27 Nisan 2018 Cuma

QUEEN – BOHEMIAN RHAPSODY & ALİ ÇAVUŞ’UN BANDOSU BEETHOVEN BEŞİNCİ SENFONİ MARSYAS & APOLLON KESİNTİSİZ MİTOLOJİ



Bilinen bir şehir efsanesidir.

Kraliçe Elizabeth rock müziğini pek sevmez.

Queen Müzik Grubu’nun yaptığı müziği beğenmez ve anlamsız bulur.

Belki de Queen’ i gayri milli bulur. Büyük Britanya ideallerini göremez Queen’ de.

Queen’ in efsane solisti Freddie MERCURY sanki “Majesteleri Kraliçem biz başka tür müzik de yaparız” dercesine, yapıldığı günden bugüne tam 43 yıl geçen o ünlü ve efsane “ BOHEMIAN RHAPSODY’ i”  yazar.

BOHEMIAN RHAPSODY “A Night at the Opera” albümünde yer aldı ve hala aşılamıyor.

Kraliçe Elizabeth ise hala kendi sarayında bom boş gecelerde müziğin ne demek olduğunu anlamaya çalışıyor belki de.

***//***

12 Eylül dönemi karakollarında gözaltında olanlara ve askeri tutukevlerindeki tutuklulara günün her saatinde zorla  “İstiklal Marşı”  söylettirilirdi.

İstiklal Marşı’nın söylenme koşulları bellidir oysa ve bu kanunla belirlenmiştir.

Öyle her yerde ve günün her saatinde söylenmez.

Ama amaç gözaltındaki ve tutuklu “soldan” gençlere psikolojik işkence ise o zaman hiç fark etmezdi.

Psikolojik işkenceyi yapanlar Kraliçe Elizabeth’ in Queen’ i anlamadıkları kadar solcu gençlerin de gerektiğinde İstiklal Marşı’nı en güzel şekilde söyleyebilecek bir müzik bilgisi ve kültürüne sahip olacağına inanmazlardı.

“Haydi arkadaşlar”, derdi büyüklerimizden birisi ve hep birlikte ayağa kalkardık.

“İstiklal Marşı” en güzel şekilde icra edilirdi. Kimi işkencecilerin gözlerinin dolduğunu fark ederdik.

***//***

Literatürde var mıdır böyle bir kompleks, bilinmez, ama yaşanan hep “Kraliçe Elizabeth kompleksidir.”

Solcular vatan hainidir ve İstiklal Marşı’nı sevmezler hatta nefret ederler. Öyle ise en büyük psikolojik işkence onlara zorla İstiklal Marşı söyletmek olurdu.

***//***

Oysa bu topraklarda ilahileri en güzel ve en dokunaklı olarak icra eden hep Ruhi SU olmuştur.

***//***

12 Eylül’ün siyasi yasaklarının devam ettiği 80’li yıllar dönemindeyiz.

Özal her yerde “batılı demokrasiden” söz etmektedir.

Siyasi yasaklı Demirel ise 1982 Anayasası’nın çizdiği “bize uygun demokrasi” ile demokrasi arasındaki farkı, Beethoven’ in Beşinci Senfonisi’nin Karajan yönetiminde Berlin Filarmoni Orkestrası ile Ali Çavuş yönetiminde Dinar Belediye Bandosu tarafından icra edilişleri arasındaki farkla açıklar.

Daha sonra “Popüler Siyasi Terimler Sözlüğü’ ne“ geçen Demirel’ in bu sözüne Ali Çavuş’ un Dinar Belediye Bandosu çok alınır.

Yıllar sonra Demirel Cumhurbaşkanı olarak, 20 Ağustos 1997 tarihinde Dinar’ ı ziyaret eder.

Mülkiye’ nin efsane “sıfırcı” hocası Kurthan FİŞEK Hoca o günü 21 Ağustos tarihli gazete köşesinde bakın nasıl anlatıyor:

“Baba” Dinar’ a ayak basarken, belediye bandosu, Beethoven’ in ünlü Beşinci Senfonisi’ni icra etti.

Orkestrasyon tek kelimeyle mükemmeldi.

Ali Çavuş, Muti’ye de, Mehta’ya da, Aykal’a da, Karajan’ a da beş basardı.

Yaylı sazlar, vurmalı ve üflemeli çalgılar süperdi.

“Baba” çok duygulandı.

Gonuştu.

“İşte çağdaş Türkiye!”
***//***
Kraliçe Elizabeth’ in tahta geçişinin ellinci yılında, 2002 yılındaki “Altın Jübile”  törenlerinde İngiliz Mili Marşı’nı Queen’in efsane gitaristi Brian MAY çalıyordu.

Daha sonra kraliçenin 2005 yılında İngiliz müzik sektörü onuruna verdiği bir davette davetliler arasında Brian MAY de bulunuyordu ve MAY kraliçe ile kısa bir süre sohbet etme imkanı buldu.

Brian MAY, “üç yıl önce milli marşı çalmasının kendisi için büyük bir onur olduğunu” söylediğinde, Kraliçe Elizabeth büyük şaşkınlık içinde, “O siz miydiniz?” , diye sordu. “Yoksa siz de mi gitaristsiniz?”

***//***

2017 yılında 13 – 15 Ekim tarihlerinde Göller Bölgesi Yurt Gezimizde Dinar’ a gittik.

Dinar’ da Büyük Menderes’ in gözü, kaynağı Eldere Gölü’nden doğan ırmağın, hemen sonra batarak Dinar’ da “Su Çıkan’dan“ çıktığını gördük.
***//***
Queen’ in müzikal mirası nedir bilemiyoruz, ama Ali Çavuş’ un Dinar Belediye Bandosu’ nun müzikal mirasının dünyada bilinen ilk müzik yarışmasının bu ilçede, tam da Su Çıkan’ da, Marsiyas ile Apollon arasında yapılan müzik yarışmasından geldiğini biliyoruz.
Bu sene 17 – 20 Mayıs tarihlerinde dokuzuncusu yapılacak olan DİNAR - MARSIAS ULUSLARARASI KÜLTÜR, SANAT VE MÜZİK FESTİVALİ mitolojinin bu topraklarda kesintisiz devam ettiğini gösteriyor.

***//***
Ne Kraliçe Elizabeth’ in kültürü, ne işkencecilerin cahilliği, ne de Demirel’ in hoyratlığı müziği anlamalarına yetmez.

Onlar ne Queen’ i, ne Ali Çavuş’un Dinar Belediye Bandosu’ nu ne de Marsias’ ı anlayabilirler.

***//***

Queen’ in sözlerinden kulak verdiklerimiz var:

(…)

Open your eyes

Look up to the skies ans see

(…)

(Aç gözlerini / göklere bak ve gör)

***//***

Ne Queen’ in Bohemian Raphsody’ si ne de Ali Çavuş’un Bandosu tesadüf değildir.

“Öyle birden ortaya çıkmış bir şarkı değil” der Freddie MERCURY yazdığı eser için.

***//***

Hiçbir şey tesadüf değildir, aşk da

Açın gözlerinizi bakın sevdiğinize ve görün…

Aşk illa ki

ÇORUM ETNOGRAFİSİ YA DA BİR EVİN BACASI OLMAK




21 – 23 Nisan tarihlerinde her sene olduğu gibi yine farklı bir Hattuşa Yurt Gezisi yaptık.

Gezi raporu yayınlanmadan önce Çorum Etnografisi ile rapora kısa bir giriş yapmak istedim.

Çorum’ da yaşamış ve büyümüş, Çorum kültürü ile şekillenmiş birisi olarak çocukluğumdan da gelen anıları paylaşmak istedim.

Paylaşmak güzeldir.

ÇORUM ETNOGRAFİSİ YA DA BİR EVİN BACASI OLMAK

Nedense müze, denince insanların aklına sadece arkeoloji müzeleri gelirken, diğer sayısız tür de müze, en yaygını da örneğin “etnografya müzesi“, çok kişinin aklına gelmez.

Çorum Müzesi’nin alt katı etnografya bölümü olarak düzenlenmiş. Buraya dışarıdan giriliyor, yani önce arkeoloji bölümünden çıkacaksınız, sonra dışarıdan etnografya bölümüne gireceksiniz.

Etnografya bölümüne girişte sizi, “İğdeli Kahve – Tıkı’ nın Yeri“, diye bire bir canlandırılmış bir kahve karşılıyor.



Kahveler, halk kültürünün her daim canlı tutulduğu mekanlardır.

Duvardaki ahşap radyodan Çorum Türküleri çalıyor durmaksızın, benim çocukluğumun türküleri.

Şu uzun gecenin gecesi olsam

Çorum’ da bir evin bacası olsam

Dediler ki nazlı yarın pek hasta

Başında okuyan hocası olsam

Radyonun hemen altında, garson duruyor, onun yanında ise, kahveye adını veren     “Tıkı“:

Çocukluğumdan hatırladığım, o “muhtar çakmağı” olarak bilinen çakmaklara “çakmak taşı ve benzin” satmak için kahvehane kahvehane dolaştığımız, Tıkı’ nın kahvehanesine girmeye çekindiğimiz ve görünce  köşe bucak kaçtığımız, ufak boyuyla, kara yağız, simsiyah saçı ve bıyığıyla, iri kemikli elinde tespihi ile ceketi omuzlarında, ayağında İskilip Çapulası ile Tıkı, Çorum’ un namlı ve son kabadayılarındandı.

O da, her emekli kabadayı gibi, son günlerinde geçimini kahve işleterek geçirmişti.

Tıkı’ nın kahvesinin bulunduğu yerin, mahallenin adı ise, İğdeli.

İğde, tüm Anadolu’nun ölümsüz ve mis gibi kokusu olan bir ağacıdır.

Çorum Türküleri’ nde ve folklorunda iğde ile ilgili o kadar çok şey vardır ki, benim hala dilimden düşmeyen ve aynı isimle güzel bir halayı olan “İğdeli Gelin“ türküsü vardır:

Kız pınar başında testi doldurur

Testinin kulpuna şahin kondurur

Kız senin bakışın beni öldürür yar

Derdimi dermanı iğdeli gelin

İğdesini aldırmış sevdalı gelin

Tıkı’ nın kahvesinin yanında ise Çorum’ la özdeşleşmiş bir leblebici dükkanı canlandırılmış.


Leblebi, nohuttan yapılan bir kuruyemiştir ve her yerde yapılabilir. Ancak, en iyisi Çorum’ da yapılır.

Çorum’ un kuru havası, bir zamanlar yetişen koçbaşı nohutları, bu işi usta – çırak işiyle sahiplenen esnaf, resimde görülen taş ocaklarda kavrulan leblebiler Çorum leblebisine ayrıcalık katıyordu.

Sıcak sıcak ocaktan çıkan leblebiler, resimde görüldüğü gibi kıl çuvallara konuyordu.

Çocukluğumun Çorum’ nda her iki tarafı da tamamen leblebici olan bir sokak vardı ve oraya, aynı işi yapan çarşı anlamında  “Leblebiciler Arastası“ , denirdi. En büyük zevkimiz, lüksümüz 25 kuruşa bir cep dolusu, sıcak kırık leblebi almaktı. Leblebici resimde görülen çelik kürekle leblebiyi doğrudan ceketimizin dıştan dikili cebine doldururdu, bundan hem o hem de biz memnun olurduk, o boş yere kese kağıdı harcamamış, biz de kese kağıdı ağırlığı kadar fazladan kırık leblebi olarak almış olurduk.

Bugün artık, fantezi de işin içine girmiş ve sayısız çeşitte leblebi var.

Ama taş ocaklı leblebici dükkanı bir elin parmakları kadar kalmış.

Ama o leblebiciler arastası şimdi AVM ve tüm dükkanlar Samsun çevre yoluna taşınmış.

Ama o canım Çorum nohudu yok artık.

Leblebi için nohut ta Kütahya’dan geliyor.

Bir zamanlar Çorum’ da da yapılan ve beyaz leblebi denilen ve aslında Ege kuruyemişi olan “sakızlı leblebi“ artık eski tadında değil. Doğal sakız yerine, kimyasal madde kullanılıyor.

Söz bu kadar leblebiden açılmışken, bizim grubun Yurt Gezilerinde dilinden düşürmediği bir türküyü daha söyleyelim hep birlikte:

Leblebi koydum tasa kız annem

Doldurdum basa basa kız annem

Benim yarim pek güzel kız annem

Azıcık boydan kısa kız annem


***//***

Bir insan neden bir evin bacası olmak ister?

Neden Çorum’ da bir evin bacası olmak ister?

Bacalar evlerin hiç olmazsa olmaz, ayrılmaz yapı parçalarındandır.

O evin içinde sevgili vardır, yar uyumaktadır ocak başında.

Siz ancak o evin bacası olursanız, o sevgiliye yakın olursunuz.

Siz o evde sevgilinin yaktığı ocağın bacasından çıkan alevli dumanı ancak o evin bacası olursanız hisseder ve ancak öyle yanarsınız ateş-i aşka.

Sizi yakan bacadan çıkan alevli duman mıdır, aşk mı, bilemezsiniz.

Siz o evin ocağında sevgilinin pişirdiği aşın bacadan çıkan mis gibi kokusunu ancak o evin ayrılmaz bir bacası olursanız hissedebilirsiniz.

Hasret çok derinse, kavuşmak için de çare yazmış Çorumlu ulu ozanlarımız:

“Gidin bir eve baca olun, ayrılmayın sevdiğinizden.”

Aşk illa ki

17 Nisan 2018 Salı

SİTTE-İ SEVR, KAPIYI ÇEVİR


18 Nisan’da geçen sene yazdık ve o gün için “Avrul Beş”, dedik ve devamında “kork Avrul’ un beşinden, öküzü ayırır eşinden”, demiştik. 

O gün tam da bu sözü doğrular bir gün yaşamıştık batı bölgelerimizde, dışarıda hava sıcaklığı 1 dereceye kadar düşmüştü.

Doğu bölgelerimizde ise, şiddetli kar fırtınaları görülmüştü. 

Belki de Anadolu’nun bazı yerlerinde, yüksek yaylalarda “eşlerinden ayrılan öküzler” donup kalarak ölmüştü.

Belki de eşlerinden ayrılan öküzler geri gelmediler ağıllara.

Pekâlâ bu eşlerinden ayrılan öküzler nereye gittiler?

Halk Takvimi ona da bir cevap veriyor ve

El Cevap:

21 Nisan “Sitte-i Sevr”, yani “Boğanın Altısı”, yani “Altı Öküz Günü.”

Yani?

Yani, 21 Nisan gecesi güneş Kuzey Yarımküre’ de boğa burcuna giriyor ve altı gün devam eden şiddetli soğuklar ve fırtınalar yaşanıyor.

Burada boğa, şu bizim bildiğimiz, yani Avrul’ un beşinde eşinden ayrılıp kaybolan öküzdür, başka bir şey aramayın.

Bak şu eşinden ayrılan öküze, şimdi de “Sitte –i Sevr”, diyerek yani “altı öküz günü”, diyerek bize yine soğuk hava üfürecek.

Bizi, Yurt Gezginlerini, bu hafta sonunda Hattuşa’ da 21 Nisan, Cumartesi günü karşılayacak “o karla karışık hava” işte yine o eşinden ayrılıp kaybolan öküz tarafından yaratılacak ve 26 Nisan tarihine kadar altı gün sürecek.

***//***

O gün, yani 18 Nisan günü, yani Avrul Beş için bir halk sözü söylemiştik "kork Avrul’ un beşinden, öküzü ayırır eşinden.”

Pekala bugün için yani 20 Nisan gecesi için, yani “Sitte-i Sevr” için halkımızın söylediği bir şey yok mu?

 Olmaz olur mu, var elbette. Hemen birkaç tanesini sıralayalım öyleyse.

“Sitte-i sevr, kapıyı çevir”

“Sitte-i sevr, odunu devir”

“Sitte-i sevr, her saati bir devir”

 ***//***

Öküz ile işimiz bitmedi daha.

Latinler öküze ”tauri – taurus”, diyorlar. Geçen sene İstanbul‘ un Taşları gezilerimizde bugünkü Beyazıt Meydanı’nın adının Doğu Roma – Bizans döneminde  “Forum Tauri”, yani “Öküz Meydanı”, yani Boğa Meydanı olduğunu anlatmıştık.

Bizim bugün Toros Dağları için kullandığımız  “Toros” kelimesi de “taurus – tauri” kelimesinden gelir. Bu sene Şubat ayında Çatal Höyük’ e gittiğimizde gördük, köy evlerinin duvarlarına neolitik dönemde, resmedilen Torosları, duvarlara gömülü boynuzlu boğa başlarını ve İvriz’ de Torosların uzantısı Bolkarlar’ı.

Kışın kar fırtınaları, yazın ise deli fırtınalar ve yağmurlar eser Toroslar’ dan kuzeye, Konya bozkırına.

20 Nisan, Cuma günü yola düşüp gideceğiz ve göreceğiz, Hititlerde öküz yani boğa tanrısal bir simgedir ve tanrıların başlarına geçirdikleri  miğferlerde ayırt edici özellik olarak hep “boynuz kıvrımları” bulunur.

Bu boynuzlar, boğanın boynuzlarıdır.

Araplar ise öküz için, “sevr”, diyorlar.

Sevr, yani öküz, Arapça’ da ne anlama geliyor acaba?

Arapça’ da öküzün, yani sevr’ in anlamını aradığımızda, karşımıza “reis” kelimesi” çıkıyor.

Buradan, yani reis kelimesinden bu hafta sonu bizim konumuz olan “Hititlere” gelecek olursak, reis karşımıza kral olarak çıkacak.

***//***

Lafı çok uzattık, ama laf lafı açıyor.

Madem ki 21 Nisan “sitte-i sevr” ve biz “sevr’ in” ne olduğunu öğrendik, o halde “sitte” , ne demek?

 Sitte, Arapça bir kelime ve Türkçe karşılığı “altı”, demektir.

Arami, Arabi ve Kürdi halklarda ve onlardan Anadolu halklarına geçen bir şekilde, doğan özellikle kız çocuklarının isimleri bazen onlara verilen numara ile belirlenir ve biz kız çocuklarını ve daha sonra yetişkin kadınları hep bu numaralarla çağırırız.

Örneğin, aile ikinci çocuğuna, “ikinci” anlamına gelen “Saniye” adını verir. Saniye‘nin buradaki anlamı “bir zaman dilimi”, değildir, ikinci gelen, sonradan gelen, ikinci, demektir.

Buradan hareketle, biz tarih kitaplarına II. Mahmut yazarız ve onu İKİNCİ MAHMUT olarak okuruz. Ama eğer Mahmut’un ikinci olduğunu bilirsek, ona “Mahmud-i Sani” , diyebiliriz, hanedanın ve saray tarihçilerinin dediği gibi.

Örneğin, yine

Aile dördüncü kız çocuğuna, bu anlama gelen “Rabia” adını verir.

Benzer şekilde, bizim IV. Murat olarak yazıp okuduğumuz sultanın hanedandaki adı  “Murad-i Rabi” olarak bilinir.

Gelelim yine, “sitte”, yani altı kelimesine, yani bugüne.

“Sitte” kelimesi de çok çocuklu ailelerde, altıncı çocuğa ve diğer isimlerde “Saniye – Rabia” olduğu gibi, altıncı ve hep kız çocuğuna verilir.

Biz “sitte” kelimesini “sitey” olarak okuruz ve Güney Doğu‘ da çok rastlanan bir kız / kadın ismidir.

***//***

Bir de “sitt – sitti – sittin sene” kelimeleri ve “Sitte-i Vilayet” diye bir tamlama var, bunları bir başka yazımıza  bırakalım.

***//***

21 Nisan gecesi “Boğa Burcu’na” girenlerden, yani “ben tipik bir boğayım”, diyenlerden biraz aman dileyelim, hafta sonunda yağıp gürlemenize biraz ara verin.

Bahar hepinizin baharı olsun.
Muhabbetle,

Recep Babayiğit

11 Nisan 2018 Çarşamba

GÜNEŞİN ZAPTI - POYEXALİ - HAYDİ GİDELİM

12 Nisan 1961, insanlık tarihinin başının en dik, en yüceldiği anlardan birisidir.

Uzayın zaptı, güneşin zaptı için atılan bir adımdır o gün.

Yuri GAGARIN yoldaş o ufak tefek cüssesi ve ummanlar kadar büyük yüreği, özgür ve aydınlık bakışları ile Vostok 1 (Doğu 1) Uzay Aracına binerek, daldı  gitti ummana, kaydı evrenin derinliklerine.

70’li yıllarda Mehmet TÜRKKAN‘ ın yazdığı ve yıllarca sahnelerde kalan

“Güneşin Katli“ oyunu ise adı Güneş olan bir öğretmenin gericilikle mücadelesini, onun adında saklı olan ışığı nasıl yaymaya çalıştığını anlatır.

GAGARIN, adı ve kendisi güneş olan bir varlığa elini uzattı içmek için, tam 57 yıl önce bugün. Biz buna, güneşe, aynı anlama gelmek üzere “kandil“ de  diyoruz

bir kandilden bir kandile atıldım

türap olup yeryüzüne saçıldım

derken Hatayi.

Hatayi’ nin bu deyişinde ne sırlar saklıdır kim bilir? Kandilden kandile, yani bir güneşten diğer güneşe atılan kim, sonra türap olup / toprak olup yeryüzüne saçılan kim?

Hatayi evrenin, dünyanın, karaların oluşumunu mu anlatmak istiyor bize bu iki dizede?

***//***

Bizler güneşi içenlerin türkülerini söylemeliyiz hep bir ağızdan:

Akın var, güneşe akın

***//***

Yuri GAGARİN, bu bölgeyi, Kırgızistan’da Kumtor Bölgesi’ni, çok sevdiğinden, sık sık buralara gelirmiş, diye devam ediyor, Kırgız rehberimiz Ernist ve onun anısına bu büstün yapılmış olduğunu ilave ediyor.

Kolhoz işçisi bir anne ve babanın çocuğu, 157,5 cm boyunda minik sayılabilecek cüssesiyle kabına sığmayan bu genç adam, Sovyet idealinin temsilcisi olarak 1961 yılında tek başına uzayın derinliklerini keşfetmeye çıktığında daha 27 yaşındaydı.

Uzaya giden ilk insan olan Yuri GAGARİN, insanın uzay merakının, belki de güneşi zapt etme düşüncesinin doruğuydu. Bizim Nazım HİKMET’ imiz “Güneşi İçenlerin Türküsü’ nü" yazdığında, belki de Gagarin yoldaştan esinleniyordu,

(…)

Akın var, güneşe akın

Güneşi zapt edeceğiz,

Güneşin zaptı yakın

(…)

İnsanlık tarihinin en aydınlık yıllarının, en başı dik durduğu yıllarının, şahane 60’lı yılların sadece Sovyetlerde değil, tüm dünyada yarattığı idollerden birisi olan ve çok genç yaşta hayatını kaybeden tutku dolu bu genç insanın büstü önünde Yaşar ÖZTÜRK yoldaşım ile şapkalarımızı çıkarıp, saygı duruşunda bulunuyoruz.

İnsanlığın Gagarin’ le birlikte bilinmezleri bilmeye olan heyecanının hiç bitmemesini diliyoruz.





12 Nisan günü, 1962 yılından bu yana her sene bütün dünyada Kozmonot Günü – Gagarin Günü olarak kutlanır.

Gagarin‘ in yürekli eşi Valentina olmasa, Gagarin’ i yüreklendirmese, bu uzay yolculuğu asla gerçekleşmezdi.

***//***

12 Nisan 1961 tarihinde Vostok 1 Uzay Aracı hazır olduğunda, kalkıştan hemen önce Gagarin’ in söylediği o ölümsüz söz, o yılların dünyasını en çok etkileyen, o dünyada en çok söylenen, tekrarlanan sözdü: POYEXALİ – Haydi gidelim

***//***

Sonra “let’s go“ ile karşılık verdiler.

Popüler kültürün ikonik söylemlerinden birisi haline geldi.

Sonra biz de kendi dilimizde “haydi gidelim”, demeyi unuttuk, “let’s go” demeye başladık.

Sonra bizim Kazım KOYUNCU, genç yaşında bilinmeze uğurladığımız güzel insan, hepimize ezberletti yine o anlamlı sözü:

hayde gidelum hayde

***//***

Güneşi zapt etme hülyasıyla;

-“poyexali”,  diyebileceğiniz,

-“haydi gidelim”, diyebileceğiniz,

-ve ona evreni verebileceğiniz,

-ve onun sizde evreni görebileceği,

-ve bu sözü duyunca düşünüz sıra, bilinmezlere doğru,

-evrenin derinliklerine kadar sizinle hesapsız kitapsız gelebilecek,

-ona neolitik bir masal anlatabileceğiniz,

-onda öbür yanınızı saklı bıraktığınız,

-ve onun size gönderilmiş bir düş-yazısı olduğuna inandığınız,

-bir sevgiliniz,

-bir eş-iniz,

-bir yarı yanınız,

-bir aşkınız,

-bir dostunuz,

-bir yoldaşınız, bir yol-başınız olsun şu hayatta.

Aşk-ı muhabbetle

4 Nisan 2018 Çarşamba

SEN AĞLAMA KİRPİKLERİN ISLANIR *

Biz kervan diyoruz. Farsiler “kar-ban”, diyor.
Yine karşımıza çıkıyor şu “b – v” harf dönüşümü.

Anlam da değişiyor, ama fark etmiyoruz.
Kar-ban, kar eden, demek oluyor. Günümüz dili ile tüccar, iş adamı.
Bağ-ban, diyoruz, “bağcı” anlamında.
Dide-ban, diyoruz, “gözcü” anlamında.

Sabahat AKKİRAZ söyler en güzel, içinde dide-ban geçen bu güzel Bitlis türkümüzü:  

Dideban üstündeyim
Dal boyun kastındayım
Erenler dua edin
Ben murat üstündeyim

Gidersen yolun olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum

Giderem Van'a voğru
Yolum İran'a doğru
Kes başım kanım aksın
Kadir bilene doğru

***//***

Sonra anlam değişmesi ile kar-ban / ker-van, “kafile”, konvoy anlamında kullanılır oldu.

Bu anlamda, kafile anlamında bilinen ilk kar-ban, ilk ker-van yine bu topraklarda görülür.

Asurlu tüccarlar ticaret yapmak için, binlerce km kat ederek, “kar” için kar-ban, tüccar olarak ta MÖ 1900’ lü yıllardan başlayarak, Hatti topraklarına, Anadolu içlerine geliyordu.

Asurlu tüccarlar eşek kervanları ile geliyordu Hatti topraklarına.

Kervan ile özdeş gibi görünen “develer” henüz bu uzun yolculuklarda kullanılmıyordu.

Asurlu tüccarlar Hattilerin verdiği imtiyazlarla Anadolu içlerinde, belirli yerlerde Ticaret Kolonileri, “karumlar”, iskeleler kuruyordu.

Hattuşa yurt gezilerimizden biliyoruz artık Asur Ticaret Kolonilerini.  

Asurlu tüccarlar, kar-banlar yol boyunca kervanlarını dinlendirmek, ikmal yapmak, kervan güvenliği için belirli bölgelerde, belirli menzillerde bugünkü anlamda olmasa da “kar-ban saraylar / kervan saraylar” yaptırıyordu.

Bugün Asurlu tüccarlardan kalan bir kervansaray kalıntısı bulmak olanaksızdır.

Ama Anadolu’ ya Selçukluların getirdiği ve bazıları günümüzde hala dimdik ayakta kalan kervansaraylar ticaretin can damarlarıydı ve sultanların himayesinde olan kurumlardı.

***//***

Mekkareciler vardı. Kiralık yük hayvanları ile kervanlarda yük taşıyan.

***//***

Kervancı, kar-bancı, tüccar olarak değil, ama birer “mekkareci” olarak çıkıp gidelim, düşelim yollara, dedik Selman yoldaşım ile.

***//***

Selçuklu kervansarayları Anadolu’ yu doğudan batıya, kuzeyden güneye bir ağ gibi örmüştür.

İki kervansaray arası mesafe ise, bir devenin gün ağarıp, kararmasına kadar geçen sürede, yol ve coğrafyaya göre değişen koşullarda, yürüyebileceği bir menzildir.

***//***

Düştük yola.

İki kervansaray, birisi Eğret Han, Afyonkarahisar merkez ilçeye bağlı, diğeri yurt gezilerimizden bildiğimiz Döğer Han, Afyonkarahisar – İhsaniye ilçesine bağlı, menzilimiz oldu.

31 Mart, Cumartesi günü sıra dışı bir kervansaray olan Eğret Han’dan, Anıtkaya Köyü’nden başladık mekkare yürümeye.   

Bahar serinliği hissediliyor.

Dağların henüz erimemiş kar beyazı, diz boyu olmuş buğday tarlalarının yeşiline uyum sağlıyor.

***//***   

Susuz Osman Köyü’ ne geldiğimizde yaşlı iki amca ile sohbet ediyoruz.

Yolun karşısında söğütlükler var, biz “öz” diyoruz bu azıcık dip suyu bulunca kendiliğinden fışkıran söğütlük alanlara.

Özün orada gürül gürül akan iki pınar var.

Pınarların olukları en az yirmi metre. Hayvanlar düşünülerek yapılmış belli ki.

“Neden köyün adı Susuz Osman Amca”, diyecek oluyorum yaşlılara.
Daha ben söze başlamadan, yaşlılardan birisi konuşmaya başlıyor.
“Önceleri su yokmuş buralarda. Bizim köy muhacir köyü, 23 mübadili.
Babamlar geldiğinde köyde hiç su yokmuş. Bu pınarları babamın büyükleri yapmışlar.”
Pınarlarda elimizi yüzümüzü yıkayıp serinliyoruz.
Pınarları yapanlara, onları koruyanlara şükran borçluyuz.

***//***

Yola devam ediyoruz Selman’la.
Eski adı Eğret, Anıtkaya Köyü’ nden bu yana, Eğret Han’ dan bu yana iki saate yakındır yürüyoruz.

Bir çıngıraklı kuyudan su çekiyoruz kovalar dolusu.
Kurdun kuşun içmesi için kuyunun yalağını su ile dolduruyoruz.

Önden gidiyorum, asfalt yolun solundan ve topraktan, kenardan.

Asfaltın üzerinde bir kuş görüyorum, serçeye benziyor, ama değil.
Saka kuşuna da benziyor, ama değil. İskete olabilir mi?



Kuş sırt üstü asfaltta yatıyor.

Ölü sanıyorum.
Ölü bir kuş ise, alıp yolun kenarına, toprağa bırakacak oluyorum.

Ayak seslerimi fark etmiş olmalı, kuş biraz kıpırdıyor.
Gözlerini aralıyor sonra.

Sırt üstü yatan ve dönemediği için sadece minik ayaklarını kıpırdatan bebeklerin yaptığı gibi, kuş minik pençelerini kıpırdatıyor.
“Beni fark edin, buradayım”, demek istiyor.

Elime alıyorum kuşu.

Seviyorum. Konuşuyorum onunla.
Pır pır eder ya yüreğiniz, ”kuş gibi pır pır etti yüreğim”, deriz ya, kuşun yüreğinin pır pır edişini hissediyorum avcumun içinde.

Bakıyorum, görünürde yarası beresi yok kuşun.

Hızla gelen araçların birisi çarpmış olmalı.
Kuş henüz yavru, belli ki, hızlı kanat çırparak kendini kurtaramamış zavallı.

Selman alıyor eline.

Susuz Osman Köyü’ nden İhsaniye ilçesine kadar yürüyoruz, mekkare.

İlçe küçük, ama hayvancılık yapılan bir yer ve veteriner bulmak zor değil.

İlk veterinere gidiyoruz. Hep bilinir, küçük ilçelerde, kasabalarda en çok iş yapan veterinerler hep belediyenin yanına açarlar muayenehanelerini.

Belediyenin yanındaki veteriner levhasını görüyoruz uzaktan.
Varıyoruz. Kapalı.

İkinciye, bir sonraki veterinere gidiyoruz, hekim yok.
Oğlu duruyor muayenehanede.
“Ben anlamam, babama telefonla bir sorayım”, diyor.

Soruyor.
Bizim için değil, ama kuş için umut yok.

Israrlıyız.
Üçüncüyü, üçüncü bir veteriner hekimi arıyoruz.
Buluyoruz. Üstelik üç veteriner hekimin çalıştığı bir klinik burası.

Babacan bir hekim köylü birisi ile sohbet ediyor.
Selam verip selam alıyoruz karşılıklı klinikte bulunanlarla.

Kuşu gösteriyoruz hekime.

“Bir bakalım”, diyor babacan tavırlı veteriner hekim.

Bir antibiyotik, bir de vitamin damlatmaya çalışıyor kuşun gagasından içeri.

Kuş ısrarla gagasını açmak istemiyor.

Hekim yine de damlaları damlatmayı başarıyor kuşun minik gagalarından içeri.

Kuş damlayan sıvıları gagası ile hissetmiş olmalı, nihayet o minik gagasını açıyor ve bebeklerin dudaklarını şapırdatması gibi, minik gagalarını bir birine değdiriyor.

Biraz muhabbetten sonra kuşu veteriner dostumuza emanet ediyoruz.
Veteriner buna çoktan gönüllü, şükranlarımızı eksik etmiyoruz hekime.
“19 Mayıs, Cumartesi günü yeniden düşeceğiz bu yollara ve emanet ettiğimiz kuşumuzu görmeye geleceğiz”, diyoruz babacan veteriner hekime ve vedalaşıyoruz bir emanetin yükünün altında ezilircesine.

***//***

Umay kuşudur talih kuşunun adı.
Bilinen yaygın adı ise “huma” kuşudur.
İrani halklarda bunun adı Simurg’ tur.

Bizim türkülerimize de geçmiştir.

31 Mart, Cumartesi günü, yani tam da kuşu bulduğumuz gün kaybettik o kendine özgü sesi olan  Mükerrem KEMERTAŞ’ ı.

En güzel o söylerdi bu türküyü, Huma Kuşu türküsünü.

Huma kuşu yükseklerden seslenir
Yar koynunda bir çift suna beslenir
Sen ağlama kirpiklerin ıslanır *
Ben ağlim ki belki gönül uslanır

Başına devlet kuşu kondu, diyoruz.
Eskiden başına huma kuşu, umay kuşu kondu, derlerdi.

Hep yükseklerde uçar, yükseklerden seslenir huma kuşu, türküde olduğu gibi.
Onu kimseler göremez.

Kimin başına konacağını da kimse bilemez.

Kimin başına konarsa, o devlet adamı olur, talihi yaver giderdi.

Tanrıdır o hep, tanrısaldır.

Bab-ı Hümayun Kapısı vardır, Topkapı Sarayı’ nda, üç kapıdan birisidir ve Allah’ın Açtığı Kapı, demektir ve halkın serbestçe girebileceği kapıdır.

“Talihin yaver gitsin”, derdik en çok eskiden.
Şimdi kimse kimseye böyle bir söz söylemiyor içten gelerek.

Bu sözün manası “başında dönerek uçan, gölgesi senin üzerinde uçan o kuşa, o hüma kuşuna zarar gelmesin, sana yardımcı olsun, avcı vurmasın onu”, demektir.

***//***

Yolun kenarında ölü gibi sırt üstü yatan kuş, benim için umay kuşu muydu?

Yaralı, neresinden yaralı olduğu belli değildi.

Yürekten mi yaralıydı? Kim bilir?
Eşinden mi ayrılmıştı? Kim bilir?

İki saat elinde taşıyor kuşu Selman yoldaşım.
Sıcaklığını kuşa veriyor.
Tedavisi için bir veteriner hekime bırakıyor, emanet ediyoruz kuşu.


Talih mi kondu desem?

Evet, belki de ben o kuş için bir talihtim.
Kimin kim için talih olduğu ve olacağı belli mi acaba?
Kim kimin talihi olabilir ki? Belli mi acaba?

İşaret miydi, bana desem?

Kuşu bulduğumuz aynı gün, muhtemelen aynı saatlerde Ustamız, Huma Kuşu Türküsünün babası Mükerrem KEMERTAŞ neden son nefesini veriyordu öyleyse İzmir’de?

Tesadüf mü?

Hiçbir şey tesadüf değildir.

***//***

Yollara düşün.

Huma kuşu uçar mı üzerinizden, konar mı başınıza, geçer mi gölgesi üzerinizden, bilinmez, ama sizin için aşağıdaki dörtlüğü söyleyen, içinden geçiren, konuk ettiğiniz yerde yorganınız olacak birisi mutlaka olur.

Gidersen yolun olum
Uzanım kolun olum
Nerde konak edersen
Orda yorganın olum

***//***

Ağlayınca kirpiklerinizin ıslandığını fark edebiliyor musunuz hala?
O zaman hayattasınız demektir.
Hayattaysanız, o zaman umut hala var demektir.

Umut ile
Aşk-ı niyaz ile