16 Şubat 2018 Cuma

İHTİYAÇLAR KEŞİFLERİN ANASIDIR *


Bu sefer farklı bir konuyu ele  alalım istedim. Yazının başlığını Engelsten ödünç aldım, umarım bana gücenmez. İnsanlık tarihi aslında keşifler tarihidir. Kesintiler, patlamalar, sıçramalarla ilerleyen insanlık tarihi, her bir keşifle yeniden bir ivme kazanıyor.
Umut ise asla yok olmuyor. Umudu keşfetmeye gerek yok zira. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri umut hep vardı.

***//***
Hep biliriz, hep okuruz.

Hidroloji Biliminin (Sular Bilimi) ortaya çıkması, geçtiği yerleri tahrip eden, ovalara ve yerleşimlere zarar PO ırmağının akışını düzenlemek, suların zararını en aza indirmek ihtiyacı için yapılan ve daha sonra disiplinler arası dev bir bilimin doğmasına konu olan çalışmaların sonucudur.
PO Irmağı ve bereket saçarak akıp geçtiği 400 km uzunluğundaki PO Ovası İtalya’dadır.

***//***

Geometri ise, Nil Nehri’nin döküldüğü yerde oluşan deltada yapılan tarımı verimli hale getirme ihtiyacı ile ortaya çıkmıştır.

Tales’den söz edersek, Meandros’un  - Büyük Menderes’ in döküldüğü  Miletos’tan da söz etmemiz gerekir.
Miletoslu Tales hep geometrinin babası olarak bilinir.

Onun yıllara göre  hava ve iklim verilerini  kaydederek,  bir  sonraki  yılın zeytin hasadının nasıl olacağını  tahmin edip,  spekülatif yatırımlarla nasıl da çok  zengin olduğunu  başka bir  yazımızda  anlatalım.

***//***

Biz şimdi bu topraklardaki iki keşiflerden söz edelim.

ÇİÇEK AŞISI ve LADY MONTAGU

Lalapaşa’ ya yapmış  olduğumuz  Trakya  Dolmenleri  Yurt  Gezimizden biliyoruz.
Lady  MONTAGU  18. Yüzyıl başlarında İngiltere büyükelçisinin eşi olarak girer  Osmanlı topraklarına.

Osmanlı topraklarına girdiği günden itibaren İngiltere’ ye mektuplar halinde günlükler yazar.
Edirne’ de bulunduğu sürede, çiçek hastalığına karşı Osmanlı’ da – Edirne’de çocuklara ÇİÇEK AŞISI  yapıldığı görür.

Durumu hemen kaleme alır ve kendi bebeğine de çiçek  aşısı  yaptıracağını, bu aşının İngiliz  çocuklarına da yapılmasını  kraliçeye yazar ve ondan ricada bulunur.
(…)

Bu hastalığa dair size bir şey nakledeyim, siz de mutlaka burada bulunmak istersiniz. Bizde pek umumi ve pek zalimane olan çiçek hastalığı bu memlekette keşfedilen aşılanma sayesinde ehemmiyetsiz bir şey.
Bir çok kocakarılar var ki, san’atları sırf bu ameliyatı yapmak. Aşı için en muvafık zaman, sonbaharın başlangıcı , büyük sıcaklar geçtikten sonra.

O zaman aile reisleri, aileleri içinde çiçek hastalığına tutulmuş kimse olup olmadığını birbirine soruyorlar. Birkaç aile toplanıyorlar. Adetleri 15-16’ya çıkınca bu kocakarılardan birini  çağırıyorlar o da bir ceviz kabuğu dolusu, en mükemmel cinsten çiçek hastalığının aşısını  getiriyor.
Hangi damarın açılması istenildiğini soruyor. Aldığı cevaba göre büyük bir  iğne ile  bir  damar açıyor, tırmık kadar  bile ağrı duyulmuyor, iğnesinin ucu alabildiği  kadar aşıyı buraya  koyuyor. Sonra yarayı bağlıyor, üzerine bir ceviz kabuğu parçası yapıştırıyor.
Aynı ameliyeyi diğer dört  beş damara da yapıyor. Rumlar alelumum bir alınlarında , birer tane kollarında, bir de göğüslerinde olmak üzere haç taklidi yaptırmaya itikat etmişler. Fakat bu ameliyenin neticesi fena. Çünkü bu ufak yaraların yerleri kaybolmuyor. Bu ameliye için melesa bacaklar veya kollar gibi vücudun kapalı taraflarındaki damarlar intihap olunuyor. Aşılanan çocuklar sekiz gün kadar oynuyorlar, bir şey olmuyorlar.

Fakat ondan sonra bir sıtmaya tutuluyorlar, o zaman iki gün, nadiren üç gün  yatakta yatıyorlar; fakat bunlar behemehal çıkıyor. Sonra sekiz gün içinde güya hiç hasta olmamışa dönüyorlar. Açılan yaralar hastalıkları  esnasında pek ziyade akıyor. Şüphesiz bu, çiçek hastalığının zehirini akıtıyor, başka taraflara şiddetle yayılmasına meydan bırakmıyor.
Bu ameliye her sene binlerce çocuklara yapılıyor.

Fransa sefiri diyor ki, başka yerde banyo yapıldığı gibi, burada da eğlence makamında herkes çiçeğe yakalanır. Kimsenin aşıdan öldüğü  görülmemiş. Bu ameliyenin iyiliğine ben de o derece kaniim ki sevgili yavruma yaptırmaya karar verdim.
Vatanımı çok sevdiğim için bu usulün oraya da girmesini arzu ederim.

(…)



***//***

Yine aynı  yurt  gezimizde ve bu sene yapmış  olduğumuz  Anadolu  Yakası  Taşları – İstanbul  Şehir Gezilerimizde  hep  andığımız  Dr  SÜHEYL  ÜNVER  vardı.

Dr  SÜHEYL  ÜNVER  ise  yaptığı  onca için yanı sıra, İstanbul’u İstanbul yapmasının yanı sıra  bir de oturmuş  ÇİÇEK  AŞISISININ  bulunuşunun 250.  Yılı anısına bir  TÜRKİYE CUMHURİYETİ POSTA  PULU  tezyin etmiş 1967  yılında .


Kimse,  çiçek  aşısının ihtiyaç, posta  pulunu  ise, ihtiyaç olmadığını  söyleyebilir mi, söz konusu  kişi  Dr  SÜHEYL ÜNVER olunca

***//***

GÖÇEBE KÜLTÜRÜNÜN BİR KEŞFİ: BEBEKLER İÇİN İŞEME GEREÇLERİ

Eskiden bebekleri “ höllük “  toprağına belerlerdi. Adına türküler de yakılmış  olan höllük toprağı  öyle sıradan bir  toprak değildi.

Eledim eledim höllük  eledim

Aynalı beşikte bebek beledim.

Büyüttüm besledim asker eyledim

Gitti de gelmedi  canan buna ne çare

Her köyün höllük  toprağı  kazdığı  bir “ topraklığı”  olurdu.

Bu işi ciddiye  almayıp,  sıradan bahçe topraklarına belenen  bebeklerde “tetanosa” bağlı  ölümler sıkça görülürdü.

Höllük toprağı  ince pudra  haline getirilir, elenir ve   bebek  üşümesin diye  ısıtılır ve bebek öyle belenirdi. Kundağın içinde çişini yapan bebeğin çişi  doğrudan höllük  toprağı tarafından emilirdi.

Biz, benim kuşağım köy çocuklarının tamamı höllük toprağına belendik.

Sonra, höllük toprağı yerine “talk  pudraları”  geldi.

Sonra  bildiğimiz gibi hazır  bebek  bezleri  kullanılır  oldu.

Buraya kadar  ortada  höllük  toprağı  dışında bir  “ keşif” diyebileceğimiz bir şey  yoktur.

Ancak, bizim gibi  toprağı  bol  olmayıp, hatta  belki de bir  avuç toprak bile  bulmanın  çok zor  olduğu  Toroslarda, dağlarda   yaşayanlar ve konar göçer Yörükler, Türkmenler   bebeklerini  neye  beleyecekler,  höllük  topraklarını nereden bulacaklar?

Diyelim ki höllük  toprağını  buldular. Bir yayla  dönemi için yüzlerce kilo höllük  toprağını  kim yanında taşıyacak? Oba buna hiç razı olmaz. Zira  obanın geliri ve hayatta  kalabilmesi için daha önemli şeylerin taşınması gerekiyor.

İyi ama, bebek bu ? Kundağın içinde çişini yapacak.

İşte o zaman ihtiyaç – keşif  ikilisi  ortaya  çıkıyor  ve Toroslarda hala  kullanılmakta olan , bizim Orta  Asya’dan getirmiş  olduğumuz  ve tahtadan yapılma, kız ve oğlan çocukları  için ayrı tasarlanıp düşünülmüş “işeme” nesneleri bulunuyor.

Yerleşik hayatta bebekler höllük dediğimiz bir tür toprağa  belenip kundak yapılırken, konar göçer yörük Türkmenlerinde, Tahtacı – Türkmen boylarında bu imkan olamayacağı için onlar ,bebekleri için kızlara ayrı, oğlanlara  ayrı olacak şekilde, idrarla, amonyakla kolayca çürümeyecek şekilde katran ağacından işeme gereçleri icat etmişlerdir.

Bunlar, yüzyılların birikimidir.

Bebekle birlikte  beşiğe  belenen o  işeme gereçlerini  önce Mudurnu’ da görmüş, hayran kalmıştım. Ama, Mudurnu’ da gördüklerimi Toroslardan insanlar getirip  hediye ettiklerinden onları  alamazdım.


Yıllar sonra Kırgızistan’da , Osh kentinde  Pazar  yerinde  bu kız ve oğlan çocuğu için iki ayrı işeme gereceğini  gördüğümde,  kimse o gereçlerin ne olduğunu ve benim onları  ne için aldığımı  anlamadan, hemen onları  satın almıştım.  Fotoğraftaki işeme gereçleri hala benim müzemdedir.



***//***

TARAFSIZ EL BOMBASI

Biliriz, günümüzde ve çok eski zamanlardan beri kullandığımız  bir çok endüstriyel alet, ev aleti, giysi, haberleşme aletleri, aklınıza  gelebilecek bir çok şey “askeri ihtiyaçlardan”  dolayı  ortaya  çıkmış, keşfedilmiştir.

-İnsan öldürmek bir ihtiyaç mı peki?

-Böyle soru olur mu ?

Ama, bir savaştaysanız, yok edilecekseniz, direniyorsanız, savunmadaysanız, silaha ihtiyacınız varsa, en ilkelinden de olsa bir silah yapıyorsunuz, siz buna sadece  kendinizden de olsa “keşif” de diyebilirsiniz.

İspanya İç Savaşı, faşizmin  İkinci  Dünya  Savaşı  yıllarında  gösterdiği  yüzünün adeta tiyatrodaki  bir  ilk  gösterimi – “prömiyeri” idi.

Franko faşizmine karşı dünyanın dört bir yanından bir araya gelenler, uluslar arası  tugay ve direniş insanlık tarihinin yıldızının parladığı  anlardı.

Faşizme karşı direnişte etkin olan İspanyol anarşistleri  silah  sıkıntısı  çekiyor.

Özellikle el  bombaları hiç yok.

Bir yerden, silah deposundan çalamıyorsanız, keşif zorunlu hale  geliyor.

Hep “1984” isimli  romanı ile bildiğimiz, tanıdığımız  GEORGE ORWEL ‘ in gönüllü  olarak ve faşizme karşı, Cumhuriyetçilerin saflarında  İspanya İç Savaşı’ na katıldığını  ve anılarını bir  gazeteci  olan günlük halinde  yazdığını bilmeyiz.

Yazdıklarını “KATALONYA’YA  SELAM” adı  altında kitap olarak yayınlar.

Şimdi, “iyi de burada keşif nerede”, diye soracaksınız.

George ORWEL  anlatıyor.

İlkel de olsa, bir el bombası yapıyorlar  ve kendi  yaptıkları  bombaya  bir  isim  veriyorlar: Tarafsız.

Gerisini ORWEL  ‘ den dinleyelim.

(…)

Ne miğferimiz ne süngümüz vardı, tabancamız da pek azdı; beş ya da on kişiye bir el bombası düşüyordu. O sırada kullanılan el bombası , “F.A.I. bombası” diye  bilinen korkunç bir nesneydi.

Savaşın ilk yıllarında anarşistler tarafından imal edilmişti. Milis bombası ilkesine göre yapılmıştı, ama emniyet düzeni bir pimle değil, bir parça şeritle tutturulmuştu. Şeridi kopardığınızda bombadan mümkün olan en yüksek hızla kurtuluyordunuz. Bu bombalar için “tarafsız” deniyordu. Çünkü hem bombayı atanı hem de kendisine bomba atılanı öldürüyordu.

Daha başka çeşitleri de vardı; belki  daha ilkel ama daha az tehlikeli  olanları – bombayı atan için demek istiyorum. Atılmaya değecek bir bomba gördüğümde Mayıs  ayını  bulmuştuk.

(…)







***//***

Sözümüzü  Tales ‘ e sorulan sorulardan bir kaçı ile   bitirelim.

-Ya en bilge şey?

” Zaman, her şeyi öğrenip meydana çıkarır çünkü”

-Ya en yaygın şey?

“Umut,  hiç bir şeyi olmayan kimselerde bile kalır çünkü”





***//***

Öldürmek değil, sevmektir  ihtiyacımız olan şey.
İçinizde yaşattığınızı öldürdüğünüzü, sevginizi ve aşkınızı öldürdüğünüzü  fark ediyorsanız eğer; o zaman neye “ ihtiyacınızı“  olduğunu da  biliyorsunuz  demektir.

İhtiyacınızı asla  ertelemeyin ve size en yakın olan, kendinizden  başlayın ve hemen bir şeyler  bulun o bulduklarınız ise  “ kendi  keşfiniz”  olsun.

Tarafsız ve anarşist  bir  el  bombası  gibi, keşfiniz hem sizi,  hem de sevdiğinizi  yaksın alev alev.






Muhabbetle,

Aşk illa ki



*) Friedrich ENGELS

14 Şubat 2018 Çarşamba

AİŞE – AYŞE – ANŞA – HANŞA - ANAŞA


Sevgili Orhan Hocam,
Bilim şaşırmakla, sıra dışını görmek ve onu  açığa  çıkarmakla  gelişiyor.
Sizin kitaplarınız hep şaşırtıyor.

Sünni inançlı birisi olarak Alevileri yazmanızın ötesinde, hala sır dolu “Sıraçları / Anşa Bacılıları” yazmanız sıra dışı bir şeydir.
Türkiye Komünist Partisinin ilk ve son köylü Merkez Komite üyesi Halil Yalçınkaya’yı yazmanız ise, şaşırmanın da ötesinde bir çabadır.

Mihri Belli, Rasih Nuri ne kadar şaşırsalar azdır.
Ama, beni en çok şaşırtan ise, bu kadar anlı şanlı eski tüfek ve bu eski tüfeklerin rantını yiyen bu kadar eski tüfek yayınevleri varken, neden böyle bir kitabı basmazlar ve neden basılan bu kitaptan haberleri dahi olmaz.

Hepsi,  ama hepsi  çok güzel  ve öz verili  çalışmalardır,  sizin bu çalışmalarınız.
***//***
Daha ilk okulda iken, “Aişe” adının dilimize Ayşe olarak geçtiğini öğrendiğimizde, Arap kültürünün bizi nasıl da etkilemiş olduğunu bilemeden, Aişe’nin karşılığının Ayşe olduğuna şaşırmıştık.

Biraz da  Türklüğümüzü   öne çıkarma çabasıyla,  Aişe  yerine, hep Ayşe  demeye çalışırdık.
Oysa, bilemezdik Ayşe’nin de aslında Arabi olduğunu.

Sonra, biraz büyüdüğümde, kendi memleket çevremde ve civar illerde kadınların “Ayşe” yerine “Anşa” dediklerini duydukça “tamam, aslında tam Türkçesi bu işte” derdim, hele Tokat’a, Hubyar Ocağı’na gittikçe.
***//***

Aleviliğin, halife Ali ile, Ehlibeyt ile ilgili olmadığına inananlardanım.
***//***

Sizin de  araştırmalarınızda  karşınıza  çıkmıştır.
Anadolu Alevileri 16. yüz yıl sonlarına kadar sarayın kayıtlarında “ışık taifesi”, diye geçer.

Anadolu Alevilerinin Ali taraftarı olduğunu kabul etsek bile, bizim Türkçe kurallarımıza göre,  o zaman Alevilere Alevi değil,  şimdilerde  arada dile  getirildiği gibi “  Alici” derdik.
Alev-i,  derken de, benzeşme sıfatını  hep atlarız.

Bizim Çorumlu bir güzel Alevi ozanımız vardır: Aşık Gülabi.
Burada aşığın adı Gül – Abi, yani “gül gibi abi” gibi düşünülür.

Oysa, bu mahlas boş yere alınmamıştır. Söylenmek istenen “Gül–Ab–i”, yani “gül ve ab = su”, gül suyu gibi olduğudur.
Alev ışık, aydınlatan ise, Alev-i, yani   alev gibidir, aleve benzer, ışık gibi anlamına gelmelidir

Şeri düzen katı hükmünü sürdürmeye başlayınca, “ışık taifesi” birden Alevi olmuştur, Ali adına benzeşme ve “alev-i” derken ve Halife Ali’yi anarken, Ehlibeyti zikretme çabası ile.
Bunun aslında  Alevi  ulularınca bulunmuş  zekice bir  örtme, gizleme olduğunu  biliyoruz.

Bütün dinlerde,  bütün inançlarda  bu tür  örtme ve gizlemeler  vardır. Ocak ve ocakların Ehlibeyt’e dayanması gerektiği konusuna hiç girmeyelim.
***//***

Sıraçların öz Türk olduklarına hiç şüphe yok. Hala endogam yaşadıklarından, uzun süre bu yapı  bozulmayacak da demektir.
Kadının Sıraçlarda,  Anşa Bacılı  olarak da olsa, bu kadar  öne çıkması  sadece Anşa Bacılı Ocağı’nın postunda oturan Veli  Baba’nın erkenden  göçmesi ile  açıklanabilir mi?

Bölgede geçmişi ta bin yıllara varan Anahit Tapınımı nereye konacak o halde?
***//***

Alevi uluları nasıl Ali’ye benzeşen Alev-i kelimesini bulduysa, Sıraçlar da kendilerine Aişe – Anşa  adını  buldular.
***//***

O halde,  şaşırma sırası bana geliyor.

Her sene Kırgız  yurduna gidiyorum.  Benim dördüncü, kızımın üçüncü  gidişi olacak.
Elimdeki kitapta  “Kırgız  Masal  ve Efsanelerini”  okudukça, en çok da  dip notlara ve kelime açıklamalarına şaşırıyorum.

Hanşa, kelimesinin, Han-şa, olduğunu, yani “Hanın- Kağanın” eşi anlamına geldiğini öğrendiğimde, hemen Sıraçlara, Anca Bacılılara gitti zihnim.

Hanşa, Han-Şa bizim Orta Asya topraklarından getirmiş olduğumuz bir isimdir. Aişe veya Türkçesi olduğunu sandığımız Ayşe ile hiç mi hiç ilgisi yoktur.
Alevi uluları Anşa Bacılıların kadın başlarına bu kadar tepki almamaları için elbette “Hanın eşi” anlamını da içine alan ve Muhammet Peygamberin annesinin adına benzeşen Ayşe – Anşa – Hanşa adını kullanmakla akıllıca bir çözüm bulmuşlardır.

Veli Baba’dan sonra posta oturan kadının adı gerçekten Anşa mıydı acaba? Öyle olsa bile, posta oturan kadının adı mesela, Hatice olsaydı, Hatice veya başka bir isimde zikredilen   kadını posta asla oturtmayacaklarını düşünüyorum.
Yani adı farklı da olsa, posta oturan kadının adı yine “Anşa Bacı” olurdu. Zira, Alevi  uluları bunu  hesaba katmış,  düşünmüş  olmalılar.

Kimse Anşa Bacılılara farklı gözle bakamaz, Hazreti Ayşe Validemizin adı söz konusu olduğunda.
Aslında, Hanşa, günümüzde postta oturan “Ece’ye – Eci’ye” tam karşılık  değil midir?  Anşa  adı  burada  Hazreti  Ayşe’yi  zikrederek onu  ululamaktan ziyade  Türk soylu  bir geleneği “Ece – Eci – Han-şa” geleneğini, saygıyı, töreyi ululamaktır.  

***//***
Kitabı  okumaya  devam ediyorum, şaşkınlığım  bitmiyor.

İlerleyen sayfalarda dip not olarak karşıma “anaşa” kelimesi çıkıyor.
Anaşa karşılığında ise “afyon” yazıyor.

***//***
Bilirsiniz, bütün dinlerde, inançlarda ilerleyen zamanda saf hiçbir şey kalmaz.  İnançlardan ayrılmalar tarikatla açıklanır. Bütün tarikatların ise zikirleri ve ritüelleri vardır.

Tarikat dervişleri  esrime ve   dönme ile  trans  haline  geçerler.  Bunun için bazen en masumundan olmak üzere “enfiyeden, afyona” kadar ot veya koku çekerler, içerler.
Anaşa, yani afyon bu anlamda, tarik olmuş bütün inançlarda   saygı duyulan, özel yeri olan efsunlu bir maddedir.

Rakının aslında “dem” diye Alevi – Bektaşilerde bu kadar öne çıkarılması, afyonun kalıcı ve toplumu zehirleyici, uyuşturucu halini gören Alevi ululalarınca afyon yerine bulunmuş “ehveni şer” bir çözümün sonucudur.
Anaşa’ya saygı, bilinmezlik ile dolu efsunlu maddeye saygıdandır ve aslında Anşa’ya saygıdır.

Rakıyı, demi “yeter artık, içme”, diye yere dökmek hala büyük hakarettir Alevilere.
Rakı muhabbettir, “didar ile muhabbete doyulmaz / muhabbetten kaçan insan sayılmaz” der, pir.


Muhabbetle,
Aşk illa ki

10 Şubat 2018 Cumartesi

HEM-RAH & EM-RAH & EMRE & DAVAR – TAVARİŞ – YOLDAŞ – YOLBAŞ


Yol, yolak yokken, at ve araba yokken herkes, yaya çıkardı yola. Ama, zorunlu olmadıkça kimse bir başına yola çıkmazdı. Eşkıya beklerdi dağ başlarında, yol-başlarında. Haramiler yol keserdi, can alırdı. Yola çıkmak isteyenler, ille de kendilerine bir yol-daş bulur öyle çıkardı.

-Şehere gidiyorum, gel bana yol-daşlık et, derdik.

Şimdi haramiler kılık değiştirdi belki, ama asıl ne yola çıkan kaldı ne de yol-daş. Yaya zamanlardan dilimizde kalan yol-daş kelimesi, sosyalist literatürün dilimize girmesi ile kendi anlamından çıkarak, politik bir söyleme dönüşmüştür.

Oysa, saf ve birinci anlamı ile birlikte yoldaş, aynı yola çıkan, aynı yolu yürüyen demektir.

Dilimizde bir isim olarak bulunmasına ve yaygın olarak kullanılmasına ve yol-daş ile aynı anlama gelmesine rağmen gerçek anlamını bilmeden kullandığımız, ama kelime analizine bakarsak, tam meramımızı anlatan bir kelime daha vardır:

HEM-RAH & EM-RAH & EM-RE

Hem kelimesi, “aynı” demektir. Biliyoruz.

Hem-cins
Hem-zemin
Hem-şire

Hem-şire, kelimesi başka bir yazının konusu olsun, ama yeri gelmişken geçerken değinelim.

Eskiler kız kardeşler için “kız kardeşim” demezler, “hem-şirem” derdi. Yani, hem-şire, yani aynı memeden süt içen demektir.
Şimdi “hem” kelimesini biliyoruz.

“Rah”, ne demek o halde
Bulmaca meraklıları bilir, “rah” kelimesini görünce hemen ve kolaydan karşılığına “yol”, diye yazarlar. Yol demektir “rah” kelimesi.

O halde “hem-rah” kelimesi isim olduğunda “aynı yola” giden, “hem-rahi” ise, aynı yolun yolcusu, demektir.
Dilimize Farsça’ dan ödünç olarak girmiş bir kelimedir.

***//***
Biraz ara verelim, yine hem-rahım Selman ile Eylül 2016 tarihinde yapmış olduğumuz KUZEY ANADOLU – KAÇKARLAR GEÇİŞİ etkinliğimizden bir anımıza dönelim.

KATIRCI YOLDAŞ
Katırcı Emrah Abi dede mesleğini, fırıncılığı meslek edinmiş kendine ta küçüklükten.

Burada, İspir’ de, Yusufeli’ nde, Pazar, Ardeşen, Çamlı Hemşin’ de yaşayanların ataları, Çarlık Rusyası’nda çalışırken öğrendikleri ile hep fırıncı, hep pastacı, hep duvar ustası olmuşlar ve kendileri de bir mirası devralır gibi, bu meslekleri devralmışlar ve başarı ile yürütüyorlar.
Emrah Abi de atalarından bir miras devralır gibi, fırıncılık mesleğini devralmış ve Ağrı, Muş, Van, Hakkari başta olmak üzere bütün Doğu Anadolu illerinde ve ilçelerinde fırıncılık yapmış.

Bize, fırıncılığı anlatıyor.
Bize, iyi bir ekmeğin ne demek olduğunu,

Bize, iyi bir unu,

Bize, hamurdaki enzimleri,
Bize, bir zamanlar utanarak yedikleri ama şimdi kıymete binen arpa ununu

Bize, o uzak diyarlarda nasıl fırıncılık yaptığını,
Anlatıyor Emrah Abi. Anlatırken mesleğine tutku ile bağlı ve mesleğinin inceliklerini bilen bir meslek erbabı gibi anlatıyor.

Bize, dedesinin İspirli Ermeni dostlarından, ta İspir’ den, Sıra Konaklar’ dan
( Hoçodur’dan )  sırtlarında ve  katırlarla hepi topu iki çuval meyve ve yemiş ile, dut kurusu, dut pekmezi ile ta buralara, yetmedi ta Karadeniz sahiline, ta Ardeşen’e, ta Atina’ya (Pazar’a) takasla meyve satmaya  gelen yoksul  Ermeni dostlarından söz ediyor.

Bize, katırların nasıl kör siste yol bulduklarını, nasıl at ve eşekten daha güçlü ve yol bulmakta usta olduklarını anlatıyor.
Dik bir kaya kütlesinin önüne geldiğimizde katırımız bir an duruyor.

-        Haydi oğlum, diyor Emrah Abi, bak nasıl hesap kitap ediyor kayayı.

Merakla katıra bakıyoruz hem-rahım Selman ile.
Derin bir nefes alıp, ağır bir halteri kaldıracak olan bir halterci gibi, katır önce derin bir nefes alıyor ve olanca yükü ile, tek bir hamlede o koca kaya kütlesine çıkıyor.
-        Tek burası sorundu bu yolda. Bu kaya kopup yola düşmüş, ondan, diyor Emrah Abi.

Yol boyunca pınarlardan içiyoruz kana kana. Asla derelerden akan kar sularını içmiyoruz.

Emrah Abi, bu dağlarda en güzel pınarın, suyu en güzel olan pınarın
Dibe Düzü’ ndeki  “Garibin Pınarı” olduğunu  söylüyor.

2008 yılında yaptığımız İKDOS etkinliğinde bu pınardan içtiğimi  hatırlıyorum.
Ama, bu sefer Dibe Düzü’ne uğramadan doğrudan Lanetleme Geçidi’ne gideceğimiz için, Garibin Pınarı’na uzak düşeceğiz ve sularından içemeyeceğiz.

Uzakta solda köylülerin bir zamanlar Dilber Düzü’ nden Dibe Düzü’ ne kestirmeden geçiş noktası olarak kullandıkları Pişovit Aşıt’ ı görünüyor, etkileyici.
Emrah Abi, hiçbir pınardan içmiyor.

Yanında matarada ya da başka bir şekilde su da taşımıyor.
Suyumuz var, teklif ediyoruz, pınarlardan avuçları ile veya eğilerek de içmiyor.

Soruyoruz.
-        Ben kendimi Laz Puarı’na saklıyorum, diyor Emrah Abi, pınarı “puar” olarak söylerken sanki özlediği bir dostu anar gibi, gözleri gülüyor.

Biz de merak ediyoruz bu Laz Puarı’nı.
Emrah Abi bize başka bir bilgi daha veriyor, bu kez farklı bir konu : Dondurma.

Bildiğimiz “kornet dondurmanın” ilk defa buralarda, Yusufeli’ ne bağlı  aşağıdaki köylerde, adı  “Kornet” olan bir köyde yapıldığını  söylüyor.
Şaşırıyoruz, isim benzerliği mi acaba, diyoruz.

Gerçekten de Yusufeli’ ne bağlı bir Kornet Köyü var, ama Kornet Dondurması ile ne ilgisi var, içten inanmak istiyorum doğrusu.
Doğrusu Emrah Abi ne güzel anlatıyor, sanki bir şarkiyatçı gibi, sanki bir gezgin gibi.
Ne bilgece konuşuyor, sakin ve yumuşak.

Hiçbir şey için iddialı konuşmuyor.
Ama, her yolun sonu olduğu gibi, Emrah Abi ve katırı ile de yolun sonuna yaklaşıyoruz.

Aslında planımız ve pansiyonda İsmail Hocam ile konuştuğumuzda biz Olgunlar’ dan Dibe Düzü’ ne gidecek, katır çantalarımızı oraya kadar taşıyacak ve biz oradan çantalarımızı yüklenerek Lanetleme Aşıtı’ nı geçecektik.
Ama, eksik olmasın İsmail Hocam, yüklerimizi katır ile ta Lanetleme Aşıtı’na kadar taşıması için Emrah Abi ile konuşmuş ve Emrah Abi de bunu  kabul etmiş.

Ne diyelim, bizim için bulunmaz bir olanak.
Yol bitiyor.

Emrah Abi’ de laf da bitiyor.
Lanetleme Aşıt’ na gelmeden Emrah Abi çok değerli bir şey bulmuş gibi, bize Laz Puarı’nı gösteriyor, işte ben bu pınardan içeceğim, diyor.

Önce Emrah Abi eğiliyor La Puarı’ndan su içmeye, kana kana içiyor. Sonra biz içiyoruz hem-rahım Selman ile Laz Puarı’ndan kana kana.
Şimdi anlıyoruz Emrah Abi’nin yol boyunca neden bir  yudum bile su içmeden kendini Laz Puarı’ na sakladığını.

Helal olsun, bu tutkudur işte, buralara sahip çıkan tutku.
Pınarın hemen yanındaki küçük düzlüğü  gösteriyor, katırla  gelmeseydiniz, orada kamp yapabilirdiniz, diyor.

Gerçekten de Kaçkar Geçişi için çok uygun bir kamp alanı.
Artık Lanetleme Aşıtı’ındayız.

Bu aşıta “lanetleme” adını  kim vermiş bilinmez ama, buraya gelmeden “Dilber Düzü” ana kampına ona bu adı verenin İsmail Hocam’ın babası olduğunu  öğrenmiştik kendisinden.
Karadeniz tarafından gelen yoğun sis burada asılı kalıp geçidi aşmakta  zorluk çıkardığından olsa, bu geçide lanetleme geçidi  demişler. Ne olursa olsun, güzelim bir coğrafya “lanet” kelimesi ile anılmamalı, kullanılmamalıdır.

-        İşte, diyor Emrah Abi, burası Artvin toprakları, bir adım yanım, Rize toprakları, bu kadar yakınız birbirimize.

-        Peki neden bu pınara Laz Pınarı denmiş, bildiğim kadarıyla buralarda Lazlar yaşamıyor. Yoksa Laz bir usta mı yapmış bu pınarı.

-        Yok, hayır, sadece buradan sonrası Lazların topraklarına geçiş olduğu için bu isim verilmiş.

Artık Emrah Abi ve katırına veda vakti.
Ama, Emrah Abi’ nin onca anlattıkları, ondan onca öğrendiklerimize karşılık bizim de bir şeyler yapmamız gerekir, maddi olmayan bir karşılığı olmalı bütün bu anlatılanların.

-        Peki Emrah Abi, buraya kadar nasıl geldik, fark edemedik bile. Öyle güzel şeyler anlattın ki bize, o kadar bilmediğimiz şeyler öğrendik ki senden, var rol.

-        Ne demek, anlattıklarımızın ne kıymeti var ki?

-        Öyle demeyin Emrah Abi. Biz sana hakkını ödeyemeyiz. Şimdi ben de sana bir bilgi vereyim mi?

-        Estağfurullah

-        Bak Emrah Abi, sen adının anlamını biliyor musun ?

-        Evet, biliyorum.

-        Nedir senin adının anlamı?

-        Bizim buralarda canın sıkılınca “emrahım dağılsa rahatlasam”, deriz.

-        Yani, bir tür sıkıntı

-        Evet

-        Başka ne anlamı var?

-        Başka, bir de sözlüğe baktım.

-        Ne yazıyordu sözlükte?

-        Şarkıcı, türkücü yazıyordu.

Sözlükte Emrah kelimesinin karşılığında bunların yazıyor olması dil ve kültür adına içimi sızlatıyor. Yazık.

-        Peki, bizim halk edebiyatında kaç Emrah var, bilir misin?

-        Benim bildiğim bir Erzurumlu Emrah var.

-        Bir de Ercişli Emrah var.

-        Peki Emrah Abi, tekrar dönelim Emrah kelimesinin anlamına. Senin bu söylediklerinin hiç birisi Emrah kelimesinin karşılığı değil.

-        Bilemeyiz ki.

-        O zaman anlatayım sana.

-        Anlat

-        Bak şimdi, senin adının başındaki “em” hecesi aslında “hem” dir ve Farsça bir kelimedir. Türkçe isimler kural olarak “h” harfi ile başlamadığı için ve Türkçe ses uyumundan dolayı kelimenin başındaki “h” harfi düşer ve geriye “em” kalır ve Farsça “hem” kelimesinin anlamı “aynı, bir, benzer” demektir. Örneğin, “hem zemin”, toprak ile aynı zemin, demektir. Örneğin, “hemşire” aynı sütü içen demektir. Yani eskilerin doğru olarak kullandığı gibi “kız kardeş” demektir. Biz şimdi aynı anlamı taşımayacak şekilde “hemşireye” kız kardeş diyoruz, neyse bu başka bir konu. Başka örnekler de var, hem cins, hem fikir.

-        Doğru diyorsun Recep Bey.

-        Peki gelelim senin adındaki, yani Emrah’taki ikinci heceye “rah”.

-        O ne demek?

-        Senin adındaki ikinci hece olan “rah”, yine Farsça bir kelimedir ve Türkçe “yol” demektir. Farsiler senin adını nasıl söyler bilir misin?

-        Bilmem

-        Senin adını  Farsiler “homrah – hamrah – hemrah” diye söylerler.

Emrah Abi anlattıklarımı dikkatle dinlerken, hem gülümsüyor hem de öğrendiklerine şaşırıyor ve bütün bunların ardından ne çıkacağını merakla bekliyor.
Selman hem-rahım ise, “yahu söyle de adamı çatlatma” der gibi  arada kaş altından bana bakıyor.

-        Peki ikisinin anlamı nedir Recep  Bey? ,

-        İkisinin anlamı, yani em-rah ya da hem-rah, “aynı yola giden, aynı yolda giden”, demektir.

-        Yani?

-        Yani, “yoldaş” demektir. Biz nedense yoldaş kelimesini hep siyasi olarak kullanır ve asıl anlamını hep göz ardı ederiz.

-        Bilmiyordum Recep Bey.

-        Yani Emrah Abi, senin Farsça olan adının Türkçe anlamı ve karşılığı “yoldaş” demektir. Yani Emrah Abi, sen bizim Emrah Abimiz değil, “yoldaşımızsın”, onca yol geldik, bunu fazlasıyla hak ettin.

Emrah Abi, sabırla dinlediklerinden sonra şaşkınlıkla öğrendikleri karşısında o kadar mutluydu ki. Selman hem-rahıma, Emrah Abi’ nin telefonunu kaydederken “Yoldaş Katırcı”, diye kaydet, diyorum. Gülümsüyoruz.
Dağlar, dereler, kurtlar, kuşlar, insanlar, hep böyle şeyler öğretiyor insana, biz hep böyle şeyler öğreniyoruz insanlardan. Son söz olarak Emrah Abi’ ye Nazım’ın ölümsüz şiirlerinden  bir dize söylüyorum bizim köylüleri  en iyi anlatan bir dize :

(…)
onlar ki
topraktan öğrenen,
kitapsız bilendir
(…)

Bir kitapsız bilendi Emrah Abi bizim için. Ne güzel öğrenmek.
Veda etmeden bize son bir ikramda bulunuyor Emrah Abi.

-        Seneye zirveye çıkmak için gelmeyin. Seneye ben sizi çok güzel yaylalara götürürüm, ta Davalı Yaylası’na gideriz. Eşyalarınızı katıra yükleriz, keyifli bir yayla turu yaparsınız.

Ne diyelim, bu teklife, daha doğrusu ikrama inanamıyoruz Selman ile. Hemen gelecek senenin yaylalar gezisi planlarını yapıyoruz.
Onca yol geldik, onca söz eyledik, hepsi tükendi.
Artık, veda vakti.

Emrah Abi ile vedalaşıyoruz, eski bir dosttan, kadim bir dosttan ayrılmanın hüznü, bir güzel insan tanımış olmanın mutluluğu var yüzümüzde ve yüreğimizde.
***//***

Hem-rah var ise, buradan kolaylıkla EM-RAH veya EM-RE isimlerine geçebiliriz artık.
DAVAR – TAVARİŞ- YOLDAŞ

Ruslar “ avariş” kelimesini “yoldaş” anlamında  çok önceden beri  kullanıyordu,  tıpkı Türklerin “ yoldaş”  kelimesini  çok önceden beri  kullandıkları  gibi.
Ama, Türkçe’ de olduğu gibi, Rusça’ da da “tavariş – yoldaş”  kelimesine  politik bir  anlam yüklendiğinde Ekim Devrimi’nden önce ve sonra Rusça’ da ve sonra bütün Sovyetlerde ve belki de bütün dünyada  en çok kullanılan kelime “ tavariş – yoldaş” kelimesi  olmuştur.

Bütün Bolşevikler değil sadece, Rus köylüleri de, Sovyet köylüleri de, insanları da birbirlerine hep “tavariş – yoldaş”, diye seslenir oldular.
Siz bakmayın şimdilerde ve artık bu kelimelerin hem Türkçe’ de hem de Rusça’ da alaya alındığına, en güzel yakınlık ifadeleri saklıdır bu kelimelerde.

İyi ama, bu “ tavariş”  kelimesinin Rus  diline Türkçe “tovar-tavar-davar”  kelimesinden  ödünç olarak geçmiş olduğunu  söylersek ne olacak ?
“Davar”  kelimesi  her ne kadar  koyun – keçi  sürüsü  için kullanılsa da, geniş  anlamı ile  “mal”  karşılığında  kullanılır.

Eskiden insanlar kendi varlıklarını anlatmak veya karşısındakine sormak için , “şu  kadar baş malım var “ der veya  “kaç baş malın var”, diye  sorarlardı.
Davar, mal ise, buradan çıkan bölüşüm ve paylaşım bizi “davariş-tavariş” kelimesine “aynı  malı  paylaşan” kelimesine götürür.

Davar kelimesinden “tavariş” ve aynı  anlama gelmek  üzere  “yoldaş”  kelimesini  biz  Türkler  değil, ama Ruslar  bulmuşlar  ve kullanmışlardır.

Dil böyle bir şeydir.
Belki de en çok Yoldaş Stalin ‘ in o veciz  sözünden sonra  kullanılır  olmuştur 
“tavariş – yoldaş” kelimesi.

Rusçası ile söylersek
“Eta li sluçayni tavarişi? Nyet, eta ni sluçayni, tavarişi.

Türkçe karşılığı ise,
“Bu bir tesadüf mü yoldaşlar? Hayır, bu bir tesadüf değildir, yoldaşlar.”

Stalin Yoldaş, “bu bir tesadüf mü”, diye sorarken, cevabını da yine kendisi  verir “hayır, bu bir tesadüf değildir.”
Hiçbir şey tesadüf değildir aslında.

YOL-BAŞ
Yol-baş kelimesi ise, benim kendi sözlüğümden bir kelimedir.

İnsanın yola çıkarken, kendisine bir yol-daş bulmasından önce, yolun başında onu bekleyen bir YOL-BAŞ’ın olması gerekir.
Yola çıkın, “yol-başınız” sizi bekliyor.

Erzurumlu ve Ercişli Em-rahlar da.


Muhabbetle,

Aşk illa ki  
Recep Babayiğit