Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü
Ruhi SU Anısına
“Kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik duruma getirin,” anonsu ile kalkışa hazırız.
Kırgızistan Hava Yolları ile uçmuş olsaydık, anons şu şekilde yapılırdı:
Samalyot kelip kondu.
Bizim dilimiz ne yazık ki fazlasıyla batı dilleri etkisinde kaldığı için, ifade biçimlerimiz de anlamsızca değişti.
Tanzimat ve sonrasında okur yazar oranı yok denecek kadar az olduğu için, bu belki de kaçınılmazdı. Ama daha önemlisi, aydınların, kentli insanların, burjuvazinin, yazar–çizerlerin köyün dilinden, halkın dilinden, onların kullandığı kelime ve cümlelerin yapısından bihaber olmaları veya onlara burun kıvırmalarıdır.
Kırgız Hava Yolları’nın yapacağı anonsu analiz edecek olursak.
Samalyot, Rusça bir kelimedir ve Türkçe karşılığı “uçaktır.“
Ama Rusça kelime karşılığı ise “kendi kendine uçan“ demektir.
Velespit – bisiklet – cin arabası kelimesi de aynı şekildedir.
“Kelip kondu“ ifadesi ise son derece ifadecidir. Zira bir şeyin, burada samalyot / uçak konabilmesi için bir yerden kalkıp gelmesi gerekir.
Sadece “kondu“ ya da bizim Türkçe anonslarda olduğu gibi, sadece “indi,“ demek bence çok eksik bir ifadedir.
Kelimede, ifadede tasarruf yapacağız diye, dili bozmak çok anlamsızdır.
Arapçanın, Farsçanın, zenginliğinin arkasında bu ifade gücü yatar.
Uçağımız Nevşehir – Kapadokya Hava Limanı’na indi.
Geçerken, bu isim, hava limanı ismi, bile ne kadar doğru? Zira tam üç değişik adı söyleniyor ve yazılıyor:
Nevşehir Hava Limanı
Nevşehir – Kapadokya Hava Limanı
Nevşehir – Gülşehir Hava Limanı
Bir hava limanını bile üç farklı biçimde isimlendirip, yazıyorsak, günlük dilimizdeki özensizliği nasıl açıklayabileceğiz, bundan nasıl kurtulacağız?
Uçağımız Nevşehir – Kapadokya Hava Limanı’na indi.
Hasan Dağı etkinliği için Helvadere kamp alanına gitmemiz gerekiyor. Ama vakit henüz çok erken. Hava kararmadan kamp alanına varmamız yeterlidir.
Saat 09.30‘u gösteriyor.
Havalimanından araç kiralıyoruz.
Selman sürücü koltuğunda, ben onun yanında hava limanından çıkıyoruz.
Planlar var, istekler var.
Ama önce karnımızı doyurmamız gerekiyor.
Avanos’ a varıyoruz.
İlçenin içinden geçen Kızılırmak duru ve nazlı akıyor.
Eski bir “Ana Tanrıça“ tapınım merkezi olan Avanos’ a daha fazla vakit ayırmak gerekiyor, ama başka bir zaman.
Irmağın üzerine çelik halatlarla gerilmiş olan asma köprüden geçerek, soldaki bir yerde kahvaltı yapıyoruz.
Fazla kalmak olmaz, kamp alanına vakit var, ama vaktin tamamını burada,
Avanos’ ta öldürmemeliyiz.
Ayrılıyoruz.
Ayrılırken, Selman‘a “Selman gözüm, şuradan biraz hurma, bir kilo da sütle kavrulmuş kabak çekirdeği al,“ diyorum.
Sütle kavrulmuş kabak çekirdeği lafı Selman’ ı hem şaşırtıyor, hem de meraklandırıyor.
Bu bölgede, Nevşehir başta olmak üzere, yerken dudakları kavurmaması için, yöre halkının “gara gabak” dediği ve çekirdek dışında hiçbir ekonomik değeri olmayan çekirdeklik kabağın içindeki çekirdek yaş olarak elle sıyrılır ve çekirdek o şekilde kendi sütü ile kavrulur. Yörede bu kavurma şekline “sütle kavrulmuş kabak çekirdeği” denir.
Yeteri kadar elle sıyrılmış kabak çekirdeği bulunmaz, o zaman ise çekirdeği gerçekten bir miktar süt ile kavururlar. Ama asıl sütle kavrulmuş lafı, kabağın kendi yaş halindeki iç sütüdür.
Laf lafı açıyor, ama çekirdeklik kabak Kayseri – Develi taraflarında yetişiyor. Bütün Tekir Yaylası çekirdeklik kabak tarlaları ile doludur. Kabak çekirdeğini en iyi Nevşehir işleyip pazarlıyor.
Tıpkı, Kütahya‘ da yetişen nohudun en iyi Çorum’ da işleniyor olması gibi.
Selman elinde büyük bir kese kağıdı dolusu sütle kavrulmuş kabak çekirdeği ile geliyor.
Daha araç hareket etmeden, herkesin eli sütle kavrulmuş kabak çekirdeği dolu kese kağıdına dalıyor sıra ile.
Gerçekten lezzetli ve içleri de dolu çekirdekler bunlar.
Haydi hareket vakti.
Avanos’ tan ayrılıp, Zelve’ ye doğru gidiyoruz.
Yol üstünde küçük bir vadinin, Paşa Bağları, kenarında duruyoruz.
Bülent ve ben gölgesi olan bir ağaç altı bulup vadiyi gezmeye çıkanları bekliyoruz.
Ağaçta tek tük kalan zerdaliler ilgimizi çekiyor. Boyumdan uzun yerde olanları Bülent topluyor.
Fazlasını gelenlere ayırıyoruz.
Yolun karşısına geçiyor, tezgahında eski ve eskitilmiş gibi duran eskiden dış kapıların vaz geçilmez dilli kilitlerinin irice anahtarlarına bakıyorum. Yüzlercesi tezgahın üstünde duruyor.
Zelve üç kilometre gösteriyor.
Tezgaha bakan genç adama soruyorum
-Zelve var mı?
-Az ilerde abi, üç kilometre sonra.
Anlaşılan genç adam “zelvenin“ ne demek olduğunu bilmiyor. Israr etmiyorum, zelvenin ne demek olduğunu da açıklamıyorum.
Bizimkiler geliyor. Ellerinde zerdali. Bülent ve bana veriyorlar. Ezik zerdalileri almıyorum.
-Biz de sizin için ayırmıştık, dalından topladık. Yerden toplamadık.
-Biz yerden topladık.
Paşa Bağları’ ndan ayrılıp, Zelve’ ye doğru hareket ediyoruz.
-Mehmet Bey, siz bilirsiniz, buralı sayılırsınız, “zelve“ ne demektir?
-Bilmiyorum.
-Anlatayım. Eskiden, frek kilitler yokken, köy evlerinde, konaklarda dış kapıların ardında, kapı sövesinin üstünde döğme demirden halkalı bir çivi çakılı olurdu. Kapının üstünde de ucu sivri, kapatınca o döğme halkaya geçecek şekilde yapılmış döğme demirden bir kol olurdu. Bu döğme demirden kol ve halkalı çivi bir arada satılır ve kapılara öyle takılırdı. İşte o döğme demirden halkalı çivi ve döğme demirden kola “zelve“ denirdi.
Tam yol ayrımına geldiğimizde, yol boyunca kucağımda taşıdığım küçük sırt çantasının olmadığını fark ediyorum.
-Avanos’ ta, kahvaltı yaptığımız yerde kaldı
-Ne kaldı?
-Sırt çantam.
-İçinde değerli bir şey var mıydı? Yoksa kalsın. Almaya değmez.
-Cüzdanım ve içinde kimliğim ve kredi kartım.
-O zaman dönelim.
Avanos’ a geri dönüyoruz. Zaten karşısı Avanos, görünüyor. Bir solukta varıyoruz.
Selman şaşırıyor “bu kadar yol geldik, hala Avanos’ ta mıyız,“ diyor.
Arkadaşlar araçtan ayrılmıyor. Asma köprüden tekrar geçerek, koşarak kahvaltı yaptığımız yere varıyorum. Kızılırmak‘ ı yine geçmiş oluyorum.
Kahvaltı yaptığımız masayı uzaktan görüyorum.
Sırt çantam, oturduğumuz masanın kenarındaki boş koltuğa koyduğum gibi duruyor.
Köylü insanı kentliden, aydın insandan ayıran belki de en büyük özellik “merak“ oluyor. Başka bir deyişle “meraksızlık.”
Avanos ilçe, kahvaltı yaptığımız yer ülke çapında çok bilinen bir markanın adı altında çalışıyor, ama çalışanlar köken itibarıyla hala köylü.
Biz kalkalı neredeyse bir saat olmuş. Masa boşalmış.
Yan tarafta boş koltuktaki sırt çantası hala kendi halinde duruyor.
Kimse merak edip de bu sırt çantası kimin, kim unuttu, diye sormamış, çantayı yerinden almamışlar bile.
Belki de bundan daha çarpıcı olanı ise, benim koşa koşa gelip, kimseye bir şey sormadan, söylemeden, çitle çevrili bahçenin içine girmeden, kolumu uzatıp boş koltuktaki sırt çantasını alıp koşa koşa geri gitmem ve bütün bunları yaparken bana kimsenin bir şey sormamış olmasıydı.
Köylülük, meraktan yoksunluk.
Çanta alındı.
Yola devam. Ama bu sefer kestirmeden ve geri döndüğümüz yere doğrudan varıyoruz.
-Arkadaşlar, akşama kadar bu turistik bölgede dolaşmak istemiyorum. Sizi, buralara pek de uzak olmayan “Göllü Dağ’a“ götüreyim.
-Ne var orada, sen gittin mi daha önce?
-Hayır, hep gitmek istedim, ama bir türlü olanak bulup gidemedim.
Yola devam ediyoruz.
Önümüzde Ürgüp var.
Her tura, gidilen yere ait, oranın yerel sanatçılarının müzik cd’ lerini alırdım. Bu sefer Ürgüplü Refik Başaran‘ın cd’ sini neden almadığıma üzülüyorum.
-Ah, Refik Başaran’ın cd’ sini alacaktım, unuttum, belki Ürgüp’ te buluruz.
-Mehmet Bey, “Feride, Refik Başaran’ ın türküsü müydü,” diye soruyor.
-Evet, onundu.
Dam başında sarıçiçek oy oy
Burdan gidek Ürgüp’ e göçek, nenni de Feridem nenni
Ürgüp’ e vardığımız gece oy oy
Hak yoluna kurban kesek, nenni de Feridem nenni
Gidiyorum işte gör,
Hayalda gör düşte gör
Çok ağladım gülmedim
Bir kötüye düşte gör
Ne güzel bir türküdür. Oynarız bu türküye, oysa bir intizardır Feride’ ye.
Ürgüplü Refik Başaran bizim değerli insan hazinelerimizdendi. Herkes onu
“Cemalım“ türküsü ile bilir, ama o türküden gayrı öyle türküleri vardır ki, çok farklı bir tavır, çok farklı bir gırtlak ile söylenmiştir ki, benzeri ve tekrarı asla gelmemiştir, gelmez.
Ürgüp’ e varıyoruz.
Göllü Dağ‘ a gitmek istiyorsak, sola Mustafa Paşa’ ya dönmemiz gerekiyor.
İyi, ama burası üzüm ve şarap diyarı ve “Turasan Şarapları“, burada yapılıyor.
Haydi, Turasan Şarapları‘na.
Asmalı Konak dizisinin çekildiği ve bir zamanlar insanların Kabe ziyareti gibi gelip para ödeyerek ziyaret ettikleri binanın önünden geçiyoruz.
Popüler kültür ve turizm ne kadar da çok şeyi öldürüp, yok ediyor.
Turasan‘ a varıyoruz. Tadım ücretsiz. Beyaz, kırmızı şaraplardan tadıyoruz.
Grup için bir şişe beyaz şarap alıyoruz, Hasan Dağı kamp alanına saklıyoruz.
Kuvvet Hoca kendine iki şişe beyaz şarap alıyor.
Kasaya ödemeyi yapıyoruz.
Çıkarken bir sürpriz var.
Dr. Mehmet Bey, hepimize birer damlatmayan şarap şişesi ağızlığı hediye ediyor. Ne güzel.
Yola devam.
Göllü Dağ’ a gitmeye karar veriyoruz, Göreme, Uç Hisar ve diğerleri kalıyor.
Nevşehir yönüne dönüyoruz.
Oradan, Kaymaklı ve Derinkuyu üzerinden Niğde’nin Gölcük Beldesi’ne gideceğiz.
Gölcük Beldesi’ ne vardığımızda Göllü Dağ’ı soracağız.
Nevşehir – Kaymaklı – Derinkuyu üzerinden Gölcük Beldesi’ ne varıyoruz.
Paylaşmak güzeldir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder