8 Eylül 2018 Cumartesi

ŞEBİNKARAHİSAR – DERELİ AYRIMI BİR YOL HİKAYESİ (Üçüncü Bölüm)






Ol hikayata sebep olan KERVANKIRAN Yıldızı - TAMZARA sırtlarından

30 TEMMUZ, PAZARTESİ
ŞAFAK SÖKTÜ
Şafakla beraber uyanmak ne güzel. Güneşin doğuşunu görmek ne güzel.
Çok uyuduğunuzu sanıyorsunuz, ama Şebin’ de birkaç saatlik uyku size yetiyor.
Güneş doğmadan şafak söküyor, ortalık kızıla bürünüyor.
Tam otel odamızın karşısından, karşı dağlardan doğuyor güneş.
İki gün otel penceresine, bize doğan güneş

Kimilerine göre şurası, kimilerine göre burası, diye konuşuruz, Türkiye’ de güneşin en güzel doğduğu ve battığı yerler.
Oysa güneşin nerede ve nasıl doğduğu değildir önemli olan.
Önemli olan doğan güneşin sizi yakıp ruhunuzu ısıtmasıdır.
Güneşin bir hikayenin, bir romanın içine doğmasıdır önemli olan.

Şair öyle der, doğan güne hükmü geçmez şairin, ama yine de gün eksik olmasın ister penceresinden.

Gün Eksilmesin Penceremden

Ne doğan güne hükmüm geçer
Ne halden anlayan bulunur
Ah aklımdan ölümüm geçer
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur

Ve gönül Tanrısına der ki

Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden
                     Cahit Sıtkı TARANCI
İki günün sabahında da gün eksik olmadı otel penceremizden.
Karşı dağlardan, güneşin doğduğu dağlardan gelmişti köyüne Sarıkamış Harekatı’ nda “muinsiz” kararı verilip de terhis edilen Alişarlı Recep.
YILTARIÇ – TURPÇU – DOLUDERE – ALUCRA – ISOLA – ALİŞAR
Bu sabah kahvaltısını yazarımız Arif IRGAÇ’ ın İstanbul’ da yaşayan, Doludere Köyü’nden bir dostu, Osman Bey’ in ikramı olarak, yazları Doludere Köyü’ nde yaşayan Ömer Bey’ in ağırlaması ile yapacağız.
Yine temiz hava, yine masmavi bir gökyüzü ve yine mavi, yeşil ve kızıl kahve renklerinin uyumu içinde dalgalı, derin vadilerle oyulmuş arazilerden geçiyoruz.
Şebinlilerin “Bağarsık Deresi” dedikleri Şehir Suyu’ nu geçiyor, YILTARIÇ Köyü’ ne doğru ilerliyoruz.
Eski adı GİCORA olan, eski bir Rum Köyü YILTARIÇ’ın arazi yapısı çok etkileyici.
Arif IRGAÇ sağımızda kalan ve sivri zirvesi bir burun gibi görülen yek pare bir kayayı gösteriyor bize.
Bu kayayı her açıdan farklı görürsünüz, sizi çeker adeta, diyor.
Kayanın jeolojik yapısı nasıldır, bilemiyoruz, ama mutlaka volkanizma etkisi ile oluşmuştur.
YILTARIÇ Kayası’ nı sağımıza alarak ve kaya gözden kaybolana kadar gözlerimizi kayadan alamıyoruz.
Başka bir Şebin gezisinde mutlaka o kayanın dibine kadar gitmeliyiz.
Her açıdan burnunu çıkarıyor Yıltarıç Kayası


TURPÇU KÖYÜ
Bugün ilk köyümüz Turpçu Köyü.
Eski bir Rum Köyü olan Turpçu Köyü’ ne mübadeleden sonra balkan göçmeni muhacirler yerleştirilmiş.
Köyün hemen girişine yapılan HES köprüsünden geçerek köye varıyoruz.
Köy bu adını nereden alıyor, bilemiyoruz, ama köyün içinde bulunan ve camiye dönüştürülen kesme taşlardan yapılma kilise çok güzel korunmuş ve ilave edilen ön minaresi ile hiç de kötü durmuyor.
Kilisenin dışında Rum öğrenciler için yine kesme taştan yapılmış okul da halen aynı işi görmekte ve sapa sağlam ayakta durmaktadır.
Bu yapıların bu şekilde ve korunarak günümüze kadar gelmesine seviniyoruz.
Köyde kısa süreli bir foto-mola veriyoruz.
Turpçu Köyü’ nden ayrılıp Alişar Köyü’ ne doğru yolumuza devam ediyoruz.
Turpçu Köyü Kilise Camisi  

Turpçu Köyü Rum Okulu
ALİŞAR’ A DOĞRU

Bu Yurt Gezimiz’ de Kervankıran Romanı peşinden gidiyoruz.
Romanda yoğun olarak anlatılan köy Alişar Köyü’dür.
Aşilar Köyü ise hem roman kahramanı Recep’ in hem de ve daha da önemlisi yazarımız Arif IRGAÇ’ ın köyü.

Heyecanımız artıyor. Nasıl bir köy ile karşılaşacağız?
Recep’ in sesi bir yerlere sinmiş midir köyde?
Cemile nasıl dayandı bunca acıya?

Turpçu Köyü’ nü çıkışta hemen Alişar Köyü sınırları başlıyor ve Arif IRGAÇ “buradan sonrası Alişar Köyü” , diyor.
Sonra da aracı bir ören yerinde durduruyor.

Arif IRGAÇ yüzünde bir hüzünle göstermiş olduğu ören yerinde bir zamanlar Alişar Köyü’ ne ait bir Rum Ortodoks Kilise’ nin bulunduğunu, çocukken çobanlık yaparken kilisesin çan kulesinin hala sağlam olduğunu ve yapının çok uzaklardan bile bir kilise yapısı olduğunun hemen fark edildiğini anlatıyor.

Ören yerini geziyoruz.

Ören yerindeki küçük ve kırma taşlardan kilisenin yerel ustalar tarafından yapılmış, yoksul bir kilise olduğunu anlıyoruz.
Bütçesi biraz yüksek olan bir kilise olması halinde, taşların kesme ve daha büyük taş kullanılmış olacağını düşünüyoruz.
Yoksul veya değil, kilisenin bu hale, taş taş üstünde kalmayacak şekilde harabeye dönmesi içimizi sızlatıyor.

Kiliseden arta kalan sadece tek bir taş kemer var.
Etrafa yayılan taş örgülü büyük duvar kalıntılarından kilisenin tahrip gücü yüksek bir patlayıcı ile ve defineciler tarafından havaya uçurulmuş olabileceğini düşünüyoruz.

Arif IRGAÇ çocukluğundan hangi izleri bulabildi bu harabeye dönmüş kilisede, bilemiyoruz, ama hüzün ve acı her yerde seziliyor.
Alişar Köyü Rum Kilisesi’ nden arta kalan: Tek başına bir taş kemer
Alişar Köyü’ ne geliyoruz.
Ama aracımızdan inmeden bekliyoruz.
Yazarımız Arif IRGAÇ, eşi Alev Hanım ile araçtan inerek, baba evine, doğup büyüdüğü eve gidiyor, beklememizi söylüyor.
Bugün içinde Alişar Köyü’ ne tekrar geleceğimiz için merak etmeden bekliyoruz.

Arif IRGAÇ ve eşi Alev Hanım ile geri geldiklerinde, aracımız bir sonraki köy Doludere Köyü’ ne doğru hareket ediyor.

Doludere Köyü’ ne doğru giderken Arif IRGAÇ çok uzaklarda yamaçta bir köy gösteriyor bize, “işte o gördüğünüz köy Gölve Köyü’ dür, yeni adı Ocakbaşı olarak geçer.”

“O köy Aziz NESİN’ in köyüdür.”

Şebinkarahisar’ da başka kim bilir kimlerin köyü vardır, bilemiyoruz.
Ama biz Şebinkarahisar’ ı oralı bir yazardan Aziz NESİN’ in “Yurt Gezileri” kitabından okuyup geliyoruz bu geziye ve bu kitabın adını Aziz NESİN’ den ödünç alarak gezi grubumuza “ Yurt Gezginleri, yaptığımız gezilere de Yurt Gezileri” diyoruz bu nedenle.

Sadece Aziz NESİN mi akla gelir Şebinkarahisar denilince?

Ya ARA GÜLER
Ya İDİL BİRET
Ya BAŞAR SABUNCU
Ya ERDAL EREN
Ya TAHİR KEMAL
Ya ARİF IRGAÇ
Aziz NESİN’ in Köyü: Gölve
GİCORA - DOLUDERE KÖYÜ
Coğrafya hiç değişmiyor, ama renkler ve yüzey şekilleri bizi çok etkiliyor.
Eski adı GİCORA olan Doludere Köyü yolundayız.
Nihayet ALUCRA’ya bağlı bir dağ köyü olan Doludere Köyü’ ne varıyoruz. Köye varışta köy konağını arıyoruz.
Köy konağı dedikleri kocaman bir otel ve alt katında yemekhane var. Yazın köye gelenlerin konaklaması için düşünülmüş, ama biraz abartılmış.
Arif IRGAÇ, bu köyden İstanbul’ a göçenlerin neredeyse tamamının Perşembe Pazarı’ nda esnaf olduğunu, Alamancılar gibi, paralarını köylerine gömdüklerini söylüyor, haklı.
Köy konağı dediğimiz otel binası içinde sağlık ocağının da bulunduğu kocaman bir avlunun içinde.
Bizi bekliyorlarmış.
Yemekhanede iki büyük yuvarlak masa hazırlamışlar.
Masada kuş sütü eksik, önce gözümüz doyuyor.
Ömer Bey eksik olmasın, muhabbeti ile sofranın tadını artırıyor.
Sıcak sıcak bişiler, taze kaymak, bal, peynir ve etrafımızda dört dönerek hizmet eden köylüler.
Bütün bunlar, bu ikram ve hizmet Arif IRGAÇ’ ın dostu Osman Bey’ in talimatı ile olmalı, diye düşünüyoruz.
Başımızdan hiç eksik olmayan Ömer Bey, hem bizimle yakından ilgileniyor, hem de sorduğu sorularla grubu hafiften tartıyor.
Doludere Köy konağında kahvaltı
PİR GIYİP – SEYDİ BEKİR

Kahvaltı sona erdiğinde ağzımızda unutamayacağımız yöresel tatlar, zihnimizde ise hiç tanımadığımız insanların, hiç tanımadıkları bizlere içten gelerek yaptığı karşılıksız hizmet kalıyor.

Bu köye geliş amacımız hem kahvaltı yapmak, hem de Kervankıran Romanı’ nda sıkça adı geçen, civar köyler ve Şebinliler tarafından bir ziyaret yeri olarak bilinen “PİR GIYİP’i” görmek olunca, kahvaltı sonrası aracımızla oldukça dik bir toprak yoldan 2.250 metre rakıma, ziyaretin olduğu yere çıkıyoruz.

PİR GIYİP Ziyareti’ ne varınca sanki etrafta sadece bu nokta var ve siz bu noktadan bütün dünyayı ayaklarınızın altında seyrediyormuşsunuz gibi oluyorsunuz.

Etrafı 360 derece görebiliyorsunuz.
360 derecenin tamamı büyüleyici bir görüntü ve kendinizi alamıyorsunuz. 

Arif IRGAÇ ziyaretin önceleri bu kadar bilinmediği, buradaki mezarın da kime ait olduğunun merak edilmediğini, ama son yıllarda SEYDİ BEKİR adında birisinin mezarının burada olduğu söylentisi ile bir türbe yapıldığını söylüyor.

Ama biz biliyoruz ki, Anadolu’ da ta pagan inanışlarından bu yana etraftan farklılık gösteren bu tür yerlere hep kutsiyet atfedilir. İşin inanç tarafı bir yana, aslında bu tür yerlerin kutsal kabul edilmesi oraların korunması anlamına geliyor. Aksi halde, Anadolu’ da ne bir kaya, ne bir dağ, ne bir nehir, ne bir Hitit anıtı kalırdı kırılmadık, yakılmadık.

Sözü Arif IRGAÇ alıyor yine ve eserinin ilgili bölümünde geçen ve PİR GIYİP’ ten söz eden sayfaları okuyor.
Okuyor Arif IRGAÇ:

 
PİR GIYİP Ziyareti’ nden indiğimizde Doludere Köyü’nde köylüler öğle namazından çıkıyorlardı.

Bize hizmette kusur etmeyen Ömer Bey ile son kez vedalaşıyoruz.



AZ BİRAZ ALUCRA – HARUN KARADENİZ



Doludere Köyü’ nden çıkarak Şebinkarahisar’ a bağlı eski adı ISOLA, yeni adı GÜNEYGÖREN olan Rum köyüne gitmeyi düşünüyoruz.

Ama ISOLA’ ya biraz geniş bir yay yaparak ve ALUCRA üzerinden gidelim, gelmişken ve bu kadar yakınımızdayken ALUCRA’ yı da görelim, diyoruz.



Şebinkarahisar – Bayburt yoluna çıkıyoruz ALUCRA’ ya doğru.

Alucra o kadar yakın ki, ilçe merkezine girip, şöyle etrafa bir bakarak ve araçtan hiç inmeyerek, geri çıkıyoruz Alucra’ dan.



Zaten “az biraz görelim Alucra’yı” derken, tesadüf müdür, bilinmez, ilçe merkezinde bir esnafın tabelasında esnafın soyadının  “AZTOPAL” olması bizi biraz gülümsetiyor.



Sanki nüfus memuru bu soyadı dalga geçmek için kendisi vermiş gibi.



Ama ALUCRA’ yı hiç bilmeyen birisi için, hiç duymamış birisi için 68 kuşağının devrimci gençlik önderlerinden HARUN KARADENİZ adı yeterli olacaktır, diye düşünüyoruz.



ISOLA – GÜNEYGÖREN – AZİZ BABA’ NIN ÇİFTLİĞİ



Arif IRGAÇ neredeyse gezi boyunca ISOLA Köyü lafını hiç ağzından düşürmediğinden midir, nedir bu köy hep aklımızda yer etti.

Böyle olunca, ISOLA Köyü’ nü hep merak ettik.



Arif IRGAÇ, ISOLA Köyü’ nü sadece eski bir Rum Köyü olarak anlatmadı bize.

Köyü civar coğrafyadan ayıran, uzaklardan bakınca köyün hemen yanı başında yatıp uzanmış dev bir kaplumbağa veya “armadillo’ ya” benzeyen ve üzeri sülfür ve bakır madeni rengine dönmüş olan magmatik kayayı görmeniz ISOLA Köyü’ nü tarif etmek için yeterli oluyor.

ISOLA Köyü – İzole’ den geliyor – Magmatik Kayalığı
Ama bizi ISOLA Köyü’ nde Arif IRGAÇ’ ın başka bir can dostu bekliyor, Aziz BABA.
Aziz BABA’ nın bir çiftliği var.
Aziz BABA bize “acı ayran” ikram edecek.

Daha aracımızdan iner inmez başlıyoruz Aziz BABA için çok eski bir okul şarkısına

Aziz Baba’ nın bir çiftliği var
Çiftliğinde horozları var
Üh ürü üh ürü diye bağırır
Çiftliğinde Aziz Baba’ nın

Aziz BABA, eşi ve kızı bu güzel karşılaşmadan dolayı çok mutlu oluyorlar ve bizi bahçedeki ağaçların altına gölgelik bir yere alıyorlar.



O kadar güzel bir çiftlik ve o kadar serin bir ağaç altı ki.
Acı ayranlar geliyor.
Kana kana içiyoruz.
Yoğurt da geliyor, yoğurt isteyene. Ya o kabukları ile yenen haşlanmış taze patates?

Çiftliğin bahçesinde nohut da ekili, gidip nohut yolanlar oluyor.

Aziz BABA’ nın çiftliğinden hiç ayrılmak istemiyoruz, ama program o kadar yoğun ki, daha sırada ALİŞAR Köyü, yazarımızın köyü, romanın geçtiği köy var.

EMİNOĞLU – EMİNÖĞÜN DEĞİRMENİ

Tekrar gelmek üzere gündüz uğradığımız ALİŞAR Köyü’ ne doğru yola çıkıyoruz.
Köye varmadan hemen önce Arif IRGAÇ aracımızı durduruyor ve “şuradaki değirmeni mutlaka görmeliyiz”, diyor ve araçtan inip, belki de artık kimseler değirmene un öğütmeye gitmediği için şimdi neredeyse harabeye dönmüş, su değirmenine gidiyoruz.

Değirmenin önü bahçe ve etrafı dikenli tel ile çevrilmiş. Ters V şeklinde yapılmış olan bir merdivenle değirmen bahçesine iniyor ve değirmenin açık kapısından içeri giriyoruz.

Sağ taraftaki bulgurluk dahil harabe halde

   Arif IRGAÇ değirmen hikayeleri anlatıyor
Değirmenin şimdiki hali içler acısı. Ama daha da içler acısı olan ise, define meraklılarının değirmeni iyice talan edip, her tarafı kırıp dökmüş olmalarıydı. Mübadeleye kadar neredeyse Anadolu’ daki bütün değirmenleri Rumlar işletirdi.

Mübadele ile birlikte bütün Rumlar gidince, günah diye bu mesleği yapmayan Osmanlı vatandaşları bir gecede aç kaldılar adeta, zira kimse değirmende un öğütmeyi, yani değirmenciliği bilmiyordu.

Değirmenler bütün gün ve yıl boyu kapısı kapanmadan çalışır. Herkesi korur ve saklar değirmenci ve her zaman yiyecek erzak bulursun orada. Ama değirmen belki de en çok o küçük yaşında dedesi ile un öğütmeye gelen yazarımız Alişarlı Arif IRGAÇ ‘ın dünyasına açılan bir pencereydi. Ne masallar dinlemiştir Arif IRGAÇ değirmende un öğütülene kadar.
Anadolu’ da her yapının, her coğrafi yeryüzü şeklinin bir adı vardır. Bu yapının, bu değirmenin de bir adı var elbette ve biz bunu Arif IRGAÇ’ tan öğreniyoruz. Değirmenin adı EMİNOĞLU Değirmeni, halk arasında söylendiği şekli ile EMİNÖĞÜN Değirmeni.
Kim astıysa bu yazıyı, var olsun
EMİNÖĞÜN Değirmeni’ ndeki defineci talanına artık dayanamayan ALİ ARSLAN isimli duyarlı ve tarih sever bir köylü mukavva bir kartona şu uyarıyı yazmış içi yanarak: (Yazıyı hiç değiştirmeden aldım)

Bu değirmen 1940 yıllarında yapılmış. Ben şahsen yapanlarla oldum. Eski deyirmenin yeri Burası deyil DEFİNE yok o yıllar fakirlik varmış
ALİ ARSLAN

ALİ ARSLAN mübadeleyi de biliyor olmalı ki, bu değirmenin Rumlardan kalma bir değirmen olmadığını belirtmek istemiş ve yapılış tarihini 1940 yılları olarak bizzat şahitlik yaparak vermiş.

Keşke herkes ALİ ARSLAN kadar duyarlı olsaydı bu memlekette.

Değirmene girmişiz, aklımıza Hacı TAŞAN gelmez mi?

Hemen başlıyoruz Hacı TAŞAN’ dan söylemeye:

Değirmene taş koydum
Taş dönmüyor dönmüyor
Bir yastığa baş koydum
Naze gelin arabadan inmiyor

EMİNÖĞÜN Değirmeni’ nden ayrılarak hemen yakındaki ALİŞAR Köyü’ ne doğru yola çıkıyoruz.

ALİŞAR 
ARİF IRGAÇ’ ın KÖYÜ – HÜSEYİN OĞLU RECEP’ in KÖYÜ

Yazarımız Arif IRGAÇ’ ın da akrabası olan Kemal TAHİR’ in – Tahir KEMAL’ in               “Bir Mülkiyet Kalesi” romanı ALİŞAR Köyü’ nde geçer.
Bizi peşine takarak ta buralara gelmemize neden olan “Kervankıran” romanının yazarı Arif IRGAÇ, ALİŞAR köylüdür.
Bizi buralara kadar getiren romanın, Kervankıran romanının kahramanı “Hüseyin oğlu Recep” ALİŞAR köylüdür. ALİŞAR Köylü, Sarıkamış Harekatı’ ndan “muinsiz” olarak terhis edilen, köyüne yaya olarak dönen, dönüş yolunda savaşın başka bir yüzünü, asker kaçaklarını, çeteleri gören Hüseyin oğlu Recep onca fidanın Sarıkamış’ ta neden kırıldığını anlayamaz.
ALİŞAR sıradan bir köy değildir.
“ŞAR” der Anadolu halkı biraz da uzatarak “şaar”, der ve Farsçası “şehr – şeher – şeer” olarak bilinir.
Beypazarı’ nın güzel bir köyü, bir boyu vardır “KARAŞAR”, kara şehirdir aslı.
Isparta’ nın Beyşehir Gölü kenarında bir ilçesi vardır “YENİŞAR BADEMLİ”.
ALİŞAR, köy değildir, şeer, şehirdir. ALİ, büyük bir şehirdir.
Sarıkamış Harekatı’ ndan “muinsiz” olarak terhis edilip ALİŞAR’ a gelen Hüseyin oğlu Recep kendi köyünde el gibi karşılanır.
Nedersin, n’ aparsın?
Zor değil mi Recep için bu sualler?

Hüseyin oğlu Recep’ i bezdiren bu sualler bize sorulmuyor elbette ALİŞAR’ a vardığımızda.

Biz de tam 103 yıl sonra geliyoruz ALİŞAR Köyü’ ne Recep’ in ardından.
Hüseyin oğlu Recep’in onca belalı yoldan, canını zor kurtararak nasıl ALİŞAR’ a geldiğini yazarımız Arif IRGAÇ öyle güzel anlatıyor ki eserinde.

Her yolun başında veya sonunda hep bir aşk vardır ya, ama ille de “yola çıkmak” gerekir ve Hüseyin oğlu Recep de gönlünde bir taze aşk ile geliyor ALİŞAR’ a, yolda tutulduğu bir aşkla.

ALİŞAR TOYU

Sanki düğün dernek kurulmuş, toy var sanki hazırlıklar yapılmış, bahçeye ağaç altlarına masalar kurulmuş.
Yemekler yapılmış, hamurlar açılmış, Arif IRGAÇ’ ın geldiğini, onunla birlikte onun dostlarının da geldiğini duyan onun bütün akraba ve hısımları, anne ve babası, çocukluk arkadaşları, çobanlık arkadaşları, bütün köy gelmişler, herkes hazırlıkların bir ucundan tutuyor.

Bizim için hazırlanmış masalara oturuyoruz.
Köylü dostlarla muhabbeti koyulaştırıyoruz. Köyün kadınları hiç durmadan hamur açıp, bahçeye kurdukları sacın üzerini hiç boş bırakmıyor.
Alişar Köyü – Arif IRGAÇ baba evinde
Bugün aynı zamanda Ünsal AGAM AYSUN’ un doğum günü, 30 Temmuz. 
Sabahtan gördüğümüz hazırlıkla küçük bir pasta getiriyoruz masaya.
Ama bu toyda, bu ziyafette bize en çok emeği geçenler elbette ve her zaman olduğu gibi ALİŞARLI kadınlar oluyor.
Bizim kadınlarımız da ALİŞARLI kadınları yalnız bırakmayarak bir anı resmi çektiriyorlar.








Hepsi elleri öpülesi kadınlarımız

Yanımızda getirdiğimiz çam sakızı çoban armağanı hediyelerimizi dağıtmak üzere Arif IRGAÇ’ a veriyoruz.
Saygıda ve muhabbette kusur etmemek için her işi Arif IRGAÇ’ a bırakıyoruz.
Bizim adımıza yapılması gereken ne varsa Arif IRGAÇ yerine getiriyor canı gönülden ve buralarda hak ederek kökleşmiş büyük itibarı ile.
Geç vakte kadar ALİŞAR Köyü’ nün misafiri oluyoruz, mihmanı oluyoruz.
Mihmandarımız Arif IRGAÇ.
Yemekten sonra ALİŞAR’ ın içinden geçen ALİŞAR Deresi boyunca yürüyüş yapıyoruz. Arif IRGAÇ bir çoban arkadaşı ile karşılaşıyor.
Derenin yatağını sürekli değiştirdiğini, şimdi ise dereyi kapalı bir kanalın içine almak istediklerini, buna karşı mücadele ettiklerini anlatıyor bize.
Vedalaşmalar yapılıyor uzun uzun.
Yolumuz yine Şebin’ e doğru.
Ama önce Tamzara’ ya uğrayacağız.
Tamzara’ nın o bir zamanlar her evin altında bulunan tezgahlarda dokunan ve özgün desen ve renkleri olan, dillere destan, “Tamzara Dokumalarını” göreceğiz.
Hava kararmaya yakın varıyoruz Tamzara’ ya.
TAMZARA DOKUMASI
Hep Bursa Dokuması, hep Buldan Dokuması, hep Antep Dokuması, hep Kandıra Dokuması vb biliriz, ama Tamzara Dokuması’ nı bilmeyiz. Bilsek de görmemişizdir.
Heyecanlıyız.
Bizi dokuma tezgahlarının olduğu ve dokuma ürünlerin sergilendiği ve satışının yapıldığı binaya alıyorlar.
Eski dillere destan günleri gelmese de yeniden canlandırılmaya çalışılan Tamzara Dokumları hala ilgi bekliyor.
Tamzara Dokumaları
İsteyenler, beğenenler birer ikişer Tamzara Dokuması alıp üzerimizde sergiliyoruz mutlulukla.
Kırmızı ağırlıklı Tamzara Dokumaları
TAMZARA MUSİKİ CEMİYETİ
 -Hocam üç ses aşağıdan
-Tamam
-Olmadı Hocam, şimdi “la” sesi verdin, iki ses yukarı al
-Şimdi?
-Hocam şimdi iki ses aşağıdan
-Tamam, şimdi oldu mu?
-Şimdi “re” kararındasın Hocam, az yukarı
Buna benzer bir diyalog, “üç aşağı – beş yukarı” derken tam yarım saat geçti Tamzara Musiki Cemiyeti’ nin kültür merkezinde ve biz hepimiz bu diyaloğu dinledik, kimi zaman gülümseyerek, kimi zaman sinirlerimiz gerilerek.
Musiki Cemiyeti’ nin bağlamacısı ile Arif IRGAÇ arasında yaşanan bu diyalogdan dolayı merakla beklediğimiz o küçük konser, küçük prova bir türlü gerçekleşemedi.



Olsun, ziyanı yok.
Yurt Gezginleri gittiği her yeri bir konser alanına çevirmekte artık tecrübelidir.

Çıkıyoruz Tamzara’ nın geniş köy meydanına.

Tamzara Köy Meydanı

Geniş bir halka yapıyor ve başlıyoruz o artık dilimize ve oyunumuza yer eden türküye:

Oğlan adın İsmail
İsmine oldum nail
Aman gidelim, kalk gidelim
Cigarayı feneri yak gidelim

Bütün Tamzaralılar köy meydanına toplanıyor, evlerinde bulunanlar balkonlara ve camlara çıkıyorlar, kahvehanelerde oturanlar oyunlarını bırakıyorlar, hepsi, herkes bizi izliyor ve bizi dinliyor.

Türkü ve oyun bittikten sonra bir alkış kopuyor. Bizi tebrik edip, kutlayanlar oluyor.
Mutlu oluyoruz.

Dönüşten sonra Arif IRGAÇ’ ın dostu Seçmen Bey, Tamzara’ ya bugüne kadar bizim gibi renkli, böyle bir grup gelmediğini, söylüyor içtenlikle.

Artık Tamzara’ ya, bu kadim Ermeni köyüne, “altın şafak” anlamına gelen, bu küçücük köye, ürettiği müzik, halk oyunu, dokuma vb kültürü dünyanın dört bir yanında hala canlı olarak yaşayan, bu bizi sımsıcak saran köye veda vakti.

Tamzaralılara “hoşça kalın, sizi ve Tamzara’ yı çok seviyoruz”, diye bağırıyoruz köy meydanından geçip, aracımıza doğru giderken.

ERDAL EREN

Sadece Aziz NESİN mi akla gelir, Şebinkarahisar denilince?

Ya Erdal EREN?
Sadece üç yaş vardır aralarında Erdal EREN ile romanın kahramanı, Kervankıran romanının kahramanı Sarıkamış’ tan “muinsiz” olarak terhis edilen Alişarlı Hüseyin oğlu Recep ile taze bir fidan iken kırılan Erdal EREN arasında.

Sadece üç yaş vardır Sarıkamış’ ta donarak ölen, kurşunlarla ölen, kaybolarak ölen, bir fidan gibi kırılarak ölen yoksul ve emekçi halkın çocukları askerler ile Şebinli Erdal EREN arasında.

Tamzara’ dan Şebinkarahisar’ a geliyoruz.
Karnımız aç.
Bir lokantaya giriyor, çorba içiyoruz.

Lokantacı aynı zamanda aşçı, orta yaşın altında birisi.

Muhabbet başlatıyoruz.
Muhabbetimize karşılık veriyor lokantacı.

Hesaplarımız ödeyip çıkarken, lokantacı bize tezgahın üzerinde küçük eski bir çerçeve içinde asılı duran 50’li yıllardan kalma siyah-beyaz bir fotoğraf gösteriyor.

Birisini, yere çömelmiş birisini gösteriyor lokantacı.
“Bu Erdal EREN’ in babasıdır”, diyor gözleri dolarak.

Lokantacının siyasi olarak Erdal EREN’ e yakın olmadığını hemen ve ilk görüşte anlamak zor olmuyor.
Ama lokantacının o siyah beyaz fotoğrafta Erdal EREN’ in babasını gösterirken gözlerinin nasıl da dolduğunu anlamak daha da zor geliyor bize.

Muhabbette saklı olduğuna inanıyoruz insanın hikayesinin.
Muhabbete nasıl ve nereden başlayacağın, muhabbete ne katacağınla ilgilidir her şey.

AKŞAM OLUR KARANLIĞA KALARSIN

Vakit artık Şebin için de çok geç
Ertesi gün, 31 Temmuz Salı günü erkenden, saat 06:00’ da düşeceğiz yollara.
Muhabbeti yarına bırakıp, otelimize dönüyoruz.

Sanki bir türkü çalınıyor kulağımıza “akşam olur karanlığa kalarsın.”

Artık Tamzara karanlığa kaldı.
Öksürük Kayası karanlığa kaldı artık.
Yerler yazılar mühürlendi.

Şebin karanlığa kaldı artık.
Onca insanı saklayıp yaşatan, onca insanı kıran Şebin kalesi de kaldı karanlığa.

Karanlıklar içinde bile dimdik duruyor Şebin Kalesi.
Eteklerinde sanki meşaleler yakmışlar, gitmeyip, yurtlarını terk etmek istemeyenler.

Karanlığa kalan Şebin Kalesi – Dağlarda ateşler yanıyordu…


31 TEMMUZ, SALI
Saat 06:00

Yine şafak sökerken uyanıyoruz.
Güneş sanki otel odamızın içine doğuyor, odamızı yakıyor sanki.

Hızla toparlanıp, dün akşam bize Erdal EREN’ in siyah-beyaz fotoğrafını gösteren lokantacının lokantasına gidip, çorba içiyor ve hemen çıkıyoruz yola.

Üç gün, üç uzun gün, üç okuma, dinleme, görme, gezme, hüzün ve ağlama, gülme ve eğlenme, yemek ve toy ile geçen üç gün geçiyor.

Şimdi Şebin’e veda vakti, Şebin’ den ayrılma vakti.
Ayrılıklar o kadar zor ki.
Anlatamıyoruz ayrılıkları.

Ayrılığı da, Şebinkarahisar’ dan ayrılığı da yine Arif IRGAÇ anlatıyor düşüp peşine geldiğimiz romanında aşağıdaki sayfalarda, Kervankıran’ da.

Hırant Dede torunu Agop’ un elinden tutup giderken aslında geride kalan her şeye veda ediyordu:
Kadim Ermeni komşularımıza, kardeşlerimize,
Şebin Kalesi’ ne,
Bildor Düzü’ ne,
Şehir Suyu’ na,
Ve “Karahisar Kalesi’ nin üstünde, tek başına pırıl pırıl yanan yıldıza”,
Kervankıran yıldızına,
Sarı yıldıza,
Mavi yıldıza,



Geride sadece Şebin’ i bırakmıyoruz, “orada kalanların” Şebin’ de kalanların yıldızını da geride bırakıyoruz.

DÖNÜŞ YOLU – TÜRKÜ YOLU

“Uzun ince bir yoldayım”, türküsü ile düşmüştük bu Yurt Gezisi için yollara.
Şimdi de uzun mu uzun çok uzun bir dönüş yoluna düşüyoruz.
Eğribel’ i aşarak, Kümbet Yaylası üzerinden, Giresun’ a sahile çıkacağız.
Sahil boyu türküler var aklımızda ve dilimizde, saklıyoruz.

EĞRİBEL GEÇİDİ

Ama önce Eğribel’ i geçmemiz gerekir.
Kış bastırdığında geçit vermeyen, aşılması güç bir geçittir Eğribel 2.200 metre rakımıyla.
Nice kervanlar, nice yaylacılar kırıldı kim bilir bu geçidi aşarken?
Kim bilir nasıl kavuştu insanlar sevdiklerine bu geçidi aşıp sılasına dönünce.

Biz de iniyoruz Eğribel Geçidi’ ne vardığımızda aracımızdan.
Soğuk mu soğuk, üşüyoruz.
Fazla söze gerek var mı?

Eğribel Geçidi’ ni aşıp, inişe geçiyoruz.
İnişte bir otelin çay ocağında çay molası veriyoruz.

Ama kimse çayın peşinde değil, herkes otelin altında bulunan kasap dükkanının renklerine takılmış durumda.

Herkes kasap dükkanının renkli kapısının önünde duruyor ve fotoğraf çektiriyor.

Onca soğuk, onca yoksul, ot ve ağaç bitmeyen bu geçitte böylesi renkli kapılar ve onu boyayan renkli insanlar içimizi ısıtıyor, var olsunlar.




Eğribel’ den geçilir, ama renklerden geçilmez


DÖNÜŞ YOLU – TÜRKÜ YOLU

Ta Giresun’ dan başlayıp, Samsun’ a, Çorum’ a kadar hiç türkü söylemeden durulur mu?

Giresun demek PİC OĞLU OSMAN demek, başlıyoruz

-Giresun’ un içinde boyalı konakları
-Oy Bulancak Bulancak
-Batlama Deresi
-Giresun’ da kayıklar
-Eşref’ in Türküsü

Ordu sırada

-Ordu’ nun dereleri
-Ünye’den de kalktım başım selamet

Fatsa’ ya geldiğimizde Kadir İNANIR’ ı anıyoruz hasta yatağında yatıyor.

TRT repetuvarına “Hekimoğlu” olarak giren bu güzel türkünün Kadir İNANIR tarafından derlendiğini belki de çoğumuz bilmiyoruz.

Hep birlikte söylüyoruz.

-Hekimoğlu derler benim adıma

Samsun’ a varınca

-Çarşamba’ yı sel alır

Ama Çarşamba’ ya varmadan Perşembe’ ye varıyoruz, eski ve yarım kalmış bir hikayemize, mitolojik bir hikayemize dönmek istiyoruz.

ARGONATLARIN SEFERİ – YASON BURNU

2017 yılında 10 – 12 Kasım tarihlerinde yapmış olduğumuz Şile’ den Sinop İnce Burun’ a Deniz Fenerleri Yurt Gezimiz’ de İnce Burun’ da anlatmıştık “altın postu almak için Kolkhis’ e giden Iason ve gemici arkadaşları argonatların seferini.”

Iason liderliğinde argonatlar Kolkhis’ e giderken uğrayıp dinlendikleri yerlerden birisi de bugün Ordu – Perşembe’ de bulunan ve mitolojik-coğrafi adı hiç değişmeden günümüze kadar gelen “YASON – JASON – IASON BURNU’ dur.”

Mitoloji deriz, ama nasıl olur da bu burun hala IASON adı ile anılır?

Dahası, nasıl olur da bu isim, IASON adı, o burunda 19. Yüz yılda yapılmış ve hala çok sağlam bir şekilde ayakta duran Ortodoks kilisesinin adı olur.

Perşembe’ de YASON Burnu’ na dönüyoruz, bizi dimdik ayakta duran YASON KİLİSESİ karşılıyor.

 
YASON – JASON – IASON Kilisesi 


Kiliseye, Yason Burnu’ na giderken mitolojik bir koridordan geçiyorsunuz.
Türkiye’ de rastlanmayan böylesi bir mitolojik koridor bizi hem şaşırtıyor hem de çok mutlu ediyor.

Mitolojik koridora konulan alçıdan rölyeflerde IASON’ un ağaçta asılı altın postu alışı, MEDEA’ nın ona yardım edişi ve dümenci TIPHYS gösteriliyor ve öykü iki dilde, Türkçe ve İngilizce olarak anlatılıyor.

Ne güzel.

Böylece, IASON Burnu’ nu da görerek, Deniz Fenerleri Yurt Gezimiz’ de geri döndüğümüz İnce Burun’ dan IASON Burnu’ na kadar, argonatları izlemiş oluyoruz. Bizi mutlu ediyor bu durum.


 Altın posta uzanmış IASON – ortada MEDEA – arkada dümenci TİPHYS


SON SÖZ YERİNE

Bir romanın peşinden gidiyoruz.
Bir yazar ile tanışıyoruz.
Yazar bizi kendi doğup büyüdüğü coğrafyaya götürüyor, heyecanı ve coşkusunu bizimle de paylaşıyor.

Yazar bizi romanın geçtiği coğrafyaya, köylere, dağlara, kalelere, akarsulara götürüyor.

Yazar bizi romanda geçen ve halen tükenmemiş insan coğrafyasına götürüyor.

Yazar bizi bu toprakların solan renklerine, insanın kanını donduran olaylarına götürüyor, ama kin ve nefretten uzak durarak.

Yazar bizi romanın başından sonuna kadar ölümsüz bir aşkın içinde sürüklüyor:

Recep ile Cemile’ nin aşkı

Biz daha önce bildiğimiz IASON ile MEDEA aşkını Perşembe’ de yeniden hatırlıyoruz.

Yazar bize yeni romanının ipuçlarını veriyor aşağıdaki satırlarında




MARIA ile MUSTAFA SUPHİ aşkı

Bu üç aşkın da ortak noktası “yolda olmak, yolcu olmak, yoldaş olmak” oluyor.

IASON MEDEA’ yı Kolkhis yolunda tanıyor ve sevdalanıyor, bütün dünya biliyor bu aşkı.

MUSTAFA SUPHİ yolda ve yoldaşlıkta tanıyor MARIA’ yı.

Bilenler biliyor bu aşkı ve biz heyecanla bekliyoruz bu aşkın romanını yazarımızdan.

HÜSEYİN OĞLU RECEP, Sarıkamış dönüşü köyü Alişar’ a dönerken yolda tanıyor CEMİLE’ yi.

Bu aşkı, RECEP ile CEMİLE’ nin aşkını Kervankıran anlatıyor bize.

Recep’ in dediği gibi, şu hayatta “eksikliğini hissederek yaşadığınız” birisi olsun.

Cemile’ nin dediği gibi, şu hayatta “bilmediğiniz, sesini duymadığınız, fakat varlığını tastamam şuranızda duyduğunuz” birisi olsun.

Sevdanızı ve aşkınızı beklemeyin, yolcu olun, yola düşün, ömür boyu gidin

Yazar yeni romanında bizi bu bakışla sarmalayacağının erken haberini veriyor.

TEŞEKKÜR

-        Bu Yurt Gezimize katılanlara, katılamayanlara, hep yanımızda hissettiklerimize, dayanışma içinde olanlara, katkı sağlayanlara,

-        Kervankıran Romanı’ nın yazarı, o olmasaydı böyle bir projenin hayata geçirilmesinin mümkün olmadığı dostumuz, ustamız Arif IRGAÇ’ a ve bizi ağırlayan onun aile efradı, akraba ve çocukluk arkadaşları köylülerine,

-        Arif IRGAÇ’ a refakat eden, mutlu insan eşi Alev IRGAÇ Hanım’ a,

-        Kervankıran olarak bildiğimiz  – Tarık – Venüs – Sarı Yıldız – Mavi Yıldızlara,

-        Uzak yolları bize hep yakın eden Salim Kaptan’ a,

-        Kasamız Zerrin AKBAYTUAN’ a,

-        Benim Arif IRGAÇ ile buluşmamı sağlayan Nuran ÇETİN Hanım’a,

-        Şebin’ e, Karahisar’ a, Şebinkarahisar’ a,

-        Zela’ ya – Tokat’ a – Kelkit Çayı’ na,

-        Tamzara’ ya, Tamzara’ yı dokuyanlara, Tamzara’ yı söyleyenlere, Tamzara’ yı oynayanlara,

-        Pakrat Bey’ e – Aziz NESİN’ e – Ara GÜLER’ e – İdil BİRET’ e – Tahir KEMAL’ e – Tahir KİREÇÇİOĞLU Amcaya,

-        Seçmen Bey’ e ve Suna Anne’ ye,

-        Piç Oğlu Osman’a,

-        Isola’ ya – Gölve’ ye – Alişar’ a – Turpçu Köyü’ ne – Gicora’ ya - Doludere Köyü’ ne, Alişar Köyü’ ne,

-        Pir Gıyip Tepesi’ ne – Öksürük Kayası’ na – Karahisar Kalesi’ ne – Kayadibi Köyü’ ne – Meryem Ana Kilisesi’ ne,

-        Nereden baksan gördüğün YILTARIÇ Kayası’na,

-        Zela’ dan Necmettin ERYILMAZ, Bekir Abimiz , Kör Aşık Tekin KİREÇÇİ’ ye,

-        Zela Belediye Başkanımıza,

-        Höllük Tepesi’ ne,

-        Eğribel’ e,

-        Yason Burnu’ na – Yason Kilisesi’ ne,

-        IASON ve MEDEA’ ya,

-        Berdiga Ormanları’ na – Bildor Düzü’ ne – Bağasık Deresi’ ne -  Şehir Suyu’ na – Eminöğün Değirmeni’ ne,

-        Recep’ in Sarıkamış Harekatı’nda tipide donarak ölen komutanı Tabip Yüzbaşı Cevdet’ e,

-        Sarıkamış’ ta kırılanlara,

      -        Harun KARADENİZ’ e, 

-        Erdal EREN’ e,

      -        Hırant Dede’ ye ve torunu Agop’ a,

      -        Bu topraklarda solan bir gül gibi kalan Ermeni kardeşlerimize, 

-        Demirci Onnik Usta’ ya, 

-        Saraç Musa’ ya, 

-        Recep’ in kardeşliği Ruşan’ a, 

-        Recep’ in sevdalısı Cemile’ ye, 

-        Hüseyin oğlu Recep’ e,

Gönül dolusu ve içtenlikle teşekkür ediyor, gidenlerin anıları önünde saygı ile eğiliyorum.

Hepsinin ruhu şad olsun, yıldızlar yoldaşlık etsin onlara,


Muhabbetle,
Recep Babayiğit

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder