Yine karşımıza çıkıyor şu “b – v” harf dönüşümü.
Anlam da değişiyor, ama fark etmiyoruz.
Kar-ban, kar eden, demek oluyor. Günümüz dili ile tüccar, iş adamı.
Bağ-ban, diyoruz, “bağcı” anlamında.
Dide-ban, diyoruz, “gözcü” anlamında.
Sabahat
AKKİRAZ
söyler en güzel, içinde dide-ban geçen bu güzel Bitlis
türkümüzü:
Dideban üstündeyim
Dal boyun kastındayım
Erenler dua edin
Ben murat üstündeyim
Gidersen yolun olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum
Giderem Van'a voğru
Yolum İran'a doğru
Kes başım kanım aksın
Kadir bilene doğru
Ben murat üstündeyim
Gidersen yolun olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum
Giderem Van'a voğru
Yolum İran'a doğru
Kes başım kanım aksın
Kadir bilene doğru
***//***
Sonra anlam değişmesi ile kar-ban / ker-van, “kafile”, konvoy
anlamında kullanılır oldu.
Bu anlamda, kafile anlamında bilinen ilk kar-ban, ilk ker-van
yine bu topraklarda görülür.
Asurlu tüccarlar ticaret yapmak için, binlerce km kat ederek,
“kar” için kar-ban, tüccar olarak ta MÖ 1900’ lü yıllardan başlayarak, Hatti
topraklarına, Anadolu içlerine geliyordu.
Asurlu tüccarlar eşek kervanları ile geliyordu Hatti
topraklarına.
Kervan ile özdeş gibi görünen “develer” henüz bu uzun
yolculuklarda kullanılmıyordu.
Asurlu tüccarlar Hattilerin verdiği imtiyazlarla Anadolu
içlerinde, belirli yerlerde Ticaret Kolonileri, “karumlar”, iskeleler
kuruyordu.
Hattuşa yurt gezilerimizden biliyoruz artık Asur Ticaret
Kolonilerini.
Asurlu tüccarlar, kar-banlar yol boyunca kervanlarını
dinlendirmek, ikmal yapmak, kervan güvenliği için belirli bölgelerde, belirli
menzillerde bugünkü anlamda olmasa da “kar-ban saraylar / kervan saraylar”
yaptırıyordu.
Bugün Asurlu tüccarlardan kalan bir kervansaray kalıntısı bulmak
olanaksızdır.
Ama Anadolu’ ya Selçukluların getirdiği ve bazıları günümüzde
hala dimdik ayakta kalan kervansaraylar ticaretin can damarlarıydı ve
sultanların himayesinde olan kurumlardı.
***//***
Mekkareciler vardı. Kiralık yük hayvanları ile kervanlarda yük
taşıyan.
***//***
Kervancı, kar-bancı, tüccar olarak değil, ama birer “mekkareci”
olarak çıkıp gidelim, düşelim yollara, dedik Selman yoldaşım ile.
***//***
Selçuklu kervansarayları Anadolu’ yu doğudan batıya, kuzeyden
güneye bir ağ gibi örmüştür.
İki kervansaray arası mesafe ise, bir devenin gün ağarıp,
kararmasına kadar geçen sürede, yol ve coğrafyaya göre değişen koşullarda,
yürüyebileceği bir menzildir.
***//***
Düştük yola.
İki kervansaray, birisi Eğret Han, Afyonkarahisar merkez ilçeye
bağlı, diğeri yurt gezilerimizden bildiğimiz Döğer Han, Afyonkarahisar –
İhsaniye ilçesine bağlı, menzilimiz oldu.
31 Mart, Cumartesi günü sıra dışı bir kervansaray olan Eğret
Han’dan, Anıtkaya Köyü’nden başladık mekkare yürümeye.
Bahar serinliği hissediliyor.
Dağların henüz erimemiş kar beyazı, diz boyu olmuş buğday
tarlalarının yeşiline uyum sağlıyor.
***//***
Susuz
Osman Köyü’ ne geldiğimizde yaşlı iki amca ile sohbet ediyoruz.
Yolun
karşısında söğütlükler var, biz “öz” diyoruz bu azıcık dip suyu bulunca
kendiliğinden fışkıran söğütlük alanlara.
Özün
orada gürül gürül akan iki pınar var.
Pınarların
olukları en az yirmi metre. Hayvanlar düşünülerek yapılmış belli ki.
“Neden
köyün adı Susuz Osman Amca”, diyecek oluyorum yaşlılara.
Daha
ben söze başlamadan, yaşlılardan birisi konuşmaya başlıyor.“Önceleri su yokmuş buralarda. Bizim köy muhacir köyü, 23 mübadili.
Babamlar geldiğinde köyde hiç su yokmuş. Bu pınarları babamın büyükleri yapmışlar.”
Pınarlarda elimizi yüzümüzü yıkayıp serinliyoruz.
Pınarları yapanlara, onları koruyanlara şükran borçluyuz.
***//***
Yola
devam ediyoruz Selman’la.
Eski
adı Eğret, Anıtkaya Köyü’ nden bu yana, Eğret Han’ dan bu yana iki saate
yakındır yürüyoruz.
Bir
çıngıraklı kuyudan su çekiyoruz kovalar dolusu.
Kurdun
kuşun içmesi için kuyunun yalağını su ile dolduruyoruz.
Önden
gidiyorum, asfalt yolun solundan ve topraktan, kenardan.
Asfaltın
üzerinde bir kuş görüyorum, serçeye benziyor, ama değil.
Saka
kuşuna da benziyor, ama değil. İskete olabilir mi?
Kuş
sırt üstü asfaltta yatıyor.
Ölü
sanıyorum.
Ölü
bir kuş ise, alıp yolun kenarına, toprağa bırakacak oluyorum.
Ayak
seslerimi fark etmiş olmalı, kuş biraz kıpırdıyor.
Gözlerini
aralıyor sonra.
Sırt
üstü yatan ve dönemediği için sadece minik ayaklarını kıpırdatan bebeklerin
yaptığı gibi, kuş minik pençelerini kıpırdatıyor.
“Beni
fark edin, buradayım”, demek istiyor.
Elime
alıyorum kuşu.
Seviyorum.
Konuşuyorum onunla.
Pır
pır eder ya yüreğiniz, ”kuş gibi pır pır etti yüreğim”, deriz ya, kuşun yüreğinin
pır pır edişini hissediyorum avcumun içinde.
Bakıyorum,
görünürde yarası beresi yok kuşun.
Hızla
gelen araçların birisi çarpmış olmalı.
Kuş
henüz yavru, belli ki, hızlı kanat çırparak kendini kurtaramamış zavallı.
Selman
alıyor eline.
Susuz
Osman Köyü’ nden İhsaniye ilçesine kadar yürüyoruz, mekkare.
İlçe
küçük, ama hayvancılık yapılan bir yer ve veteriner bulmak zor değil.
İlk
veterinere gidiyoruz. Hep bilinir, küçük ilçelerde, kasabalarda en çok iş yapan
veterinerler hep belediyenin yanına açarlar muayenehanelerini.
Belediyenin
yanındaki veteriner levhasını görüyoruz uzaktan.
Varıyoruz.
Kapalı.
İkinciye,
bir sonraki veterinere gidiyoruz, hekim yok.
Oğlu
duruyor muayenehanede.
“Ben
anlamam, babama telefonla bir sorayım”, diyor.
Soruyor.
Bizim
için değil, ama kuş için umut yok.
Israrlıyız.
Üçüncüyü,
üçüncü bir veteriner hekimi arıyoruz.
Buluyoruz. Üstelik
üç veteriner hekimin çalıştığı bir klinik burası.
Babacan
bir hekim köylü birisi ile sohbet ediyor.
Selam
verip selam alıyoruz karşılıklı klinikte bulunanlarla.
Kuşu
gösteriyoruz hekime.
“Bir
bakalım”, diyor babacan tavırlı veteriner hekim.
Bir
antibiyotik, bir de vitamin damlatmaya çalışıyor kuşun gagasından içeri.
Kuş
ısrarla gagasını açmak istemiyor.
Hekim
yine de damlaları damlatmayı başarıyor kuşun minik gagalarından içeri.
Kuş
damlayan sıvıları gagası ile hissetmiş olmalı, nihayet o minik gagasını açıyor
ve bebeklerin dudaklarını şapırdatması gibi, minik gagalarını bir birine
değdiriyor.
Biraz
muhabbetten sonra kuşu veteriner dostumuza emanet ediyoruz.
Veteriner
buna çoktan gönüllü, şükranlarımızı eksik etmiyoruz hekime.
“19
Mayıs, Cumartesi günü yeniden düşeceğiz bu yollara ve emanet ettiğimiz kuşumuzu
görmeye geleceğiz”, diyoruz babacan veteriner hekime ve vedalaşıyoruz bir
emanetin yükünün altında ezilircesine.
***//***
Umay
kuşudur talih kuşunun adı.
Bilinen
yaygın adı ise “huma” kuşudur.
İrani
halklarda bunun adı Simurg’ tur.
Bizim
türkülerimize de geçmiştir.
31
Mart, Cumartesi günü, yani tam da kuşu bulduğumuz gün kaybettik o kendine özgü
sesi olan Mükerrem KEMERTAŞ’ ı.
En
güzel o söylerdi bu türküyü, Huma Kuşu türküsünü.
Huma
kuşu yükseklerden seslenir
Yar
koynunda bir çift suna beslenir
Sen
ağlama kirpiklerin ıslanır *
Ben
ağlim ki belki gönül uslanır
Başına
devlet kuşu kondu, diyoruz.
Eskiden
başına huma kuşu, umay kuşu kondu, derlerdi.
Hep
yükseklerde uçar, yükseklerden seslenir huma kuşu, türküde olduğu gibi.
Onu
kimseler göremez.
Kimin
başına konacağını da kimse bilemez.
Kimin
başına konarsa, o devlet adamı olur, talihi yaver giderdi.
Tanrıdır
o hep, tanrısaldır.
Bab-ı
Hümayun Kapısı vardır, Topkapı Sarayı’ nda, üç kapıdan birisidir ve Allah’ın
Açtığı Kapı, demektir ve halkın serbestçe girebileceği kapıdır.
“Talihin
yaver gitsin”, derdik en çok eskiden.
Şimdi
kimse kimseye böyle bir söz söylemiyor içten gelerek.
Bu
sözün manası “başında dönerek uçan, gölgesi senin üzerinde uçan o kuşa, o hüma
kuşuna zarar gelmesin, sana yardımcı olsun, avcı vurmasın onu”, demektir.
***//***
Yolun
kenarında ölü gibi sırt üstü yatan kuş, benim için umay kuşu muydu?
Yaralı,
neresinden yaralı olduğu belli değildi.
Yürekten
mi yaralıydı? Kim bilir?
Eşinden
mi ayrılmıştı? Kim bilir?
İki
saat elinde taşıyor kuşu Selman yoldaşım.
Sıcaklığını
kuşa veriyor.
Tedavisi
için bir veteriner hekime bırakıyor, emanet ediyoruz kuşu.
Talih
mi kondu desem?
Evet,
belki de ben o kuş için bir talihtim.
Kimin
kim için talih olduğu ve olacağı belli mi acaba?
Kim
kimin talihi olabilir ki? Belli mi acaba?
İşaret
miydi, bana desem?
Kuşu
bulduğumuz aynı gün, muhtemelen aynı saatlerde Ustamız, Huma Kuşu Türküsünün
babası Mükerrem KEMERTAŞ neden son nefesini veriyordu öyleyse İzmir’de?
Tesadüf
mü?
Hiçbir
şey tesadüf değildir.
***//***
Yollara
düşün.
Huma
kuşu uçar mı üzerinizden, konar mı başınıza, geçer mi gölgesi üzerinizden,
bilinmez, ama sizin için aşağıdaki dörtlüğü söyleyen, içinden geçiren, konuk ettiğiniz
yerde yorganınız olacak birisi mutlaka olur.
Gidersen yolun olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum
***//***
Ağlayınca
kirpiklerinizin ıslandığını fark edebiliyor musunuz hala?
O
zaman hayattasınız demektir.
Hayattaysanız,
o zaman umut hala var demektir.
Umut
ile
Aşk-ı
niyaz ile
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder