31 Temmuz 2020 Cuma

CINCIK (İkinci Bölüm)


Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü

Ruhi SU Anısına

“Kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik duruma getirin,” anonsu ile kalkışa hazırız. 


Kırgızistan Hava Yolları ile uçmuş olsaydık, anons şu şekilde yapılırdı:

Samalyot kelip kondu.

Bizim dilimiz ne yazık ki fazlasıyla batı dilleri etkisinde kaldığı için, ifade biçimlerimiz de anlamsızca değişti.

Tanzimat ve sonrasında okur yazar oranı yok denecek kadar az olduğu için, bu belki de kaçınılmazdı. Ama daha önemlisi, aydınların, kentli insanların, burjuvazinin, yazar–çizerlerin köyün dilinden, halkın dilinden, onların kullandığı kelime ve cümlelerin yapısından bihaber olmaları veya onlara burun kıvırmalarıdır.

Kırgız Hava Yolları’nın yapacağı anonsu analiz edecek olursak.

Samalyot, Rusça bir kelimedir ve Türkçe karşılığı “uçaktır.“

Ama Rusça kelime karşılığı ise “kendi kendine uçan“ demektir.

Velespit – bisiklet – cin arabası kelimesi de aynı şekildedir.

“Kelip kondu“ ifadesi ise son derece ifadecidir. Zira bir şeyin, burada samalyot / uçak konabilmesi için bir yerden kalkıp gelmesi gerekir.

Sadece “kondu“ ya da bizim Türkçe anonslarda olduğu gibi, sadece “indi,“ demek bence çok eksik bir ifadedir.

Kelimede, ifadede tasarruf yapacağız diye, dili bozmak çok anlamsızdır.

Arapçanın, Farsçanın, zenginliğinin arkasında bu ifade gücü yatar.

Uçağımız Nevşehir – Kapadokya Hava Limanı’na indi.

Geçerken, bu isim, hava limanı ismi, bile ne kadar doğru? Zira tam üç değişik adı söyleniyor ve yazılıyor:
Nevşehir Hava Limanı
Nevşehir – Kapadokya Hava Limanı
Nevşehir – Gülşehir Hava Limanı

Bir hava limanını bile üç farklı biçimde isimlendirip, yazıyorsak, günlük dilimizdeki özensizliği nasıl açıklayabileceğiz, bundan nasıl kurtulacağız?

Uçağımız Nevşehir – Kapadokya Hava Limanı’na indi.

Hasan Dağı etkinliği için Helvadere kamp alanına gitmemiz gerekiyor. Ama vakit henüz çok erken. Hava kararmadan kamp alanına varmamız yeterlidir.

Saat 09.30‘u gösteriyor.

Havalimanından araç kiralıyoruz.

Selman sürücü koltuğunda, ben onun yanında hava limanından çıkıyoruz.

Planlar var, istekler var.

Ama önce karnımızı doyurmamız gerekiyor.

Avanos’ a varıyoruz.

İlçenin içinden geçen Kızılırmak duru ve nazlı akıyor.

Eski bir “Ana Tanrıça“ tapınım merkezi olan Avanos’ a daha fazla vakit ayırmak gerekiyor, ama başka bir zaman.

Irmağın üzerine çelik halatlarla gerilmiş olan asma köprüden geçerek, soldaki bir yerde kahvaltı yapıyoruz.

Fazla kalmak olmaz, kamp alanına vakit var, ama vaktin tamamını burada,

Avanos’ ta öldürmemeliyiz.

Ayrılıyoruz.

Ayrılırken, Selman‘a “Selman gözüm, şuradan biraz hurma, bir kilo da sütle kavrulmuş kabak çekirdeği al,“ diyorum.

Sütle kavrulmuş kabak çekirdeği lafı Selman’ ı hem şaşırtıyor, hem de meraklandırıyor.

Bu bölgede, Nevşehir başta olmak üzere, yerken dudakları kavurmaması için, yöre halkının “gara gabak” dediği ve çekirdek dışında hiçbir ekonomik değeri olmayan çekirdeklik kabağın içindeki çekirdek yaş olarak elle sıyrılır ve çekirdek o şekilde kendi sütü ile kavrulur. Yörede bu kavurma şekline “sütle kavrulmuş kabak çekirdeği” denir.

Yeteri kadar elle sıyrılmış kabak çekirdeği bulunmaz, o zaman ise çekirdeği gerçekten bir miktar süt ile kavururlar. Ama asıl sütle kavrulmuş lafı, kabağın kendi yaş halindeki iç sütüdür.

Laf lafı açıyor, ama çekirdeklik kabak Kayseri – Develi taraflarında yetişiyor. Bütün Tekir Yaylası çekirdeklik kabak tarlaları ile doludur. Kabak çekirdeğini en iyi Nevşehir işleyip pazarlıyor.

Tıpkı, Kütahya‘ da yetişen nohudun en iyi Çorum’ da işleniyor olması gibi.

Selman elinde büyük bir kese kağıdı dolusu sütle kavrulmuş kabak çekirdeği ile geliyor.

Daha araç hareket etmeden, herkesin eli sütle kavrulmuş kabak çekirdeği dolu kese kağıdına dalıyor sıra ile.

Gerçekten lezzetli ve içleri de dolu çekirdekler bunlar.

Haydi hareket vakti.

Avanos’ tan ayrılıp, Zelve’ ye doğru gidiyoruz.

Yol üstünde küçük bir vadinin, Paşa Bağları, kenarında duruyoruz.

Bülent ve ben gölgesi olan bir ağaç altı bulup vadiyi gezmeye çıkanları bekliyoruz.

Ağaçta tek tük kalan zerdaliler ilgimizi çekiyor. Boyumdan uzun yerde olanları Bülent topluyor.

Fazlasını gelenlere ayırıyoruz.

Yolun karşısına geçiyor, tezgahında eski ve eskitilmiş gibi duran eskiden dış kapıların vaz geçilmez dilli kilitlerinin irice anahtarlarına bakıyorum. Yüzlercesi tezgahın üstünde duruyor.

Zelve üç kilometre gösteriyor.

Tezgaha bakan genç adama soruyorum

-Zelve var mı?

-Az ilerde abi, üç kilometre sonra.

Anlaşılan genç adam “zelvenin“ ne demek olduğunu bilmiyor. Israr etmiyorum, zelvenin ne demek olduğunu da açıklamıyorum.

Bizimkiler geliyor. Ellerinde zerdali. Bülent ve bana veriyorlar. Ezik zerdalileri almıyorum.

-Biz de sizin için ayırmıştık, dalından topladık. Yerden toplamadık.

-Biz yerden topladık.

Paşa Bağları’ ndan ayrılıp, Zelve’ ye doğru hareket ediyoruz.

-Mehmet Bey, siz bilirsiniz, buralı sayılırsınız, “zelve“ ne demektir?

-Bilmiyorum.

-Anlatayım. Eskiden, frek kilitler yokken, köy evlerinde, konaklarda dış kapıların ardında, kapı sövesinin üstünde döğme demirden halkalı bir çivi çakılı olurdu. Kapının üstünde de ucu sivri, kapatınca o döğme halkaya geçecek şekilde yapılmış döğme demirden bir kol olurdu. Bu döğme demirden kol ve halkalı çivi bir arada satılır ve kapılara öyle takılırdı. İşte o döğme demirden halkalı çivi ve döğme demirden kola “zelve“ denirdi.

Tam yol ayrımına geldiğimizde, yol boyunca kucağımda taşıdığım küçük sırt çantasının olmadığını fark ediyorum.

-Avanos’ ta, kahvaltı yaptığımız yerde kaldı

-Ne kaldı?

-Sırt çantam.

-İçinde değerli bir şey var mıydı? Yoksa kalsın. Almaya değmez.

-Cüzdanım ve içinde kimliğim ve kredi kartım.

-O zaman dönelim.

Avanos’ a geri dönüyoruz. Zaten karşısı Avanos, görünüyor. Bir solukta varıyoruz.

Selman şaşırıyor “bu kadar yol geldik, hala Avanos’ ta mıyız,“ diyor.

Arkadaşlar araçtan ayrılmıyor. Asma köprüden tekrar geçerek, koşarak kahvaltı yaptığımız yere varıyorum. Kızılırmak‘ ı yine geçmiş oluyorum.

Kahvaltı yaptığımız masayı uzaktan görüyorum.

Sırt çantam, oturduğumuz masanın kenarındaki boş koltuğa koyduğum gibi duruyor.

Köylü insanı kentliden, aydın insandan ayıran belki de en büyük özellik “merak“ oluyor. Başka bir deyişle “meraksızlık.”

Avanos ilçe, kahvaltı yaptığımız yer ülke çapında çok bilinen bir markanın adı altında çalışıyor, ama çalışanlar köken itibarıyla hala köylü.

Biz kalkalı neredeyse bir saat olmuş. Masa boşalmış.

Yan tarafta boş koltuktaki sırt çantası hala kendi halinde duruyor.

Kimse merak edip de bu sırt çantası kimin, kim unuttu, diye sormamış, çantayı yerinden almamışlar bile.

Belki de bundan daha çarpıcı olanı ise, benim koşa koşa gelip, kimseye bir şey sormadan, söylemeden, çitle çevrili bahçenin içine girmeden, kolumu uzatıp boş koltuktaki sırt çantasını alıp koşa koşa geri gitmem ve bütün bunları yaparken bana kimsenin bir şey sormamış olmasıydı.

Köylülük, meraktan yoksunluk.

Çanta alındı.

Yola devam. Ama bu sefer kestirmeden ve geri döndüğümüz yere doğrudan varıyoruz.

-Arkadaşlar, akşama kadar bu turistik bölgede dolaşmak istemiyorum. Sizi, buralara pek de uzak olmayan “Göllü Dağ’a“ götüreyim.

-Ne var orada, sen gittin mi daha önce?

-Hayır, hep gitmek istedim, ama bir türlü olanak bulup gidemedim.

Yola devam ediyoruz.

Önümüzde Ürgüp var.

Her tura, gidilen yere ait, oranın yerel sanatçılarının müzik cd’ lerini alırdım. Bu sefer Ürgüplü Refik Başaran‘ın cd’ sini neden almadığıma üzülüyorum.

-Ah, Refik Başaran’ın cd’ sini alacaktım, unuttum, belki Ürgüp’ te buluruz.

-Mehmet Bey, “Feride, Refik Başaran’ ın türküsü müydü,” diye soruyor.

-Evet, onundu.

Dam başında sarıçiçek oy oy
Burdan gidek Ürgüp’ e göçek, nenni de Feridem nenni
Ürgüp’ e vardığımız gece oy oy
Hak yoluna kurban kesek, nenni de Feridem nenni
Gidiyorum işte gör,
Hayalda gör düşte gör
Çok ağladım gülmedim
Bir kötüye düşte gör

Ne güzel bir türküdür. Oynarız bu türküye, oysa bir intizardır Feride’ ye.

Ürgüplü Refik Başaran bizim değerli insan hazinelerimizdendi. Herkes onu

“Cemalım“ türküsü ile bilir, ama o türküden gayrı öyle türküleri vardır ki, çok farklı bir tavır, çok farklı bir gırtlak ile söylenmiştir ki, benzeri ve tekrarı asla gelmemiştir, gelmez.

Ürgüp’ e varıyoruz.

Göllü Dağ‘ a gitmek istiyorsak, sola Mustafa Paşa’ ya dönmemiz gerekiyor.

İyi, ama burası üzüm ve şarap diyarı ve “Turasan Şarapları“, burada yapılıyor.

Haydi, Turasan Şarapları‘na.

Asmalı Konak dizisinin çekildiği ve bir zamanlar insanların Kabe ziyareti gibi gelip para ödeyerek ziyaret ettikleri binanın önünden geçiyoruz.

Popüler kültür ve turizm ne kadar da çok şeyi öldürüp, yok ediyor.

Turasan‘ a varıyoruz. Tadım ücretsiz. Beyaz, kırmızı şaraplardan tadıyoruz.

Grup için bir şişe beyaz şarap alıyoruz, Hasan Dağı kamp alanına saklıyoruz.

Kuvvet Hoca kendine iki şişe beyaz şarap alıyor.

Kasaya ödemeyi yapıyoruz.

Çıkarken bir sürpriz var.

Dr. Mehmet Bey, hepimize birer damlatmayan şarap şişesi ağızlığı hediye ediyor. Ne güzel.

Yola devam.

Göllü Dağ’ a gitmeye karar veriyoruz, Göreme, Uç Hisar ve diğerleri kalıyor.

Nevşehir yönüne dönüyoruz.

Oradan, Kaymaklı ve Derinkuyu üzerinden Niğde’nin Gölcük Beldesi’ne gideceğiz.

Gölcük Beldesi’ ne vardığımızda Göllü Dağ’ı soracağız.

Nevşehir – Kaymaklı – Derinkuyu üzerinden Gölcük Beldesi’ ne varıyoruz. 

Paylaşmak güzeldir.

26 Temmuz 2020 Pazar

MANYETİK CERRAHİ

Siz bakmayın yabancı dilde ve Türkçe olarak hazırlanmış etimolojik sözlüklerde çoğu kelimenin kökeninin Grekçe’ ye ve / veya Latinceye dayandırılmasına.

Aşağıdaki bazı önemli örnekler için etimoloji sözlükleri kelimelerin kökeni olarak Grekçe’ yi gösterirler.

ARAPÇA FRANSIZCA TÜRKÇE

Al KİMİYA CHIMIE KİMYA

AL CABR ALGEBRE CEBİR

AL KUHL ALCOOL ALKOL

SUKKER SUCRE ŞEKER

ŞİFR CHIFFRE SIFIR

Bu örnek kelimelerin tamamı köken olarak Arapça’ dan devşirilmiştir.

Bizim konumuz olan “cerrahlık” da batı dillerine Arapça’ dan devşirilmiştir aslında.

CERH CHIRURGIE CERRAHİYE

…/…

Ama bu yazıda bizim konumuz tıpta henüz bilinmeyen “Manyetik Cerrahi” olacak.

…/…

Karavan, beyaz deve, Nikkal çamurlara girip çıkarken, dere tepe gezerken, kısa uzun Yurt Gezileri yaparken, tozlanıyor, kirleniyor.

Arada Sungurlu’ ya sanayiye geliyor ve karavanı, beyaz deveyi, Nikkal’i temiz pak yıkatıyorum.

Benim pek sevdiğim yıkamacı Hilmi kardeşim işini öyle güzel yapıyor ki, o işini yaparken ben de dükkandan içeri girip bir köşede masanın kenarına oturuyorum.

İşte yine böyle bir günde, Hilmi kardeşim beyaz deveyi temiz pak yıkarken, ben de yıkama yapılan yerin kapalı kısmına geçiyorum.

Kapalı kısımda bir traktör dikkatimi çekiyor.

Traktörün önce Hilmi’ ye ait olduğunu, satmak üzere buraya getirmiş olduğunu, düşünüyorum.

-Hilmi kardeş traktör de mi satıyorsunuz?

-Yok abi, o taraf traktör tamir bölümü.

-Nasıl yani, burada traktör tamiri de mi yapıyorsunuz?

-Evet abi, bizim, yani aslında babamın, asıl işimiz traktör tamiridir.

-Peki sen de anlıyor musun traktör tamirinden?

-Yok abi ben ancak tamire gelen traktörün bazı parçalarını söküp takabiliyorum, tamir işini babam yapıyor.

-Baba nerede?

-Babam karşı kaldırımda yerde oturuyor abi.

Hilmi’ nin babası olduğunu uzaktan gördüğüm adam biraz sonra kaldırımdan kalkarak tamir için bırakılan traktörün bulunduğu kapalı alana geliyor.

Selam veriyor bana, “aleykümselam,” diyerek ustanın selamını alıyorum.

Dükkandaki yaldız çerçeve içinde asılı ve üzerinde askerlik döneminde bir gençlik fotoğrafı bulunan ustalık belgelerinden adının Hasan olduğunu okuyup öğrendiğim orta boyda, güçlü kuvvetli adam önce park halinde duran ve tamir için kapalı alana çekilmiş traktöre şöyle bir bakıyor.

Ben hala traktöre, duvarın en yüksek yerine, adeta boynum kırılarak okuyabileceğin yüksek bir yere yaldız çerçeveler içinde asılı ustalık, kalfalık belgelerine, tamir için sağdan soldan toplanmış, kimini kendileri yapmış, uydurmuş tamir setlerine, tornavida ve daha önce hiç görmediğim başka aletlere bakıyorum.

Bu arada Hasan Usta sanki çok yorulmuş gibi, kapalı alanda bulunan masanın başına gelip oturuyor.

Hasan Usta sağ elinin işaret parmağı üzerindeki ince uzun tel ile “denge oyunu”  oynamıyor.


Üzeri ve etrafındaki dört sandalyenin motor yağı lekeleriyle dolu masanın başına oturan Hasan Usta’yı sargı bezi ile sarılı olan sağ elinin işaret parmağının üzerine koymuş olduğu ucunda kaynaklı küçük bir parça bulunan uzun tel parçası ile masanın başında görünce “ustanın canı sıkılıyor galiba, tel parçasını almış, bizim çocukken yaptığımız gibi parmak üzerinde denge oyunu oynuyor” zannediyorum.

Hasan Usta uzun tel parçasını, hastanede sarılmış olduğu belli olan sargılı sağ elinin işaret parmağı üzerinde, bir ucunu diğer tarafa ağdırmadan oldukça dengeli bir şekilde tutuyor.

Hasan Usta’nın yapılı halini her biri abartmasız 5 cm çapında olan el parmaklarını daha yakından görünce bir kere daha fark ediyorum.

Traktör ve tamir takımlarına, duvarda asılı yaldızlı çerçeveler içinde duran kalfalık ve ustalık belgelerine baktıktan sonra, yapacak başka bir şey olmadığı için ben de Hasan Usta’nın oturduğu üzeri motor yağı lekeleriyle kaplı masanın bir köşesine oturuyorum.

-Ustam nerelisiniz?

-Eşşekli Köyü’nden, daha şoorda.

-Anladım, yeni adı Cevheri.

-He iyi bildin.

Hasan Usta bir yandan benimle konuşuyor, ama asıl dikkati sağ elinin sargılı işaret parmağı üzerindeki ince uzun tel parçasında. Bunu fark ediyorum.

Ama Hasan Usta sağ elinin işaret parmağı üzerinde dengede tutmaya çalıştığı ince uzun tel parçası ile “bir denge oyunu” oynamıyor. Çünkü öyle olsa, yani söz konusu olan bir denge oyunu olsa Hasan Usta gözünü sağ elinin sargılı olan işaret parmağından hiç ayırmaz.

Oysa Hasan Usta bir yandan benimle konuşurken gözünü ince uzun telin ucuna kaynakla tutturulmuş ve sol elinin işaret parmağına değen küçük parçadan bir an bile ayırmıyor.

Sol el işaret parmağına değen küçük parça


Bir süre Hasan Usta’yı izliyorum.

Hasan Usta sabırla ve ustalıkla sağ elinin sargılı işaret parmağı üzerinde duran ince uzun telin ucundaki küçük parçayı son elinin işaret parmağının yan tarafına değdirmeye, küçük parçayı milimetrik olarak oynatmaya, ama bu arada teli de dengede tutmaya çalışıyor.

Hasan Usta’nın ne yaptığını çok merak ediyorum.

Dayanamayıp soruyorum.

-Hayırdır ustam, bu ince tel ile ne yapıyorsun?

-Aha şu parmağıma metal çapağı saplandı da onu bulmaya çalışıyorum.

-Nasıl buluyorsun?

-Aha bu telin ucundaki parça ile.

-Bu telin ucundaki küçük parça mıknatıs mı?

-Evet, LPG tanklarında kullanılan çok güçlü bir mıknatıs.

-Vay be, ilk defa böyle bir şey görüyorum. Her mıknatıs da olmaz yani.

Hasan Usta sol işaret parmağına saplanmış ve derinin içine girmiş olan metal çapağın yerini tam olarak tespit etmek istiyor.

-Ustam, diyelim çapağın yerini tam tespit ettin, çapağı nasıl çıkaracaksın?

-Metal çapak bizim işte parmaklarımıza, kolumuza çok sıçrar ve saplanır. Bazılarının gözüne bile saplanır. Çapak öyle bir hızla gelir ki, mermi gibi saplanır etimize.

-Sonra, parmağınıza saplanan metal çapağın yerini tespit edince ne yapıyorsunuz?

-Eğer metal çapak parmağın içinde, etin içinde yürümemişse, hemen parmağı yarıp çıkarırız.

-Nasıl yani, metal çapak etin içinde yürüyor mu?

-Evet ya, yürür. Bazen çapağın yerini bulamayız, bazen işlerin çokluğundan, bazen aha şu tel ile bakıp bulmayı ihmal ettiğimizden, çapak etin içinde yürür gider.

-O zaman ne yapıyorsunuz?

-O zaman parmağı yardırmak ve çapağı aldırmak için hastaneye, doktora gidiyoruz.

Hasan Usta bütün bunları bana tane tane ve sabırla anlatırken, aynı sabırla sol el işaret parmağının ikinci boğumuna yakın bir yere saplanan metal çapağın yerini tam olarak tespit etmeye çalışıyor.

-Ustam o halde bu sargılı olan sağ el işaret parmağınıza çapak mı saplanmıştı?

-Evet. Çapak saplanmıştı, biz de işlerin yoğunluğundan çapağın yerini tam olarak tespit edip de parmağı yarıp çapağı çıkarmayı ihmal ettik.

-O zaman çapak elin içinde yürüdü.

-Evet, tam da öyle oldu.

-Sonra doktora mı gittiniz?

-Evet, hastaneye doktora gittim. Doktor baktı, çapağın yerini bulamıyor. Doktora “hocam çapağın yeri tam şurada,” diyorum, ama doktor beni dinlemiyor.

-Sonra?

-Sonra doktor başladı ucundan parmağımı yarmaya. Yara yara neredeyse parmağın ikinci boğumuna kadar geldi.

Doktor sonunda parmağıma saplanan ve yürüyen metal parçasını buldu, ama parmağımı da baya yarmış oldu.

Doktora, “hocam ben size demedim mi, çapağın yeri aha şurası,” diye çıkıştım. Çünkü ben aha bu telin ucundaki güçlü mıknatıs ile manyetik olarak ve nokta atışı gibi parmağıma saplanan metal çapağın yerini tespit edebiliyorum. Üstelik ben bunu daha bugün yapmıyorum ki, senelerdir bu işi yaparım. Bir ben değil, bütün sanayi bu usulü bilir ve parmaklarına, kollarına saplanan metal çapaklarının yerini bu şekilde tespit eder. Bunu doktora da aynı bu şekilde anlattım, ama adam beni dinlemiyor ki.

-Helal olsun size ustam ya. Sen öyle doktora çıkışınca doktor sana ne dedi?

-Ustam vallahi siz bu işi çözmüşsünüz, bizi aşmışsınız, dedi doktor.

Güldü tabi ki, ama bizi de ciddiye almaya başladı.

Hasan Usta hayatımda görmediğim, duymadığım bir yöntemi, bir cerrahi yönetimini benim adına “manyetik cerrahi” yöntemi diyeceğim yöntemi bana sabırla anlatırken, bu yöntemin tıp fakültelerinde “halk hekimliği” konusu anlatılırken ele alınıp alınmayacağını merak ediyorum.

Hasan Usta’dan son bir istekte bulunuyorum, “Ustam parmaklarının resmini çekebilir miyim, yüzünü almayacağım”, elbette, diyor bu emekçi ve cerrah Usta.

Büyük Usta Nazım Hikmet’ in Türk köylüsü için yaptığı tanımı gösteren o ölümsüz dizeler geliyor hemen aklıma:

Türk Köylüsü

Topraktan öğrenip
                     kitapsız bilendir,
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
                     Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad' dır,
                  Kerem'dir,
                                    ve Keloğlan'dır.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser.
kahbe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
                     el alır,
kanadı kırılır
                     çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, "Yunusu biçâredir,
      baştan ayağa yâredir,"
ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine
ve bir kerre vakterişip :
                "-Gayrık, yeter!.."
                                          demesinler.
Ve bir kerre dediler mi:
"İsrafil surunu urur
                 mahlukat yerinden durur",
toprağın nabzı başlar
                            onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur
                             ne düşmanı kayırır,
"Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa..."


…/…

Beyaz deve yıkandı, ak pak oldu. Hilmi kardeşim her zamanki güler yüzü ile anahtarı bana verdi. Hilmi’ ye hak ettiği ücreti veriyorum.

Ama aslında bu işten ben daha çok kazançlı çıkıyorum. Hilmi kardeşimin babası Hasan Usta’ dan yeni ve başka hiçbir yerde görüp öğrenemeyeceğim bir konuyu, “Manyetik Cerrahi” konusunu öğrenmiş oluyorum.

Hayat hep öğrenmedir, hep bu ilke ile çıkmıyor muyuz yollara?

Hep öğreniyoruz, hep birbirimizden öğreniyor, hep birbirimize öğretiyoruz.

En güzeli de öğrendiklerimizi paylaşıyoruz.

Paylaşmak güzeldir.


CINCIK



Bir Hasan Dağı Zirve Çıkış Öyküsü 

Ruhi SU Anısına


Paramız olmazdı cam misketler almaya.

Azıcık paramız olunca da hiç de makbul olmayan ve fırlatınca tüy gibi elimizden uçup giden “mika“ misket alırdık.

Mika misket rakibimizin cam misketine vurduğunda, yüksek hızla seker, komik bir görüntü ortaya çıkar, ama buna rağmen rakibin cam misketi bir milim bile yerinden kıpırdamazdı.

Oysa misket oynarken ütmek bir yana, asıl amacımız ütmekten ziyade misketi fırlattığında rakibin cam misketini kırmaktı, çatlatmaktı asıl amaç.

Biz küçükler, cam misket alamazdık, paramız olmazdı.

Ama abilerimizin cam misketlerle oynadığı oyunlarda, fırlatmanın şiddetine bağlı

olarak rakiplerin misketlerinin kenarlarından kırılan olurdu.

Büyükler, kimi zaman paralı olarak misket oynadıklarından oyunları iddialı olurdu.

Ama kaybeden, yani ütülen her zaman para veremezdi. Kalan para, misket ile ödenirdi.

Ama misket ile kalan parayı ödemek için elinde yepyeni, gıcır gıcır misketin olması gerekirdi.

Kimi zaman ise kıyısından, hafifçe kırılmış veya hafifçe çatlamış misketler de kabul görürdü.

Bazen hafifçe kırılmış misketler de kabul görmez ve bu misketler değerinden düşer, bazı iyi abiler de bu tür misketleri bize, küçüklere verirdi oynamamamız için.

Kenarından hafifçe kırılmış miskete sahip olmak bile biz küçükleri sevindirdi. Öyle durumlarda mika misketler durumu bizden daha beter olan küçük çocuklara verilirdi.

Kenarından fazlaca kırılmış olan misketlerle misket oyunu oynanmaz, zira misket yuvarlanma özelliğini kaybeder ve sadece tür misketlere sahip olan çocuklar misket oyunlarına alınmazdı.

Hiç misketi olmayanlar, mika misket veya kırık misket, en parasızlarımız ise, çamurdan yapılan misketlerle kendi aralarında çamurdan misket oynardı.

Zorunlu eğitim olan ilkokuldan sonra okumayıp da sanayide işe giden işçi dediğimiz kardeşlerimiz, çıraklar ise “tornet” dediğimiz rulmanların dağılmış olanlarından ortaya çıkan demir bilyeleri getirirdi oynamak için. Demir bilyelerle camdan misket oyunu kesinlikle yasaktı. Demir bilyesi olanlar ancak demir bilyesi olanlarla oynanırdı.

Kimin parasız olacağı, ne zaman parasız olacağı belli olmaz, zira hepimiz her an yoksul, parasız olabilirdik. Zira biz küçükler çalışıp az da olsa para kazanamazdık.

Parası olsun, olmasın, misket oynamayı bilmek yetmezdi.

İyi misket oynamak, seyrine doyum olmayan bir oyundu.

İyi misket oynayan, kelimenin tam anlamıyla “usta misketçi” abilerimiz vardı, biz küçükler için sinema ve televizyonun olmadığı o yıllarda, misket oynayan o abilerimizi, usta misketçileri seyretmeye doyamazdık.

Bir Ekrem KARAAYTU Abimiz vardı. Klas oynardı, karşısında kimse duramazdı.

Bir de Ömer KÖSE vardı. Ekrem Abi ile aynı yaşlardaydı, ama kimse ona, biz çocuklar da dahil olmak üzere, Ömer Abi demezdi. Çünkü abilik ve ablalık yaşa göre değil, okuduğun sınıfa göre belirlenirdi.

Ömer Köse‘nin tek gözü kördü. Ama bana göre dünyanın en iyi kara kalem ressamıydı.

İleri yaşlarında olmasına rağmen bizimle aynı ilkokul sınıfına gitmiş ve sadece ilkokulu bitirebilmişti.

Kör Ömer,“ derdi ona biz küçük çocukların dışında herkes.

Daha sonraki yıllarda adı “jilet Ömer‘e“ çıktığında, artık ona herkes yöresel ağız ile söylendiğinde “cılat Ömer,“ diyordu.

Ömer KÖSE misket oynarken sağ elini kullanırdı.

Önce rakibin misketinin durduğu yere göre konum alır, sonra sağ eli çıplak şekilde toprağa temas eder, çatlamasın diye elinin altına küçük bir meşin parçası koyardı.

Sonra, sağ eline aldığı misketi baş parmağı ile işaret parmağının arasına sıkıştır, rakibin misketine ve hedefe konsantre olurdu.

Kimi zaman bu konsantrasyon abartmasız beş on dakika sürerdi. Herkes sonucu beklerdi, kimse bu durumdan sıkılmaz “hadisine Kör, atsana misketi, sıkıldık,“ demezdi. Zira Ömer KÖSE bu işi bir ritüel olarak yapardı her seferinde.

İşte sonunda beklenen an gelir, adeta ok yaydan fırlar ya da tüfeğin namlusundan bir mermi fırlardı hedefe.

Bir mermi gibi Ömer KÖSE‘ nin sağ elinin parmaklarından fırlayan cam misket, gider rakibin misketini bulur ve hedefi vururdu.

Ama Ömer KÖSE‘ nin fırlattığı misketlerin rakibin misketini vurması olağan bir durumdu, zaten kimse Ömer KÖSE‘ nin hedefi, rakibin misketini

vuramayacağına ihtimal vermez ve hiçbir zamana öyle de olmazdı.

Biz çocuklar başta olmak üzere, kimimiz abilerimizin bacak aralarından bakarak olsa da, diğer abilerimiz ve ablalarımızın meraklı bakışlarının altında adeta Ömer KÖSE ile birlikte bir heyecan yaşardık. Hedefi bulan Ömer KÖSE‘ nin misketinin rakibin misketine isabet ettiğinde, rakibin cam misketinin kırılıp kırılmadığını, kırıldıysa ne kadar kırıldığını, ortadan ikiye mi, yoksa birazının mı kırıldığını, Ömer KÖSE‘ nin misketinin rakibin cam misketine isabet ettiğinde nasıl, ne şiddette bir “şırrakkkkkkk“ sesi çıkarışından anlardık.

Ömer KÖSE‘ nin fırlattığı misket rakibin misketine şiddetle ve “şırrakkkkkkkkk,” diye çarpar, rakibin misketi kırılarak yarıdan bölünmüş veya parçalanmış olurdu.

Bu durum Ömer KÖSE ‘ nin misketi her fırlatışında istisnasız hep yaşanırdı.
Çorum Yetiştirme Yurdu bahçesi 
Ayakta soldan: Ekrem KARAAYTU-Ömer KÖSE (misketçiler – misket ustaları)

Çömelen soldan: Recep BABAYİĞİT-Kasım KARAAYTU


…/…

Hiç hasarsız, hiç kullanılmamış, gıcır gıcır cam miskete “cıncık“ derdik.

…/…

Bir yeri görmeye can attığımızda, bir kimseyi görmeyi çok arzuladığımızda, bir tutkuyu gerçekleştirmeye olan arzumuz doruğa çıktığında ne çok duymuşuzdur ya da kendimiz ne çok kullanmışızdır şu tutku dolu sözü:

Örneğin;

Bu sene de sılaya dönemezsem, gözüm açık gider.

Erciyes’in doruğundan kar yemezsem ölürüm.

Yaşlı anamı bir daha göremezsem, gözüm açık gider.

Ya da şairin dediği gibi "bu kızı almazsam etimde şirpençe çıkar."

Uzat uzata bilirsen. Tutkuların kadar, arzuların kadar, düşlerin kadar uzatabilirsin.

Hasan Dağı‘na çıkmak da bir tutkudur kuşkusuz. Ama Dr. Bülent’ in asistanının babası Dr. Mehmet Hasan Dağı’na çıkmadan, doruğuna ayak basmadan şu fani dünyadan gitmek istemezdi eminim.

Dr. Mehmet için bu durum sadece sıradan bir tutku değildi.

İnsan çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği kentte, her gün nefes alıp verdiği, yatıp kalktığı o kentin içindeki eski bir Rum evinin kalın volkanik taş duvara gömülü dar penceresinden baktığında, her gün uyandığında karşısında bütün asaleti ve heybeti ile dimdik duran bir dağı gördüğünde neler düşünür, neler arzular bilinmez. Ama bir tutku varsa eğer, bu asla unutulmaz ve aşk gibi sarar insanı.

İçinden hep kuş olup ta Hasan Dağı’nın doruğuna konmak ister, bunu yapamıyorsa, düşüp bir koyunun ardına, çıkmak ister yaylalarına. Ya da siyah perçemi uzamış bir eşeğin gittiği dar patikalardan yürüyüp gitmek ister dağın yamacına doğru.

Yürüdükçe yamacına doğru dağın, ova açılır açılır kocaman olur. Ovanın bu kadar büyük, bu kadar düz, göz alabildiğine, ta ufka kadar geniş olduğunu fark eder.

Sonra her adımda yükseldikçe dağı biraz daha benimser, kucaklar onu. Sonra dağ ile sohbete başlar.

Başlangıçtaki korkusu, tedirginliği azalır, gittikçe dağa kendini verir.

Çocukluğu ve gençliği Aksaray’ da Eğri Minare’ nin yanında geçen Dr. Mehmet sıladan gurbete çıktığından bu yana içinde bir tutkudur Hasan Dağı.

Tutkudur, ama nereden bilsin Hasan Dağı Dr. Mehmet’ in bu tutkusunu?

Bir de hep borç ödemek değil midir bizim hayatımız?

Aziz Nesin, hep ve ölene kadar kendini “dünyanın en borçlu insanı“ olarak tanımlamadı mı?

Dr. Mehmet‘ in de bir borcu olmalıydı elbette. Dönerim bir gün diyerek ayrıldığı sıladan, Hasan Dağı’na yeniden kavuşma tutkusu içinde bir borç.

İyi, ama hangi yandan geçit verir Hasan Dağı, hangi taşına basılır, hangi yaylasında çadır kurulur, hangi sularından içilir, bilemez Dr. Mehmet.

Bizim bir de Dr. Bülent’imiz var, ver elini Mehmet Abi der, biz seninle çıkarız Hasan Dağı’nın zirvesine.

Hiçbir şeye geç kalmış sayılmazsın, değil mi ki, şair öyle söyler:

Her yere yetişilir / hiçbir şeye geç kalınmaz / ama çocuğum beni bağışla / Ahmet Abi sen de bağışla

Dr. Mehmet Abi için de, altmış üç yaş hiç önemli değil, geç olmamalıydı.

Dr. Bülent ön ayak oldu.

Dördümüz, Recep / Selman / Kuvvet / Bülent, tamam, dedik, biz de geliriz. Mehmet Abi’yi Hasan Dağı ile buluştururuz.

(devam edecek)

22 Temmuz 2020 Çarşamba

HİTİTLERİN YOL HAFIZASI -3

KABA SABA ADAMLAR

Gece boyunca yıldızları gözlemekti amacım, uyku ne zaman geldi, gözlerim ne zaman kapandı hatırlamıyorum.

Gecenin bir yarısında uyandığımda karavandan dışarı çıktım. Boynumu arkaya atıp gök kubbeyi seyre daldım. Ne çok yıldız var ne çok?

Gecenin bir yarısı beni karavandan dışarı atan neydi, hatırladım.

Sanki az ötemde gecenin bu vaktinde kaba saba adamlar yüksek sesle konuşuyordu ve o kaba saba adamların uğultulu sesleri geliyordu kulağıma. Sesler arada kesiliyor, sonra yeniden başlıyordu. Kimler olabilirdi ki?

Yıldızları seyrettikten sonra tekrar karavana giderken o bana “kaba saba adamların” konuşması gibi gelen sesleri yeniden duydum. Kulak kesildim, sesler acaba nereden, hangi taraftan geliyordu?

Fark ettim, rüzgarla birlikte sesler daha yakından geliyordu bana. Ama gecenin bu vaktinde bozkırda, dışarıda kimsenin, kaba saba da olsa, konuşup vakit öldüreceğini sanmıyorum.

Tam yeniden karavana adım atacaktım ki o “kaba saba adamların konuşmaları” dediğim sesin yolun kenarına yol boyunca dikilen metal profilden yapılma sokak lambasının birinden geldiğini anladım.

Dikkatle sokak lambasını inceledim.

Gecenin o vaktinde tesadüfen de olsa yakındaki Karamahmut Köyü’ ne gitmekte olan birisi olsa ve benim o halimi görse, acaba hakkımda ne düşünürdü?

Bu adam ne yapıyor acaba? Yoksa define sokak lambasının içinde mi saklı?

Zira son on beş yıldır Anadolu’nun neresine gitseniz, köylüler sizi defineci olarak görüyor.

Dikdörtgen metal profilden yapılma aydınlatma direğinin sokağa sarkan ve lamba takılı kısmında lambayı koruma amaçlı olarak takılan plastik koruyucu kırıldığından profilin içine hava giriyor. Biraz şiddetli estiğinde profilin içine dolan ve hapsolan rüzgar iyice kesilene kadar profil borunun içinde dolanıp duruyor ve bu sırada benim kaba saba adamların sesleri, diye düşündüğüm sesler ortaya çıkıyor.

Bunu fark edince yüzüme bir tebessüm geliyor. Zira hem bir bilmeceyi çözmüş oluyorum hem de o kaba saba adamların hiç olmadığına inanıyorum.

Gece boyu kaba saba adamların sesi gibi ses çıkaran metal profilden sokak lambası
Saat 03.00, kaba saba insanlar da olmadığına göre, biraz daha uyumak için karavana çekiliyorum.

Yeniden gözlerimi açtığında saatin 05.00 Olduğunu görüyorum.

Bizim buralarda eskiler “dan uykusu datlı olur” derlerdi. Bunu daha çok sabah erken saatlerde işe, tarlaya, bağa bahçeye gitmek için uykusundan er uyanmak zorunda olanlar veya gece geç yatıp da bir iki saatlik uykudan sonra tan yeri ile uyananlar söylerdi.

Bu sözü artık ne söyleyen ne de bilen var.

Sözün aslı, “tan uykusu tatlı olur.” Gerçekten de tam o uyku eşiğini atlatacağınız anda gelen uyku çok tatlı olur.

Tan ağarmadan karavandan çıkıyor ve güneşin doğuşunu izlemek üzere Karamahmut Köyü’ne, ufka doğru yürüyorum.

Birazdan ilk kızıllık bürüyor ortalığı. Sonra her yer kızıla bürünüyor ve sonra bozkırdan doğuyor güneş. Dün akşam güneş nasıl bir mistik havada battıysa, bu sabah da aynı mistik havada doğuyor Hitit topraklarında.

Hep ezberlenmiş hayatlar yaşayanlar hep Nemrut, der güneşin doğuş ve batış anı için. Bozkır bambaşkadır oysa ve bir de Hitit topraklarında.
Bozkırda gün doğumu

Gün doğumunu karşılayan karaağaç
Gün doğumunu karşılayan bir ben varım bir de koca bozkırda bir başına duran karaağaç.

Oysa Hititler gün doğarken ve batarken hep güneşe karşı durup ibadet benzeri ritüeller yaparlardı. Oysa Orta Asya şamanik izler taşıyan Alevi, Türkmen, Yörük toplulukları ve bu toprakların Ezidi inancına sahip halkları güneşi hep kutsal bilir, gün doğumlarında kapı önlerine çıkar saygıyla eğilirlerdi güneşe karşı.

Alevi ve diğer topluluklar böyle bir şeyi artık yapmıyor, yapsalar da bunu neden yaptıklarını bilmiyorlar.

Karavana, beyaz deveye dönmeden Hitit Barajı rekreasyon alanına giriyorum. DSİ tarafından çok büyük harcamalarla yapılan rekreasyon alanı maalesef daha açılmadan yıkılmaya başlamış.

HEPAT ADINA YAPTIRILAN ALACAHÖYÜK HİTİT SU BENDİ

Oysa böyle bir proje uygulamasından önce burada bulunan Hitit Barajını görmeye defalarca gelmiş ve barajın hikayesini, tarihini anlatmıştık.

Hititlerin MÖ 1200 tarihinden sonra tarih sahnesinden aniden çekilmesinin nedenlerinden birisi de Anadolu’ da o dönemlerde yaşanan kuraklığa bağlı kıtlıktır.

İnsanlar kıtlık karşısında hem kendileri hem de hayvanlarını kurtarmak için daha sulak yerlere gitmek zorunda kaldılar. Koca Hitit toprakları insansız, savunmasız kaldı.

Büyük Hitit Kralı IV. Tudhaliya kıtlığa çare bulabilmek için Mısır’dan gemilerle buğday getirtir.

Kuraklığın yeniden tekrarlaması halinde önlem olarak Hitit topraklarının bazı yerlerine sulama ve içme amaçlı su bentleri yaptırır.

Alacahöyük barajı ise Hititlerde Göğün Güneş Tanrıçası Hepat adına yaptırılır.

Bu su bentleri veya barajları bugünkü mühendislik bilgilerimizle kıyaslarsak, aslında çok da geri bir yanı olmayan bentlerdi.

Ne yazık ki Alacahöyük- Gölpınar Barajı dışında Anadolu’ da ayakta kalan başka bir Hitit Barajı’ na şimdilik rastlanmamıştır.

Bu barajın Hititler tarafından Anadolu’ nun 11 değişik yerine yapılan sulama ve içme suyu amaçlı barajlardan birisi olduğunu ve günümüzde halen kullanıldığını görüp, bilmek bizi çok mutlu ediyordu.

Oysa şimdi rekreasyon çalışmaları nedeniyle barajın gövdesini ve etrafını sazlıklar, yabani otlar kaplamış ve Hitit Barajı artık görünmez, anlaşılmaz halde sıradan bir su birikintisi gibi görülmektedir.

Alacahöyük Hitit Su Bendi Gölpınar barajı olarak da bilinir. Hitit belgelerinde bahsedilen, IV.Tudhaliya tarafından M.Ö. 1240 yılı civarlarında yaptırılan 10'dan fazla su bendinden biri olabilir. 15000 m³ su tutma kapasitesine sahip olan bent 2002 yılında restore edilmiştir. Alacahöyük Köyü tarafından hala sulama amaçlı kullanılmaktadır. Baraj setindeki kazılarda bir stel kaidesi ve bir stelin üst ucuna ait tanrıça Hepat'ın isminin okunduğu hieroglif yazıtlı bir bazalt parça bulunmuştur.


Barajın reakreasyon projesinden önceki görünümü
Barajın rekreasyondan sonraki hali
Barajın rekreasyondan sonraki hali
Baraj rekreasyon alanını gezmek için yapılan tahtadan yol döşemeleri bile yürümüş. Dikkat etmezseniz ayağınız tahta döşemeden içeri kaçabilir.

Gölü bir terastan seyretmek için yapılan tahta platformun döşemeleri çürümüş ve dikkat etmezseniz platform ile birlikte göle düşebilirsiniz.

Etrafı bürüyen dikenli otlardan sıyrılarak sabah güneşi ile açmış yaban çiçeklerinin fotoğrafını çekiyorum.
Hanım tuzluğu-Barberry

Papatyagillerden
Saat 07.00 olmadan karavana, beyaz deveye, Nikkal’e binerek Alacahöyük’ ten ayrılıyorum.

Hititlerin Hattuşa’ dan Eskiyapar’ a, oradan Alacahöyük’ e olan yol hafızası şimdilik sona eriyor. Yol hafızasının içinde ve üçgenin diğer ucunda yer alan Şapinuva başka bir gezimizin konusu olarak bekliyor bizi.

Şimdi hafızanın dışına çıkarak Çorum’ da Helenistik izlerin peşinden gitmek üzere düşüyorum yola.

HAFIZANIN DIŞI – ÇORUM HELENİSTİĞİNE GİRİŞ

Çorum merkez olarak ele alındığında başta Hattuşa ve Alacahöyük olmak üzere hep bir Hitit uygarlığından, hep bir Hitit merkezi olma özelliğinden söz edilir.

Buna şüphe yok elbette. Ama iki günlük kısa ve dar bir çevrede yapmış olduğumuz Yurt Gezimizde bile o kadar çok Helenistik izlere rastladık ki. Bu bölgede yapacağımız bir sonraki Yurt Gezimizin adı ÇORUM HELENİSTİĞİ üzerine olacak ve Çorum’ da bulunan Helenistik dönem eserlerini, yerleşimlerini gezeceğiz.

O kadar çok mu? Evet, o kadar çok, şaşılacak kadar çok. Şaşkınlığımız ise neden bugüne kadar Çorum denilince hep Hattuşa ve Hitit üzerine yoğunlaşmış olmamız.

Hafızanın dışına çıkarak ilk Helenistik izin peşine düşüyor ve Helenistik dönemden çok görkemli bir kaya mezarını, bilinen adıyla GERDEKKAYA ANIT MEZARINI görmek üzere Alaca ilçesine bağlı Camili Köyü’ ne doğru yol alıyorum.

CAMİLİ KÖYÜ – İRONİK HALLER

Çorum-Alaca köylerinin birinde olan ve adı kitaplarda GERDEKKAYA KAYA MEZARI olarak geçen yeri hem kaynaklardan, hem internetten, hem resmi kurumların web sayfalarından aramama rağmen, kaya mezarın hangi köyde ve oraya nasıl gidileceği konusunda net, doğru ve kesin bir bilgiye ulaşamadım.

Hatta çokbilmiş bazıları da “buralarda öyle bir kaya mezarı olmadığını, bunun Eskişehir’ de olduğunu, söylemez mi? İnternette tarama yapın, karşınıza hep Eskişehir çıkıyor yazık ki, doğru yanlışlar.

Tamam, ama Eskişehir’ deki GERDEKKAYA Frig Vadisi’nde, Çukurca Köyü’nde bulunuyor. Benim aradığım GERDEKKAYA KAYA MEZARI Çorum-Alaca ilçesi köylerinin birinde olmalı, ama hangisinde acaba?

Yola çıkmak gerektiğine inanıyorum, yani başlangıç için, sonrasında mutlaka bir şey çıkıyor ortaya, aradığın mutlaka bulunuyor.

Alacahöyük’ten sabah erken saatlerde ayrılırken köyün sessiz sokaklarında kimseler görünmüyor. Sonraki köy Çevreli Köyü’ nü de geçtikten sonra ana yola çıkarak sola, Çorum yönüne dönüyorum.

Üç km ileride sola dönerek Camili Köyü’ ne gitmek istiyorum.

Zira GERDEKKAYA KAYA MEZARI’ nın bulunduğu köyle ilgili olarak en çok Alaca ilçesi CAMİLİ Köyü’ nün adı geçiyor.

Bu işte mutlaka bir yanlışlık olduğunu seziyorum. Çünkü Alaca’ nın iki tane CAMİLİ Köyü var, birisi BÜYÜK CAMİLİ, diğeri KÜÇÜK CAMİLİ köyüdür.

Köy ayrımından içeri girip ilk CAMİLİ köy olan BÜYÜK CAMİLİ Köyü’ ne giriyorum.

Türkiye yer adlarını değiştirmede ve yeni ama ironik yeni yer adı vermede belki de dünyada ilk sırada yer alır.

BÜYÜK ve KÜÇÜK CAMİLİ köyleri her ikisi de birer Alevi köyü olmasına rağmen köylere yeni ad verilirken adında CAMİ geçmesi gerektiğine inananlar köyün adını ironik bir şekilde böyle değiştirmişler.

Oysa daha önce kurulan Büyük Camili Köyü’ nün adı Malatya merkezli bir Alevi ocağından aldığı isimle DEDE KARGIN Köyü idi ve köyü de Malatya’dan gelenler kurmuş. Kargın adında ve Alaca ilçesine bağlı başka bir köy halen mevcut.

Köydeki Alevi vatandaşlar halen MALATYA merkezli DEDE KARGIN Ocağı’ na bağlılar. Ama köyün adında ille de neden cami lafı geçer, anlamak zordur.

GERDEKKAYA KAYA MEZARI’ nın Büyük Camili Köyü’nde bulunduğunu düşünerek köy meydanında duruyor ve soracak bir köylü arıyorum. Karavandan iniyorum ve yüzümü yıkamak için köy meydanında bulunan pınara yöneliyorum. Yüzümü yıkıyor ve biraz açılıyorum. O arada pınara bir köylü geliyor, derken elinde paspasla bir köylü daha geliyor.

Elinde paspas olan köylüyü işinden alıkoymamak için diğer köylüye GERDEKKAYA KAYA MEZARINI soruyorum.

Köylü şaşkın yüzüme bakıyor, doğrudan bilmiyorum, demek yerine, “sen ne yapacaksın orada, niye, ne var,” gibi sorular sormaya başlıyor.

Anlatıyorum.

-Burada öyle bir yer yok.

-Tamam, ama buralarda olmalı, hangi köyde acaba?

-Bilmiyorum, ama ilerde DEĞİRMENÖNÜ Köyü var, orada olabilir.

-Oraya varınca bulabilir miyim?

-Ben 65 yaşındayım, bugüne kadar o köye hiç gitmedim, bilemem.

Şaşırmıyorum. Eskiden de olsa zaten şaşırmazdım, ama şimdi de şaşırmıyorum.

Köylü 65 yaşında ve komşu köye hiç gitmemiş ve GERDEKKAYA KAYA MEZARI’ nı da hiç duymamış.

Büyük Camili Köyü meydan çeşmesi
Bizim Kazım yine çıkıyor karşıma, ama bu PEŞİ kim ola ve ne anlama geliyor?

Bu köylü ile anlaşamadığımı fark eden elinde paspasla gelen ve sonradan adının Kazım olduğunu ve köyde bakkallık yaptığını öğrendiğim köylü kaya mezarın adının GERDEKKAYA olup olmadığını bilmediğini, ama aradığım yerin DEĞİRMENÖNÜ Köyü’nde olduğunu söylediğinde, “tamam bak, ne iyi insanlar var,” diyorum içimden.

Kazım Abi bana DEĞİRMENÖNÜ Köyü’ nün yolunu tarif ederken, aradığım kaya mezarını bulabilmem için köylülerden yol ve yer tarifi almam gerektiğini, aksi halde kaybolabileceğimi söylüyor.

Kazım Abi’ ye teşekkür etmeden, köyde açık kahvehane olup olmadığını soruyorum.

Ne yazık ki açık bir yer yok.

Kazım Abi’ ye teşekkür ediyor, dönüşte yine bu köyden geçeceğim için “görüşmek üzere,” diyorum.

Kazım Abi ise, “dönüşte bu yoldan geçmene gerek yok, araban yüksek, küçük bir dere geçeceksin, oradan Geven Çiftliği, diye birkaç evden oluşan bir yer var, oraya varırsın, yolu kara yoldur, ama gidersin, oradan ana yola çıkarsan yolu oldukça kısaltırsın,” diyor.

Yola çıkıyorum. Küçük Camili Köyü yol ayrımını geçerek köyün içine girmeden sola ayrılan yola DEĞİRMENÖNÜ Köyü’ yönüne dönüyorum.

Küçük Camili Köyü yol ayrımı
DEĞİRMENÖNÜ KÖYÜ – MUHTAR ERSOY

Değirmenönü Köyü’ ne giriyorum ve köyün dar yolundan köy meydanına doğru ilerliyorum.

Sola ayrılan bir yere geldiğimde, sol taraftan gelen aracı durdurarak köyün içindeki genç köylüye GERDEKKAYA KAYA MEZARINI soruyorum.

-Abi benim çıktığım yere gir, geri dön sonra beni takip et.

-Tamam

Genç köylüyü takip ediyorum.

Köyün çıkışına geldiğimde köylü duruyor ve araçtan inerek yanıma geliyor.

-Abi istersen sen arabayı gölge bir yere park et, benim arabaya geç ve seni bir yere kadar götüreyim.

-Tamam

Karavan ile geri geri gidiyorum, bir kavak gölgesi bularak aracımı park ediyorum ve genç köylünün aracına doğru yürüyorum.

Ama daha önce köyün girişine konulan hoş geldiniz levhasının fotoğrafını çekmeliyim.

Değirmenönü Köyü girişi ve değirmen taşı
Köyün girişine konulan hoş geldiniz levhasının fotoğrafını çekerken gözüme başka bir hüzün çarpıyor. Adını köyün içinden geçen DEĞİRMENÖZÜ Çayı üzerinde bir zamanlar kurulu olan sayısız su değirmeninden alan DEĞİRMENÖNÜ Köyü’nde bugün bir tane bile su değirmeni yok. Bir tane bile su değirmeni olmadığı gibi, o kültürden artakalan hiçbir etnografik malzeme de yok.

Hüzün kaplıyor içimi.

Sayısız değirmenden artakalan sadece bir değirmen taşı olmalı ve o da köyün girişine bir anıt misali konmuş.

Birileri bunu bari düşünüp akıl etmiş, sağ olsunlar.

Genç köylünün aracına geçiyor ve GERDEKAYA KAYA MEZARI’ nın olduğu yere doğru yola çıkıyoruz.

-Seni de işinden alıkoyduk ya.

-Yok abi, ben de o tarafa gidiyordum.

-Ne için?

-Hayvanlar için ot balyası getireceğim arabanın bagajında.

Genç köylünün aracı Renault Broadway, bu yollara uygun. Geçtiğimiz yol toprak yol ve ağır traktörlerden dolayı iyice çökmüş ve derin tekerlek izi oluşmuş.

Ben karavan ile bu yola gelemezdim, Büyük Camili Köyü’ndeki Kazım Abi’nin dediği gibi GEVEN ÇİFTLİĞİ’ ne asla gidemezdim.

Genç köylünün aracının altı arada yere değiyor.

-Aracına yazık ya, ben yürürüm.

-Olsun Abi, bu araba bunun için.

-Ne iyi sana tesadüf etmem.

-Evet, Abi ben köyün muhtarıyım aynı zamanda, adım Ersoy.

Bu kadar genç bir muhtar beklemiyordum. O da gelen ve etrafta sıkça görülen definecilerden yaka silkiyor. Ben de kendimi tanıtıyorum.

Benim ne için geldiğimi halimden ve kılığımdan anlamış olacak ki, hiçbir şey sormadığı gibi, canla başla bana yardımcı olmaya çalışıyor.

On dakika kadar genç muhtarın aracı ile gittikten sonra yolun bitip DEĞİRMENÖZÜ Çayı’ na geldiği yerde Ersoy Muhtar aracını park ediyor ve bana kaya mezarı nasıl bulacağımı tarif ediyor.

Önümde sol tarafta bulunan kocaman bir kaya kütlesini gösteriyor ve “abi mezar bu kaya kütlesinin öbür yüzünde, sudan geçerek kayanın öbür yüzüne ulaşabilirsin.”

Muhtara çok teşekkür ediyorum, ama bir yandan da kocaman, bir dağ kadar büyük kaya kütlesini nasıl geçeceğimin hesabını yapıyorum.

Ama bu arada hazır muhtar yanımdayken ona aklıma gelen bir şeyi soruyorum.

ROMA DÖNEMİ KAYAYA OYULMUŞ SU KANALI

-Muhtarım kaya mezardan aşağıya çaya bakıldığında Roma döneminden kalma sulama kanallarının göründüğü söyleniyor. Sence o kanallar nerede olabilir?

Muhtar bir an duralıyor ve hemen aklına bir şey gelmiş gibi hareket ediyor.

-Abi şurada kanal gibi bir şey var, bakalım.

Ersoy muhtar bana gerçekten de kanal olduğu bir bakışta anlaşılan ve ana kayaya oyulmuş olan bir yer gösteriyor.

Gördüklerime şaşırıyorum.

Kim bilir bu Roma su kanalı hem kendilerinin hem de kendilerinden sonra gelen Bizans, Selçuklu ve Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde kaç yüz yıl köyün tarlalarını, bahçelerini sulamada ve değirmenlerini çalıştırmada kullanıldı?

Roma su kanalına bakıyorum. Şaşırmamak elde değil.

Adam boyunu aşan derinlikte açılan kanalda suyu kesmek için kapak sistemi yapılmış, kesici kapağın girmesi için kaya üzerine çentik açılmış.
Kapak sistemi için çentik yeri 

Ersoy Muhtarın boyunu aşan kaya su kanalı
ŞU DERE NASIL GEÇİLİR?

Haritalar da bile bir tutarlılık yok.

Köyün içinden geçen çayın adı kimi yerde Alaca Çayı, kimi yerde ise DEĞİRMENÖZÜ Çayı olarak geçiyor.

Çay DEĞİRMENÖNÜ Köyü’nden geçiyorsa, ben de çaya DEĞİRMENÖZÜ Çayı adını veriyorum.

Çayın kaynağı kuş uçumu 15 km güneyde ve önü Koçhisar Köyü’nde tutularak ALACA BARAJI yapıldı. Yapıldı, ama Çorum Helenistiği’ ne ait çok değerli yapılar da baraj suları altında kaldı.

Ersoy Muhtar ile vedalaşıyoruz. Köye bir ekiple mutlaka tekrar geleceğimizi söylüyorum.

Çayı geçebileceğim en dar ve sığ yeri gözüme kestiriyorum.

Bakıyorum su derin akmıyor. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarıyorum. Pantolonumun paçalarını çemriyorum ve kaymamak için dikkatlice suya ilk adımımı atıyorum.

Çay derin değil, ama çayda kum kalmamış, ayağım çamura saplanıyor ve içindeki taşlar yosun tutmuş ve ayağım kayıyor.

Ersoy muhtar bana hiçbir şey söylemedi, yanıma ne su aldım, ne bir çanta.

Doğrusu ben de ona hiçbir şey sormadım. Hem sormuş olsaydım da, “yok be hemen gider gelirsin, gerek yok,” derdi eminim.

Çaya ilk adımımı atmamla aklıma bir çanta geldi, telefonumu ve aracın anahtarını çantaya koyar, çantayı da sırtıma alır, iki elim boşta daha rahat ve dengeli geçerdim çayı.

Bastığım yeri ve taşı iyice yokluyor sonra adımımı atıyorum.

Ama bir yandan da endişe ediyorum.

Ersoy Muhtarın telefonunu da almadım iyi mi, ya bir aksilik çıkarsa?

Endişem artıyor. Ya suya düşersem?

Olsun, düşeyim.

İyi ama telefonum da ıslanır ve çalışmazsa?

Kötü.

Olsun. Tuşlu basit bir telefon alırım.

İyi ama ya pantolonumun sağ cebindeki karavanın anahtarı da benimle birlikte suya düşer ve çayın balçığında kaybolursa?

Kötü.

Neyse çayın karşısına geçiyorum.

Çoraplarımı ve ayakkabılarımı giyiyorum.

Patika yoldan, söğütlerin ve iğde ağaçlarının arasından on dakika yürüyerek o kocaman kaya kütlesinin önüne geliyorum. Kaya kütlesinin sağ tarafı çaya sokuluyor ve oradan dolanarak kaya kütlesinin önüne varabileceğimi hesap ediyorum.

Yol bitiyor, ama kaya kütlesi geçit vermiyor. Kaya kütlesinin sağ tarafı tekrar çaya dalıyor.

Yani yeniden çaya girmek ve çayı geçmek zorundayım.

AYNI ÇAYDAN İKİ KERE GEÇİLMEZ

Herakleitos o ünlü sözünde “bir suda iki kere yıkanılmaz” dediğinde ne kadar büyük bir felsefi söz söylediyse, aslında ÇAY GEÇENLER için de somut bir gerçeği vurgulamıştır.

DEĞİRMENÖZÜ Çayı’nı tekrar geçeceğim, ama çay aynı çay değil ne de geçeceğim nokta.

Çaresiz yine çoraplarımı ve ayakkabılarımı çıkarıp, pantolon paçalarımı yukarı çemriyorum.

Çok dikkatliyim.

Endişeliyim de.

Ya çaya düşersem?

Birinci çay geçişimdeki sorular ve cevaplar tekrarlanıyor.

Neyse ki bu sefer de çayı kazasız belasız geçiyorum.

Çayın karşısında çoraplarımı ayakkabılarımı giyiyorum ve bir süre yürüyorum.

Kaya kütlesinin sağ tarafına dolanmış olduğum halde, asıl kaya kütlesinin önüne geçebilmem için çayı tekrar geçmem gerekiyor.

Bunu da yaparım.

Ama önce uzaktan da olsa bir keşif yapmalıyım.

Çayın yatağı burada bir hayli genişliyor ve karşıya geçmem halinde ise sazlıklardan görülmeyen ve geçilmesi imkansız bir çıkış olmalı. Üstelik uzaktan da olsa kaya yüzeyinde mezara benzer bir şey göremiyorum.

Çayı buradan geçmekten vaz geçiyorum ve tekrar çayı ikinci kez geçtiğim noktaya gelerek çayı üçüncü kez geçiyorum.

Yine aynı endişeli hal ve yine aynı sorular ve yine aynı cevaplar.

Çayı üçüncü kez geçtikten sonra bir daha durum değerlendirmesi yapıyorum.

Mutlaka bir yolu olmalı.

Evet elbette.

Çayı ikinci kez geçtiğim, yani kaya kütlesinin sağ tarafının çaya sokulduğu yere geliyorum ve buradan kayalara tırmanarak kaya kütlesinin diğer tarafına geçmeyi deniyorum.

Kaya kütlesine sanki perdahlanmış bir yüzeyinden tırmanarak çıkıyorum.

Perdahlanmış kaya yüzeyi sona erdiğinde, kaya yüzeyinde kırmızı-beyaz doğa yürüyüş çizgilerini fark ediyorum.

Artık yenilenmediği için çoğu kaybolmaya ve silinmeye yüz tutmuş bu kırmızı-beyaz çizgileri arayıp buluyor, bulamadığım yerde kendime göre yol tayinim ile rotamı buluyorum.

Kaya kütlesinden aşağı inerken kaya yüzeyine basamaklar ve bir yere de çok derin bir su sarnıcı yapılmış olduğunu görüyorum. Basamaklar ve su sarnıcının Roma döneminden olduğunu düşünüyorum.
Tırmandığım kaya kütlesinin sağ tarafı ön planda şimdi solda
KAYA TIRMANIŞI TAMAM DA GERDEKKAYA NEREDE?

Ersoy Muhtarın tarifine göre kaya kütlesinin ön tarafına geçtim, bundan eminim.

Ama kaya mezar nerede?

Kaya kütlesinin eteklerinden biraz yürüyorum.

Görünürde bir şey yok.

İyi ama boşuna mı geçtim kaya kütlesinin ön tarafına?

Endişelenmiyorum. Mutlaka bu yüzde ve mutlaka yüksekte bir yerde olmalı.

Kaya kütlesinin eteklerindeki patikadan ve yer yer çağşaktan yürüyerek tırmanıyorum.

Biraz daha yürüyorum, tırmanıyorum.

Susadığım bile aklıma gelmiyor.

Başımı bir an kaldırdığımda kaya mezarının sade ama bir o kadar heybeti ile sol tarafımda kaya yüzeyine bir tapınak gibi oyulmuş halini görüyorum.

NİHAYET GERDEKKAYA
Helenistik Dönem Kaya Mezarı
Heyecanlanmamak elde değil.

Uzaktan kaya mezara giriş basamağını görüyorum. Adımlarım hızlanıyor.

Nihayet kaya mezara varıyorum, ama içine girmeden, basamakları çıkmadan kaya mezarın altında duruyorum.

Müthiş

Kaya mezara alttan bakış
Sonra kaya yüzeyine oyulmuş basamaklardan çıkarak mezarın bulunduğu yere giriyorum.

Bu kadar görkemli, ama bu kadar sade olacağını tahmin etmemiştim. Dor tarzı yekpare sütunlar kayaya sonsuz bir devinim kazandırmış. Yapan usta, yapan mimar kim bilir neler düşündü? Zira, Usta çekicini veya keskisini yanlış bir şekilde vurması halinde, mezar için böyle yeni ve kocaman bir kaya kütlesini bir daha nerede bulacak?

Dor sütunları ile Gerdekkaya Kaya Mezarı
Kaya mezarın sahanlığından karşıdaki GEVEN Çiftliğini ve DEĞİRMENÖZÜ Çayı’ nın aktığı Hışır Vadisi’ ni seyrediyorum.

Hititlerin bugünkü başkent Hattuşa’ ya gelip konmalarından önce burası gibi, Değirmenönü Köyü gibi Hattuşa benzeri yerleri görmüş olduklarını ve yerleşip yerleşmeme konusunu tartıştıklarını, ama sonuçta Hattuşa’ da karar kıldıklarını düşünüyorum.

Bu vadi tamamıyla araştırılıp incelenmeli ve boydan boya yürünmelidir.

Bir gün yürüyeceğiz.

Gerdekkaya Kaya Mezarı’ ndan inip dönüşe geçtiğimde yine aynı kaya kütlesine oyularak yapılmış ve Gerdekkaya Mezarı’ nın solunda, batısında kalan başka bir kaya mezarın olduğunu fark ediyorum. Bu mezar da aynı dönemden, ama oldukça yüksekte yapılmış

Yörede bu mezara KAPILIKAYA deniyor.

Kapılıkaya Mezarı’na çıkmak istiyorum. Ama kaya öylesine dik ve sarp ki, riske girmek istemiyorum ve Kapılıkaya Mezarı’ na girmeden geldiğim yoldan geri dönmek üzere inişe geçiyorum.

Köye girişte içimin burkulduğundan daha fazlısını burada KAPILIKAYA Mezarı’ nı görünce hissediyorum.

Defineciler bütün mezarı dinamit ile patlatmışlar.

Yazık

Kapılıkaya Kaya Mezarı
GERDEKKAYA KAYA MEZARI’NDAN

GERDEKKAYA KÖYÜNE

GÖKTAŞININ PEŞİNE

Ersoy Muhtar’ın beni araçla getirdiği toprak yolu yarım saatte yürüyerek köye, karavanımı bıraktığım yere geliyorum.

Aynı yoldan giderek Büyük Camili Köyü’ ne varıyorum. Hem her şeyin yolunda olduğunu Kazım Abi’ ye bildirmek hem de varsa Kazım Abi’den içecek bir şeyler almak istiyorum.

Karavanı yine köy meydanına park ediyorum ve Kazım Abi’nin bakkal dükkanına giriyorum. Eski, bizim çocukluğumuzun bakkal atmosferi yok. Rafları daha çok çocuklar için satılan tatlı, tuzlu abur cuburlar poşetli çerezler doldurmuş.

Kazım Abi fiyatların ne mertebede olduğunu artık takip edemediğini, kimi malı pahalıya kimi malı ise çoğu zaman güncel fiyatından daha ucuza vermiş olabileceğinden söz ediyor.

Kazım Abi’den ayrılmadan telefonunu istiyorum. Kopardığı bir kağıt parçasına adını ve telefon numarasını yazıyor Kazım Abi: KAZİM TİREN

GERDEKKAYA KÖYÜ’NDEKİ GÖKTAŞI

Kazım Abi’den ayrılıp, Büyük Camili Köyü’nden ayrılıp yeniden Çorum-Alaca asfaltına çıkıyor ve sola Alaca yönüne dönüyorum.

Alaca ilçesinin dışından geçerek Yozgat-Zile ayrımına kadar geliyor ve bu ayrımdan sonra Zile yönünde yola devam ediyorum.

Amacım Çekerek yolu üzerinden girilen Alaca ilçesine bağlı GERDEKKAYA Köyü’ ne gitmek ve orada göktaşını bulan köylü Mutlu YILMAZ’ ı görmek.

Çekerek yönünde giderken birden Gerdekkaya Köyü yol ayrımını geçtiğini fark ediyorum ve geri dönerek Bozdoğan – Gerdekkaya levhasını izleyerek sola giriyorum.

Bozdoğan Köyü’ ne girdiğimde köyün içine girmemem gerektiğini düşünerek bir köylüye Gerdekkaya Köyü yolunu soruyorum.

Bozdoğan Köyü’nden çıkarak Gerdekkaya Köyü yönünde ilerliyorum.

Kısa sürede Gerdekkaya Köyü’ ne varıyorum.

Ancak diğer Anadolu köylerinde olduğu gibi, bu köyde de ortalıkta kimseler görünmüyor.

Karavanı köy meydanına park edip araçtan ineceğim sırada genç birisini fark ediyorum.

Adının Mustafa olduğunu ve Ankara’ da çalıştığını, salgından dolayı köye geldiğini söyleyen genç köylüye göktaşını görmeye geldiğimi ve Mutlu Bey’in evini soruyorum.

Tam lafımız bitmeden Mustafa sol taraftan gelen on yaşlarındaki bir köy çocuğunu göstererek, ”işte geçen çocuk onun çocuğu, o seni götürür, ben de gelirim sizinle,” diyor.

Ne güzel.

Mutlu Bey’ in çocuğu önde ben ve Mustafa göktaşını görmeye Mutlu Bey’in evine doğru gidiyoruz.

Şansım varmış, iş güç zamanı olmasına rağmen Mutlu Bey evinde ve beni çok samimi ve içten karşılıyor.

Biraz sohbetin ardından konu göktaşına geliyor ve Mutlu Bey evine girerek o uzun bir dönem gündemden düşmeyen göktaşını getiriyor tek başına.

-Mutlu Bey bu ağır taşı tek başınıza nasıl getirdiniz?

-Alıştık.

Gerdekkaya Göktaşı

Mutlu YILMAZ’ ın oğlu göktaşı ile 
Bu göktaşı hakkında daha önceden okuduklarım, gördüklerim, izlediklerim ve bildiklerim var. Amacım taşı canlı olarak görmek ve taşa dokunmak olduğu için köye geldim.

-Mutlu Bey hem sizin adınız, hem de bu köy sıra dışı bir köy. Köy yerinde Mutlu adına pek rastlanmaz ve sizin yüz, göz, saç renginiz de bizim bu yöreye has Türkmen yüzünden çok farklı.

Üstelik herkesin belki de yüzlerce yıldır ekilen o tarlada gördüğü taşı sizin fark etmeniz de bunu gösteriyor.

Mutu Bey gerçekten mutlu oluyor. Köyün etraf köylerden farklı olduğunu, 93 harbiden sonra gelen çok sayıda KARAPAPAK Türk boylarından birisinin bu köyü kurduğunu söylüyor.

Durumu şimdi daha iyi anlıyorum.

Köyün tahsil durumu, bakımlı hali hemen kendini gösteriyor.

…/…

Tarlada bulundu, Türkiye'nin 3'üncü en büyüğü çıktı!

Çorum'un Alaca ilçesine bağlı Gerdekkaya Köyü'nde bulunan taş, Türkiye’nin üçüncü büyük demirli göktaşı gök taşı olarak literatüre geçti.

İHA'nın haberine göre, Alaca'ya bağlı Gerdekkaya Köyü'nde yaşayan Mutlu Yılmaz, geçen Nisan (2019) ayında kendisine ait nohut tarlasını temizlerken bir taş buldu. Hasat mevsimi olmasıyla nedeniyle taşın biçerdövere zarar vermemesi için kaldırıp kenara koymak isteyen Yılmaz, başarılı olamayınca arkadaşı Revdet Erdoğan'dan yardım istedi. İki arkadaş taşı güçlüklü kaldırabildi. Taşın kütlesine rağmen sahip olduğu ağırlıktan şüphelenen Yılmaz ve Erdoğan daha sonra taşı köye götürerek incelemeye başladı.

Revdet Erdoğan bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri'ndeki (ABD) ağabeyi Cevdet Erdoğan ile irtibata geçerek taş hakkında bilgi verdi. Bunun üzerine Cevdet Yılmaz, taştan numune alınarak kendisine gönderilmesini istedi. Yılmaz ve Erdoğan taştan güçlükle aldıkları numuneyi analiz için ABD'ye gönderdiler. ABD'de NASA ve Ucla Üniversitesi'nde analizi yapılan 68 kilogram ağırlığındaki taşın Türkiye'ye düşen en büyük kütleli 3'üncü demirli meteorit olduğu belirlenerek, veri tabanına kaydedildi.

NASA'DAN PARÇA İSTEDİLER, GÖNDERDİK'

Tarlasında gök taşı bulan Mutlu Yılmaz, nohut tarlasındaki taşların biçerdövere zarar vermemesi için tarladaki taşları topladığını belirterek, "Tarlanın yüzeyinde bir kaç tane büyük taş vardı. Onları toplayarak getirip bir kenara koydum. Ancak bu taşı kaldıramadım ilk etapta. Sonra arkadaşıma haber verdim. Geldi beraber inceledik. Kırmaya çalıştık kıramadık. Bizde taşı alıp köye götürdük. Taş yerinden kalkmayınca kütlesinden ve ağırlığından şüphelendik. Akşam meteor olabileceği kanısına vardık. Amerika’da yaşayan tanıdığımız Cevdet Erdoğan ile irtibata geçtik. NASA'dan parça istediler; gönderdik. Yapılan incelemeler sonunda meteor olduğu kesinleşti. Sonuç elimize ulaştı. Nohut ektik meteor biçtik gibi oldu bu iş" dedi.

YURT İÇİNDE SONUÇ ALAMAYINCA YURT DIŞINA GÖNDERDİK'

Türkiye’de taşın incelenmesi için ilk önce Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü (MTA) göndermek istediklerini dile getiren Yılmaz, MTA analiz için ücret talebinde bulununca taşı göndermekten vazgeçtiklerini ifade etti. Daha sonra İzmir'de bir akademisyenle irtibata geçtiklerini anlatan Yılmaz, İzmir'deki hocanın buldukları taşın önce sıradan bir taş olduğunu söylediğini ancak NASA'nın sonuçları açıklayınca taştan parça istediğini belirtti.

Göktaşıyla ilgili yurt içinde sonuç alamayınca yurt dışına yöneldiklerini dile getiren Yılmaz, "Yurt dışından gelen raporda meteor olduğu kesinleşti. İçerisinde kobalt, nikel, düşük miktarda altın birkaç tane daha element var. Taşın ağırlığını ilk etapta el kantarıyla ölçtük 68 kilo geldi" diye konuştu.

'MÜZE AÇILIRSA VERİRİZ, ÜLKEMİZDEN DIŞARI ÇIKMASIN'

Türkiye'de 17-18 tane gök taşı olduğunu hatırlatan Yılmaz, "Devlet bunları alıp müze şeklinde sergileyebilir. Öyle bir şey olursa da çok iyi olur. Herkesin kendi elinde göktaşı var. 152 kilo ağırlığındaki gök taşı da sahibinin elinde. Ne yapacak onu. Böyle bir müze gibi bir şey olursa oralara veririz ülkemizden dışarıya çıkmasın" şeklinde konuştu.

MTA BİZDEN YÜKSEK BİR ÜCRET İSEYİNCE NASA'YA GÖNDERDİK'

Ayçiçeği ekimi yaptığı sırada arkadaşının yanına gelmesiyle göktaşından haberdar olduğunu belirten Revdet Erdoğan ise, yaşadıklarını şöyle anlattı: "Bölgede çok taş vardı. Normal bir taş olabileceğini düşündük ancak kaldırmaya çalıştığımızda taşı kaldıramadık. Çekiçle vurarak kırmaya çalıştık ancak başarılı olamadık. Taş olsaydı eğer kırılırdı. Köyde aracın hoparlörünü söktük, mıknatıs etkisi var mı diye denedik. Baktık taş mıknatıs gibi tutucu özelliği var. Göktaşını eve götürdükten sonra Amerika'da yaşayan kardeşimle görüştük. O bu konulara meraklı. Gök taşıdır kesin o, dikkat edin, çıplak elle temas etmeyin şeklinde bizi uyardı.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra telefon ederek taştan numune ve Türkiye'de inceletmemizi istedi. Taştan bir parça kestik. Baya bir uğraştık. Spiral ve elektrikli demir testeresi ile kesmeye çalıştık. İki aletle zor kestik. Bizden 100 gram istenmesine rağmen götürüp tarttırdığımızda 560 gram geldi. MTA bizden yüksek bir ücretle gök taşının testlerini yapacağını söyledi. Bizde kardeşimin ısrarı üzerine taşın bir numunesini Amerika'ya gönderdik. NASA'ya bağlı Ucla Üniversitesi'nde iki profesör bunun incelemesini yaptı" diye konuştu.

AMERİKA'DA SONUÇLAR BAYAĞI UZUN SÜRDÜ'

Gök taşını Türkiye'deki üniversitelerde inceletmek için uğraştıklarını anlatan Erdoğan, "Türkiye'deki üniversiteler bunu tarladan çıkan normal taş gibi kabul ettiler. Hiç kimse ilgilenmedi. Amerika'daki sonuçlar bayağı uzun sürdü. Bunun bir gök taşı olduğu hatta nükleer bir reaktörde denendiğini söylediler. Amerika'dan bu taşın gök taşı olduğu ve Türkiye'ye düşen üçüncü büyük gök taşı olduğunu belirttiler" ifadelerini kullandı.

'ARTIK BU TESCİLLENDİ, LİTERATÜRE DE GİRDİ'

Gerdekkaya köy muhtarı Gıyasettin Yılmaz'da, taşı bulan kardeşini tebrik ederek, "Köyümüz yapı itibariyle taşlık bir köy. Çevrede çok taş var. Bu kadar taşın içerisinde kardeşimin bu taşı bulması büyük bir marifet. Dikkatli olup bu taşı bulmasaydı gök taşı tarlada sıradan bir taş gibi duracaktı. Bu tarlayı yıllarca bizde ekip biçtik ancak hiç dikkat etmedik. Bu taşın göktaşı olduğunun belirlenmesinde en büyük emek Amerika'da yaşayan Cevdet Erdoğan'ın. Çok üzerine düştü.


Göktaşını bulan MUTLU YILMAZ

Türkiye'de incelenmesi için çok uğraştı. Ancak Türkiye'de bir netice alamadı. Son çare olarak incelenmesi için gök taşını Amerika'ya gönderilmek zorunda kalındı. Keşke Türkiye'de bu konular üzerinde daha yoğun çalışma yapılsa, belki bundaki madenler bir işe yarar ya da teknolojide kullanılabilir. Böyle bir şey yapsalar bu daha sevindirici olur. Kütle olarak taş küçük ancak çok ağır. Köyümüz içinde güzel bir şey köyümüzün adını dünyaya duyurdular" dedi.

Taşın tescilli bir gök taşı olduğunun altını çizen Muhtar Yılmaz, "Artık bu tescillendi. Literatüre de girdi. Bunu ilk etapta devlet kurumlarımız veya araştırma yapan üniversitelerimiz bunlar bizi tercih ederse oralarda değerlendirebiliriz. Koleksiyoncular veya özel sektörden talep gelirse değerlendirebiliriz" şeklinde konuştu.

TÜRKİYE'DEKİ GÖK TAŞLARININ LİSTESİ

AD 
YIL
YER 
DURUM
TİPİ
KÜTLE
Efes (Ephesus)
Antik Dönem
İzmir
Şüpheli
Şüpheli Meteroit

Birgi
1332
İzmir
Şüpheli
Şüpheli demir meteroiti
50.8 kg
Aydın (Aidin)
1340
Aydın
Şüpheli
Şüpheli meteroit

İstanbul
1805
İstanbul
Şüpheli
Şüpheli ökrit

Antalya (Adalia)
1883
Antalya
Resmî
Ökrit-mmcit
1 g
Magnesia Antik Kenti
1889
Aydın
Resmî
Demir, IAB-sHL
5 kg
Karataş (Caratash)
1902
İzmir
Resmî
LL6
8 g
Domaniç (Domanitch)
1907
Bursa
Resmî
L5
438 g
Sediköy
1917
İzmir
Resmî
L6
240 g
Bursa
1946
Bursa
Resmî
L6
25 kg
İbrişim
1949
Niğde
Resmî
OC

Kayakent
1961
Eskişehir
Resmî
Demir, IIIAB
85 kg
Çanakkale
1964
Çanakkale
Resmî
L6
4 kg
Akyumak
1981
Ağrı
Resmî
Demir, IVA
50 kg
Sivas
1989
Yozgat
Resmî
H6
40 kg
Didim
2007
Aydın
Resmî
H3-5
3.4 kg
Kemer
2008
Muğla
Resmî
L-4
5.76 kg

…/…

Gerdekkaya Köyü’nde göktaşını gördükten sonra köy için başka önemli bir şeyi merak ediyorum: TAŞ ODA

Taş Oda olarak bilinen ve tep parça bir bir kaya kütlesine oyularak yapılan muhtemelen Helenistik dönem bir mezar odası yöre halkı tarafından “taş oda” olarak biliniyor.

Orayı görebilir miyim, diye soruyorum Mutlu Bey’e.

Elbette, diyor ve oğlu ve Mustafa bana rehberlik ederek köyün alt tarafında küçük bir dere kenarında tek başına duran bir kayanın önüne geliyoruz. İşte TAŞ ODA burası.
Gerdekkaya Taş Oda
Gerdekkaya Köyü

Taş odayı da gördükten sonra Mutlu Bey’den izinle köyden ayrılmak istiyorum.

Mutlu Bey kayınbiraderi Mustafa’yı Ankara’ ya gitmeden önce çerez niyetine yeşil nohut yolmak için ilaçlanmamış tek bir nohut tarlasına gönderiyor.

Mustafa’ ya ben ve Mutlu Bey’ in oğlu da refakat ediyor ve nohut tarlasına girip nohut yoluyoruz. Ben ancak iki dal yolarken onlar üç çuval yoluyorlar. Haklılar, Ankara’ da herkes köyden yeşil nohut bekler.

Nohut yolanlarla vedalaşıp uzaktan köyün ve karavanın görüntüsünü alıyorum.

Köyde yol kenarından aldığım kızıl renkte dikenli iğde dalları ise Hattuşa’ da evimin ön balkonunu süslüyor. Kuru iğde dalından yapılan boncuklar nazara karşı çocuklara, hayvanlara takılır bu yörede.

Kızıl renkte kuru iğde dalları

ÇEKEREK ÜZERİNDEN BAHADIN KÖYÜ’NE

Gerdekkaya Köyü’nden ayrılarak bu gece konaklayacağım Yozgat-Sorgun-Bahadın Köyü’ne doğru yola çıkıyorum.

Karavanın, beyaz devenin, Nikkal’in yağ sızdırması bütün planı değiştirmişti. Planladığım gezi programına göre geceyi Kazankaya’ ya Kanyonu’ nda geçirecektim. Ama olmadı.

Durum böyle olunca geceyi Bahadın Köyü’nde geçireceğim.

Çekerek ilçesine varmadan Aydıncık ilçesi var, oraya varmadan ise Kazankaya Kanyonu var. Yola devam ediyorum. Çekerek ilçesinde durmadan yola devam ediyorum. Aydıncık- Çekerek – Sorgun yolu gerçekten çok güzel bir güzergah.

Öğleden sonra Bahadın Köyü’ ne varıyor ve dostumuz Durak’ a ve eşi Meryem Hanım’ a misafir oluyor, geceyi onlarda geçiriyorum.

Ertesi sabah seyahat planım erkenden kalkarak uzun süredir ertelediğim Anadolu’nun en büyük höyüklerinden Alişar Höyük’ e görmek.

Sabah erken kalkıyoruz. Alişar Höyük Yozgat-Sorgun ilçesi Alişar Köyü sınırları içinde ve Alişar’ a en kestirme yol bugün Bahadın’ a bağlı bir mahallenin / köyün içinden geçip Sarıkaya yoluna sola dönerek varılıyor.

İçinden geçeceğim köy eski adı PÖHRENK şimdiki adı ise GÜMÜŞKAVAK olan eski bir Ermeni köyüdür. Ancak YERLEŞİM YERİ ADI İRONİSİ burada da göze çarpıyor. Köyün yeni adı GÜMÜŞ KAVAK olmasına rağmen ortada kavak ağacı bile görünmüyor.

ALİŞAR – ALİ ŞAAR – ALİ ŞEER – ALİ ŞEHER – BÜYÜK ŞEHİR – BÜYÜK KENT

Hangisini söylerseniz söyleyin, “büyük şehir” anlamı olan ALİŞAR adı Anadolu’ da çok sık rastlanan bir yerleşim adıdır.

Bizim BİR ROMAN BİR ŞEHİR Proje Yurt Gezilerimizden birinde KERVANKIRAN Romanı’ nın peşinden romanın yazarı Arif IRGAÇ Üstadımız ile hem romanın geçtiği hem de Arif IRGAÇ Üstadımızın köyü olan ALİŞAR Köyü’ ne gitmiştik.

Hep bir ezberdir aslında ya da ezber bozmadır Osmanlıca tamlamalar. ALİ-ŞAR adını ne bir Arap ne de bir Farsi anlayıp çözebilir.

Zira, ALİ Arapça “yüce, büyük” anlamına gelirken, Farsça ŞEHR kelimesinden bozulma ŞAR “şehir, kent, il” anlamına gelir ve ikisi farklı bir dilden Türkçe’ ye ALİŞAR, diye geçer.

Alişar’ ın büyük şehir olması ne günümüzle ne de yakın geçmişle ilgilidir. Alişar Höyük Anadolu’ nun en büyük ve en eski höyüklerinden biridir ve yerleşimi çok eski çağlara kadar gider.

ALİŞAR HÖYÜK

Eğer bir kahverengi işaret levhası yoksa Alişar Höyük’ ü gitmek için yapılması en doğru iş Alişar Köyü’ ne giderek höyüğün nerede olduğunu sorup öğrenmektir.
Sarıkaya Yolu Alişar Köyü ayrımı
Ben de öyle yapmak üzere Sarıkaya ilçesi yönünde giderken sağa Alişar Köyü ayrımına giriyor ve duruyor, kendime göre höyük olabilecek bir yükselti arıyorum. Tam o sırada bir araç yanımda duruyor ve nereye gitmek istediğimi soruyor.

-Alişar Köyü’ ne gideceğim.

-Ne yapacaksın orada?

-Alişar Höyük’ ü göreceğim.

-Höyük tam karşıda, ana yolun öbür tarafında. Yüz elli metre ilerde U dönüşü var, oradan höyüğe gidebilirsin.

Arkama dönüp bakıyorum. Gerçekten de inanılmaz büyüklükte bir höyük.

Bana höyüğü gösteren köylüye teşekkür ederek U dönüşü yapılacak yerden dönerek yolun tam karşısına geçiyorum.

Bugüne kadar bu yoldan defalarca geçmeme rağmen böylesi büyük bir höyüğün Alişar Höyük olabileceğini neden düşünemedim acaba?

Bunun nedeni sadece yol kenarına konmamış olan veya konmuş olup da muhtemelen sökülüp atılmış olan kahverengi işaret levhasının bulunmayışı olabilir mi?

Asla. Benim bu höyüğün farkına varmam gerekirdi.

Neyse, hiçbir şey için geç değil, ilkesinden hareketle bu muazzam büyüklükteki höyüğün önünde durarak karavandan inerek bir saatten fazla höyüğü geziyorum. Höyüğün tepesine çıkıyorum. Gerçekten de çok etkileyici bir höyükle karşı karşıya olduğumu bir kere daha anlıyorum.

Alişar Höyük             
Arkeolojik açma


Almanlar Hattuşa’yı kazarken arkeoloji dünyasında bütün dikkatleri üzerlerine çeker ve büyük bir prestije sahip olurlar. Amerikalılar ise Hitit tarihi açısından daha önemli olduğunu düşündükleri başka bir yer kazarak Almanlarla boy ölçüşmeye girerler.

Ancak Alişar Höyük kazıları Amerikalıları hayal kırıklığına uğratır ve esasen kazılar da kısa sürede sona erer ve bütün höyük kazılır.

Her sene olduğu gibi bu sene de yapacağımız Hattuşa Yurt Gezimizin başlığı HATTUŞA’DAN KIZ YUSUFLU’ YA HİTİTLERİN İZİNDEN idi.

Bu Yurt Gezimizi yapabilseydik, Hititlerin izini sürerken Alişar Höyük’ e de uğrayacaktık. Ancak salgından dolayı gezimizi ertelemek zorunda kaldık. Alişar Höyük’ e gelmiş olmak benim için bir ayrıcalık oluyor.

ALİŞAR HÖYÜK KAZILARI

Alişar Höyüğü, Hitit tarihi açısından önem taşıyan önemli bir merkezdir. Burası dünyaca ünlü olmuş ve Hititologların her daim ilgisini cezbetmiş önemli bir Hitit yerleşim yeridir. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Avrupa’dan ve Amerika’dan gelen bilim insanlarının kurdukları kazı heyetleriyle burada yapılan kazılar sayesinde Hitit tarihi biraz daha aydınlanmıştır. Hans Henning von der Osten ve Erich F. Schmidt 1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yıllarında başlarında Anadolu’ya pek çok kez gelmiş ve Alişar kazılarını sürdürmüşlerdir. Bu yazıda, değerli bu iki bilim insanının Türk Yurdu dergisine verdikleri röportaj yer almaktadır. Röportajda her iki bilim insanı hem biyografilerinden hem de yaptıkları kazılardan edindikleri sonuçlardan ve izlenimlerden bahsetmektedir. İşte o röportaj…

Alişar Hafriyatı

Amerika Chicago Darülfünunu şark müessesesi insan medeniyetinin menbalarını araştırmakla meşguldür. Müessesenin reisi ve müessisi Profesör Dr. Yames H. Breated’in yanında Alişar hafriyatını başaran Dr. Hans Henning von der Osten Hitit şubesi müdürüdür. Doktor Erich F. Schmidt de iş bölümünde üstünün en zahiridir.

İlmi neticeler kadar mütehassıs âlimlerin yetişmesi de bizi alakadar ettiği cihetle iki muhterem zatın başta tercüme-i hallerini öğrenmeğe çalışıyoruz. Von der Osten zirdeki notları lütfediyorlar:

“1899’da Postdam’da tevellüt ettim. Pederim eski bir asker ailesindendir. Evvelce diplomasi mesleğine hazırlandım, on dört seneden beri de Hitit tarihiyle meşgulüm. 1918’de İngilizlere karşı Cabri’de harp ederken ağır surette mecruh oldum. İhtilal senelerinde Berlin Darülfünunu’nda arkeoloji tahsil [ettim]. 1923’te Amerika’ya hicret ettim. New York Metropoliten Müzesi’nde asistan bulunduğum sırada Hitit mühürlerine dair neşriyatta bulundum. Hitit ekspedisyonları neticeleri tatmin etmediği cihetle küçük Asya heyet-i seferiyesini ihzar ettim. Asya’da hafriyatta bulunabilmek için teşvikata başladım. 1926’dan itibaren her sene Anadolu’ya geliyorum. Bu memlekette çalışılacak ne geniş saha var. İnsan düşünürse deli olur. Hitit tetkikatı mevcut edebiyata istinaden evvelce Hititlere dair beslediğim kanaatlerin tamamen yanlış olduğuna inandım. Şimdi öğrendiklerimi unutmağa çalışıyor ve ne Hititleri ve ne de Grekleri arıyorum. Bulduğumu anlamaya çalışıyorum. İlmi de bir eğlence telakki etmiyorum. Ufak bir kitabe ile senelerce oyalanmak beni tatmin etmez. Daha çok ve daha toplu görmek istiyorum. Bir kılı kırka yarmak ilmin asıl hedefi değildir; bu bir vasıtadır. Tarih ve arkeolojinin vazifesi muhtelif medeniyetler kavimler arasındaki rabıtaları araştırmak bugün yaşadığımız medeniyeti daha iyi anlamak ve takdir etmektir. Dostum Schmidt büsbütün ayrı bir tiptir. O teferruata fazla ehemmiyet verir. Bana daha ileri gitmek için icap eden esasları hazırlar ve beni tamamlar. Üç seneden beri Anadolu’da çalıştıktan sonra eski Anadolu medeniyeti hakkında bir fikrim vardır. Fakat kati mütalaalar beyanından çekinirim. Bu seneki hafriyat neticesinde Anadolu’da Hititlerden evvel de bir medeniyet olduğu tahakkuk etmiştir. Elimizdeki materyale istinaden Hititlerin sair akvam arasındaki mevkiini tayin edebiliriz. Müzeleri doldurmak için daha çok hafriyat yapmak lazım ise de bizim bulduğumuz mevad da ilmin bu meseleye müteallik müşkillerine az çok cevap verebilecek kıymettedir. Biz heykel gibi fevkalade gösterişli parçalar bularak şeref teminine çalışmıyoruz. Bunlar ferdidir. Biz halk medeniyeti vesaikini arıyoruz. Basit bir Hitit köylüsünün nasıl yaşadığını öğrenmek istiyoruz. Bir köylü kullandığı çömleği nasıl süslüyor, bunu bilmek bir kralın heykelinden bizim için daha mühimdir. Büyük monomanlara bakarak bir halkın medeniyeti hakkında fikir yürütmek tamamen yanlıştır. Büyük monomanlar ferdidir. Biz Alişar’da hafriyat yaparken yevmi hayatın küçük fakat mühim vesaikini kaçırmak istemedik. Onun için her avuç toprağı dikkatle muayene etmeden atmadık..”

Alişar Höyüğü’nde yapılan hafriyat faaliyetlerinden
“Hititler asilzade ve muhariplerden mürekkep bir millete benziyor. Hititler belki de bir medeniyet getirmemişler, bir medeniyetin teşekkülü imkânını halk etmişlerdir. Onların mükemmel bir hükümet ve harp teşekkülatı vardı. Reayayı teşkil eden muhtelif akvam kanunların himayesinde sükunetle çalışabiliyorlardı. Hititler Anadolu merkezinde 600-700 sene kadar kaldılar. Sokaklar tanzimi ve istihkamlar inşası gibi mühim işleri olduğundan keyfiyet itibarıyla yüksek, fevkalade artistik eserler bırakmadılar. Hititlerin merkezi (21) Yozgat tarafında Boğazköy’de olsa gerektir. Bulduğumuz eşyanın mühim bir kısmı Hititlerin merkezi Anadolu’da hükümet sürdüğü zamana müsadiftir. Hititler zamanında Anadolu küçük krallıklara ayrılmıştı. Fakat Hititlerden evvel Anadolu ırk itibariyle mütehitti. Zira bulduğumuz ve birinci devre unvanı verdiğimiz kırmızı çanaklar Anadolu’nun her tarafında bulunuyor. Coğrafya nokta-i nazarından Anadolu muhaceret-i akvamın esas geçit yoludur. Anadolu’da Hititlerden evvel bulunan kavim o derece kuvvetli idi ki, bundan sonra bütün siyasi tahavvüllere rağmen bu eski ırk varlığını kaybetmiyor. Galiplerin getirdiği medeniyetle eski medeniyet buluşuyor, eski iz tamamen silinmiyor. Anadolulu bir ırk meydana geliyor. Eski Anadolu unsuru hiçbir vakit tamamen kalkmış değildir.

Hititlerin adı Mısır hiyerogliflerinde heta (cheta) Asur ve Babilon’da hatti (khatti) İncil’de Hitit (Hitites) olarak geçiyor.

İlk defa olarak bir Hitit medeniyeti mevcut olduğunu ilim dünyasına haykıran Profesör Caes kendisi İncil’i sık sık okuyan bir rahip olduğundan üç isim arasında Hitit tarzını tercih etti ve ondan sonra bu isim taammüm etti. Bir Alman alimi eski Mısır lisanında gümüşe hat denildiğini ve Mısırlıların gümüşü Asya-yı Sagar’dan temin ettiklerini Hititlerin merkez olan Hattuşaş gümüş şehri manasına geldiğini gösterdi. Doktor Furrer’in ifadesine göre Boğazköy’de bulunan bir kitabede Kral Moshelish’in Anadolu’nun muhtelif mahallerinde dört büyük şehir inşa ettiği yazılıdır. Bu dört şehirden birinin adı Ancovash ‘tır. Doktor Furrer Anakara’nın bu Ancovash’tan neşet ettiğini zannediyor. Bu nazariye her halde doğru olsa gerektir. Vaziyet-i coğrafiyeye göre muhakkak burada bir Hitit istihkamı mevcuttu. Ve esasen Hititlere müteallik bazı parçalar bulunmuştur.

Alişar’da çıkan eşyayı Maarif Vekaleti Ankara Etnografya Müzesi’nde teşhir etmekle isabet etmiştir. Biz Türkiye Cumhuriyeti merkezine harici gösteriş itibariyle pek parlak olmasa da mutlak surette ilmi kıymeti haiz bir koleksiyon hediye ettiğimizden memnunuz. Yalnız ilim adamları değil temasta bulunduğumuz her şahıs bizim işimize ciddi alaka göstermiştir. Bu bizim sayimizin mükafatıdır.”

Alişar hafriyatını yapanların ikinci mühim rekti olan Doktor Schmidt tercüme-i halleriyle Alişar’da çalıştıkları usule dair zirdeki izahatı lütfettiler:

“1897’de Baden-Baden’de doğdum. Karlsruhe ve Berlin’de Realgymnasium ve Kädet kurunu ikmal ettim. Harb-i Umumi’de Rus esaretinde dört sene kaldım. Berlin Darülfünunu’nda evvelce ekonomi politik tahsil etmiştim. 23’te Amerika’ya hicret ile Columbia ve New York Darülfünunları’nda etnoloji, antropoloji, arkeoloji tahsil ettim.

Medeniyetin tetkiki sahasında yapılan üç ekpedisyona iştirak ettim. Kablet-tarih İndianlar ile meşgul oldum. Arizona’da toprak altındaki medeniyet tabakaları Anadolu’da gömülü medeniyet tabakalarına nazaran daha incedir. Bir tabaka ile diğer tabaka arasında pek cüzi fasıla olduğundan çok dikkatli çalışmak lazımdır. Doktor Ratzem tabakaların relatif kronolojisini tayin üzerinedir. Yüz binlerce çanağı adese ile muayeneden geçirmek icap etti. Ayn-ı usulü Alişar Höyüğü’nde de tatbik ettik. Devirlerin evsaf-ı mümeyyizesini tayin için bir sahada onar-yirmişer santimlik tabakalar keserek muhteviyatını tespit ile mühendis kağıdına şemalarını yaptık.

Alişar Höyüğü 30 metre yüksekliktedir. Fakat asıl şehir 7-8 metre yüksekliğinde höyüğün eteğinde bulunuyor. Höyük yalnız bir kavmin işgalinde kalmamıştır. Toprak sathına yakın bazı yerlerde Türk evleri, onun yanında Romen evleri, onun yanında Selçuk izleri vardır. Yeni gelen kavim eski kavmin bıraktığı harabelerin üstüne değil de, yanına inşaat yapıyor. Yukarıdaki kale kısmında yine yeni Romen devrini bulduk. Fakat Türk evlerinden ve Romen evlerinden aşağı inildikçe vaziyet değişiyor.

Bazı yerlerde de evvela Osmanlı Türklerini sonra Selçukileri, sonra Romenleri (Bizans az) sonra bizim IV’ üncü dediğimiz hangi kavme ait olduğunu bilmediğimiz bir tabakayı, sonra IIIb unvanını (22) verdiğimiz yeni Hitit tabakasını sonra IIIa unvanını verdiğimiz eski Hitit tabakasını ondan sonra II’nci devir dediğimiz bir tabakayı nihayet I’inci devir dediğimiz milattan evvel 5-6 bin sene evvelki bir tabakayı buluyoruz.

Osmanlı Türk tabakasında tahminen 390 senelik toprak levhalar bulduk. Selçuk devri tabakasında raka cinsine müşabih çanak bulduk. Roma devri tabakasında büyük Kostantin parasıyla Romen çömlekçiliğine mahsus motivler bulduk. Bu Romen devrine ait çanak çömlek Sigillata terra ve Arezzo tipindedir.

IV’üncü devir çanak çömleği basit bentler motivini gösteriyor. Bu devir Hititlerle Romenler arasındadır.

IIIb unvanını verdiğimiz yeni Hitit devrindeki çanak çömlekler boyalı ve dairevi halkalarla ve kübik resimlerle süslüdür. Boğazköy devrinde bulunan çanak çömlekle birdir.

IIIa unvanını verdiğimiz eski Hitit devri hendesi tezyinatla süslüdür. Bu tabakada bulunan çanak çömlek Kültepe devrine müsadiftir.

II’nci devir unvanını verdiğimiz devir çok mühimdir. Bu devrin çanak çömleğinde müsellesi şekiller ve testilerinde kuşburnu gibi ağızlar kullanılmaktadır. Hemen tekmil kapların dipleri sivri olarak bitmektedir. Bunların yere oturması için eskiden samandan yahut pişmiş topraktan mamul bir halka bulunurdu. Bu devrin çanak çömleği boyalı değildir.

I’inci devir unvanını verdiğimiz devirde çanak çömlek hep kırmızı renktedir. Ve bunlar çarhla değil hepsi elle yapılmıştır. Bu Asya-yı Sagar’da ilk teşekkül eden medeniyet devrine müsadiftir.

Bu usulü saydan sonra höyüğün diğer mahallerinde tabakalara ehemmiyet vermeden kazsak bile çıkan eşyanın evsafına bakarak hangi devre ait olduğunu söyleyebiliyoruz. Kalede Romenlerden sonra dördüncü devir gelmektedir. Onun altında Hitit tabakası mevcuttur. IV. tabakanın hangi kavme ait olduğu meçhuldür. IIIb yeni Hitit devri Boğazköy devrine müsadiftir. IIIa eski Hitit devrinde kale yapılmış yeni Hitit devrinde de tamir ve ikmal edilmiştir. Kalede eski Hitit devrinden sonra beklediğimiz II’nci devir çıkmıyor. I’inci devir asarı bulunuyor. Demek yukarı kalede ne Osmanlılar ve ne Selçuklar ve ne de II’nci devir medeniyetine müsadif akvam oturmamışlardır. IIIa eski Hitit devrine teşhir ettiğimiz hiyeroglif mühürler müsadiftir. Teşhir ettiğimiz üstüvane şeklindeki mühürler de II’nci devre müsadiftir.

Chantre’ın Kapadokya’da bulduğu eşya bizim II’nci devirde bulduğumuz eşya ile bir cinstendir. Kültepe’deki Hitit tabletlerinin de bu II’nci devre müsadif olduğunu zannediyoruz. Kayseri’de hafriyat yapan Horozni tabakaların evsaf-ı mümeyyizesine dikkatle çalışmadığından tedai yapmak güçtür. İyi bir teknik ve iyi bir usul dairesinde ancak bilginin ufku genişler ve hafriyatlardan matlup ilmi neticeler husul bulur.”

Röportajın Künyesi: Alişar Hafriyatı / Hamid Zübeyir.– Ankara: Türk Ocakları Merkez Heyeti, Teşrin-i Sani 1928. Türk Yurdu (2-3. Seri) cilt: II (XXII), sayı: 11 (205), sayfa: 20-23

Çeviri ve Düzenlemeler: Bünyamin Tan

Bu eşsiz eserin Osmanlıcadan çevirisini yaptığı için ayrıca dergimiz adına teşekkür etmek istiyoruz.

ÇALATLI KÖPRÜSÜ ÜZERİNDEN YOZGAT – HATTUŞA

Görkemli Alişar Höyük’ü bir Yurt Gezisi programı ile tekrar gelmek üzere geride bırakıyorum. Sorgun üzerinden Yozgat’ a oradan da HİTİTLERİN YOL HAFIZASI izinden gitmek üzere çıktığım başlangıç noktasına, Hattuşa’ ya dönmek üzere yola koyuluyorum.

Yol boyunca hep eski çağlara ait yerleri görürken Sorgun–Yozgat arasında Yozgat’ a 12 km kala, hep gördüğüm, ama hiç durup yanına gidemediğim, yolun sağında duran ÇALATLI Köprüsü’ nü görmek için köprü levhasını gördüğüm yerden sağa dönüyorum.

Kötü bir restorasyon örneği olsa da taş kemerli ÇALATLI Köprüsü adını hemen yanındaki yerleşimden alıyor ve ÇALATLI Çayı üzerine kuruludur.
ÇALATLI KÖPRÜSÜ

Tarihî Çalatlı Köprüsü’nün günümüze ulaşan vakfiyesi ve üzerinde inşa ya da onarım kitabesi bulunmamaktadır. Tarihçesi hakkında bilgi veren herhangi bir arşiv kaydı olmayan köprüde, dönem işareti sayılabilecek süsleme unsuruna da rastlanmamıştır. Bu nedenle köprünün kesin inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak köprünün yapısal ve biçimsel özelliklerinden hareketle, inşa edildiği dönemi yaklaşık olarak belirleyebiliriz.

19.yüzyılın ikinci yarısında görülen mimarideki tıkanıklığı aşma çabasının bir ifadesi olarak, biçimlerde yeni arayışlar ortaya çıkmış; yuvarlak ve basık kemerin yanı sıra segment kemerler de kullanılır olmuştur. Segment kemer biçimi Geç Osmanlı döneminde ortaya çıkmakla birlikte Erken Cumhuriyet döneminde de kullanılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan betonarme ve çelik köprülerin kemer biçimlerinin esin kaynağı da sözünü ettiğimiz ve taş köprülerde kullanılan segment kemer biçimidir.

Tarihî Çalatlı Köprüsü, yakın çevre ve bölgede inşa edilen köprülerin tarihsel süreç içerisinde aldığı biçim bir bütün olarak değerlendirildiğinde; mimarî tasarım, segment kemer biçimi, malzeme-teknik ve kesin tarihi belli benzer köprüler ile karşılaştırıldığında Geç Osmanlı döneminde inşa edilmiş olmalıdır. Buradan hareketle köprünün inşa dönemini II. Abdülhamid ve 19. yüzyılın sonlarına tarihlemek mümkün görünmektedir.


Sorgun-Yozgat arasında Çalatlı Köprüsü

HATTUŞA’YA DÖNÜŞ

Mahfi EĞİLMEZ’ in harika eseri HATTUŞA’ DAN KAÇIŞ‘ a nazire olsun, diye değil, uzun-kısa seyahatlerimden sonra her seferinde Hattuşa’ ya dönmüş olmak beni fazlasıyla mutlu ediyor.

Şimdi yine Hattuşa’ dayım.

Bir sonraki Yurt Gezimi ÇORUM HELENİSTİĞİNE GİRİŞ projem kapsamında ve neredeyse bütün Çorum coğrafyasını gezerek yapmayı düşünüyorum.

HİTİTLERİN YOL HAFIZASININ aslında ne kadar derin bilgileri, tarihi, kültür ve coğrafyayı, etnografyayı içine aldığını görebilmek sadece “yola çıkmakla” ve yavaş yavaş, birbirine olan bağlantıları çözmekle anlaşılıyor.

Muhabbetle,