Cumhuriyet, güzel sanatlardan edebiyata, mimariden mühendisliğe, tıptan spora her alanda yeni insanlar yetiştirdi. Cumhuriyet’i görkemli bir mimari olarak düşünürsek bu alanlarda yetişen ilk kuşak insanlar estetiğiyle, zarafetiyle, perspektifiyle bir bütün halinde Cumhuriyet’in “beşeri mimarisini” oluşturdular.
Beşeri mimariye omuz verenler, başka bir ifadeyle
Cumhuriyet’e mimari alanda kanat gerenler arasında Osmanlı’dan devraldıkları
mirası Cumhuriyet’e de taşıyan mimarlar Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat Tek ve
diğer ustalar olurken, onların mirasını günümüze kadar neredeyse bir yüz yıl
taşıyan ve 22 Eylül 2021 tarihinde kaybettiğimiz Prof. Dr. Doğan KUBAN’ ı belki
de bu çatının en yükseğine koymamız gerekiyor.
Doğan KUBAN sadece mimar yönüyle değil, hayatının son zamanlarına
kadar bir meşale olmak fikriyle de bu toplumu aydınlatma görevini sürdürmüş ve
ölümünden önce de insanları “Anadolu’ya davet”[1] etmiştir.
O kadar çok farklı alanlarda ve geniş yelpazede eser verdi ve o kadar eseri ele alıp yüceltti ki, örneğin Selimiye’yi anlatsak Süleymaniye öksüz kalır, Süleymaniye’yi anlatsak Kalenderhane Camisi.
Yazarlar, sanatçılar, şairler, mimarlar ne kadar çok eser
verseler de hep “şah eser” dediğimiz tek bir eserle bilinir ve tanınırlar.
Farklı başlıklar taşısa da mimar olmasının yanında bir
Mimarlık Tarihçisi, bir Sanat Tarihçisi olarak Doğan KUBAN farklı başlıklar
taşısa da her ikisi de Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi üzerine olan eserlerinde
sadece Anadolu insanına değil, bütün dünyaya o mucize eseri ve onun mimarı,
Ahlatlı Mimar Hürremşah’ı tanıtıyordu.
Hürremşah’ın “şah eseri” Divriği Ulu Camisi ve Şifahanesi
ise, Doğan KUBAN’ın “şah eseri” de bu cami ve şifahanenin cennetin kapıları
yerine koyduğu bu iki basılı eseridir.
Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi’ni bir mucize olarak
tanımlayan Doğan KUBAN o mütevazi haliyle Mimar Hürremşah’ı yüceltirken aslında
bu büyük mimarı ve eserini yeniden anlatırken Cumhuriyet’in Beşeri Mimarisi’ni de
yeniden temellendiriyordu.
“Mengücek Emiri Ahmet Şah ve eşi
Turan Melik’in yaptırdıkları Ulucami ve Şifahane'nin mimarı olan Ahlatlı
Hürremşah’ın tasarladığı, bezemelerinin çoğunu eliyle yonttuğu taç kapılar Türk
çağının en önde gelen başyapıtlarıdır.
Kıble kapısındaki yontu (heykel), tasarımı ve işçiliği ile İslam ve Yakındoğu’da yoktur. İkonografik olarak dünya sanat tarihinin hiç bir döneminde, büyük bir heykel uygulaması olarak, bu nitelikte bir ‘Cennet Kapısı’ imgesi yaratılmamıştır.
Hürremşah’ın tasarladığı ve
olağanüstü yaratıcılığı ile kendi eliyle yonttuğu bu taç kapı dünya sanat
çevrelerinin artık farkında olduğu bir yapıttır. Divriği Ulu Cami ‘korunması
gereken en önemli evrensel sanat miraslarından biri’ olarak, UNESCO’nun tarihi
yapılar listesindedir. Anadolu Türk kültürünün kimliğini oluşturan en önemli
tarih mirasıdır. Anadolu-Türk varlığının dokunulmazıdır.”[2]
“Bir taç kapıyı simgesel çiçek ve yapraklar kullanarak sonsuza uzanan bir cennet kapısı olarak hayal etmek Hürremşah’ın bize kültürel hediyesidir. Dünyada başka eşi olmayan ve Anadolu-Türk kültürünün ayrıcalığını vurgulayan bu yapıt, Mona Lisa’nın portresi yanında, çok daha zengin bir sanat yapıtıdır. Hürremşah’ı Leonardo ile karşılaştırmak söz konusu değil. Ama bu kapı Louvre’da sergilenseydi, sanatseverlerin ağzından düşmezdi. Ulu Cami’nin kıble kapısı büyük bir sanatçının hayalini süsleyen bir imge olarak, olağanüstü bir işçilikle taşa oyulmuştur.”[3]
Vurgu aslında hep aynıdır: Anadolu-Türk Kültürü.
“Biz ulusu
geriye dönüp bakarak oluşturmadık. Ulusu; dile, kültüre dayalı olarak yeniden
tanımladık. ‘Hititler de, Sümerler de bizdendir’ dedik; Anadolu’nun geçmişine
sahip çıktık. Ulusu, Anadolu’nun sahipliği içinde tanımlamaya çalıştık. Daha
eski Türk tarihini de yadsımadık. Biz Hitit değiliz, öte yandan Hitit, Fransız
değil. Eğer Hitit’ten bir şey kaldıysa burada kaldı; biz de onun vârisiyiz.
Anadolu’da ne varsa onun sahibiyiz; onlar bizim içimizde; yani biz onların
torunlarıyız. Türk olmak, bugün Uygur ya da Kırgız olmak da değil; fakat
olmamak da değil.”[4]
Yukarıdaki paragrafta Doğan KUBAN bir Anadolu sentezi yaparken
aslında yine mütevaziliği elden bırakmıyor ve kendi “Çerkes” kimliğinin
belirleyici özelliğini bu senteze dahil etmiyor.
-21
Mayıs, 1864 Büyük Çerkes Göçü
-08
Nisan 1926 doğumlu Doğan Kuban’ın babası bir Şapsığ olan
Mehmet Bahattin Bey büyük sürgünle gelen anne babanın çocuğu olsa gerek ve
Osmanlı eğitimi ile Harbiye’den mezun olmuş bir kurmay subaydır.
Soru
şudur:
Nasıl oluyor da birinci kuşak bir sürgün ailenin çocuğu
Osmanlı’nın en iyi okullarından birinde, Harbiye’de okuma başarısı gösterebiliyor?
Nasıl oluyor da ikinci kuşak Şapsığ Doğan KUBAN da
Cumhuriyet’in en iyi okullarına girme konusunda aynı başarıyı gösterebiliyor?
Bu soruları bizden önce soranlar da vardı kuşkusuz. Elbruz
AKSOY yol gösteriyor.
“Ah Çerkesler ah! Ne oluyorsa bunlara, daha iki kelime Türkçe
bilmiyorlar, ama vatanı sanki bunlar kurtaracak! Elli senede zapt ettiler koca
Devlet-i Osman’ ı. Hangi hududa, hangi cepheye gitsen kabus gibi bunlar karşına
çıkardı! diye söylenmişti Bosnalı.”[5]
Bunun açıklaması Hatti
yurdu olan Anadolu’da Kafkaslar’dan geldiğini düşündüğümüz Hititlerin
kendilerine hızlıca ve köklü yeni bir yurt, yeni bir vatan kurma ve yaşatma
içgüdüsüdür.
Ne Doğan KUBAN ne de
babası Mehmet Bahattin Bey kabus gibi çıkmadı Cumhuriyet’in Beşeri Mimarisi’ nin
karşısına, ama kısa sürede o mimarinin omurgasını oluşturdular neredeyse,
kökleri ta eski Anadolu uygarlıkları Hititlere kadar dayanan.
Doğan KUBAN Hocamızın
Anadolu-Türk Kültürü sentezinde kendi etnik boyu Şapsığları ayrı tutmasını onun
mütevaziliğine bağlasak da babası Mehmet Bahattin Bey’in Sarıkamış’taki
görevinden dönerken yanında getirdiği Zühre kızın onun yetişmesinde, onun masalsı
tatlı anlatımında, mimari anlamda hayal gücünün gelişiminde nasıl bir rol
oynadığını tahmin edebiliyoruz.
“Doğan
Kuban’ın yaşamında önemli rolü olan kişilerden biri; o doğmadan önce annesi,
babası tarafından Sarıkamış’ta evlat edinilen Zühre’dir. Zühre, annesi ve
babası Ermeniler tarafından katledilmiş bir Azeri ya da Kürt kızıdır. Doğan ve
kardeşi Yıldırım Kuban’ı, Azerbaycan-Kafkas masalları anlatan Zühre büyütüyor.
Doğan Kuban onu sevgi ve minnetle anıyor.”[6]
Başka bir Yurt Gezimizde “Demir Dağı’na Yolculuk” yapmış ve Cumhuriyet’in anıtsal eseri kendi kaderine terk edilmiş Divriği’ye sadece on km uzaklıkta bulunan “Cürek İşçi Kampüsü’nü” ziyaret etmiştik.
Cürek İşçi Kampüsü
zamanının çok ötesinde bir mimariye ve sosyal planlamaya sahip bir yapıdır.
Yapının mimarları arasında Cumhuriyet’in “şah eserlerinden” birisi olan DTCF’
nin mimarı ve dünya sosyal konut-toplu konut mimarlığının öncüsü Alman
sosyalist Bruno TAUT da bulunmaktadır.
Bruno TAUT öldüğünde
Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilmesini vasiyet edecek kadar bu topraklardandır
ve vasiyeti yerine getirilmiştir.
İşte Doğan KUBAN
Hocamızın anlatmaya çalıştığı Anadolu-Türk Kültürü sentezine dahil
edeceğimiz bir yıldız daha.
O Yurt Gezimizde 30 Yurt Gezgini Kuzey Taç
Kapı, Cennetin Kapısı önünde dizilerek Yurt Gezgini Dostumuz Hülya RODOPLU’nun
sunumunda Selçuklu Ahlatlı Mimar Hürremşah’ tan Cumhuriyet çocuğu Doğan KUBAN’a
uzanan beşeri mimarlığın sırlarını çözmeye çalışmıştık.
Üçü de birer “şah eseri” olan mimarlar Hürremşah, Bruno TAUT ve Doğan KUBAN Divriği-Cürek hattında nasıl da bir araya geliyorlar, tesadüf diyebilir miyiz?
Ruhları şad olsun,
Doğan KUBAN, soldan ikinci, bir mimarlık gezisinden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder