürekten teşekkür ediyorum.
Muhabbetle,
Recep bey'in yazdıklarını bir solukta sonuna kadar okudum, sanki oralarda yeniden gezmiş gibi oldum, yalnız Aziz Nesin köyüne gidemediğim için çok üzgünüm onun için Şebinkarahisar beni yeniden bekliyor.
YanıtlaSilGördüklerinizi, anlamlandırdıklarınızı yazmanız ve paylaşmanız ne güzel. Teşekkürler.👏👏
YanıtlaSilDoğduğum ve yaşamımda önemli bir yere sahip bu toprakları akıcı üslubunuzla bir kez daha dolaşırken biraz hüzünlendim,her köşesi ayrı zenginliğe sahip coğrafyamızla biraz gururlandım. Emeğinize kaleminize sağlık.
YanıtlaSilDoğduğum ve yaşamımda önemli yeri olan bu toprakları akıcı üslubunuzla bir kez daha gezerken biraz hüzünlendim. Her köşesinden ayrı zenginlik fışkıran coğrafyamızla biraz gururlandım. Emeğinize kaleminize sağlık.
YanıtlaSilVar olun İbrahim Bey,
YanıtlaSil