30 Aralık 2017 Cumartesi

TESLİM – TESLİME & SATI – SATILMIŞ


Türklerde isimlerin nasıl konduğunu daha önce konuşmuş, bir sohbet konusu olarak yazmıştık.

İsimler konarken o ismi taşıyanla, ismin bir birine uygun olması, bilinen deyimle “isimle müsemma"  olmasına dikkat  edilirdi.

Zayıf, çelimsiz doğan ve sıra dışı bir şey olmazsa, öyle kalacak bir oğlan çocuğuna “yiğit – yağız" adı verilmezdi.

Bakınca daha ışıltısı hemen fark edilen bir kız çocuğuna Moğollardan ödünç aldığımız  “ece”  adı verilirken, ışıltısı  olmayan bir  kız  çocuğuna “yosma” adı  verilmezdi.

Şimdi gülüp geçeriz, anlamını ve o adı o kız çocuğuna veren ailenin o andaki duygularını bilmeden “yosma” adını bir kadında duyduğumuzda.

Çocuklara bu tür isim koymalar, hep “ isimle müsemma “ ilkesine uygun olacak şekilde olurdu.

Ama, toplumda farklı sosyal, etnik, dini ve antropolojik ve inanç grupları da bir arada yaşamaktadır.

Bu grupların kendi içe kapalı sistemlerinde, inançlarında, sosyal hayatlarında değiştirmeleri çok zor veya çok yavaş ilerleyen bir asimilasyonla doğan çocukların isimleri hep bir devir daim gibi kuşaklar boyu aynı kalarak sürer giderdi.

Örneğin, Avşar – Türkmen boylarında en yaygın isimler, kızlar için “DÖNE – DÖNÜŞ – DÖNDÜ”, olurken, oğlanlar için en yaygın isimler “ BAYRAM – ALİ – HAYDAR “ olurdu. Bizim köyde aynı yaş grubunda olmak üzere, DÖNE adını taşıyan altı kadın olunca, onları  bir birinden ayırmak için sosyal çözümler  girerdi  devreye .

Kimisi  DELİ  DÖNE, kimisi  KEL DÖNE olurdu.

Elif  adı da buna benzerdi.

Yine örneğin, hiçbir Alevi inanç grubunda oğlan çocuklarının adı asla “ OSMAN veya ÖMER “ olmazdı ve bu durum yaygın olarak halen devam etmektedir.

***//***

Bir mesel gerçek :

Çorum ‘un merkeze bağlı bir  Alevi  Köyü  vardır. Adı  KANLI OSMAN.

Köylüler, köyün adından rahatsız  olurlar ama bir türlü  köyün adını  değiştiremezler.

Bir keresinde Çorum’ a gelen valiye  ulaşarak , dertlerini anlatırlar.

Köylerinin adını değiştirmek istediklerini  söylerler.

Vali, durumu  anlayışla karşılar ve tamam ,der.

-          Ben de beğenmedim köyünüzün adını, köyünüzün adı bundan sonra KANLI OSMAN yerine ŞANLI OSMAN olsun.

Köylüler valinin konuşmasını başında gülümseyerek dinlerken , valinin konuşması bitince adeta  yıkılırlar.

-          Beyim, bizi  rahatsız eden köyün adındaki  OSMAN lafıdır, yoksa  köyümüz ha KANLI  olmuş ha ŞANLI

***//***

Bazı isimler  dönemsellik arz eder.

Zamanında ünlü olan bir  futbolcu, bir  şarkıcı, bir ulusal kahraman veya  çok sevilen bir  türküde adı geçen erkek veya  kadın adı o yılların doğan çocuklarına isim olur.

Kazım’ ın Türküsü , vardır örneğin artık kimsenin bilmediği ,okumadığı ve ille de dinlemediği.

Orhan Veli’ den  Bedri  Rahmi’ ye şiirlerine misafir bile olmuştur.

Muharrem ERTAŞ  Usta ‘ dan dinleyince bu türküyü, Kazım ‘ın öldüğüne değil, türkünün Ustanın o yüce sesinde büründüğü hüzne yanarsınız.

Ümmü Gülsüm ‘ ün sesi, sadece  Mısır’ ı değil, bütün dünyayı sallarken , o dönemde doğan bizim kızlarımızın isimlerinde de Ümmü – Ümmühan  adı yaygın olarak görülür.

***//***

Bir gerçek :

Mısır’ da , Mısır’ ın yiğit evladı  Nasır Hükümeti bakanlar  kurulu toplantısına hazırlanıyor.

O sırada, Ümmü Gülsüm ‘ ün konseri  olduğu  bilgisi gelir.

Bakanlar kurulu  toplantısı iptal edilir.
***//***

Çocuğu olmayan aileler , bazen ilk çare, bazen son çare olarak gizli  güçlerine inandıkları yatırlara, tekkelere, dergahlara ,bazen de Müslüman olmalarına rağmen, kiliselere, manastırlara giderek medet umarlar ve bir  çocuk dilerler.

Bu tür yerlere  giden aileler, çocukları  olması halinde,  ilk doğan çocuklarını o tekkeye “ adayacaklarını “ söylerler ve dua ederler.

Burada adamak, daha geniş ve daha gönülden olarak “ satmak “ olarak çıkar karşımıza.

Yani, doğacak ilk çocuk o tekkeye  satılacaktır.

Şimdi,  bugünkü aklımızla, bugünkü kibirli ve çok bilmiş  aklımızla, kır kültürünü, köy  kültürünü , antropolojisini bilmeden,yok sayarak  “ satmak “ kelimesine takılırsak,  o tekke için doğan çocuklara verilen , kız  çocukları  için SATI ,  oğlan çocukları  için SATILMIŞ  isimlerini  hiç mi  hiç anlayamayız.

İnsanların inançlarına saygı, hoş görünün temelidir.

Hiçbir  anne  baba,  çocuklarını  bir  bedel  karşılığında satmaz.

Buradaki  satma kavramı “ adama – adanmışlıkla “ açıklanabilir.

Adama, satma ise, çocuğu o gizli gücü olana, geniş anlamda ise o zata o gizli gücü veren Allah ‘a  satmaktır.

Bedeli  yoktur  bu satma işinin.

Biz şehir insanı ,  bu SATI – SATILMIŞ  isimlerini duyar,  alay ederiz,  bu isimleri koyan ailelere  hakaret ederiz.

Oysa, toplumda  soy adı  “ ADAN – ADANIR “ olan çok sayıda aile vardır. İsimler soy isimlerden ayrı tutulamaz.Ama, bu soy isimlerine hiç takılmayız bile.

İronik amam, SATILMIŞ  yerine çocuğumuza SOLD  adını  versek, bizi  çok mu  POST- MODERN  bulurlar acaba ?

Benzer  şekilde, YAVER  ismi de Doğu Anadolu Terekeme kültüründe çıkar  karşımıza.

Burada YAVER  adı  askeri bir makam değil, Allah ‘ ın adına bir makamdır.

Bizim güzel babamız, SEYFİ BABA  ‘ nın adındaki  SEYF , kılıç da Allah’ ın kılıcı ve SEYF-İ kılıç gibi anlamı taşırken, SEYFULLAH , Allah’ ın kılıcı  anlamına gelir.

Şimdi, biz yine buradan bakan kibirli ve çok bilmiş  şehir  ahalisi,“ o da kötü, öteki de “ , deriz.

Oysa,  işin inanç, aidiyet, etnik boyutunu  hiç düşünmeyiz.

SATI KADIN

Biz şehir ahalisi  ne kadar alay edersek edelim, meclisin ilk kadın milletvekillerinden birisinin Ankaralı SATI  KADIN, tam adıyla SATI ÇIRPAN  olduğunu bilmeyiz.

Bilsek de  SATI  adını  dilimize  pek yakıştıramayız.

SATILMIŞ – MARAŞLI ŞEYH OĞLU SATILMIŞ

Satılmış adı ise belki de karşımıza en güzel  FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL ‘ in Han Duvarları şiirinde çıkar.

Orta Anadolu  Volkanları  Yurt  Gezimizde Aksaray – Sultanhan’ da okuduk bu ölümsüz  şiir.

Şairin kaldığı  hanın duvarında rastladığı şairin adı  SATILMIŞ – ŞEYH OĞLU MARAŞLI  SATILMIŞ ‘ tır.

MARAŞLI ŞEYH OĞLU  SATILMIŞ’ ın hayatı ise koca bir  çöküşün hüzünlü  hikayesidir.

Şair,  SATILMIŞ  adından asla çekinmemiş  ve bugünkü  biz  kibirli  şehir ahalisini ve bu adı duyunca gülüp alay eden, sözde tüyleri  diken diken olan çok bilmiş  şehir ahalisini düşünerek bu ölümsüz şiirde, SATILMIŞ  adını  zikretmekten ve öne çıkarmaktan vaz geçmemiş, böyle bir şeyi aklına bile getirmemiştir.

Oysa, biz şimdi bu şiiri değil de, şiirde geçen  geçen SATILMIŞ  adına takılı  kalırız.

(…)

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, 

Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 

Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 

Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı 

Ben garip çizgilerle uğraşırken başbaşa 

Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa;

"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan 
Baba ocağından yar kucağından 

Bir çiçek dermeden sevgi bağından 
Huduttan hududa atılmışım ben"

Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi.. 
Gözüm imza yerinde başka bir ad görmedi. 

(…)

Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor 
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor

"Gönlümü çekse de yârin hayali 
Aşmaya kudretim yetmez cibali 

Yolcuyum bir kuru yaprak misali 
Rüzgârın önüne katılmışım ben"

(…) 

Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım. 
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

 (…)

"Garibim namıma Kerem diyorlar 
Aslı'mı el almış haram diyorlar 
Hastayım derdime verem diyorlar 
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"

(…) 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında 
Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında 

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı! 

Bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı! 
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna 

Post verenler yabanın hayduduna kurduna! 
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu 

Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu? 
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, 

Dedi 
-Hana sağ indi ölü çıktı geçende! 

Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti 
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti... 

Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi. 

***//***
Biz kendimizi  gönülden ve içtenlikle, kime ve neye satıyoruz.

Hiç kendinizi  karşılıksız ve koşulsuz 
AMA EN İLKEL HALİNİZLE

birisine adadınız mı, sattınız mı ?
Bir aşka mesela ?

Aşka adanmışlığın diğer  anlatımı  “satılmak" değil midir ?

Bedelsiz ve koşulsuz satılmak.

Satı veya Satılmış  olmak, aşk ve sevda söz konusu olunca bu isimleri  gururla taşımak.

***//***

Başka bir gerçek :

Yalçın KÜÇÜK Hoca anlatır  ÖDTÜ ‘ lü  yıllarından.
Bir gün yine öğretim üyeleri kantininde yemek yiyordur.

Dışarıda öğrenciler  rektörlüğe  doğru  yürüyor  ve “satılmış  rektör"  diye,  slogan atıyorlar. O sırada, üstünde beyaz  önlüklü  yaşı  bir  komiye göre  bir hayli ileri  Çorumlu bir  emekçimiz  ileri geri gidiyor,  kendi kendine söyleniyor, kızarıp bozarıyor.
-          Hayır, ben rektör olamam, ben rektörlük yapamam , diyor.

Sonradan öğreniyorum. Bizim emekçinin, kominin adının SATILMIŞ  olduğunu.

***//***
TESLİM ve TESLİME isimleri de benzer  inanç ve düşüncelerle  verilir  çocuklara.

TESLİM  TÖRE
Türkiye Sosyalist  Hareketinin önderlerinden ve hala  direnen ,  otoriteye  değil, ama kendini inandığı  kavgaya  TESLİM eden,  bu anlamda  İSMİ  İLE MÜSEMMA  birisidir.

Adı ile gurur duyduğunu  tahmin ediyorum.
Hangimiz  TESLİM edebiliyoruz  kendimizi  inandığımız  kavgaya ve aşka ?
Ona “ özgürlük hareketinin çapı ve çıpası  “ , diyenler vardır, fazlasıyla hak ediyor.

TESLİME NESRİN
Bu yiğit  kadın batıda veya Bangladeş’ in dışında batıda bir yerde  doğmuş olsaydı,  kahramanlar  diyarında olurdu.

Ölümü ve tehditleri hiçe sayan ,şair ruhlu  bu kadının asla  TESLİM olmayan ruhunu  anlamayanlar, gider onun adına takılı  kalırlar.

TESLİME NESRİN de kendini  kavgasına teslim etmiştir  kuşkusuz  ve taşıdığı adı fazlasıyla  hak ediyor.

***//***
Mesele şu ya da bu nedenle konmuş isimlerle  alay etmek, burun kıvırmak  değil.

Mesele o isimlerin neden konduğunu bilmek de değil.
Mesele  anlamları  çok açık olan

SATI – SATILMIŞ – TESLİM – TESLİME  kelimelerinden yola  çıkarak, hiçbir bedel ve beklenti olmaksızın ve koşulsuz  olarak ve en İLKEL , ÜMMİ halimizle,

-          Kime, neye, hangi kavgaya

-          Hangi aşka ve nereye kadar

-          Hangi özgürlüğe

Kendimizi  SATABİLİYOR  ve TESLİM EDİYORUZ, mesele  bu  olmalı.
Herkesi aşk-ı niyaz ile selamlıyorum.

Muhabbetle,

Aşk illa ki
















































ARİFLİK


Ucu yanık mektuplar yazamasam da fazlaca, rahatlamak, paylaşmak, akıl sağlığımı bozmamak  için arada yazıyorum, yazmak zorunda hissediyorum.

Konusu bir daldan bir dala gibi görünse de hep kendi düşüncelerimi, hep kendi duygu ve düşüncelerimi yazıyorum.

Bazen, "ne çok konuşuyorsun", diyorum kendi kendime.

***--***

Biz ilkokula  başladığımızda öğretilen ilk türkülerden  birisiydi “ Nasihat Türküsü “.

Karacaoğlan’ın ölümsüz bir şiiridir.

Arif olmak o kadar kolay değil elbette, ama zor da değil.

Aynayı hep başkası tutar ya yüzümüze, kendimizin suretini tanımlamak olmaz.

Hele iç aynamız?

Halkımız iç hastalıklarını anlamak için doktora gittiğinde “doktor beni aynaya tuttu", der.

Aslında ne kadar  doğru  bir ifadededir.

Bizi aynaya tutan kim peki?

Arif insanlar olmalı, arifler olmalı bizi aynaya  tutanlar.

***--***

Hep düşünürdüm, neden bu uzun ve söylemesi zor bir türküyü belletirlerdi bize?

Türkülere hep hakkını  vermeye, başından sonuna, doğru melodi, doğru hava, doğru tavır ile  söylemeye  gayret etmişimdir.

***--***

Demek ki, bize bu türküleri belleten insanlar, arif insanlardı ve bizim de arif insanlar olmamızı, Arifliğin ne demek olduğunu öğrenmemizi istiyordu.

Bütün bunları, Arifliği felsefe bölümlerinde yıllarca okusan  öğrenemezsin, velev ki şu üç satırlık  türkü her şeye yeter.

Hayat hep bu ve benzer türkülerle hatırlattı kendini bana.

Arif olmayanlardan uzak kalmaya  gayret ettim. Onlar ne hatır bilirler, ne yiğit. Ne gönül bilirler ne iyilik.

Muhabbetle,

***--***


Nasihat

Dinle sana bir nasihat edeyim
Hatırdan gönülden geçici olma
Yiğidin başına bir iş gelince
Onu yad ellere açıcı olma

Mecliste arif ol kelamı dinle
El iki söylerse sen birin söyle
Elinden geldikçe sen eylik eyle
Hatıra dokunup yıkıcı olma

Dokunur hatıra kendisin bilmez
Asilzadelerden hiç kemlik olmaz
Sen eylik et de o zayi olmaz
Darılıp ta başa kakıcı olma

El ariftir yoklar senin bendini
Dağıtırlar tuzağını fendini
Alçaklarda otur gözet kendini
Katı yükseklerden uçucu olma

Muradım nasihat bunda söylemek
Size layık olan onu dinlemek
Sev seni seveni zay etme emek
Sevenin sözünden geçici olma

Karacaoğlan söyler sözün başarır
Aşkın deryasını boydan aşırır
Seni bir mecliste aciz düşürür
Kötülere konup göçücü olma



28 Aralık 2017 Perşembe

DURUN GİTMEYİN

Günaydın Erkan Amca,

Aşağıda bana göndermiş olduğunuz yazının üzerine size bu Yurt Gezisi raporunu gönderiyorum.

***//***

En kötü anlarda, en kötü  koşullarda bile  bu toprakları terk etmeyi asla  düşünmedim.

Sadece geçen hafta Nihat Hocam ile  yapmış  olduğumuz  dört günlük olağanüstü

“Yeşilırmak ve Kelkit Çayı Havzası Yurt Gezisinde “yaşadıklarımız, gördüklerimiz, tanıdığımız insanlar, o kıvrım kıvrım dağlar, o ıssız vadiler, o mavi bir atlas gibi karlı ovayı örten gök yüzü, o kayan yıldızı bile donduracak soğuk, o “bana yok mu”, diyeceğiniz eşsiz lezzette yemekler, saymakla bitmeyen memleket güzellikleri bu sorunun, bu tür korkuların, bu tür ürkekliklerin ne kadar  anlamsız olduğunu  bize bir kez daha gösterdi.

Yazıda geçen “gitmeyin”, gerekçelerine tamamen katılıyorum.

Çorum – Sungurlu’ da bir halam yok ama, gezimize Çorum – Sungurlu’ dan başladık. Bir gece ablamda kaldık. Çorum – Sungurlu’ ya Orta  Anadolu’nun ortası  Çankırı – Orta ilçesinden  vardık.

Gerede’ den sonra, Çerkeş – Çankırı / Orta – Eldivan – Çankırı – Kızılırmak – Sungurlu – Hattuşa – Yozgat’a ulaştık.

Hattuşa – Yozgat arası  yoğun kar altındaydı, sanki Hitit zamanından kalmış, donup  kalmıştı  sadece bacaları tüten  köyler.

Nihat  Hocam Hattuşa’ da kar altındaki  Yazılıkaya  Tapınağı’ndaki tanrıların fotoğraflarını  çekmeye giderken, sanki geç kalmış bir buluşmaya gider gibi, ağır ve vakurdu.   

Yozgat’ ta Çapanoğlu Camisi ve saat kulesi, derken vardık Zile’ ye – Zela.

Sezar’ın o beş saat içinde Pontus Kıralı  II  Pharnakes’e karşı   kazandığı ünlü zaferin savaşı  Zile’ de geçer ve Sezar  tarihe geçen o ünlü  “lakonik” sözünü “Veni – Vidi – Vici”yi o zaferden  sonra  Zile’ de söyler.

Savaş meydanını  görmek, sır dolu  Zile sokaklarında gezmek, “Şehitler  Sokağı” denen bir sokakta bir zamanlar 11 adet genel ev bulunduğunu, aynı sokakta cami ve mescidin ve bir de orta okulun olduğunu ve üstelik genel evlerde çalışan kadınların tamamının Zileli  olduğunu  öğrenmek  ve üstelik Zile’nin Türkiye’ deki  en fazla yatıra  sahip kent  olduğunu  bilmek, yazları bağ evlerinde Alevi Canlar  dem çekerken, Rufai şeyhlerinin müritleri ile yan bahçede zikir  yaptıklarını duymak, insana başka cennet  aratmıyor.

Şimdi artık yıkık Şehitler Sokağından geriye bir başka ve çarpıcı “lakonik” söz kalmış: Yaşandı bitti.

Yazı yeni, kim bilir hangi sevgili diğerine yazdı bu sprey boyalı yazıyı? Ah bir bilseydi, bu sokakta gerçekte neler yaşanmış olduğunu?

Ah bir bilseydi kimsesiz ve çaresiz o 45 yaşında iki gözü de görmeyen kadının genel evde gaz lambası altında çalışarak nasıl hayatta kaldığını?

Yaşandı bitti.

Sır dolu Zile’ den  ayrılarak Tokat’ a vardık.

İnsanı insan, kültürü kültür.

Bir yazmaları var, binlerce alasım geliyor, bir hanları var yüz yıl uyusam, yine de uyanmasam, diyesim geliyor.

Tokat’tan sonra, Yeşilırmak  Havzası  bitiyor, Kelkit Çayı Havzası’na giriyoruz.

Reşadiye, Koyulhisar, Suşehri, Şebinkarahisar.

Geceyi  Şebinkarahisar’ da geçiriyoruz.

Ertesi gün yönümüz Giresun.

Şebinkarahisar  - Giresun arasında Eğribel var.

Kim bilir kaç kervan kırıldı bu geçitte, kim bilir kaç yayla göçü kaldı  baharın erken karının altında, kim bilir  kaç hasret kavuşamadan gitti  bu dağ başlarında, kim bilir kaç kral, kaç komutan aştı bu dağları ordularıyla ?

Ya Mustafa Kemal, nasıl geçti bu dağlardan, dağlar selama durdu mu Paşama ?

Gökyüzü masmavi bir atlas gibi, kıvrım kıvrım dalgalanan  karlı  dağların üzerine  ağmış.

Arada bir çıkan  beyaz bulutlar karla  dans etmeye  çalışıyor, başlarını uzatsalar  dağlar, beyaz  bulutlara  değecekler.

Derin vadilerden kalkan sis sizi  içine çekiyor.

Bir saatlik yol beş saatte  ancak geçiliyor. Bu güzellikleri, bu dağları, bu sis altındaki toprakları, bu mavi atlastan gök yüzünü öyle sadece bir saatte  geçmek olur mu ?

Bütün bu güzellikler, Eğribel Geçidi’ne varınca  doğa romantizmine “ Atilla  İlhan “ şiirlerinin romantizmi  ulanıyor, zirvedeyiz,  romantizmin zirvesinde.

Giresun – Ordu – Ünye  derken, dönüyoruz tekrar  Yeşilırmak Havzası’na.

Ünye – Akkuş - Niksar arası  dağ yolu  geçit vermiyor.

Yoğun kar, tipi, soğuk, karda  kaymış  uzun araçlar, ulaşamayan kar küreme  araçları.

“Kalalım mı” diyor Nihat Hocam, bir otel bulup.

“Devam edelim Hocam, inanılmaz bir gece yolculuğu” diyorum, devam ediyoruz.

Gece Amasya’dayız.

Bize, bu memleketi bırakanlardan daha önce bu topraklarda yaşamış, bize bu toprakları karış karış anlatan Amasyalı Strabon’un memleketi, ünlü coğrafyacının memleketi.

Yeşilırmak en güzel, en nazlı, en cilveli burada akar, akarken konakları şöyle bir  yalar  geçer.

Bir sestir ırmak, bir bereket, koca dağlar bir su derdidir Şirin’ in  Ferhat’ına, bir gömüt  Pontus  Krallarına.

Bir gece bey konağında kalmakla bey olunmuyor ama, Amasya’ da bey olunmaz zaten, “şehzade” olunur.

Merzifon üzerinden  geliyoruz  Osmancık ve Kargı’ ya.

Kargı’ da nar gibi kızarmış etin “sırık kebabı” olduğunu  bilmezseniz, etin lezzetine varamazsınız.

İnce bir ipek gibi işlenmiş keçi tulumuna basılı o “şarap oburu” Kargı  Tulumu’ ndan yemezseniz, şarap sadece kırmızı alkollü  bir sıvıdır.

Gerede – Bolu derken dönüyoruz  payitahta.

Bunca güzellikleri, bunca romantizmi anlatmak yetmiyor. Bunca memleket  terk
edilir mi, diye hiç sormuyorum bile.

O lakonik söze de gerek yok.

Yaşandı ama daha bitmedi.

Yaşandı ve yine yaşanacak:

“ en padişah korkulara direnebilen yepyeni bir Mustafa  Kemal  davranışı “ (Atilla  İlhan )

 Ellerinizden öpüyorum,

Recep,
Evladınız,




Bana bu güzellikleri yaşatan pek  muhterem Nihat  Hocam’ a, şükranlarımı  sunuyorum.

Bu gezi güzergahı boyunca bize eşlik eden bir kitabın sayfalarından  

Yurt  Gezileri ‘ ni anlatan ve bize eşsiz bir hazine bırakan yurt sever  aydın insan, Aziz  Nesin’ in anısı önünde saygı ile eğiliyorum.

  ***//***

Durun gitmeyin...

Bu kadar mı güzel anlatılır içinde bulunduğumuz durum..

Yıllarını yurt dışında geçiren bir arkadaşımdan gelen mesajı noktasına
virgülüne dokunmadan paylaşıyorum.
***//***

İZMİR SAİNT JOSEPH’ ten BİR MUSEVİ ARKADAŞIMDAN GELEN MESAJ

Durun gitmeyin! Siz kardeşsiniz!

16.11.2016 Çarşamba

Herkeste bir gitme arzusu. Dolar uçuşa geçmiş, başkanlık tartışmaları canını sıkıyor, sınırımızda savaş, içeride terör belası, biliyorum...
 
Ama, nereye gideceksin ki zaten?
 
Memleketin içinde debeleneceksen, git. Şehirden sıkıldıysan, trafikteki kornalar ruhunda çalıyorsa, asansördeki selamsız adam yüzüne bön bön bakıyorsa,
damızlık bir tip omuz atıp geçiyorsa sokakta, masandaki dosyalar çalıştığın
plazanın maketi gibi yükseliyorsa önünde, yürüyen bantta gibi hissediyorsan
hayatta kendini; git.
 
Küçük bir kasabaya git, yerleş. Küçül, kalabalıktan uzaklaş, ruhunu temizle.
Ama sıkılırsan, gel.

Artık Amerika’yı falan unut bir kere. Bu seçimden sonra oraya gidip anca beyaz
Amerikalıların çimlerini biçersin. Amerikalılar, Kanada’ya kapağı atmak için
başvuru sitelerini çökertiyorlar yoğunluktan, senin orada ne işin var?

Meksikalılar, Kübalılar, El Salvadorlular, Porto Rikolular işgal etmiş zaten memleketi. İngilizcen yetmez, İspanyolcayı ana dil yapman lazım. Hintliler, Çinliler neredeyse bir Avrupa ülkesi kadar kalabalıklar.


Sen işini gücünü bırakacaksın da, Amerika’ya yerleşeceksin cıbıl cıbıl. Kendine Türk arkadaş arayacaksın. Sonra sorgulayacaksın kendini, bu arkadaşımla Türkiye’de olsak arkadaşlık eder miyim?
 
Almanya’ya da gitme mesela. Büyük şişersin. Saat dokuz dedin mi sokakta adam
bulamazsın. Oranın düzeni bizim insanı ruh hastası yapar. Karınca gibi planlı,
düzenli, analitik olamazsın sen. İllaki kaytarmak isteyeceksin, bir kısa yol
bulmaya çalışacaksın hayatta. Almanya’da yemez bunlar.

Burada Almancı, Almanya’da yabancı olacaksın. Kapını bir kez çalmayacak hiç bir Alman komşun.

Ancak fazlaca gürültü yaparsan ‘Polizei’ gelecek kapına, ona dert anlatacaksın.

Uzak yerlere gitme. Avusturalya misal. Ya da dünyanın en yaşanılası yeri falan diye Yeni Zelanda’yı hedefleme. Arkanda kimse bırakmadın mı? Birine bir şey olsa, dönüp gelemezsin. Dünyanın bir ucu dedikleri yer oralar işte. Çok medeniymiş, çok mutluymuş insanlar. Evet öyle. Ama sen onlardan değilsin ki?

Yanında kafanı da alıp götürdüğün için, Sydney’de bir kafede mutlu mutlu oturup
ilkokul arkadaşın Samet’in Facebook sayfasına bakacaksın.
 
Çok soğuk yerlere de gitme. Herkesin medeniyet rüyası Kanada’ya sakın gitme
mesela. Tam on bir yıl orada kalıp dönen arkadaşıma ‘neden döndün oğlum, manyak
mısın?’ deyince, on bir yılını şöyle özetlediydi: ‘çok soğuk oğlum!’


Soğuk yere alışamazsın sen. Bizim bünyeler güneş ister. Bazen günün ortasında
felekten bir saat çalıp, güneşin alnında malak gibi duralamak ister bizim bedenler.

Bir de çay oldu mu yanında. Hele bir de senin gibi işsiz güçsüz bir dost, ömre bedel...

Kapının önündeki 3 ton karı küremezsin sen Kanada’da. Ellerin plaza eli, bedenin Akdeniz bedeni. Birine yaptırayım desen, Türkiye’deki Genel Müdür maaşını
isterler. Sinirlenip kürek takımı alırsın, iki kürer, sonra bakakalırsın.

Çok medeni, mekanik Avrupa’da bir yer seçme Almanya dışında da. Irkçılık almış
başını gidiyor. Birinci sınıf vatandaş olamayacağın bir memlekette nasıl huzur
bulacaksın? Kara kafalar diyorlar bizim gibilere İskandinav dostlar, bilir misin?


- Ben çipil sarışınım arkadaş, kendimi aryan ırk arasına yediririm,

- Gider orada bir Türk mahallesine yerleşirim, Brüksel’de Burdurlular
Kahvehanesinde takılırım,

- Biz zaten İtalyan’a benziyoruz milletçe, aralarına karıştım mı kimse anlamaz,
gibilerinden bir diyeceğin varsa sen bilirsin.


Ama gittiğin yerde hep yabancı kalacaksın, unutma. Türk kahvesinde bir Euro’ya
içtiğin ince belli çay bile hasret kokacak.


İngiltere’yi hiç düşünme. Çünkü İngiltere deyince Londra’yı düşlüyorsun biliyorum. Gofret kolisinden hallice bir apartman dairesine, Türkiye’deki yıllık maaşının yarısını vereceksin bir ayda. O da Londra’nın merkezinde falan değil ha, trene binip şehre gideceğin mesafede.

Hesabını baştan yap. Londra’nın merkezinde oturman için ya bir prensle evleneceksin, ya da Chelsea’de top oynayacaksın. İkisi için de geç değil dersen, bilemem.

Bence para biriktireceğine antrenmanlara başla, daha büyük bir olasılık var.

Sürekli yağan yağmurunu, hep kapalı havasını saymıyorum. Bizi bozar. Sütlü
çayını içer, içinden bir Ege türküsü söylersin.


Londra dışını hiç düşünme sakın. Adanın diğer bölgelerinde misal bir pub’a girsen gece yanlışlıkla, kırmızı burunlu holigan abilerin bakışlarından öyle tırsarsın ki, bırak İngiltere’de kalmayı,

Çorum - Sungurlu’daki halanın evine yerleşmeyi tercih edersin.
Sayacak yer de çok, her birine takacağım kulp da.

Aslında demek istediğim şu:

Gitmeyin güzel insanlar, biz kardeşiz. Gittiniz mi birbirimizi özleriz. Yılda bir gelinen tatille falan da geçmez hasretimiz.


27 Aralık 2017 Çarşamba

SEVMEK ZAMANI

Gün ve Ay vardı, modern zamanlara gelince “ay ve yıldız” oldular. Bayrak diye masal uydurdular.

Ay hep Ali’ydi, gün hep Muhammet. Deyişlerimiz var, dinleyince sızlarız.

Ay kucaklayan, yıldız ışıtan, ne güzel. En mükemmel doğal uyumdur gün ve ay oluyor.

Ay-na, bizim Ana Tanrıçaların elinde tuttukları yuvarlak, aynaya benzer şeyler “Aydır”.

İnsanı ışıtan olmayınca, kucaklayan da olmuyor.

Işımayınca, karanlıkların  içine çekiliyoruz.

Bugünlerde “beni öldürsene”, diyorum iş yerindeki yeni yetme ofis çalışanlarına.

Şaka  sanıyorlar, ironi sanıyorlar.

Keşke eskilerin deyişleriyle ansaydık mevsimleri “erik zamanı, kiraz zamanı, ırgatlık zamanı, harman zamanı” ama ille de “sevmek zamanı”.

Çok bilmiş, çok rasyonel düşünen, iki satır okuduğu bilgi kırıntısı ve iki göz izlediği çok zihin açıcı! programlarla hemen derin tahliller yapmaya çalışanlar, insanın sevmek için hormonlarının en yüksek seviyeye çıktığı ayın Ekim ayı olduğunu söylerler.

Oysa, bilmezler Metin ERKSAN’ın zaman kavramının mekanla iç içe olduğunu.

Metin Erksan biz insanlara bu filmi mi, “Sevmek Zamanı” filmini mi  bıraktı, yoksa ince çerçeveli bir  fotoğrafı mı  sadece ?

Nisan, bolluk ve bereket, “nisa” kelimesinden, kadından geliyor olsa gerek, Arami dillerdendir.

Temmuz da öyle olmalı, Arami olmalı.

Bizim bildiğimiz “damız, damızlık” oradan gelir, halkımız Tamız, Tamuz olarak çocuklarına isim verir.

Bereketli sözler çıkmıyor  artık ağzımdan, hiçbir şeyin bereketi  kalmadı.

Hiç olmazsa, damızlık niyetine bile olsun diye, insanlara “dostluğu, sevmeyi, paylaşmayı” aşılayan da yok.

Ne Nisanlar  Nisa-n, ne Temmuzlar damız.

Beni öldürsene, diyorum, mevsimi yok.

Haydi,  sev, diyorum, mevsimi değil ki, kötü zamanıma denk geldin, diyorlar.

 Recep Babayiğit, Gebze, 27.12.2017

26 Aralık 2017 Salı

HEMRAH – REHBER - MİHMANDAR

Bir yola çıkmaya gerek yok rehber edinmek için, bir dem kaybolmadıktan sonra.

Kaybolanlar zaten harabat ehlidir, biz ehle ne kadar uzağız.

Paylaşmak istedim, içimden geçenleri, dilimden düşenleri.

***--***
Bu arada, rehber  kelimesi  bana pek yakın gelmiyor,  kendim rehber  olmadığım halde.

Yol gösteren demektir.

Reh – aslı  “rah” yol demektir.

Bilirsin,  bulmacalarda da çıkar.

Farsça’ dan İstanbul ağzına incelerek girer kelimeler.

Bizim Emrah, diye bildiğimiz de aslında Hamrah, Homrah, Hemrah’ tır.

Bu arada iki Emrah’ımız vardır, birisi Erzurumlu, diğeri Ercişli Emrah.

Bir Süphan Dağı çıkışında Ercişli Emrah’ ı anlatmaya çalışmıştım, Erciş’ ten geçerken.

Hem-rah, yani aynı yola giden, yani sol anlamda olmasa da yol-daş demektir, aynı yolun yolcusu demektir.

Ben rehberlik yaparken insanları  aynı yolda götürerek,  yoldaş yapmaya  gayret ettim.

Reh-ber ya da rah-ber ise yol gösteren, kılavuz demektir.

Ben Yurt Gezilerinde sadece yol göstermiyordum. Bu anlamıyla  rehberlik, bir tür  önderlik, liderlik, bir tür  peygamberliktir.  “Rayber”, der Alevi inananlar, onun ışığından, sözünden çıkılmaz.

Mihmandar ise, konukçu, konuk ağırlayan, demektir.

Mihman, Sünni gelenekte çok sözü edilen bir kelimedir.

Misafir, demektir.

Mihmandar  ise, çoğu yerde rehber  kelimesi  ile karıştırılır, onun yerine kullanılır.

Mesela, diplomatik olarak gelen misafirlere, ya da evinize  gelen konuklarınıza  kenti gezdirdiğinizde, onları iyi ağırladığınızda siz, rehber değil, mihmandar  olmuş oluyorsunuz.

Ben, bütün Yurt Gezilerinde hep ve herkesin mihmandarıydım, sizler benim mihmanımdınız, yani misafirimdiniz.

Bütün Yurt Gezilerine katılanları kendi misafirim gibi  ağırlamaya, hoş tutmaya, elimdekini, dilimdekini paylaşmaya çalıştım.

Türkçeye, konukçu  olarak çeviriyorlar ama doğru değil,  konuksever  daha uyar.

Ergin Konuksever  vardı, bizim güzel  abimiz,  gazeteci. Kıbrıs Çıkartmasının Gazi gazetecisi.

Kendinize mihman olun önce, kendi gönlünüzün mihmanı olun.

Sonra sizi  birisi  mihmandar yapar, merak etmeyin.

Muhabbetle,
Recep Babayiğit, 26.12.2017

Ucu Yanık Nameler


Eskiler “name” derlerdi, mektup yerine.
Türkülere, şarkılara en çok “name” yakışırdı.

Telefon yok, okuma yazma bilen yok, herkes dört gözle ve hasretle gurbetteki sevdiğinden, eşinden, oğlundan, askerdeki yavuklusundan bir “name” beklerdi.

Name gelir, lakin, onu okuyacak kim var ki? Ya ilk okula yeni başlayan bir çocuk ya da okuma yazmayı askerde “Ali Okulu” denen okuma yazma öğretilen sınıflarda öğrenen bir amca.

Ama, sevda nameleri herkese okutulmaz.

Okunsa da sevgili onu hep koynunda saklar, köşede, tarlada bulduğu o okul çocuğunu durdurur, nameyi çıkarır koynundan bir daha okutur, bir daha.

Namede yazılmayan, okunmayan, kendine ait sırlar arar satırlarda. Arada sorar “iyi oku çocuk, bana başka ne demiş?”
Namenin, mektubun gelmesi gecikmişse, bütün suç postanın, postacının olur.

Kimsenin aklına;

“yârim İstanbul’u mesken mi tuttun
gördün güzelleri  beni unuttun” ,

diye bir şüphe  gelmez.

Nameyi alan sevgili, gurbetteki, askerdeki sevgilisine cevap yazamaz ki, okuma yazması yoktur, nasıl yazsın?
Ama, gelen mektuba cevap yazmamak olur mu?

O çocuk yine bulunur, selam kelam, yazılır sadece yine de. En son, mektup zarfa konmadan, sevgili mektubun bir köşesini yakar ve hemen söndürür ve katlar kâğıdı, zarfa koyar.

Okuma yazması olmayan sevgili en güzel cevabı mektubun köşesini yakarak verir: “Senin için yanıyorum, sevdan beni böyle yakıyor”.

Yetmez mi?

Anadolu insanı kendini hep böyle sembollerle anlatmamış mıdır zaten?

Sonra bir şarkı çıkar bu ucu yanık mektuplardan:

Yine yakmış yar mektubun ucunu
Askerlikte sevda çekmek zor diyor
Yükleyip postanın bana suçunu
Hatırımı teller ile  sor diyor

 **--**
Çok eskilerde ise, bu kadim topraklar başka çözümler bulmuş gurbete, yâre selam göndermek için.

Turnalar taşımış bütün meramı, bütün sevda yükünü.
Gök yüzünden bölük, bölük turnalar
Bir name  yazayım yâre götürün

 **--**
Ama, en dervişane ve en sır dolu türkülerimizi Neşet Usta söylemiş;

Kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez

Demiş o Gönül Dağı türküsünde.

Hepsi var olsunlar, şan olsun onlara, bize ışık veriyorlar.

 **--**
Şimdi ne name yazan var ne alan ve ne de okuyan.

Şimdi, herkes e-mail yazıyor, sonra kızıyor, siliyor onu, sonra onu başkalarıyla paylaşıyor. Ne kadar kolay ve hissiz ne kadar iki yüzlüce.

Oysa, mektup zata özgüdür, silinir mi, yakılır mı, başkalarıyla paylaşılır mı?

 **--**
Name yazacağınız güzel günlerde, kadim  bir dostunuz  olsun.

Muhabbetle,
Recep Babayiğit

20 Aralık 2017 Çarşamba

Erbain & Zemheri


Erbain & Zemheri

Eskiler isim koyarken  çok farklı yollar izlermiş.

Türklerde ve uzak Asya toplumlarında yeni doğan çocuğa isimleri hep bilge kişiler, bilici, geleceği görebilen ve çocuğun ne olacağını nasıl olacağını bilen ulu kişiler verirmiş.

Verilen isimler çok da isabetli olurmuş ki, eskiler ismi ile özdeş, adı gibi sanı olanlara “ismi ile müsemma” derlerdi.

Bugün artık herkes istediği adı çocuğuna hatta, kedisine, köpeğine bile veriyor.

Devrim, diyor mesela çocuğuna, Deniz, diyor. Ama, kendisi bile devrime inanmıyor.

Türklerde isim koyma işine sonra yine geliriz ya da bir sohbetimizde konuşuruz.

Araplarla ilk temastan sonra, kültür ve devlet işlerinden başlayarak, günümüze çocuk isimlerinde de Arap etkisi  görülmeye başladı.

Osmanlı’nın kurucusu aslında bir Türk ve adı Otman ya da Ataman iken, Arapça Osman oldu bu isim.

Kızlarımızın adı hep Elif, diye çağrılır oldu.

Bir, ilk, birinci, demek.

Arap alfabesinin ilk harfidir, bir rakamı olarak da kullanılır.

İlk sırada olduğu için, Allah adı yerine de geçer.

Yunus’taki Elif, Allah adına söylenir.

İncecikten bir kar yağar, tozar elif elif, diye.

Yunus  konusunu da sonra  konuşuruz.

Bizim Şerife’nin halasının kızı Saniye kardeşimiz var. Saniye “ikinci” demektir.

Duyan herkes,  böyle isim olur mu, der, saniyeyi bir zaman kavramı sanır.

Saniye  muhtemelen ailenin ikinci  çocuğudur.

Bizim sosyalizm tarihimizde kara bir gün vardır, 28 Kanun-i Sani, yani ikinci kanun, yani 28 Şubat, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli günüdür.

Nasıl ki Rabia, dördüncü  ve doğan dördüncü  çocuğa dördüncü anlamında “rabia”, deniyorsa.

Murabba da kare demektir.

Rabia, murabba, erbain hep aynı kökten gelir.

Erbain “kırk, kırkıncı” demektir.

Aslında dünya takvimleri  hep birbirinin aynısıdır ve bizim bölgemizin takvim geleneği  ta Sümerlere dayanır.

Halk takviminde 22 Aralık – 31 Ocak zemheri ise, Şii takviminde bu dönem Erbain’dir.

İkisinde de geçen süre  kırk gündür.

22 Aralık, yani, 21 Aralık’ tan sonraya, yani gün dönümünden sonraya gelen günden başlayan kırk gün zemheriyi, soğuk, kara soğukları anlatır.

Erbain, bu toprakların geleneği değildir. 

Ama, ciğerimizi yakar.

Muharrem ayının 10. Günü, yani aşura günü, yani Hüseyin ve yanındakilerin katledilişi ile başlayan ve kırk gün süren yas günlerine Şii dünyası  “ erbain “ , der.

Dünyanın en kalabalık, yas törenleri yapılır.

Milyonlarca insan, dünyanın dört bir yanından Kerbela’ya gelir. İran’ dan gelenler, kırk gün önce yola çıkar, kırkıncı gün Kerbela’da olurlar.

Ben de bir keresinde tesadüfen, erbain günlerinde  Kerbela’da bulunmuştum.

Öte yandan, erbain, yani kırk, tasavvufta ve sufilikte, hatta  bütün dinlerde  çile çekme anlamına da gelir.

Dervişlerin kırk gün çile çekmesi, kırk gün halvete girmesi, insanı kâmil olma yolunda hamlıktan kurtulması için adımlardan birisi olan bu dönem “erbain” olarak adlandırılır.

Ve lakin bir de bizim bir şairimiz  vardır. “Türk şiirinin süvarisi”, olarak adlandırılır.

İsmet Özel, şimdilerde ve uzun yıllardır farklı, islami – şeriatçı, Türkçü, yollara  savrulsa da, 68 kuşağı ve ben 78 kuşağından bazıları, şairi hep “erbain” ile biliriz.

Erbain, şair  İsmet Özel’ in kırk yaşına kadar  yazmış olduğu şiirlerini topladığı  kitabın adıdır.

Bana göre muhteşemdir ve Türk şiirinin süvarisi olmayı  bu şiirleri ile fazlasıyla  hak eder.

Benim hala ezberimdedir, baş ucu kitabım ve kendi sesinden baş ucu kasetimdir.

O halde, onun bu kitapta en bilinen, en ezbere bilinen bir şiirine, “amentü”  ne dersiniz ?

Bir de selam olsun “zemheri ayında gül isteyenlere”.


Muhabbetle,

Recep Babayiğit, Gebze, 21.12.2017



amentü



İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
kararmış rakamların yarıklarından sızarak
bu söz yüreğime kadar alçaldı
damar kesildi, kandır akacak
ama kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı
aşk için karnıma ve göğsüme
ölüm için yüreğime sürdüğüm eczâ uçtu birden
aşk ve ölüm bana yeniden
su ve ateş ve toprak
yeniden yorumlandı.

Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmayacak
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak
rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için
bana deha değil
belgeler gerekli
kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza
gençken
peş peşe kaç gece yıllarca
acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma bile gelmezdi
babam on beşli olmasa.

Meyan kökü kazarmış babam kırlarda
ben o yaşta koltuğumda kitaplar
işaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları
kafamda yasak düşünceler, Gide mesela.
Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm
her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana
gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar
resimli bir kitaptan çalardım hayatımı
oysa her gün
merkep kiralayıp da kazılan kökleri
Forbes firmasına satan babamdı.

Budur
işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku
işte şehirleri bayındır gösteren yalan
işte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan
kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla
güç bela kurduğum cümle işte bu;
ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan
tenimin olanca ağırlığı yok oldu.
Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak
bile bir bir çınlayan
ihtilal
haberidir
ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu
nisan ayları gelince vücudu hafifletir
şahlanan grevler içinde kahkahalarım küstah
bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur
marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim
gider şehre ve şaraba yaltaklanarak
biraz ağlayabilmek için
fotoğraflar çektirir
babam
seferberlikte mekkâredir.

İnsanın
gölgesiyle tanımlandığı bir çağda
marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak
belki ruhların gölgesi
düşer de marşlara
mümkün olur babamı
varlık sancısıyla çağırmak:
Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere

Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde

Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere:Tanrı uludur Tanrı uludur
polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur
bense
anlamış değilim böyle maceralardan
ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur
yalnız
coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan
nüfus cüzdanımda tuhaf
ekmek damgası durur
benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu
etin ıslak tadına doğru
yavaş yavaş uyanmak
çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
hırsız cenazelerine bine bine
temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
korkak dualarından cibinlikler kurarak
dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz
nakışsız yaşamakları
silâhlanmak sanarak
çıkardım
boğaza tıkanan lokmanın hartasını
çıkınımda güneşler halka dağıtmak için
halkı suvarmak bin saçlarımda bin ırmak
ıhtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış
hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa
fly Pan-Am
drink Coca-Cola

Tutun ve yüzleştirin hayatları
biri kör batakların çırpınışında kutsal
biri serkeş ama oldukça da haklı.
Ölümler
ölümlere ulanmakta ustadır
hayatsa bir başka hayata karşı.

Orada
aşk ve çocuk
birbirine katışmaz
nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı
kendi tehlikesi peşinden gider insan
putların dahi damarından
aktığı güne kadar
sürdürür yorucu kovalamacayı.

Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?
Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim
takvim yapraklarının arasını dolduran
nedir o katı şey
ki gücü
gönlün dağdağasını durultacak?
Hayat
dört şeyle kaimdir, derdi babam
su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
ona kendimi sonradan ben ekledim
pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
ham yüreğin pütürlerini geçtim
gövdemi alemlere zerkederek
varoldum kayrasıyla Varedenin
eşref-i mahlûkat
nedir bildim.

(1974)

İsmet Özel