4 Nisan 2018 Çarşamba

SEN AĞLAMA KİRPİKLERİN ISLANIR *

Biz kervan diyoruz. Farsiler “kar-ban”, diyor.
Yine karşımıza çıkıyor şu “b – v” harf dönüşümü.

Anlam da değişiyor, ama fark etmiyoruz.
Kar-ban, kar eden, demek oluyor. Günümüz dili ile tüccar, iş adamı.
Bağ-ban, diyoruz, “bağcı” anlamında.
Dide-ban, diyoruz, “gözcü” anlamında.

Sabahat AKKİRAZ söyler en güzel, içinde dide-ban geçen bu güzel Bitlis türkümüzü:  

Dideban üstündeyim
Dal boyun kastındayım
Erenler dua edin
Ben murat üstündeyim

Gidersen yolun olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum

Giderem Van'a voğru
Yolum İran'a doğru
Kes başım kanım aksın
Kadir bilene doğru

***//***

Sonra anlam değişmesi ile kar-ban / ker-van, “kafile”, konvoy anlamında kullanılır oldu.

Bu anlamda, kafile anlamında bilinen ilk kar-ban, ilk ker-van yine bu topraklarda görülür.

Asurlu tüccarlar ticaret yapmak için, binlerce km kat ederek, “kar” için kar-ban, tüccar olarak ta MÖ 1900’ lü yıllardan başlayarak, Hatti topraklarına, Anadolu içlerine geliyordu.

Asurlu tüccarlar eşek kervanları ile geliyordu Hatti topraklarına.

Kervan ile özdeş gibi görünen “develer” henüz bu uzun yolculuklarda kullanılmıyordu.

Asurlu tüccarlar Hattilerin verdiği imtiyazlarla Anadolu içlerinde, belirli yerlerde Ticaret Kolonileri, “karumlar”, iskeleler kuruyordu.

Hattuşa yurt gezilerimizden biliyoruz artık Asur Ticaret Kolonilerini.  

Asurlu tüccarlar, kar-banlar yol boyunca kervanlarını dinlendirmek, ikmal yapmak, kervan güvenliği için belirli bölgelerde, belirli menzillerde bugünkü anlamda olmasa da “kar-ban saraylar / kervan saraylar” yaptırıyordu.

Bugün Asurlu tüccarlardan kalan bir kervansaray kalıntısı bulmak olanaksızdır.

Ama Anadolu’ ya Selçukluların getirdiği ve bazıları günümüzde hala dimdik ayakta kalan kervansaraylar ticaretin can damarlarıydı ve sultanların himayesinde olan kurumlardı.

***//***

Mekkareciler vardı. Kiralık yük hayvanları ile kervanlarda yük taşıyan.

***//***

Kervancı, kar-bancı, tüccar olarak değil, ama birer “mekkareci” olarak çıkıp gidelim, düşelim yollara, dedik Selman yoldaşım ile.

***//***

Selçuklu kervansarayları Anadolu’ yu doğudan batıya, kuzeyden güneye bir ağ gibi örmüştür.

İki kervansaray arası mesafe ise, bir devenin gün ağarıp, kararmasına kadar geçen sürede, yol ve coğrafyaya göre değişen koşullarda, yürüyebileceği bir menzildir.

***//***

Düştük yola.

İki kervansaray, birisi Eğret Han, Afyonkarahisar merkez ilçeye bağlı, diğeri yurt gezilerimizden bildiğimiz Döğer Han, Afyonkarahisar – İhsaniye ilçesine bağlı, menzilimiz oldu.

31 Mart, Cumartesi günü sıra dışı bir kervansaray olan Eğret Han’dan, Anıtkaya Köyü’nden başladık mekkare yürümeye.   

Bahar serinliği hissediliyor.

Dağların henüz erimemiş kar beyazı, diz boyu olmuş buğday tarlalarının yeşiline uyum sağlıyor.

***//***   

Susuz Osman Köyü’ ne geldiğimizde yaşlı iki amca ile sohbet ediyoruz.

Yolun karşısında söğütlükler var, biz “öz” diyoruz bu azıcık dip suyu bulunca kendiliğinden fışkıran söğütlük alanlara.

Özün orada gürül gürül akan iki pınar var.

Pınarların olukları en az yirmi metre. Hayvanlar düşünülerek yapılmış belli ki.

“Neden köyün adı Susuz Osman Amca”, diyecek oluyorum yaşlılara.
Daha ben söze başlamadan, yaşlılardan birisi konuşmaya başlıyor.
“Önceleri su yokmuş buralarda. Bizim köy muhacir köyü, 23 mübadili.
Babamlar geldiğinde köyde hiç su yokmuş. Bu pınarları babamın büyükleri yapmışlar.”
Pınarlarda elimizi yüzümüzü yıkayıp serinliyoruz.
Pınarları yapanlara, onları koruyanlara şükran borçluyuz.

***//***

Yola devam ediyoruz Selman’la.
Eski adı Eğret, Anıtkaya Köyü’ nden bu yana, Eğret Han’ dan bu yana iki saate yakındır yürüyoruz.

Bir çıngıraklı kuyudan su çekiyoruz kovalar dolusu.
Kurdun kuşun içmesi için kuyunun yalağını su ile dolduruyoruz.

Önden gidiyorum, asfalt yolun solundan ve topraktan, kenardan.

Asfaltın üzerinde bir kuş görüyorum, serçeye benziyor, ama değil.
Saka kuşuna da benziyor, ama değil. İskete olabilir mi?



Kuş sırt üstü asfaltta yatıyor.

Ölü sanıyorum.
Ölü bir kuş ise, alıp yolun kenarına, toprağa bırakacak oluyorum.

Ayak seslerimi fark etmiş olmalı, kuş biraz kıpırdıyor.
Gözlerini aralıyor sonra.

Sırt üstü yatan ve dönemediği için sadece minik ayaklarını kıpırdatan bebeklerin yaptığı gibi, kuş minik pençelerini kıpırdatıyor.
“Beni fark edin, buradayım”, demek istiyor.

Elime alıyorum kuşu.

Seviyorum. Konuşuyorum onunla.
Pır pır eder ya yüreğiniz, ”kuş gibi pır pır etti yüreğim”, deriz ya, kuşun yüreğinin pır pır edişini hissediyorum avcumun içinde.

Bakıyorum, görünürde yarası beresi yok kuşun.

Hızla gelen araçların birisi çarpmış olmalı.
Kuş henüz yavru, belli ki, hızlı kanat çırparak kendini kurtaramamış zavallı.

Selman alıyor eline.

Susuz Osman Köyü’ nden İhsaniye ilçesine kadar yürüyoruz, mekkare.

İlçe küçük, ama hayvancılık yapılan bir yer ve veteriner bulmak zor değil.

İlk veterinere gidiyoruz. Hep bilinir, küçük ilçelerde, kasabalarda en çok iş yapan veterinerler hep belediyenin yanına açarlar muayenehanelerini.

Belediyenin yanındaki veteriner levhasını görüyoruz uzaktan.
Varıyoruz. Kapalı.

İkinciye, bir sonraki veterinere gidiyoruz, hekim yok.
Oğlu duruyor muayenehanede.
“Ben anlamam, babama telefonla bir sorayım”, diyor.

Soruyor.
Bizim için değil, ama kuş için umut yok.

Israrlıyız.
Üçüncüyü, üçüncü bir veteriner hekimi arıyoruz.
Buluyoruz. Üstelik üç veteriner hekimin çalıştığı bir klinik burası.

Babacan bir hekim köylü birisi ile sohbet ediyor.
Selam verip selam alıyoruz karşılıklı klinikte bulunanlarla.

Kuşu gösteriyoruz hekime.

“Bir bakalım”, diyor babacan tavırlı veteriner hekim.

Bir antibiyotik, bir de vitamin damlatmaya çalışıyor kuşun gagasından içeri.

Kuş ısrarla gagasını açmak istemiyor.

Hekim yine de damlaları damlatmayı başarıyor kuşun minik gagalarından içeri.

Kuş damlayan sıvıları gagası ile hissetmiş olmalı, nihayet o minik gagasını açıyor ve bebeklerin dudaklarını şapırdatması gibi, minik gagalarını bir birine değdiriyor.

Biraz muhabbetten sonra kuşu veteriner dostumuza emanet ediyoruz.
Veteriner buna çoktan gönüllü, şükranlarımızı eksik etmiyoruz hekime.
“19 Mayıs, Cumartesi günü yeniden düşeceğiz bu yollara ve emanet ettiğimiz kuşumuzu görmeye geleceğiz”, diyoruz babacan veteriner hekime ve vedalaşıyoruz bir emanetin yükünün altında ezilircesine.

***//***

Umay kuşudur talih kuşunun adı.
Bilinen yaygın adı ise “huma” kuşudur.
İrani halklarda bunun adı Simurg’ tur.

Bizim türkülerimize de geçmiştir.

31 Mart, Cumartesi günü, yani tam da kuşu bulduğumuz gün kaybettik o kendine özgü sesi olan  Mükerrem KEMERTAŞ’ ı.

En güzel o söylerdi bu türküyü, Huma Kuşu türküsünü.

Huma kuşu yükseklerden seslenir
Yar koynunda bir çift suna beslenir
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır *
Ben ağlim ki belki gönül uslanır

Başına devlet kuşu kondu, diyoruz.
Eskiden başına huma kuşu, umay kuşu kondu, derlerdi.

Hep yükseklerde uçar, yükseklerden seslenir huma kuşu, türküde olduğu gibi.
Onu kimseler göremez.

Kimin başına konacağını da kimse bilemez.

Kimin başına konarsa, o devlet adamı olur, talihi yaver giderdi.

Tanrıdır o hep, tanrısaldır.

Bab-ı Hümayun Kapısı vardır, Topkapı Sarayı’ nda, üç kapıdan birisidir ve Allah’ın Açtığı Kapı, demektir ve halkın serbestçe girebileceği kapıdır.

“Talihin yaver gitsin”, derdik en çok eskiden.
Şimdi kimse kimseye böyle bir söz söylemiyor içten gelerek.

Bu sözün manası “başında dönerek uçan, gölgesi senin üzerinde uçan o kuşa, o hüma kuşuna zarar gelmesin, sana yardımcı olsun, avcı vurmasın onu”, demektir.

***//***

Yolun kenarında ölü gibi sırt üstü yatan kuş, benim için umay kuşu muydu?

Yaralı, neresinden yaralı olduğu belli değildi.

Yürekten mi yaralıydı? Kim bilir?
Eşinden mi ayrılmıştı? Kim bilir?

İki saat elinde taşıyor kuşu Selman yoldaşım.
Sıcaklığını kuşa veriyor.
Tedavisi için bir veteriner hekime bırakıyor, emanet ediyoruz kuşu.


Talih mi kondu desem?

Evet, belki de ben o kuş için bir talihtim.
Kimin kim için talih olduğu ve olacağı belli mi acaba?
Kim kimin talihi olabilir ki? Belli mi acaba?

İşaret miydi, bana desem?

Kuşu bulduğumuz aynı gün, muhtemelen aynı saatlerde Ustamız, Huma Kuşu Türküsünün babası Mükerrem KEMERTAŞ neden son nefesini veriyordu öyleyse İzmir’de?

Tesadüf mü?

Hiçbir şey tesadüf değildir.

***//***

Yollara düşün.

Huma kuşu uçar mı üzerinizden, konar mı başınıza, geçer mi gölgesi üzerinizden, bilinmez, ama sizin için aşağıdaki dörtlüğü söyleyen, içinden geçiren, konuk ettiğiniz yerde yorganınız olacak birisi mutlaka olur.

Gidersen yolun olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum

***//***

Ağlayınca kirpiklerinizin ıslandığını fark edebiliyor musunuz hala?
O zaman hayattasınız demektir.
Hayattaysanız, o zaman umut hala var demektir.

Umut ile
Aşk-ı niyaz ile

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder