5 Ağustos 2021 Perşembe

İKİSİ KADIN ÜÇ TIRP/AN -Fakir BAYKURT anısına-

BİRİNCİ KADIN

Endüstrileşme tekerleğin icadıyla başladıysa, tarım ne zaman başladı?

Tarım aletlerinin yapılmasıyla mı?

Bir büyük felaketle, bütün enerji kaynakları yok olduğunda yeniden el imalatına dönüldüğünde kıyada köşede eski de olsa işe yarar bir araba tekerleği bulabilecek miyiz? Aydınlatma için bir gaz lambasını nereden bulacağız?

Tarım için örneğin, arpa, buğday biçmek için bir yerlerde “tırpan” bulabileceğiniz aklınıza gelir mi hiç? Haydi buldunuz, diyelim, o tırpanı kim kullanabilecek?

Tırpan için tırpan taşınız, tırpan çekiciniz, örsünüz bütün bunlar hala duruyor mu bir yerlerde?

Bunlar da ne ya, diyorsunuz değil mi?

…/…

2019 Nisan ayı.

Eğin’de çok yaşlı dut ağaçlarının bulunduğu 15 dönümlük bir “dut bahçesinde” çalışıyorum. Bahçe sahibinin 10 yaşlarındaki küçük çocuğu Alim koşa koşa yanıma geliyor: “Recep Abi Recep Abi, bir yabancı geldi, gelip konuşabilir misin?”

Elimdeki budama makasını cebime koyup gelen yabancıyı görmeye bahçe içinde bulunan eve gidiyorum.

Gelen yabancı İsviçreli bir kadın, PAULINE.

Konuşup tanışıyoruz. O da bahçede çalışmaya gelmiş. Bir iki gün geçiyor aradan, birlikte çalışıyor, sulama yapıyor, bahçenin çepellerden arındırdığım bir yerine sebze dikiyoruz.

Bir öğlen molasında evin büyük annesi Aysel Teyze “Recep oğlum, bizim bir de yukarı bahçemiz var, orası hiç biçilmedi, adam boyu ot bürümüş, bir tırpan bulsam da oranın otunu biçsen,” diyor.

Aysel Teyze’ye motorlu tırpanı kullanmayı bildiğimi, ama astımımdan bunu yapamayacağımı, tırpan motorundan çıkan egsoz ve tırpan misinasından kaynaklı ot tozunun beni tıkadığından söz ediyorum.

Bizim konuşmalarımıza kulak misafiri olan İsviçreli Pauline bir ara “tırpan tırpan?” demeye başlıyor.

“Evet, tırpan” diyorum.

“Bir el tırpanı bulabilirseniz, ben yukarı bahçenin otlarını biçebilirim.”

Pauline’nin söylediğini Aysel Teyze’ye aktarıyorum.

Aysel Teyze ilk şaşkınlığını yaşıyor. “Ne diyor bu ya?”

Pauline’nin tırpan kullanabileceğini, yukarı bahçenin otlarını biçebileceğini, söylüyorum.

“Alla’sen” diyor Aysel Teyze, duyduğuna inanamıyor. “Hemen bir tırpan bulurum.”

Koca Eğin ve köyleri hızlı bir telefon trafiğiyle aranıp taranıyor, kimsede tek bir tırpan bulunamıyor.

Kimisi tırpanını hurdacıya vermiş, kimisi kırmış, kimisi nerede olduğunu bilmiyor.

En çok da “bıçak” yapılmış sağlam tırpan çeliğinden.

Neyse zor da olsa bir tırpan bulundu Aysel Teyze’nin damadından.

Tırpan geldi gelmesine, ama tırpanın bıçak ağzı çapaklı, iyice bir çekiçlenmeli ve tırpan taşıyla bileylenmeli.

Pauline tırpanı görüyor ve benim içimden geçirdiğim tespitleri o dile getiriyor.

-Bu tırpan çok kötü.

-Tırpan taşı var mı?

-Tırpan çekici, tırpan örsü, eğe var mı?

Aysel Teyze hayranlıkla dolu ikinci şaşkınlığını yaşıyor.

“Bu kadın tırpandan anlıyor gerçekten.”

Pauline aradığı hiçbir aleti bulamayınca “bari bir eğe olsa” diyor.

Kıyıda köşede kalmış küçük bir kıl eğe bulunuyor. Tırpancı Pauline ağzı oldukça çapaklı tırpanın bıçak ağzını eğelemeye başlıyor ve bana dönerek “haydi gidelim” diyor.

Pauline ile Çerez’in üstündeki yukarı bahçeye gidiyoruz.

Doğrusu ben de Pauline’nin nasıl tırpan sallayacağını merak ediyorum.

Pauline’nin daha ilk tırpan sallamasıyla şaşkınlık sırası bana geliyor. Hayatımda gördüğüm en usta tırpancılardan birisi önümde tırpan sallayarak yeşil otları biçiyor: hışşş, hışşş, hışşş.

Kendini hiç yormadan, bedenini germeden ritmik ve esnek hareketlerle ilerliyor Pauline.

Ama iş buraya kadar, zira tırpan kısa sürede körleniyor ve işlemez hale geliyor.

Şaşkınlık içinde soruyorum.

“Bu işi nerede öğrendin?”

Pauline İsviçre’de yaşadığı kantonda “tırpan kullanma beceri kursları” açıldığını ve bu işi orada öğrendiğini söylüyor.

Daha da çok şaşırıyorum.

Biz işe yarar bir tırpan bulamazken ve artık kimse tırpan kullanmazken, dünyanın refah bakımından en zengin ülkesi İsviçre “tırpan kullanma beceri kursları” açıyor.

Tırpan ve onu kullanabilen kalmadığı için yarın yaşayacağımız bir büyük felaket sonrasında Anadolu’da arpa, buğday ve ot biçilecek kalır, orakla biçeriz, desek orak da bulamazsınız ki. Elle mi yolacağız onca ekili tarlaları, otlukları?

Dut bahçesinin günlük işlerinden sonra Eğin’e çarşıya indiğimde bu yaşadıklarımı Eğinliler’e de anlatıyorum ve o ironik soruyu soruyorum:

“Şimdi Kemaliye Belediyesi bir tırpan kullanma beceri kursu açsa ne dersiniz?”

DİĞER TIRPANCI

Geçiminizi sağlamak için iş bulabilmek için nelere katlanabilirsiniz? Ne kadar uzaktan kalkıp gurbete gelirsiniz? Geldiğiniz yerde kaç günlük iş bulabilirsiniz? Gurbet elde ışıksız, susuz, penceresiz yarım kalmış veya terkedilmiş inşaat köşelerinde sizin gibi iş bulmaya gelen köylülerinizle kaç gün bir arada kalabilirsiniz?

Kısacası bu sefalete kaç gün dayanabilirsiniz?

…/…

2014 Mayıs ayı.

İzmit Halkevi durağından belediye otobüsüne bineceğim. Kitap fuarının düzenlendiği yere gideceğim.

Durakta bekleyen ve boyundan uzun, ahşap sırığa benzer parçayı bir sancak gönderi gibi ayaklarının dibinde dikine tutan adam dikkatimi çekiyor. Sancaklar kullanılmadığı zamanlarda kendi gönderine dürülerek sarılır ve dürülmüş halde gönderi ile birlikte bir kılıfın içinde muhafaza edilir.

Duraktaki adamın elinde bir sancak gönderi gibi tuttuğu sırığın ucuna sancak dürülmemişti kuşkusuz.

Sağ tarafımda kalan adamın önünden geçerken, adamın elinde dikine tuttuğu sırığın aslında bir tırpan sapı, sırığın sapına bir sancak gibi dürülü duran şeyin ise tırpan bıçağı olduğunu fark ediyorum.

Adam ustalıkla katladığı tırpan bıçağını hiçbir tehlike arzetmeden tırpan sapına emniyetli bir şekilde sarmış.

Bir an irkiliyorum.

Azrail figürü olan tırpanla otobüs durağında bekleyen bir adam. Gördüğüm grotesk bir film sahnesinden bir kare mi?

Ürperiyorum. Gerçekliği doğru mu emin olamıyorum.

Adamın elinde tuttuğu bıçağı katlanmış tırpan sapı neyi anlatıyor?

Otobüse adımımı atarken adam arkamdan sesleniyor:

“Fazla biletiniz var mı?”

Hiç cevap vermeden adam için de bir otobüs bileti atıyorum.

Koltukları boş olan otobüsün en arka tarafına doğru gidiyor ve sol cam tarafında bir koltuğa oturuyorum.

Adam da geliyor yanıma ve bilet parasını vermek istiyor.

Parayı almayacağımı, ısrar etmemesini söylüyorum adama.

Adam da benimle aynı hizada sağ taraftaki cam kenarına geçip oturuyor.

Adam, boyu neredeyse otobüsün tavanına değecek olan elindeki tırpanı dikey vaziyette ayaklarının önünde ve sıkı sıkı tutuyor.

Az önce gördüğüm o grotesk sahne daha da yakınıma geldi. Merakımı yenemiyorum.

-Hayırdır hemşerim, elinde tırpanla nereye gidiyorsun?

-Maşukiye tarafına ot biçmeye abi.

-Neden orası?

-Abi Kartepe eteklerinde olduğu için oranın otu bol.

-İyi de artık motorlu tırpanlar var, hala el tırpanı kullanılıyor mu?

-Evet abi, orada hayvancılık yapanlar var, hayvanlar motorlu tırpanla biçilen otu yemiyor. O nedenle biz gidip otu biçiyoruz.

Adının Kemal, memleketinin Gümüşhane – Torul’un bir köyünden olduğunu söyleyen adam artık benim için o andan itibaren bir tırpancı oluyor.

Ta Gümüşhane-Torul-Karabucak Köyü’den gelen ve adının Kemal olduğunu öğrendiğim bu tırpancı yılın kaç ayında ve gününde İzmit’e gelir? İzmit’in biçilecek otluk alanını toplasan hepsi en fazla bir ayda biçilir? Sonrasında ne yapar bu insan? Hele bu insanla gelen kendisi gibi diğer tırpancıların da olduğunu düşünürsek ne kazanırlar bir, bilemedin iki ayda?

Ne zor hayatlar var.

Maria YORDANIDU 19. yüzyılda ellerinde baltalarla gurbete, İstanbul’a odun kırmaya giden Kürt baltacıları anlatır LOKSANDRA kitabında, bir ödünç cümlesi gelir aklıma hemen: “Kürtler baltalarını yanlarından ayırmazlar ve gurbete gidecekleri zaman anaları, Ispartalı*) kadınların oğullarına kalkan verdikleri gibi, ellerine balta verirlerdi.”[1]  

Tırpancı Kemal ve arkadaşlarının anaları da benzer bir şeyi mi yapıyordu, çocuklarının ellerine birer tırpan tutuşturup gurbete mi yolluyordu onları acaba?

Tütünçiftlik’te, suyu ve elektriği olmayan, penceresi olmayan boş bir inşaatta köylüleriyle birlikte kaldığını söyleyen tırpancı Kemal yılın geri kalanında ne yapacak?

-Çocukların var mı Kemal kardeş?

-Var abi, bir kızım, bir oğlum var.

-Okuyorlar mı?

-Kızım lise sonda Erzurum’da okuyor.

-Ne güzel, kızını okutuyorsun. Peki üniversiteyi kazanırsa gönderecek misin?

-Tabi abi.

-Peki nasıl okutacaksın, imkanın var mı?

-Allah kerimdir Abi.

İneceğim durağa yaklaşıyorum. Otobüsten inmeden önce tırpancı Kemal’den telefonunu alıyorum.

“Bakalım, gün doğmadan neler doğar,” diyorum.

Aradan üç ay geçiyor.

Tırpancı Kemal TEBER arıyor, kızının Sinop Üniversitesi’nde Hemşirelik Fakültesi’ni kazandığını söylüyor.

Var olsunlar, kızımız Güner için eşin dostun desteğini rica ediyorum.

Kızımız okuyup okulunu bitiriyor.

Pandemi günlerinde ataması yapılıyor.

Grotesk bir sahneyi andıran tırpana bakışım genç bir kızımızın hayatını değiştiriyor.

 


Tırpancı Kemal TEBER’in tırpanı

 İKİNCİ KADIN

Başlıkta geçen “tırp/an” kelimesi ilk bakışta Türkçe gibi gelebilir.

Sanki ortada bir “tırpmak” fiili var ve fiilden isim yaparak bir şeyi tırpan anlamında yapılan bir isim gibi, oynatan, yürüten, belleten vb.

Oysa Türkçede “tırpmak” diye bir fiil ve bu fiilden yapılma bir isim bulunmamaktadır.

Tırp/an ise arpa, buğday, yulaf, çavdar gibi tahılın, kimi zaman otun el ile biçilmesinde kullanılan bir tarım aletidir.

Türkçede “tırpmak” fiili yok, derken, bir tarım aleti olan “tırpan” kelimesi de Türkçeye giren ödünç kelimelerdendir, demek istiyoruz.

Fakir BAYKURT 1970 yılında “Tırpan” [2]romanını yayınladığında Köy Enstitülü bir öğretmenin kaleminden çıkan roman başlığının Türkçe olup olmadığı hiç düşünülmedi kuşkusuz.

Zira bir tarım aleti olarak “tırpan” yüz yılları aşan bir zamandır Anadolu köylüsünün elinin altında bulunan önemli bir gereçti ve kelimenin aslı “biçmek” anlamına gelen Rumca “drapanon/drepanon”  kelimesinden geliyordu.

Türkçede biçmek ile ilgili olarak karşımıza “orak” kelimesi çıkar.

Kaşgarlı’da geçen “orgak” bizim Anadolu’da halen kullanılan ot biçme aleti “oraktan” başka bir şey değildir.

“Or” kelimesi ise biçmek anlamına gelir.

Anadolu’da yaygın olan “tırpan” kelimesi kullanılıyor olsa da Erzurum, Kars, Trabzon-Araklı, Hemşin gibi yerlerde Ermenice “gerendi-kerindi” kelimesinden dönüşen ve aynı anlama gelen “kerenti” kelimesi kullanılıyor.

Balkanlar üzerinden gelip Trakya, Marmara ve Ege Bölgeleri’ne yerleşenler ise oralardan ödünç olarak getirdiği ve Rusça “kosari” kelimesinden dönüşen ve aynı anlama, tırpan anlamına gelmek üzere “kosa” kelimesini kullanıyor.

…/…

Fakir BAYKURT’un romanında geçen tırpan “Uluguş” ninenin dilinde bir güzellemeyle dillendirilir: tırpış

Roman, evli olan Kabak Musdu’nun görünce göz koyduğu ve kuma olarak almak istediği 13 yaşındaki Dürü’nün (Düriye) mücadelesini anlatır.

Dürü üzerinden anlatılan roman aslında Anadolu kadınının direniş ve uyanış hikayesidir.

“Tırpan bir direniş romanıdır, umut romanıdır; kadere, alınyazısına karşı direnen insanların öyküsüdür.”[3]

Fakir BAYKURT ise romanlarındaki insanın hep kendisi olduğunu anlatır. “Hep yazdığım insanım ben, yazdığım her insan ben” sözünün en somut örneklerinden biridir Tırpan.[4]

İlk kadın Tırpan romanında geçen karakterlere kıyasla dünyanın ta öbür ucundan olan Pauline olurken, anlatmak istediğimiz ikinci kadın DÜRÜ oluyor.

Uluguş Nine romanın başından itibaren kayıp tırpanını arar. Bütün itiraz, kaçma, saklanmaya rağmen Dürü kurtulamaz ve babası tarafından Kabak Musdu’ya kuma olarak verilir. Düğün dernek kurulur. Gerdek gecesi ironik bir şekilde 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı’na denk gelir.

Uluguş Nine romanın başından beri aradığı ve ölen kocası “Uluguş’tan” kalan eski tırpanını bulur nihayet.

Ama önce Kabak Musdu’yu bu işten vaz geçirmeye çalışır.

“Bak, her şeye aklın eriyor Kabak Musdu, şu önündeki işe neden aklın ermiyor. Bu kız senin emsalin mi ulan? Bu iş, sana iyilik getirir mi? Ellisini geçmiş herifsin. Kız daha on üçünde. Yarın altmış olursun; kız da on sekiz-yirmi. Yetmiş olursun; kız yirmi beş-otuz. Sen gittin süprüntülüğe; ama kız ne olacak?”[5]

Kabak Musdu kararından vazgeçmez.

Geriye tek çare kalır. Uluguş Nine bulur çareyi bir güzelleme dizdiği tırpanı, tırpışı ile.

Romanın başından beri kayıp olan tırpan kurtuluş için bir simgedir artık.

ÖZGÜRLÜK SAVAŞLARINA GÜZELLEME

MİHAİL KALAŞNİKOV – AK47 & FAKİR BAYKURT – TIRPIŞ

Sovyet tankçısı Mihail KALAŞNİKOV kendi adıyla anılan askeri literatürde AK47 olarak bilinen piyade tüfeğini icad ettiğinde bu silahın  60’lı yıllardan itibaren bütün dünyada “bir özgürlük silahı” olarak kullanılacağını tahmin edemezdi.

Kalaşnikov tüfek öldürücülüğü bir kenara bırakılarak savaşçı grupların bayraklarına,yazılarına, sloganlarına kadar girebilmiştir.

Tüfeğin bizim türkülerimize girmesi daha da eskidir. Kim bilmez içinde en az bir “martini, filinta veya mavzer” geçmeyen bir halk türküsünü? Bunların hepsi de öldürücü bir silahtır, ama halkımız onlara güzelleme dizerek türkülerine misafir etmiştir.

Fakir BAYKURT “Tırpan” romanını 1970 yılında yayınlar, yani Vietnam Savaşı’ nın en kanlı çarpışmalarının olduğu, yani Vietnam direnişçilerinin, savaşçılarının ellerinde AK47 – Kalaşnikov piyade tüfeği ile bütün dünyadaki özgürlük savaşçıları için  sembol olduğu yıllardır o yıllar.

O yıllardan sonra bu silah adeta bir ölüm silahı değil, özgürlük sembolü, direniş sembolü bir silah haline gelir.

Fakir BAYKURT’un bu sembolden habersiz, bu sembolün hayatın her alanındaki etkisinden habersiz olması düşünülemez.

Dürü’nün kurtuluşu, özgürlüğü için son çare olarak bir silah gereklidir. O da bulunur. TIRPAN.

Tırpan Uluguş Nine’nin eşi Uluguş’tan kalan ve romanın başından beri kayıp olan eski bir tırpandır ve Fakir BAYKURT, halk türkülerimizde geçen “martini, mavzer, filinta” güzellemeleri gibi, AK47 – Kalaşnikov piyade tüfeğine yapılan güzellemeler gibi, bir silaha güzelleme yaparak romana adını veren tırpanın adını “tırpış” olarak sunar okuyucuya.

Tıpkı halkın dilinde MAUSER’in – mavzer, Kalaşnikov’un – keleş olarak söylendiği gibi.

ULUGUŞ’UN TIRPAN – TIRPIŞ GÜZELLEMESİ

“Uluguş elinde, eğri, paslı bir tırpan tutuyordu. Aşağı dikiyor, yukarı tutuyor, okşuyordu: “Buldum!” dedi Linlin’i görünce. “Ben de tırpanı buldum Linlin!” dedi, okşadı elindekini. Biraz paslıydı. Eğriydi…”[6]  

(…)

“Merim adamdır Demirci Acara! Verelim de şu tırpanı yivlesin! Yumuşak adamdır emme demiri berk döğer!“ s.324

(…)

 “Bu tırpanı sana vereyim Linlin, götür ver Acara’ya! Eğrisini doğrultsun, iki yanına yiv açsın, gözel bir şey yapsın çabuk…”

“Yani öyle bıçak gibi bir şey mi olsun Uluguş?”

“Hançer gibi, tırpan gibi! Uluguş yolladı de, bilir o! Onun adı Acara, bilir benim içimdekini! Selam söyle benden!...” s.324

(…)

“Uluguş, evinin bir tek ziynetini, aynalı sandığını açtı. İçinden bir bohça çıkardı.Bir peşkir çıkardı. Bir poçu çıkardı. Poçuyu aldı, güne tuttu. Güllerini çiçeklerini kokladı. İncecik,ufacık bir poçuydu. Morları, pembeleri vardı. Dururdu sandığının dibinde. Ta kızlığından kalmaydı. Sevdadan uçtuğu günlerin uzak bir anısı olarak ara sıra çıkarır koklardı. Bakardı. Şimdi de baktı, kokladı. Kokladı uzun uzun. Kocası Uluguş takınmıştı bir zaman. Kokladı. Onun bir türlü kaybolmayan kokularını içine çekti. Sonra birden ivediye bindirdi işi. İkiye, dörde, sekize katladı poçuyu. “Tırpışımın el tutacak yerini çılbacık komak olur mu? Olmaz değil mi tırpışım?” dedi. Aldı tırpanı. El tutacak yerine sarmaya başladı poçuyu. Sardı sardı. Sarıp bitirdi. “Emme bunu buraya nasıl dutturacam,nasıl bağlayacam?” diye tasarlamaya başladı. “İğne iplikle diksem gözüm keser mi acap? Bir ip bulup bağlasam çok mu çirkin durur? Çirkin bir şey istemem! Yakışmaz tırpışıma! Dürü kızıma yakışmaz. Nerde şinci o kara yere gidesi inneler iplikler acap? s.352

(…)

Hemen aldı tırpanını,iğneyle iplikle dikti poçunun uçlarını. Tırpışın başını topuz gibi yaptı. “Ne gözel oldu! Ne süslü oldu! Baksanıza ayol! Böyle bir tırpış gördünüz mü bugünece? Köylerde, şeherlerde gördünüz mü? Kızılca’da, Ankara’da, Atine’de, Amarika’da gördünüz mü? Var mı böyle tırpışı varsılların?” Dudaklarına götürüp öptü. “Ne gözel oldun, ne faydalı oldun?” dedi öptü.” s.352-353

Uluguş nine Dürü için bir armağan gibi hazırlar içinde yiv açılmış tırpış bulunan sırmalı bohçayı.

Kurtuluş için gerisi Dürü’ye kalır. Kurtuluş gerdek gecesi sarhoş olup uyuyakalan Kabak Musdu’yu tırpış ile burkmak olacaktır.

“Musdu horluyordu. Tıkırtı etmeden, hışırtı etmeden giyinip kuşandı. Kolundaki saati, bilezikleri, boynundaki altınları çıkarıp attı. Azığını, ekmeğini bir çıkıya sardı. Sıkıca kuşandı beline. “Tırpışım gel!” dedi birden. Aldı tırpanı eline. “Euzü” yü okudu. Kalktı ayağa. s.364

(…)

“Lambayı iyice kıstı Dürü. Sonra karyolanın başucuna dolandı. Uzun uzun ölçüp oranladı. Boş böğründen sokacaktı tırpışı. İki eliyle tutacak, var gücüyle basacaktı. Sonra bir eliyle ağzına çapıt basacak, bir eliyle de tırpışı burkacak, sonra öylece bırakacaktı. Burkup bırakacaktı.

“Tamam öyleyse kızım!” dedi kendine. “Basacaksan bas, burkacaksan burk! Dört seet bekleme herifin başında…”

“Euzü” yü bir daha okudu. Sokuldu yanına. Sokuldu iyice. Tırpışı doğrulttu. Ala aydınlıkta basıverdi iki eliyle. Var gücünü ellerinde topladı. Birden iki parmak kadar girdi içeri. Girip durdu tırpış. Var gücüyle yeniden yüklendi. Yüklendi, iyice soktu içeri. Topuzuna kadar gömdü tırpışı. Bastı gömdü sıkıca. Kanı büngüldedi, süzüldü yatağa.” s.367

…/…

İkisi kadın üç tırpanın üçü de bir sembolür aslında, büyük felaketler olsa da olmasa da elinizin altında bir tane tarım aleti tırpan ve direniş sembolü olarak da              Fakir BAYKURT’dan bir “Tırpan” bulunmalıdır.

 



[1] MARIA YORDANIDU-LOKSANDRA İSTANBUL DÜŞÜ- BELGE YAYINLARI-ÇEV:OSMAN BLEDA

*) Antik Dönem Ispartası-blogger notu

[2] FAKİR BAYKURT-TIRPAN-REMZİ KİTABEVİ-1970

[3] TAHİR ŞİLKAN-TIRPAN VE FAKİR BAYKURT’UN GÜNCELLİĞİ-EVRENSEL KÜLTÜR AYLIK SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ-SAYI 213-EYLÜL 2009

[4] TAHİR ŞİLKAN, AGE

[5] FAKİR BAYKURT, AGE

[6] AGE, s.323

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder