16 Mart 2021 Salı

DERSİM’E YOLCULUK (ONUNCU BÖLÜM)

                                                                                   


                                                                        

                                                                                                                   26 Kasım 2020, Perşembe

Düzgün Baba Ziyareti ve ardından Çar-şamba günü Çar-sancak’ta çıkılan Çar Kapı Ziyareti’ nden sonra bugün, Per-şembe[1], beşinci günde dinleniyoruz, evdeyiz.

Dilif Anne anlatıyor, anlattıkça çocukluğunu, anlattıkça yaşadıkları ağa zulmünü, anlattıkça altı kişilik bir evde sadece bir tane olan kaşığının yanına pınar başında çamurların arasından bulduğu ikinci bir kaşığın sevincini, anlattıkça Mıstıli’ nin (Mustafa) onu bir günde karar vererek nasıl alıp kaçırdığını ve ertesi günde ise nasıl askere gittiğini, çaresizlikleri, yollarda  ve göçlerde geçen hayatı, Dersim’in yayla havasından İskenderun’un sivrisinek ısırığı ölgün güneşine neden düştüklerini, bu ölgün güneşin demir çelik fabrikalarında ergitilen cevher gibi kendilerini de nasıl erittiğini, ziyaretler toplamından, deli ırmaklardan, başı göğe değen dağlardan, sesinde ve sazında geceler boyu semah dönülen Alevi ocaklarının, inançlarının nasıl da bu demir ve çelik ocaklarında eriyip yok olduğunu, Sultan-Hüseyin-Selman-Zülfikar çocuklara babadan sadece cetvelle çizilmiş gibi soğuk ve tekdüze bir hayatın miras kaldığını duyuyorum.

Selman “eee peki Ana Melek”, diye sorular soruyor arada. “Adam boylu poslu, yakışıklı da sayılır, neden gelip de senin gibi yoksul, yetim ve bir ayağı sakat bir kızı kaçırmış ve hemen ertesi gün askere giderek seni bir başına bırakmış?”

Dilinden anlamasam da Dilif Anne’ nin yüz ifadesinden anlıyorum, “bilmem” diyor.

Bizim buralarda Kara Yolları’nda yol işçisi olarak çalışmayan kalmamıştır. Pederi eritip tüketen İskenderun’un o uyuz ve  sivrisinek kaynağı solgun güneşinden ziyade karda kışta, inişte yokuşta elde kazma kürek, yol yapımında, karda ve tipide yol açılmasında, dağ başlarında köhne bir Kara Yolları barakasında kurt ulumaları eşliğinde zoraki geçirilen günlerin ve gecelerin insanın iliklerine, ciğerlerine, böbreklerine işleyen zalim ayazlardır, diye arada söze giriyor Selman.

“Eee peki Ana Melek”, diye yeni bir soruya girecek oluyor Selman, bana dönüyor, “ben de bazı şeyleri ilk defa duyuyorum,” diyor.

Teyzelerinden birinin genç yaşta yitip gittiğini, birinin izini kaybettirdiğini anlamakta zorlanıyorum.

Ne anlatılanların ne de dilinden dolayı az da olsa anlayabildiklerimin sadece bu ailenin hikayesi olmadığını, koca bir Dersim’in hikayesi olduğunu biliyorum.

İskenderun Demir ve Çelik Fabrikaları kampüsünde bulunan işçi lojmanlarına geçmek hayatı değiştirir. Hayatın içine futbol girer, deniz girer.

Baba çocuklarına miras bıraktığı cetvel gibi doğru ve düzgün formel bir hayatı belki de orada ilke edinir kendine, topoğraftır harita odasında. Belki de Düzgün Baba’nın bir buyruğudur Mustafa Amca’nın kusursuz olarak yerine getirmeye çalıştığı.

İlkokul düzeyinde okuma yazması ile harita odasında topoğraf olmak Zülfikar’ı Elektrik Elektronik Mühendisliği, Hüseyin’i İnşaat Teknikerliği, Selman’ ı ise kılı kırk yaran bilim dalı istatistik okumaya mı yöneltti acaba?

Ama yine de cebinde bir dolmuş paran yoksa eğer İskenderun şehir merkezinde bir bütün somuna katık olarak yenilen tereyağlı bir tabak humustan sonra demir çelik kampüsüne kadar olan 25 kilometrelik yolu yürümekten kurtulamıyorsun.

Ya da yaz tatillerinden birisinde Urfa’da inşaatta çalışırken açlık, yorgunluk ve en çok da cehennem sıcağı bir havanın etkisiyle düşüp bayılmanın kendisine “güneş çarpması” olarak açıklanışını Akdeniz sahillerinde çıplak yatanların bira içerken neden çarpılmadığını yıllar sonra şaşkınlıkla öğreniyor olmalıydı Selman.

“Eee peki Ana Melek, sizin kimseniz, yolunuza çıkan bir köylünüz, bir aklı başında adam yok muydu, nereye gidiyorsunuz, diyecek?”

“Bilmem, diyor Dilif Anne, yoktu galiba. Çıktık yola, yanımda sekiz yaşında kız kardeşim, sizin teyzeniz, köylerden geçip gittik.

Yolda ne bizi çeviren, ne nereye gidiyorsunuz böyle bir başınıza, diye soran kimse oldu.

Çobanların peşine düşüp gittik.”

“Çobanların köpekleri de mi size bir şey yapmadı?”

“Hayır, çünkü biz sürüyü ve çobanı tanıyorduk, köpekler de bizi tanıyordu.”

İşittiklerimi bir hayra yoramıyorum. Gerçek ile hayal arasında kalmış gibiydim.

Gerçek olan Dilif Annenin şu an anlattıkları, hayal olan ise benim dün Çar Kapı Ziyareti’ nde önce cılız sesini duyduğum, sonra da cılız bedenini gördüğüm 12-13 yaşlarında ayakları yalın siyah entarili kız çocuğu muydu yoksa?

Yoksa ikisi de yalan, ikisi de gerçek miydi?

Nasıl olur bu diye Selman’ın yüzüne bakıyorum, nasıl olur da iki küçük kız çocuğu bir başlarına davar sürüsünün peşine takılıp giderler, diye soracak oluyorum.

Bekle, devamı var, dercesine işaret ediyor bana Selman.

“Gittik gittik, zaten daha önce de gidiyorduk, o yolları biliyordum. Gittik gittik Çar Kapı’ ya vardık. Hava karardı. Yanımızda yiyecek hiçbir şey yok, su yok. Geri dönemeyiz.

O gece orada ziyarette kaldık. Oraya ziyarete gelenler orada gecelemek için yanlarında çul, çaput, yorgan getiriyorlar, getirdiklerini geri götürmüyor, orada bırakıyorlar. Sağda solda testilerin içinde su da bulduk.

Karnımız aç, ama açlığı kim düşünüyor. Hava karardı ve korkudan kız kardeşimle birbirimize sarılarak orada bulduğumuz çulların üzerine uzanıp uyumuşuz.”

Edebiyatta, müzikte romantizm arayanlar bu iki çaresiz kız çocuğunun çıplak ayak, aç susuz o dağın başına neden gelmiş olabileceğini sormaz kendine. Onun aradığı gökteki dans eden yıldızlar olmalıdır.

Polisiye yazdığını sananlar ise kayıp kız çocuklarını peşine davar sürüsünün çoban köpeklerini takar, oysa kaybolan birisi yoktur.

İnsan Dersim Coğrafyası’ nda kaybolmaz. Dağlar saklar onu, yıldızlar örtü gibi örter üzerini.

Penc-şenbih, beşinci gün, Perşembe böyle geçiyor.

27, Kasım, Cuma

Gece gördüğüm düşün etkisiyle uyanıyorum Cuma sabahına. Çar Kapı’ da önce cılız sesini işittiğim, sonra sıska bedenini gördüğüm yalın ayaklı, siyah uzun entarili kız çocuğu ile Dilif Anne’ nin dün bütün gün anlattıkları, İskenderun, Kara Yolları, güneş çarpması, bir cetvel düzgünlüğünde hayatlar, hepsi ve her şey zihnimde dolaşıp duruyorlar şimdi.

Öğlene doğru çıkıyoruz evden. Pertek’e çarşıya gidiyoruz. Siparişler var, hediyelikler var. Dut kurusu, dut pekmezi, bal, peynir derken aracın yükü tamamlanıyor.

Yarın Cumartesi ve Covid 19 salgınından dolayı hafta sonu seyahat yasağı var. Seyahate çıkacakların seyahat izin belgesi alması gerekiyor. Yarın yola çıkacağımız için bizim de seyahat izin belgesi almamız gerekiyor.

Pertek Kaymakamlığı’na gidiyoruz. Bize yardımcı olan bir memur bizim adımıza interneti kullanarak izin belgeleri için gerekli yazıyı hazırlıyor. Memur, izinler sizin telefonunuza düşer, derken gözüm memurun masasının önünde duran sehpadaki kitaba takılıyor.

PERTEK: DERSİM’İN GİRİŞ KAPISI

Dersim’in giriş kapısındayız, ama Pertek’e gelenler sadece kaplıca için geliyor.

Ne kalesini, ne Peri ve Murat Suyu’nu, ne eski Pertek’i, ne ziyaretlerini, ne koç başlı mezar taşlarını merak eden var.

Çar Sancak’ın önemli yerleşimlerinden Sağman’ı merak eden kaç kişi var acaba?

Ya Singeç Köprüsü’nü?

Alış-veriş bitti, hafta sonu seyahat izin belgeleri de alındı, hava kararmadan yapılacaklar, görülecek yerler var.

SAĞMAN’A DOĞRU SİNGEÇ KÖPRÜSÜ

Pertek’ten ayrılarak Hozat – Çemişkezek yoluna, Keban Barajı Havzası’nın doğu kıyıları boyunca kuzeye doğru gidiyoruz.

On dakika sonra yol derin bir vadinin içine sağa doğru girmeye başlıyor. Yolun girebildiği en son noktada beton bir köprüden geçiyoruz. Köprünün altından akan çay ise ta Sağman taraflarından kopup gelen, eski adı Hozat Deresi olan Büyük Dere’dir.. Büyük Dere geçtiği yerleri aşındıra aşındıra, daha ortada Keban Barajı yokken, ta Eğin’den kopup gelen Karasu’ya karışıyordu.

Pertek’ten Hozat’a veya Çemişkezek’e ulaşmak için Hozat Deresi’nin üzerinden geçmeniz gerekir.

Bu arada Mustafa Kemal ve yanındaki heyetin Elazığ’dan hareketle Pertek’e gelmiş olduğunu ve oradan hareketle Hozat Çayı üzerinde yapılan Singeç Köprüsü’nün açılışına geleceğini haber alıyoruz.

Mustafa Kemal ve beraberindeki heyet Pertek Halkevi ziyaretinde

Hozat Dere’sinin halkın Fırat dediği Karasu’ya kavuştuğu yer hem çok sarptı hem de zaman zaman geçilmez oluyordu. Bugün Büyük Dere Keban Barajı’na dökülürken döküldüğü yer neredeyse belli bile olmuyor, dere ile baraj neredeyse aynı seviyeye gelmişler.

Bizim üzerinden geçtiğimiz beton kara yolu köprüsü Keban Barajı açılıp su tutmaya başladıktan sonra yapılmış. Üzerinden geçtğimiz köprünün adı Singeç Köprüsü, ama asıl Singeç Köprüsü baraj suları altında kalmış. İlk Singeç Köprüsü baraj suları altında kalınca şimdiki kullanılmakta olan beton köprü Hozat Deresi’nin geldiği vadinin içine doğru sıfır noktaya kadar çekilmiş, baraj havzası dışına yapılmış.

Üzerinden geçtiğimiz beton köprüye ulaşmak ve yola devam etmek güya çok zaman alıyormuş gibi, şimdi de daha yol sağa sapmadan önce yolun tam karşısına, baraj sularının üzerine beton ayaklı çirkin ve kocaman bir köprü inşaatı devam ediyor.

Gerek kara yolu ulaşımını sağlamak gerekse devam etmekte olan Dersim Harekatı içinde askeri erişim noktalarını yakınlaştırmak için Hozat Deresi üzerine kurulmuş olan Singeç Köprüsü 17 Kasım 1937 tarihinde Mustafa Kemal ve yanındaki heyet ile birlikte törenle açılmıştır.

Mustafa Kemal’in 1932 yılında açılan ve her bakımdan devrin önünde bir anlayışla yapılan estetik ve zerafetin buluştuğu Kömürhan Köprüsü’nün açılışına bile gitmediğini düşünürsek, sadece ve sadece 36 metrelik bir kemer açıklığına sahip beton bir köprünün açılışına, Pertek’e gelmesinin bir nedeni olmalıdır.

Birinci Dersim Harekatı sona erdikten sonra 02 Ocak 1938’de İkinci Dersim Harekatı başlar. Mustafa Kemal’in yanında savaş pilotu Sabiha Gökçen ile bölgeye gelmesi askeri açıdan bir harekat bölgesi ziyareti amacı mı taşıyordu yoksa Birinci Dersim Harekatı sonrasında bölgeyi ziyaret ederek halkla sohbet etmek, onlara güven vermek miydi?

Nitekim İkinci Dersim Harekatı süresince Mustafa Kemal esas olarak sürekli kendi hastalığı ile uğraşmaktadır.

Köprü açılışına gelen Sabiha GÖKÇEN de Mustafa Kemal’in askeri bir teftiş veya inceleme için gelmediği görüşündedir.

"1937 sonlarına doğru. Pertek'te bir köprü yapılmıştı, onun açılışı dolayısıyla Atatürk gelmişti. Yani bu mevzular görüşülmüyordu. Arazide geziler yapıyorduk bazen Atatürk ile. Ben gösteriyordum yerleri, şurası şudur burası budur diye.”[2]

Seyit Rıza’nın 15 Kasım tarihinde idam edilmesinin hemen ardından iki gün sonra basit bir köprü açılışına gelen Mustafa Kemal’in gergin olduğu her halinden belli olmaktadır. Bu gerginliğin nedeni kendi kontrolünden çıkan kararların alınmasıyla Milli Mücadele’de ittifak yapılan Dersim Aleviliği ile bir kopuşun başlangıcı mıydı acaba?

 


Soldan:Ali Çetinkaya Nafia Vekili, Celal Bayar İktisat Vekili, Atatürk, Sabiha Gökçen

Açılışı yapılan Singeç Köprüsü

Şimdiki ruhsuz beton Singeç Köprüsü  

Singeç Köprüsü boğulmak üzere


Biz o vadinin iyice içlerine doğru, yolun dirsek yaptığı sıfır noktasına kaydırılan o ruhsuz beton Singeç Köprüsü’nden geçtik.


Hemen üç yüz metre solumuzda daha da ruhsuz dev ayaklı yeni bir köprü yapılıyordu.

SİNGEÇ NE DEMEK

Singeç Köprüsü açılır açılmasına, ama köprüye bir isim verilmesi gerekmektedir.

Köprüler açılır, yollar yapılır, köyler kurulur, köyler dağıtılır, hepsine yeni yeni isimler bulunur ve konur, ama o isimlerin ne olduğu, ne anlama geldikleri çoğu zaman bir şehir efsanesine, çoğu zaman bir safsataya dayandırılır.

Şehir efsanesi şöyle anlatılıyor. Sözde burada bir köprü yokken, Hozat Çayı’ndan geçmek için insanların soyunarak sudan geçmeleri gerekiyormuş ve bu nedenle halk bu köprüye “soyungeç” köprüsü adını vermiş.

Yazın neyse de kışın hangi insan geçebilir o suları soyunarak veya soyunmadan?

Soyundular diyelim, yanlarındaki öte beri, çocuklar, kucakta bebekler nasıl geçer o sulardan?

Mustafa Kemal ve beraberindeki heyet köprü açılışına geldiklerinde köprünün adının “soyun geç veya sungeç” olduğunu duyuyor.

Şehir efsanesi Mustafa Kemal’e rağmen devam ediyor.

“Bu isimleri telaffuz etmek zor, böyle demeyelim, kısaca ve daha kolay tefaffuz için bu köprüye “Singeç” adını verelim.”

İyi de soyun geç ile sin geç hangi ses veya hece ile birleşiyor ki, sondaki “geç” dışında?

Yazık ki ne anlı şanlı tarihçilerimizde, ne Dersimli araştırmacılarda Singeç ile ilgili bir kaygı, bir soru bulunmadığı gibi, bu konuda yazılanlar da tamamen hatalı ve yanlıştır.

Bir kere köprünün Hozat Çayı üzerinde kurulu olduğu bile bilinmeden, hemen Murat Suyu denir.

Oysa araştırmacılar ve bu arada Dersimliler ve Dersimli tarihçiler kafalarını biraz kaldırıp da haritanın kuzey tarafına, Hozat-Ovacık tarafına doğru baksalar, orada bugünkü adı Geyik Suyu olan boşaltılmış köyün eski adının “Sin” olduğunu ve Dersim Harekatı’nın sebepleri arasında gösterilen Sin Karakolu’nun da o köyde bulunduğunu görebilirler.

Köprü Hozat Deresi üzerinden geçerek yolu önce Hozat’a oradadan da Sin Köyü’ne bağlar.

Sin-geç, Sin Köyü’ne geçit anlamına gelir. Anadolu halkları kullandığı günlük dilde hep tasarrufa meyilldidir, uzatmaz, kısa konuşur.

İyi ama, “sin” ne demektir? Orta Doğu halkları arasında, coğrafyasında çokça çıkar karşımıza.

Ta Sümer’den gelir Sin adı bize, günümüze kadar.

Axmede Xani’nin ölümsüz eserinin kahramanları Mem ile Zin değil midir, biz Sin, diyelim.

Babil ve Asur’ da Sin olarak karşımıza çıkan Ay Tanrısı Sümer’de Nanna’dır.

Hititlerde ise karşımıza Nikkal olarak çıkar.

Bugünkü Geyik Suyu veya eski Sin Köyü’ne gidip Ay Tarısı Sin için yapılmış olma ihtimali bulunan bir sunak arasak nelerle karşılaşırız acaba?

Bugünkü Harran’ da hala ayakta duran Sin Tapınağı Sin-geç Köprüsü’nün adını açıklamak için yeterince ipucu veriyor zaten.

Singeç Köprüsü’nden geçerek Sağman Köyü yol levhasını gördüğümüz yerden sağa ayrılan yola sapıyoruz. Nedense köyün yokuşun hemen başında olacağını düşünüyoruz. Sert yokuşlu ve kıvrımlı asfalt yoldan hep tırmanıyoruz. Sağımızda derin vadinin tabanından Hozat Çayı akıyor.

Tırmanışımız hala devam ediyor.

Yağış başladı, hava kararmaya başlıyor. Yağışın artması ve kara çevirmesi bizi tedirgin ediyor. Selman, lastikler kabak, diyor, fazla gitmeyiz, aksi halde inişte zorlanırız.

NİHAYET SAĞMAN KÖYÜ

Nihayet Sağman Köyü giriş levhasını görüyoruz.

Büyükçe bir köy. Bulunduğumuz yerin rakımı muhtemelen 2.000 metre olmalı.

Sağman Köyü’ne gelmemizin amacı tarihi 16. Yüzyıla dayanan Sağman Camisi ve Külliyesi ile Sağman Kalesi’ni görmekti. Köyün içinden ağır ağır geçiyoruz.

Ortada ne bir eski yapı, ne bir cami ve kale var. Köyün dışına çıkıyoruz. Şaşkınlığımız büsbütün artıyor. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeyiz, Köyün çıkışından sonra doğu tarafımız Hozat Çayı’nın oyduğu derin vadi.

Batı ve kuzeyimiz ise Hozat’a gidiyor.

Köyden birkaç kilometre çıkıyoruz ve uzakta tam da kuzey batımızda sanki sivri bir yarımada üzerinde duran heybetli Sağman Camisi’ni görüyoruz.

Caminin yanına yaklaştıkça kesme taştan yapılma cami kendini olanca güzelliği ve bir o kadar da yalnızlığı ile ele veriyor.

Dağın başında, Sağmanlı köylülerin bile vakit namazı için gelmedikleri bu cami ne maksatla, ne zaman ve kim tarafından yapılmış olabilir ki?

Araçtan inip etrafı taş duvarla çevrili cami avlusuna girmek istiyoruz. Avlu kapısına bir kilit asmışlar. Avlu duvarından aşarak camiye gitsek bile cami kapısının da kapalı olduğundan emin olarak, bu düşüncemizden vaz geçiyoruz.

Derken caminin güney doğu tarafına dolanırken şaşkınlığımız asıl şimdi ortaya çıkıyor.

Sipsivri andezit bir kaya üzerine adeta topoğrafik ve jeodezik hesaplarla yapılmış 13. Yüzyıl bir Artuklu kalesi gözlerimizi kamaştırıyor.

Kalenin duvarları üzerine kurulu olduğu andezit kaya ile silme aynı hizada ve aşağısı derin bir uçurum.

Kaleye gidip daha yakından görmek istiyoruz, ama hava kararmak üzere, bundan da vaz geçiyoruz.

Etrafa bakıyoruz.

Kuzey doğuda Tunceli, biraz batısında Hozat, daha batıda Çemişkezek. Bağlı olduğu ilçe Pertek çok aşağılarda, görünmüyor.

Karşımızda yüce Dersim Dağları ve dağlara şemsiye olan bulutsuz Dersim göğü.

Arkamızda Keban Baraj Havzası içinde kalan Pertek Kalesi.

Bu kadar yüksekte, bu kadar uzakta muhteşem ve zapteldilmesi zor bir kale ve kale ahalisinin tamamını içine alacak kadar büyük bir cami ancak beyin buyruğu ile mümkündür.

Nitekim bu büyüklükte yapılmış olması Sağman’ın önemini de yakın zamanlara kadar taşımış oluyor.

Daha önceki bölümlerde de yazmış olduğumuz gibi, 1879 yılında oluşturulan ve Osmanlı döneminin sonuna kadar Mamurat’ül-Aziz Vilayeti’ ne bağlı olan Dersim Sancağı’ nın merkezi Hozat’tır. Hozat’a bağlı kazalar Çemişgezek, Ovacık, Pertek, Sağman, Çarsancak, Kalan, Kuzican (Pülümür), Kızılkilise (Nazmiye), Mazgirt, (1888’den sonra) Pah’tır (Kocakoç).

Bütün bunlar iyi güzel de Sağman kelimesi de bize çok fazla şey anlatmıyor, daha doğrusu gerek konuşma gerekse yazı dilinde üzerinde oynama yapılmış olduğu izlenimi vermektedir.

“Pertekli” kitabında Mehmet BİLGİN Evliya Çelebi’ye dayandırdığı Sağman açıklamasını, bu adın “sağmal” dan geldiğini belirterek aktarmaktadır.[3]

Yazımızın başından beri bizimle birlikte yolculuk etmekte olan ANTRANİK[4] ise “sağman” kelimesinin transkriptini “Tsağman” olarak belirtmektedir ki, “ts” birleşik harfleri Türkçede “ç” sesine karşılık gelebilmektedir ve bu durumda sağman, çağman olarak da okunabilir.

Ancak, çağman kelimesinin hem yörede konuşulan dil özellikleri hem de yörenin tarihi özellikleri itibarıyla yerinde olamayacağını düşüyoruz.

Sevan NİŞANYAN ise sağman kelimesinin en doğruya yakın olanını vermektedir.

Sağman köy [Kürd Zaxman “oyuklar”][5]

Hakkında çok şey bilinmeyen Sağman Camisi ve Kalesi hakkında bari adının anlamını bilmek için hiçbir gayretimizin olmamasını neye bağlamalıyız acaba?

SAĞMAN CAMİSİ

Pertek ilçe merkezinin kuzeyinde, Pertek’e 20 km. uzaklıkta bulunan Sağman Köyü’ndeki camiyi, 1555’te Keyhüsrev Bey’in oğlu Salih Bey’in yaptırdığı sanılmaktadır. Renkli taşlardan yapılmış taç kapıdan dörtgen planlı ve kubbeli ana mekâna girilir. Sekizgen kasnağa oturan kubbenin üstü taştandır. Minareye cami dışından çıkılmaktadır. Yanındaki altıgen planlı türbe, renkli taşlardan kuşaklarla bezelidir. Yakın zamanda restore edilen Sağman Camii giriş cephesindeki mermer ve somaki taştan yapılmış sütunlar bugün yerinde mevcut değildir. Giriş kapısındaki oyma işçiliği, çok özenli ve dikkat çekicidir. Camiye bitişik tek parça mermerden yapılmış ve üzerinde otuzdan fazla çeşme olan bir sebil bulunmaktadır.

Sağman Köyü Camisi



Sağman Kalesi – Derun-i Hisar, bir Artuklu eseri


Artık hava kararıyor. Başka bir zaman daha uzun süre kalmak ve uzun yürüyüşler yapmak üzere tekrar gelmeyi düşünüyoruz.


Neyse ki yağmur şiddetini artırmadı ve inişte zorlanmıyoruz.

Dönüşte Singeç Köprüsü’nü tekrar geçerken Selman Pertek’teki kaplıcanın suyunun damarının Hozat Çayı’nın akıp geldiği vadinin derinliklerinde olduğunu, başka bir zaman oraya da yürüyeceğimizi söylüyor.

 

Pertek Kalesi

Keban Baraj Gölü sağımızda kalıyor. Pertek Kalesi uzaklardan bize göz kırpıyor gibi. Suların yükselmediği, Peri, Murat, Munzur, Hozat Çayı, Karasu ve daha nice kaynağın, akarsuyun kardeşce, bacı kardeş gibi el ele, kolkola çağıldayarak akışlarını görür gibi olurken, kalenin neden öyle adeta boğulmamak için çürük bir gemi tahtasına tutunmuş halde duran çaresiz bir insana benzediğine yanıyorum.

Oysa daha 1939 yılında Murat Suyu üzerinde açılan ve o da Keban Baraj Gölü altında ölüme terk edilen muhteşem PERTEK KÖPRÜSÜ bu yolculukta bizi yeniden Eğin’e kadar götürüyor.

 

1939 yılında açılıp, 1974 yılında sular altında boğulan muhteşem Pertek Köprüsü

Bu eserin mimari projesini hazırlayan Bolşevik Devrimi’nden sonra Osmanlı’ya sığınan ve Çarlık Rusyası’nın yetiştirdiği Dr.Mühendis David PARKER Pertek Köprüsü’nden sonra 1940 yılında açılan Şirzi Köprüsü’nün de yükleniciğini üstlenmiştir.


Şirzi Köprüsü Fırat üzerine kurulu Eğin ile bütünleşmiş bir köprüydü ve yazık ki o köprü de Keban Barajı suları altında kalmaktan kurtulamadı.

  


Şirzı Köprüsü de boğulmak üzere. Hemen sol başında yeni yükselen ruhsuz beton köprü

Pertek’e doğru yoldayız. Güneş batarken Elazığ tarafından hareket etmiş feribot adeta gün batımı ile yarış ediyor.

Elazığ tarafından gelen Pertek feribotu kıyıya yanaşmak için adeta gün batımı ile yarışıyor

Gün battıktan sonra Pertek’e varıyoruz.

Ne kadar çok iş yaptık sanki, ne kadar çok insan ve köprü gördük.

Dersim’i yeniden ve başka bir boyutuyla okuduk. Köprülerde insanlarla karşılaştık.

Mustafa Kemal de gelmişti, Celal Bayar da.

Ali Çetikaya da Sabiha Gökçen de.

 

Yarın uzun bir yolculuk bekliyor bizi. Erken yatıp, erken kalkmak zorundayız.

 

28 Kasım, Cumartesi

 

DÖNÜŞ YOLUNDA

 

Bugün erkenden uyanıp yola düşmek zorundayız.

Sultan Ablanın hazırladığı kömbeler ve diğer yolluklar, Dilif Annenin bana koyduğu tereyağı ve bal, yol boyu içeceğimiz bir termos dolusu çayımız hazır.

Şimdi yola koyulma zamanı.

Dilif Anne oğluna, Selman’a sarılıyor uzun zamandır görmemişliğin verdiği hasretle.

Sonra abla Sultan sarılıyor kardeşine.

 

Şimdi veda zamanı.

Düşüyoruz yola. Saat 08.00 Elazığ feribotuna yetişmeliyiz.

Feribota yetişiyoruz, gün ağarmış, güneş doğmamış henüz.

Karşı kıyıya, Elazığ tarafına vardığımızda güneş doğuyor.

Covid 19 salgını yüzünden hafta sonu sayahat yasağı nedeniyle feribot yolcusu çok az. Yarım saatlik bir feribot yolculuğundan sonra artık Dersim coğrafyasından uzaklaşmaya başlıyoruz.

 

Artık başı dumanlı mor dağlar, göremediğimiz çengel boynuzlu dağ keçileri, gezip görmekle bitmeyecek ziyaretler, deli akan ırmaklar, mavi gökyüzü, artık kadın çobanlar ve kaybolan koyun, artık o uzak yol ayrımları ve derin vadiler gerilerde kalıyor.

 

Bir daha gelmek kim bilir hangi zamanlara uyar, hangi salgın kaçamaklarına?

Bir daha gelmek hangi yaşlara denk düşer, hangi, uçurumlu sevdalara?

Dersim’in suları daha kaç köprüyle kesilir kim bilir ve kim bilir kaç ceylan iner suya ay ışığında?

Kayıp koyununu bulur mu çoban kadın?

Çar Kapı’ ya kaç kız çocuğu gelir 12 yaşında siyah entarili sıska ve gözleri kömür?

Kaç yıldız kayar Dersim göğünden, kaç keklik uçar kanadı kırık?

Gabanlara çıkılmazsa inen bulunur mu?

Kilise örenlerine kaç beyaz at gelir yılkıdan?

 

Elazığ şehir merkezine girmeden çevre yolundan Malatya yönüne devam ediyoruz.

Şehir dışından giderken yolun solunda “Mezre” yazısı dikkatimi çekiyor.

İşte bir sır daha, Rahip Karakin’in bizimle paylaşmak istediği.

 

MEZRE

 

Elazığ tarihini bilmezseniz, Harput tarihini bilmezseniz, varlıklı Eğinlilerin yaşadıkları yerleri bilmezseniz Mezre kelimesi sizde sadece “mezra” kelimesini çağrıştırır.

Ama olsun, Rahip KARAKİN bu konuda da yardımcı olur size. Dersim yolculuğu boyunca bize yardımcı olduğu gibi, bizi Dersim’den uğurlamaya ta Elazığ’a kadar gelmiş anlaşılan, bize “mezre’yi” anlatıyor.

Oradan sonra bize veda edecek.

ANTRANİK ile çoktan vedalaştık ta Sağman’da.

 

Ferit DEVELİOĞLU [6] mezra, mezraa karşılığı olarak “ Arapça isim, zer’den, ziraat olunacak, ekilecek tarla, yer” verir.

Üniversite kampüsleri de aynı anlama gelir Latincede, tarla.

Üniversitede bilgi ekersiniz, düşün ekersiniz, sanat ekersiniz tarlaya. Eski adı Mezre olan Elazığ veya Mamürel-ül Aziz’ de ise ise kent, çağdaş yaşam, temiz sokaklar, insani ilişkiler ekersiniz, gelişirsiniz..

 

Rahip KARAKİN anlatıyor bize Mezre’yi, bugünkü Elazığ’dan çok uzun yıllar öncesini.

 

“Vali (Harput Valisi, yazanın notu) ise askerleriyle beraber şehirden bir saat uzaklıktaki Mezre denilen yerde ikamet eder. Hacı İzzet Paşa Harput’u Mamuret-el Aziz olarak adlandırmıştır ve bu isim günümüze kadar ulaşmıştır.”[7]

 

Bir tarafta dillere destan Harput dururken vali beyin Mezre’de ikamet etmek istemesi doğrusu bir anlam ifade etmelidir.

Bu anlam Rahip KARAKİN’in anlatımından bize kadar geliyor.

 

“Kasabaya benzer bir yer olan Mezre, ovafaki tüm köylerden daha büyüktür. Şehrin batı tarafında yokuş üzerine döşenmiş bir yol vardır. Mezre’ye işte bu yoldan gidilir. Bahçelerle süslü Mezre’nin havası sıcak, iklimi ise kötüdür. Nüfusu başka yerlerden göç etmiştir. Büyük çoğunluğu da Eğin’den gelmedir. Küçük bir çarşısı vardır. Mezre’de Ermeni, Katalik, Protestan, Latin ve Türk karışıktır.”[8]

 

Eğin ve Eğinliler bu yolculuğumuzun en çok aranan adı oldu neredeyse, yine çıktı karşımıza.

 

Bütün bunlara karşın Rahip KARAKİN’in gözünde Mezre hala istediği yerde değildir.

 

“Yıllardan beri hükümet merkezi olan, resmi dairelerin bulunduğu, zengin Eğinli Ermenilerin evler kurduğu, han dükkan açtığı Mamuret-ül Aziz diye adlandırılan Mezre hala “ben şehirim” diyemiyor. Adı hala köy. “[9]

 

Rahip KARAKİN de buradan, Mezre’den itibaren bizimle vedalaşıyor. Ayrılırken dönüp birbirimize el sallıyoruz. Rahip KARAKİN uzaktan bağırıyor, bir daha yola çıkarsanır, sizi Erivan’a, Eçmiyadzin’e bekliyorum, diyor.

 

Yoldan geçerken bizim de gördüğümüz Mezre yön levhası Elazığ’da bir semti gösteriyordu.

 

Şimdi ne Harput’tan bir eser var ne de Mezre’den. Ruhsuz ve sevimsiz, mimari zevkten yoksun kalabalık kentlere bir örnek de Elazığ, sadece kendi en yüksek  binasının ne zaman dikileceğini bekleme hevesinde.

 

Elazığ geride kalıyor.

Malatya’ya doğru yol alıyoruz.

Elazığ’dan sonra Yukarı Fırat, Keban Baraj Havzası’ndan da uzaklaşmış oluyoruz.


KÖMÜRHAN KÖPRÜSÜ

 

Artık Aşağı Fırat’a doğru yol alırken, bu sefer Keban Baraj Havzası yerine Karakaya Baraj Havzası’na gidiyoruz.

 

Keban’da önü kesilen Fırat biraz dinlenmeden sonra güneye doğru akarken, önü bu sefer Karakaya’da kesilir.

Karakaya’dan da kurtulan Fırat daha aşağılara Adıyaman’a doğru akarken geçit vermez vadileri yarar. Kale ilçesine yakın bir yerde Kömürhan Köprüsü zümrüt bir gerdanlık gibi Fırat’ın boynuna takılır.

Takılır takılmasına da ortada ne o tükülere konu Kömürhan Köprüsü vardır ne de zümrüt gerdanlık.

 

Her şey ne kadar kısa sürede suların altına gömülmüştür.

Kömürhan Köprüsü de Singeç Köprüsü’nün kaderini paylaşır ve üçüncü köprü yapılmaktadır, ilki sularda boğulmuş, ikincisi henüz kullanılmakta, üçünsüsü ise bütün zevksizliği ve soğukluğu ile kof bir mimari zafer adına yükselmektedir.

 

İlk Kömürhan Köprüsü

Aynı adla üç köprü tek bir karede harika bir photoshop ile aktarılmış  Kaynak: www.skyscrapercity.co

İnsanlar bir film, biz TV dizisi bir şarkı veya türkü olmadan ne coğrafyayı ne de o coğrafya üzerindeki kültür varlıklarını biliyor.


Kömürhan Köprüsü de öyledir, bir filmin müziği olarak yeniden düzenlendiğinde uzun süre farklı kişiler tarafından seslendirilmiştir.


Oysa ilk Kömürhan Köprüsü suların altında boğulduğunda onun yardım çığlıklarını duyan ne bir sinemacı ne de bir ses sanatçısı vardı.

 

İkinci olarak yapılan Kömürhan Köprüsü üzerinden geçiyoruz, altımızda kalan ilk köprü  görünmez artık. Kale’ye doğru Karakaya Baraj havzasını sağımıza alarak yola devam ediyoruz.

 

Burası da çok güzel bir yer, diyor Selman. Ben de daha önce buralardan geçerken aynı kanıya varmış olduğumdan, evet, diyorum, yerleşmek için çok uygun bir coğrafya.

Baraj gölü yamacına kurulu sayısız kayısı bahçelerinindeki ağaçlar artık yapraklarını dökmüşler, gelecek baharı bekliyorlar.

 

Malatya’ya erken saatlerde varıyoruz.

Yine çevre yolunu izleyerek şehir merkezine fazla uğramadan Akçadağ’a doğru yol alıyoruz.

 

Yeşilyurt’tan geçerken sesine bülbüller konan bir yüce insanı dinlemeden edemiyoruz: Hakkı COŞKUN , dinlediğimiz ise sıradışı bir divan, MALATYA DİVANI.

 

Akçadağ’a uğramayı, Levent Vadisi’nde yürümeyi, Sultan Suyu’nda at koşturmayı Suna’nın da köyünde olduğu başka bir kayısı mevsimine bırakıyoruz.

 

Levent Vadisi aklımızda kalıyor.

Darende’ ye varırken Fırat’ ı kuzeyden besleyen bol sulara bu kez onu batıdan besleyen Tohma Deresi dahil oluyor.

 

ALVAR BÖLGESİ VE DEYİŞLERİ

 

Darende ile Gürün arası Tohma Deresi ile bütünleşmiştir ve bölge Alvar olarak bilinir.

Alvar denince de yüreğim sızlar Abuzer KARAKOÇ’un sesinden ve sazından Alvar Deyişleri’ni dinlerken.

 

Sofular’ a vardım

 

Sofulara vardım hanı kavallar
Daha görünmüyor şu soyha Alvar
Kınaman komşular bende bir hal var
Kör ola gözlerim de zardan ayrıldım

Alvar’a vardım da Tohma Deresi
Sordum o güzele Alvar neresi
Açtı o bağrını da Alvar burası
Kırıla dizlerim de yardan ayrıldım

Gürün’e bağlı Yuva köylülerinin web sayfasından aldığım aşağıdaki açıklama Abuzer KARAKOÇ’ u ne kadar anlatır, bilemiyorum. Ama çok genç bir kayıptır.

 

Yukarıdaki deyişin ikinci dörtlüğünde geçen iki dize coğrafyanın bütün tanımlarını alt üst eder, insanı mekanın ve zamanın dışına çıkarır atar.

 

“Biz burada çokça söylendiğini bildiğimiz bazı türkü ve deyişleri yayınlayacağız. Aşağıda listelenen türkülerin çoğu Alacamezarlı ozanımız Abuzer Karakoç’un “Alvar” adlı albümünden alındı. Genç yaşta yitirdiğimiz ozan bu albümde yöremizde söylenen türkülerden çok güzel bir buket hazırlamış.”[10]

 

Borcumuz gittikçe artıyor.

Alvar’a gelmek zorundayız. Abuzer KARAKOÇ’un ses aldığı, aşk aldığı, o coğrafyaya, Alaca Mezarlı Köyü’ne mutlaka gitmek zorundayız.

 

Dersim’e Yolculuk’ta daha yolun başlarında her geçtiğimiz şehre göre dinlediğimiz türküleri dönerken de dinliyoruz aynı şekilde.

Selman Abuzer KARAKOÇ’un sesinde SOFULAR’A VARDIM, deyişini bulup açıyor.

Susuyorum.

 

Gürün görünüyor uzaklardan, hızlıca geçiyoruz, ama yolculuğun başında sözünü ettiğimiz Gün Pınar Gölü yön levhası aklımızı çeliyor.

Başka bir zamana bırakıyoruz Gün Pınar Gölü’nü de.

 

Gürün’den sonrası mı?

Gürün’den sonrası şair Hasan Hüseyin KORKMAZGİL elbette. Ve onunla Sivas Lisesi’nden tanışık Bedrettin CÖMERT.

 

Pınarbaşı’na doğru 1900 metrelik Ziyaret Tepe Geçidi’ni geçerken dün geceden yağan karın kalıntısını görüyoruz arazide.

İşte bir ziyaret daha, yolun burasında durup, bir saat yürüyüşle tepeye çıkabiliriz.

Bunu da başka bir yolculuğa bırakıyoruz.

 

Sarız güneyde kalıyorken sağımızda 1864 Çerkes Göçü ile gelen Çerkeslere tam 80 pare köyün inşa edildiği Uzun Yayla uzanıyor.

Pınarbaşı Erciyes’in kar sularından, kendi gözelerinden beslenerek verimli ovaların içinden geçen Zamantı Irmağı’nı ta Yahyalı’ ya kadar akıtıyor, oradan da Seyhan Nehri ile ta Adana’ya, Akdeniz’e.

 

ÇONDO – BİR EŞKİYA TÜRKÜSÜ

 

Herkes kendi türkülerini söyler böyle yolculuklarda.

Dilime çok sevdiğim bir türkü geliyor, ÇONDO, bir eşkıya türküsü, bir Avşar türküsü Pınarbaşı’na varırken. Nurettin RENÇBER’den izin alarak mırıldanıyorum

 

Sabahınan ay ışığı

Işıdı beyim ışıdı

Beş adama bir demezdi

Her halde eli boşudu

 

Pınarbaşı’dır elimiz,

Sarız’dan geçer yolumuz.

Böyle zaman olmaz olsun

Çift gelir bizim ölümüz.

 

 

MÖ 13. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE HİTİT BARAJI

 

Pınarbaşı’na doğru giderken yolun sağında, Karakuyu Köy ayrımında kahverengi bir levha görüyoruz: HİTİT BARAJI 3 km

 

Hemen sağa ayrılan yola giriyor Karakuyu Köyü’ne kadar gidiyoruz.

Biz mi göremiyoruz, yoksa baraj görünmez bir yerde mi?

Hitit Barajı levhası bir daha görünmez oluyor. Köy meydanında bir köylüye barajı soruyoruz. Köylü anlatıyor mu, yoksa ne işiniz var orada, demek mi istiyor, tam anlamıyoruz.

Geri dönün, diyor köylü giderken yolun solunda, tarlardan gidince alçakta bir yerde.

“Zaten baraç maraç değil, önünü tutmuşlar, belli bile olmuyor.”

Köylünün söyledikleri kendince doğru olabilir, ama biz tarif edilen yere gelince ne aracımızı park edecek bir boşluk alan bulabiliyoruz, ne de park etmiş olsak bile o diz boyu yeni sürülmüş çamurlu tarlaların içinden yürüyerek geçebilme cesaretini.

 

Ama biz biliyoruz ki Hititlerin Hattuşa’yı terk etmesinin nedenlerinden belki de en büyüğü, kuraklığa bağlı kıtlıktır. IV. Tuthalia önlem olarak Anadolu’nun çeşitli yerlerine içme ve sulama amaçlı tam 11 tane baraj yaptırıyor. Bugün Alacahöyük’teki Hitit Barajı ilk yapıldığı şekliyle ayakta dururken, diğer Hitit Barajları ya bulunamadı ya da bulunanlar da burada olduğu gibi, görünmez haldeler.

 

Gövde uzunluğuna bakılırsa oldukça büyük bir baraj ile karşılaşıyoruz.

 

Karakuyu Hitit Barajı

Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinin Karakuyu köyü yakınlarındadır. Baraj ilk olarak 1931 yılında H. Z. Koşay and H. H. von der Osten tarafından yapılan bir yüzey araştırması sırasında fark edilmiş ve hakkındaki ilk yayın von der Osten tarafından 1933 yılında yapılmıştır. Daha yeni bir kazı ve araştırma 1987-89 yılları arasında Ankara Üniversitesi'nden K. Emre, T. Sipahi ve T. Yıldırım tarafından yapılmıştır. Rezervuarın üç yanı toplam 440 metre uzunluğunda ve açık ucu güneye bakan U şeklindeki toprak setle çevrilidir. Kuzey setinin en derin noktasında seti diklemesine geçen 1,4 metre genişliğinde ve yaklaşık 8 metre uzunluğunda, geniş ve dörtgen blok taşlarla örülmüş bir savak(?) bulunmaktadır. Taş ustalığı Hattuşa'daki imparatorluk dönemine ait yapılarla benzerlik göstermektedir. Bu yapıyı oluşturan geniş bloklardan biri üzerinde bulunan iki satırlık hiyeroglif yazıtta kral IV. Tuthaliya’nın ismi geçmektedir ve yapının M.Ö. 13. yüzyılın ikinci yarısına ait olduğunu gösterir. Yazıtın ilk satırı bir kanatlı güneş kursu altında Tuthaliya'nın ismini ve iki yanına simetrik olarak yazılmış "Labarna, Büyük Kral, Kahraman" unvanlarını içerir. Bunun sağ tarafında Tuthaliya'nın babası (III.) Hattusili'nin ismi yazılıdır. İkinci satırda ise bazı tanrı ve kutsal dağ isimleri geçmektedir. Bu satırdaki "Fırtına Tanrısı'nın kutsal odası(?)" (TONITRUS.PURUS.L. 417.4) şeklinde okunabileceği belirtilen ifadeden hareketle blokların oluşturduğu yapının bir savak yerine aslında Hattusa'daki Südburg yapısına benzer rituel amaçlı bir odanın kalıntıları olabileceği öne sürülmüştür.
Koruma amacıyla yazıtın olduğu kısım 1930 veya 40'lı yıllarda ana bloktan kesilerek ayrılmıştır ve günümüzde Kayseri Müzesinde sergilenmektedir. Üzerinde tamamlanmamış bir yazıt bulunan ikinci bir blok ise halen orijinal yerinde durmaktadır.[11]

 

Pınarbaşı-Karakuyu Hitit Barajı

Dönüş yolunda borcumuz artıyor.

Bakalım daha başka nelerle karşılaşacağız?

 

PINARBAŞI PATATESİ

 

Pınarbaşı’dan geçiyoruz, yolun sağında solunda çuvallarla patates satan köylüler var.

Buranın da mı patatesi ünlü, acaba, diye kendi kendimize sorarken, MEŞHUR PINARBAŞI PATATESİ yazılı bir pankart görüyoruz.

 

Şu iki satır yazıyı bile okumak bizi yeniden Pınarbaşı’na patates yemeye çekmeye yetiyor.

 

Pınarbaşı'nda ekimi yapılan Van Gogh, Agria, Melody başta olmak üzere birçok patates çeşidi mevcuttur. Bu çeşitlerden Pınarbaşı ilçemizin iklimi, su özellikleri ve topoğrafik yapısından dolayı oldukça kaliteli ürün alınmaktadır.

 

Pınarbaşı alabildiğine ova, Erciyes püskürmüş, derin vadiler dolmuş, düzlenemiş.

Erciyes bununla kalmamış, eteklerindeki kar sularını olduğu gibi Pınarbaşı’na akıtmış, ortaya ZAMANTI IRMAĞI çıkmış.

 

PAZARÖREN KÖY ENSTİTÜSÜ

 

Fazla gitmeden başka bir hazine, bir kültür, bir eğitim hazinesi ile karşılaşıyoruz üzerinde PAZARÖREN yazılı levhayı gördüğümüz yerde.

 

Pazarören’ de kurulmuş olan Köy Enstitüsü toplam 21 olan enstitüden birisiydi.


Hem kuruluş yeri seçimi, hem de kuruluşu ayrı bir roman konu olacak şekildedir Pazarören Köy Enstitüsü’nün.

 

Yusuf Ziya BAHADINLI, Ali DÜNDAR, AVŞARLAR ve DADALOĞLU kitabının yazarı Ahmet Z. ÖZDEMİR ve benim Çorum yıllarımda ilkokul öğretmenim ve Yetişirme Yurdu’ndan müdürüm Abdullah KOÇAK.

 


Tarihi okul binası Mualla Eyüboğlu projesidir

 

Şimdi bu kareler bile hafızalardan silindi gitti. Başka bir zamana bırakıyoruz, ANADOLU’NUN EĞİTİM MEŞALELERİ adlı köy enstitüleri konulu yolculuğumuzu.

 

Yöre halkının Pazarviran olarak bildiği Pazarören’in enstitü olarak seçilmesi hiç de tesadüf olamaz. Adında geçen Pazar kelimesi burada Anadolu’nun çok büyük pazarlarından, panayırlarından birisinin kurulmuş olduğunu gösterir.


Faruk SÜMER Pazarören’ de kurulan tarihi pazarın “YABANLU PAZARI” olduğunu yazar.

YABANLU PAZARI –Geçmişten Günümüze Pazarören kitabının yazarı Pazarörenli Ziya ŞAHİN[12] bize aşağıdaki bilgileri aktatır.


“Anadolu’da her yıl, baharın başında kırk gün süren bir Pazar kurulur.Bu pazara “Yabanlu” denir. Bu pazara doğu, batı, güney ve kuzeyden tacirler gelir.”

 

Belki de her şey İzmir’in kurtuluşunda vilayet binasına Türk bayrağını çeken yüzbaşı Emin ÖKER’ in daha sonraki yıllarda Pazarören’ e Nahiye Müdürü olarak gelmesiyle başlar. Pazarören’in kaderi değişir.

Ziya ŞAHİN’den aktarmaya devam edelim.

 

“Bu iş için program dahilinde askerkerden ve uzmanlardan oluşan heyetler hazırlık yapar. Bu yüzden Fahrettin ALTAY Paşa, yola çıkan heyetlere rehberlik etmektedir.

(…)

Fahrettin Paşaa program dahilinde, Pınarbaşı’na oradan Kaynar nahiyesine varacaktır. Paşanın geleceğini önceden haber akan Ethem Ruhi ÖKER Bey (Nahiye Müdürü, yazanın notu) hazırlıkları yapar.Arkasına üç yüz atlı toplayarak kafileyi Ekerek Boğazı’nda karşılar. Pazarören’in atlıları, muntazam bir düzen içinde kafileyi Güz Yurdu’na getirir.

(…)

Bütün Uzun Yayla’yı gezerler ve en ince detaylarını göz ardı etmeden not alırlar. Ve Ankara’ya dönüşlerinde hazırladıkları raporda; Öğretmen Okulu için en uygun yerin Pazarören nahiyesi olduğuna karar veriler.

Bakanlar Kurulu kendilerine sunulan heyet raporunu olumlu bulur.”

Pazarören’ e girip enstitünün harap olmuş binasını görmeye içimiz el vermiyor, başka bir zamana bırakıyoruz.

 

Fakat bu yolun her bakımdan, eğitim, kültür, tarih, coğrafya bakımından ne kadar da verimli bir yol olduğunu Kayseri’ye gelene kadar neredeyse her noktada durarak daha da iyi anlıyoruz.

 

Kayseri’ye varmak üzereyiz, Erciyes’in silüeti bir görünüp bir kayboluyor.

 

KARATAY KERVANSARAYI

 

İşte bir kültürel ve mimari abide daha çıkıyor yolumuza, Karadayı Köyü’nde.

Yolun sağında birden bire ortaya çıkan heybetli kervansarayın Anadolu’nun ayakta kalan en büyük kervansarayı olduğunu öğrenmek insanı heyecanlandırıyor.

 

Bu sefer köyün içine giriyoruz, nasıl girmeyiz ki, yapı neredeyse kara yolu ile bir hizada, girmesek utanırız bu muhteşem yapıdan.

Ancak diğer bazı kervansaraylar gibi restorasyondan sonra işletilmek üzere kiraya verilen yapının işletmecisi hem verimli olmadığından hem de Covid19 salgını nedeniyle kervansarayın kapısına kilit vurmuş. İçeri giremiyoruz, kervansarayın etrafını çepeçevre dolaşıyoruz.

 

Karatay Kervansarayı 13. Yüzyıl Selçuklu Şaheseri

Taç Kapı   

Selçuklu Zinciri

Ressam Hoca Ali Rıza, Dr Süheyl ÜNVER ekolünden olan, İstanbul’un sokak levhalarını ilk defa Latin harfleri ile donatan Osman Nuri ERGİN’in  Karatay Kervansarayı ile ilgili olarak aktardıkları bugün bile yürek sızlatıyor.

 

“Hanlar ve kervansarayların harap oluşunu yana yakıla anlatan muharrirler çoktur. Bunlar arasında salahiyetli bir zat olan İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Halil Ethem Bey’in Kayseri yakınındaki Celaleddin Karatay Kervansaraı hakkındaki şu sözleri çok dikkat çekecek bir ehemmiyet taşır. Halil Ethem Bey:

“Bu emsalsiz binanın 1322 (1906) senesi Ağustos’unda gösterdiği esef verici hale gelince dört bir tarafına ve bahusus methalinin iki yanına kerpiçten kümes gibi bir takım barakalar yapıştırılmış ve cephelerinde birçok kesme ve işlenmiş taşlar sökülerek başka yerlerde kullanılmıştır. Ve binaya bitişik barakaları hanın duvarı birçok yerlerden delinerek odalara mesken ve samanlık olarak kullanılmakta bulunmuştur. Velhasıl hayli evkafı ve mütevelli de mevcut iken sahipsiz denilmeyerek seza bir halde bulunduğu müşahade olunmuştur.

 

Anadolu’da gördüğümüz o cesim hanlar yalnız gelip geçen yolculara mahsus olmayıp, orduların sefere azimetlerinde karargah olarak yapılmış olduklarına da şüphe yoktur. Hem mimari hem tarihi hem de askeri bakımlardan fevkalede ehemmiyete haiz olan bu kervansarayların hüsnü muhafazası acaba mümkün olmayacak mı? Diye soruyor, aynı zamanda bahsettiği kervansarayın zengin vakfı bulunduğunu bahis ile tamirini Evkaf ve Maarif Nezaretleri’ ne yazdığı halde, konuya ehemmiyet verilmediğini söylüyor.”[13]

 

Şu Erciyes ne yüce bir doğurgan. Sadece doğu yönüne püskürdükleri bile bizim bu kısacık dönüş yolumuzda Pınarbaşı, Sarız, Uzunyayla, Pazarören, Zamantı Irmağı  tarım, kültür, eğitim, coğrafya olarak önümüze çıkıyor.

Erciyes’ in bu kısa dönüş yolunda bize gösterdiği son eser ise pükürdüğü bazalt taşlardan yapılmış olan bu muhteşem kervansaray oluyor.

 

Kayseri şehir merkezine girmiyoruz.

Çevre yolundan Yozgat istikametine dönüyoruz.

Kayseri çıkışında Anadolu’nun başka ve önemli bir kavşak noktası Himmetdede’ ye varmadan önce Kızılırmak üzerinden geçiyoruz.

 

Yozgat’ a yaklaşıyoruz.

Boğazlıyan’ı geçerken Rahip KARAKİN’ i ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’ i yeniden anıyoruz.

 

KARABIYIK KÖPRÜSÜ

 

Yozgat-Kayseri arasında yolculuk yaparken hep görmek istediğim, fırsat bulursam hep görüp üzerinden geçtiğim 16. Yüzyıl eseri KARABIYIK KÖPRÜSÜ’ ne varıyoruz.

 

Köprü Eğri Dere üzerine kurulmuş. Çok cılız akan derenin suyu belli ki yukarıda Gelin Gülü Barajı’nda tutuluyor.

 

Biz de duruyor ve DERSİM’E YOLCULUK’ un dönüş yolunda son molamızı vererek son yol üzeri eserini yakından görmek istiyoruz.

Durduğumuzda anlıyoruz acıktığımzı ve susadığımızı.

Sultan Ablanın kömbeleri ve börekleri çıkıyor hemen ortaya. Termosumuz dolu çayla.

Köprüyü karşımızda görecek şekilde seriliyoruz yere ve uzun bir yolculuğun yormayan ve huzur dolu keyfini çıkarıyoruz.

 

Selman’ın elinde laptop ile fotoğraf karesine girmesi uzaktan onun oturmuş da köprünün resmini yapıyor izlenimi veriyor.

Bizi bu yolculukta yalnız bırakmayanlardan birisi de kuşkusuz Gomidas’tı.

Gomidas aşağıdaki tabloda ağaç altında kim bilir hangi ezgiyi notaya alırken, Selman da ağaçtan biraz uzak da olsa, sanki oturmuş da manzaranın resmini yapıyor gibiler.

 

Gomidas  oturmuş nota yazıyor 
 
Selman oturmuş resim yapıyor!:)

Yol bitmiyor, yolculuk bitiyor.

Benim için bitiyor.

Hattuşa’dan çıkmıştık yola, Hattuşa’ya geri dönüyoruz.

Selman beni Hattuşa’ da bırakıyor ve yoluna bensiz devam ediyor.

Onun daha gidecek çok yolu var.

 

Hattuşa’da bizi zamanın durduğu eski bir huzur karşılıyor sanki 1950’li yıllardan alınan fotoğraf karesinde.


Hattuşa-Boğazkale şimdiki ana cadde

Nerelere gittik, kimleri gördük, coğrafyaya ne kattık, ne kazandık, bilemiyoruz.

Bunu yolculuk sonrası hayatımızda zaman zaman ortaya serip dinleyip, görüp, okuyup anlayacağız. Acelemiz yok.


Ama 50’li yılların sonuna doğru Hattuşa’ ya yolu düşen bir gezginin anlattıkları bizi yeniden yolun başına döndürüyor.

 

“Şimdi eylül sonu, ekin biçilmiş olduğundan yer yan çıplak. Köy, beyaz badanalanmış evleriyle yurdu verimlendiren yeşillendiren Budaközü ırmağında, sarp,çıplak bir kayanın eteğinde. Bir çocuk, eşek üzerinde, üzerimize doğru geliyor. O, bu haliyle, İsa’nın doğduğu, hatta İsa’dan önceki zamanlarda yaşayabilir, o zamanlarda da yolcunun karşısına ancak bu haliyle çıkabilirdi (resim: 17).[14]

 

Geri dönüş yolunda bize veda edenler oldu, şimdi ise Selman bana veda ediyor.

 

Uzun ve aydınlatıcı bir yolculuğun ilk durağı burada sona eriyor. Az biraz dinlenme, soluklanma ile daha uzun menzilli yolculuklara çıkacağımızı biliyoruz.

 

SON SÖZ YERİNE

 

Son sözü Ethem SARISÜLÜK Canımızın babası, o da aramızdan göçen Muzaffer SARISÜLÜK- Gallemit söylüyor.

 

“Bir mekana bağlanıp yaşamanın bedeli vardır. İnsan mekana ünsiyet sağlar ve zanneder ki bütün yaşadığı mekan onun olmuştur. Yanılır aslında, insan yaşadığı mekanın esiri olmaya başlamıştır. Göç etmek gerekir, göç enerjizm ve dinamizm demektir. Tarihe bakalım, göç eden millet yayılır ve güçlü olur, yenilenir. Göç edemeyen ise yok olur. İnsan da öyledir, göç eden gelişir, tekamül eder. Göç edemeyen ise yok olur, fakirleşir. Hareket fikrine ulaşmak lazım. Yaradılışın özünde hareket vardır, bu öze aykırı davrananın yok olması tabii sonuçtur.”[15]

 

TEŞEKKÜR:

 

Yozgat boyunca

 

Nida TÜFEKÇİ ve Bayram Bilge TOKEL’e, Ziya’nın Ağıdı türküsünü yakan Fikriye Hanım’a, Saat Kulesinin çanını kuleye taşınyan kör hamal Musa’ya,

Akdağmadeni’in dünyanın en güzel sahlebini içmemizi sağlayan Ayhan Usta’ya,

Karabıyık Köprüsü’ne, Kolsuz Agop’a,

 

Sivas boyunca

 

Hafik Gölü’ne, Zara’nın Tödürge ve Kızılçan Gölleri’ne, Divriği Demir Dağı’na, -Cürek işçi kampüsüne, Çaltı Suyu’na, Görkemli mimarisi ile Tuğut Köyü’ne, Ulu Cami ve Şifahanesi’nin heybetli cennet kapılarına, Doğan KUBAN’a,


Meral GÜRHAN’ a, annesine, dayısına, dedesine ve nenesine, Aluçlu Pelit Köyü’ne,

Karabel Geçidi’ne, Köse Dağ’a , Kızılırmak’a,

 

 

Erzincan boyunca,

 

Zimera Köyü’ne ve oralı Diego’ya, Gümüşçeşme Köyü’ne- Narver, Taş Yolu’na,

Lütfü Özgünaydın’ a, Eğin’ e, Eğin Gabanlarına, Şaban kardeşe, Güven ve eşi Ömür Hanıma, Şevket Bey dostumuza, Dilli Vadisi ve kaya resimlerine, Bahçeli Osman’a,

Fırat’a, Kırkgöz Tepesi’ne, Kayabaşı’na, Abçağa Köyü’ne, Ahmet Kutsi TECER’e, Bedrettin TUNCEL’e, Serdal KARAKUŞ’ a, Eğin Türkülerine, Enver GÖKÇE’ye,

Ali DEMİRSOY’a,

 

Tunceli boyunca,

 

Çemişkezek’e, Taar Çayı’na ve Köprüsü’ne, Başpınar Köyü’ne, Vali Recep YAZICIOĞLU’na, Pertek’e, Keban’a, Tunceli’ye, Düzgün Baba’ya, Dersim’in yüce dağlarına, Koyunu kaybolan çoban kadına, Çobanlara, Çoban köpeklerine,


Çar Kapı Ziyareti’ne, Paşawank – Pınarlar Köyü’ne, Murat Suyu’na, Munzur ve Peri Suyu’na, Cemal SÜREYA’ ya, Çengel Boynuzlu Dağ Keçilerine, İştar ve Xaskar’a, Bir başına Çar Kapı’ya çıkan kız çocuğuna, Dilif Anne’ye, Sultan Abla’ya, Sağman’a, camisine ve kalesine, Singeç Köprüsü’ne,

 

Elazığ boyunca,

 

Mezre’ye, Kömürhan Köprüsü’ne,

 

Malatya boyunca,

 

Tohma Deresi’ne, Darende’ye, Alvar’a , Abuzer KARAKOÇ’a ,

 

Kayseri boyunca,

 

Uzunyayla’ya, Pınarbaşı’na, Ziyarettepe Geçidi’ne, Hitit Barajına, Pazarören Köy Enstitüsüne, Karatay Kervansarayı’na, Çondo’ya, Avşar Boylarına, Nurettin RENÇBER’e,

 

Bizimle yolculuk eden, gönlümüzle ve gözümüzle bizimle olan cümle canlı ve cansız mahlukata ve dostlarımıza;

 

Selman AK yoldaşıma

 

İçtenlikle teşekkür ediyorum.

 

Muhabbetle,

Aşk illa ki

 

OKUMALAR

 

1-PALU – HARPUT 1878 ÇARSANCAK,ÇEMİŞKEZEK,ÇAPAKÇUR, ERZİCAN, HİZAN VE CİVAR BÖLGELERİ – I. CİLT / ADALET ARAYIŞI

ARSEN YARMAN

DERLEM YAYINLARI

 

2-PALU – HARPUT 1878 ÇARSANCAK,ÇEMİŞKEZEK,ÇAPAKÇUR, ERZİCAN, HİZAN VE CİVAR BÖLGELERİ –II. CİLT / RAPORLAR

RAHİP VAHAN BARDİZATKTSİ-RAHİP BOĞOS NATANYAN-RAHİP KAREKİN SIRVANTSDYANTS

ÇEVİRİ: SİRVART MALHASYAN-ARSEN YARMAN

DERLEM YAYINLARI

 

3-DERSİM SEYAHATNAME-YERİTSYAN ANTRANİK

ÇEVİRİ: PAYLİNE TOMASYAN

ARAS YAYINCILIK

 

4-ADINI UNUTAN ÜLKE-TÜRKİYE’DE ADI DEĞİŞTİRİLEN YERLER SÖZLÜĞÜ

SEVAN NİŞANYAN

EVEREST YAYINLARI

 

5-PERTEKLİ-MEHMET BİLGİN-BASIMER OFSET

 

6-YABANLU PAZARI-GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE PAZARÖREN-ZİYA ŞAHİN-HEYEMOLA YAYINLARI

 

7-GALLEMİT-SERVET SOMUNCUOĞLU-MATBUAT YAYIN GRUBU

 

8-TÜRKİYE’DE HANLAR,KERVANSARAYLAR, OTELLER VE ÇEŞİTLİ BARINMA YERLERİ- OSMAN NURİ ERGİN

MARMARA BELEDİYELER BİRLİĞİ YAYINI

 

9-ANADOLU’NUN KERVANSARAY YOLLARINDA-JULIE BOEHRİNGER

ÇEVİRİ: MELAHAT ÖZGÜ

C.H. BOEHRİNGER SOHN, CHEMISCH-PHARMAZEUTISCHE FABRIK

 

10-KOÇ VE AT ŞEKLİNDEKİ TUNCELİ MEZAR TAŞLARI-ERTUĞRUL DANIK

TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ YAYINLARI

 

11-EĞİN TÜRKÜLERİ-ENVER GÖKÇE-YABA YAYINLARI

 

12-TÜRKİYE MEKTUPLARI-FELDMAREŞAL H.VON MOLTKE

ÇEVİRİ: HAYRULLAH ÖRS

REMZİ KİTABEVİ

 

13-ANLATILAR VE FOTOĞRAFLARLA 1914 ÖNCESİ ERMENİ KÖY HAYATI –

MARY KILBOURNE MATOSSIAN-SUSIE HOOGASIAN VILLA

ÇEVİRİ: ALTUĞ YILMAZ

ARAŞ YAYINCILIK

 

14-DERSİM ALEVİLİK, ERMENİLİK, KÜRTLÜK- GÜRDAL AKSOY

İLETİŞİM YAYINLARI

 

15-VARLIK DERGİSİ OCAK 2013 SAYISI-HAYDAR ERGÜLEN, s. 52

 

16-TARİHTE VE BUGÜN ŞAMANİZM MATERYALLER VE ARAŞTIRMALAR

ABDÜLKADİR İNAN

TÜRK TARİH KURUMU YAYINLARI

 

17-ERBAİN – İSMET ÖZEL – TİYO YAYINCILIK

 

18-RİTÜELDEN DRAMA KERBELA-MUHARREM- TA’ZİYE

METİN AND

YKB YAYINLARI

 

19-AMERİKA’NIN YASAK HİKAYESİ-DARİO FO- ÇEVİRİ: DİLEK SİLAHTAROĞLU  HABİTUS YAYINCILIK

 

20-HİTİTLERDE YERLEŞİM YERİ-KUTSAL DAĞ İLİŞKİSİ ÜZERİNE BİR MESAFE ÖNERİSİ-PROF.DR. HASAN BAHAR-MURAT TURGUT-OKT. BORA KÜÇÜK SELÇUK

 

21-HİTİTLER BİR ANADOLU İMPARATORLUĞU

HAZIRLAYANLAR: MELTEM DOĞAN ALPARSLAN-METİN ALPARSLAN – DİN VE MİTOLOJİ- STEFANO DE MARTINO

YKB YAYINLARI

 

22-ARMIDAN FIRAT’IN ÖTE YANI-HAGOP MINTZURI

ÇEVİRİ: SİLVA KUYUMCUYAN

ARAS YAYINCILIK

 

23-KEBİKEÇ DERGİ / 38 • 2014 160 SAYISI- Arsen YARMAN

24- YENİ GELEN DERGİSİ- HAZİRAN 2018 SAYISI

 

25- BEDRETTİN TUNCEL’E MEKTUPLAR

HAZIRLAYAN: ALPAY KABAÇALI

YKB YAYINLARI

 

26-KAPANCA SOKAK-SERDAL KARAKUŞ

SİYAH KİTAP YAYINCILIK

 

27- A.Ü. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ DERGİSİ SAYI 34, ERZURUM 2007

Dr. Osman MERT

 

28-SİBİRYA’DAN ANADOLU’YA TAŞTAKİ TÜRKLER

SERVET SOMUNCUOĞLU

İLKE BASIN YAYIN

 

29-CENNETİN KAPILARI

DOĞAN KUBAN

YEM KİTABEVİ

 

30-TAŞ YOLU-LÜTFİ ÖZGÜNAYDIN

ÖZGÜNAYDIN YAYINLARI

 

31-ENVER GÖKÇE YAŞAMI BÜTÜN ŞİİRLERİ-BELGE YAYINLARI

 

32-DİVRİĞİ-CÜREK YAŞANTIM

DURAN ÖNDER

 

33- ATINI NALLADI FELEK DÜŞTÜ PEŞİMİZE-KİRKOR CEYHAN

ARAS YAYINCILIK

 

34-SEFERBERLİK TÜRKÜLERİ İLE BÜYÜDÜM-KİRKOR CEYHAN

ARAS YAYINCILIK

 

35-KAPIYI KİMLER ÇALIYOR-KİRKOR CEYHAN

BELGE YAYINLARI

 

36-ŞAİR, EDİP, DÜRÜST TÜCCAR LEON BAHAR’I TAKDİMİMDİR

NURTEN YALÇIN ERÜS

KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ

 

DİNLEMELER

 

1-CENNETEN KALANLAR: 78’LERDEN ANADOLU VE LEVANTEN MÜZİKLERİ, yak. 1928-52

Orijinal olarak Mississippi / Canary Records tarafından LP olarak yayınlandı. Eric Isaacson tarafından kapak. Ian Nagoski tarafından derleme, ses restorasyonu ve notlar.

5 Şubat 2014 yayınlandı

 

2-ANADOLU’NUN KAYIP ŞARKILARI CD ve DVD

NEZİH ÜNEN- KALAN MÜZİK

EŞREFOĞLU AL HABERİ- HOZATLI AHMET YURT DEDE

 

3-ZİYA’NIN AĞIDI

NİDA TÜFEKÇİ – BAYRAM BİLGE TOKEL

 

4-KARA TREN YOL ALIYOR CÜREK’TEN

SABAHAT AKKİRAZ

 

5- BENİM BU KÖYLERDEN ALACAĞIM VAR

ALİ KIZILTUĞ

 

6-SEN GEL DİYORSUN (ÖF ÖF)

CEM ADRİAN

 

7-KARA DAĞLARIN KARANLIĞIN BASTI MI

ZARALI İNCE HALİL

 

8-ALVAR DEYİŞLERİ

SOFULAR’A VARDIM HANI KOVALAR

ABUZER KARAKOÇ

 

9-ÇONDO

NURETTİN RENÇBER

 

10-HAKKI COŞKUN

MALATYA DİVANI

DAM BAŞINDA DURAN GIZ

 

 

 

 

 



[1] Penc-şenbih, Farsça isim, beşinci gün, Perşembe-Osmanlıca –Türkçe Ansiklopedik Lügat-Ferit DEVELİOĞLU-Akaydın Kitabevi

[2] Sabiha Gökçen röportajı, Milliyet Gazetesi, 25.11.1956, sayfa 4

[3] PERTEKLİ-Mehmet BİLGİN-Basımer Ofset

[4] DERSİM SEHATNAME-YERİTSYAN ANTRANİK-ARAS YAYINCILIK-Çeviren: Payline TOMASYAN

[5] ADINI UNUTAN ÜLKE-TÜRKİYE’DE ADI DEĞİŞTİRİLEN YERLER SÖZLÜĞÜ-SEVAN NİŞANYAN-EVEREST YAYINLARI

[6] DEVELİOĞLU, age

[7] V.BARDİZAKTSİ-B.NATANYAN-K.SIRVANTSDYANTS-age

[8] V.BARDİZAKTSİ-B.NATANYAN-K.SIRVANTSDYANTS-age

[9] V.BARDİZAKTSİ-B.NATANYAN-K.SIRVANTSDYANTS-age

[10] Sivas-Gürün-Yuva Köyü web sayfası

[11] www.hittitemonuments.com internet sitesi

[12] YABANLU PAZARI-GRÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE PAZARÖREN-Ziya ŞAHİN-Heyamola Yayınları

[13] TÜRKİYE’DE HANLAR, KERVANSARAYLAR,OTELLER VE ÇEŞİTLİ BARINMA YERLERİ-Osman Nuri ERGİN-Marmara Belediyeler Birliği

[14] ANADOLU’NUN KERVANSARAY YOLLARINDA-Julie BOEHRİNGER-Çeviren: Melahat ÖZGÜ-C.H. Boehringer Sohn, Chemisch-pharmazeutische Fabrik Yayını-1960

[15] GALLEMİT-SERVET SOMUNCUOĞLU-MATBUAT YAYIN GRUBU 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder