21 Kasım 2025 Cuma

MOLTKE’NİN ANILARINDAN ÇEKİÇ ALİ’NİN AVAZINA: ÇUBUK

Tütün ilk defa nerede ve ne zaman sigara olarak içildi?

Eldeki bilgiler ilk tütünün MÖ 3000’lerde Mısır’da içildiğini söylüyor. Sigara olarak içilmesi, yani tüttürülmesi ise belki de ilk önce Kızılderili kabilelerinde başlamış olmalıdır.

Sigara kağıdı bulunana kadar tütün içmek için çeşitli araçlar kullanılıyordu. Türklerin en yaygın olarak kullandığı araç ise halkımızın “Çıbık” olarak telaffuz ettiği “Çubuk’tu.”

Çekiç Ali’den dinlerdim, Çıbığına Lüleyim, türküsünü.

Ancak çıbık çekmenin de bir ritüeli olduğunu, Osmanlı’da beylerin, paşaların çıbıklarını hazırlayan “Çubuktarları” olduğunu bilmezdim.

Ne de çıbığın ucuna takılan lüle malzemesine bakarak o çıbığı çekenin statüsünün anlaşıldığını.

Türklerin İstanbul kahvehanelerinde çıbık çekmelerini uzun uzun anlatan Moltke’nin tütün içme konusunda beni de provoke edebileceği ise aklıma bile gelmezdi.

…/…

MOLTKE’NİN ÇUBUĞU

Moltke önce çubuğun malzemesinden söz ediyor.

“İstanbul’da iki şey en mütekamil şeklini bulmuş, bunlardan biri sana evvelce tarif etmiş olduğum kayık, öteki çubuk. Mükemmelliğin belirli bir derecesi monotonluğa götürüyor. Bir kayık tıpkı öteki gibidir, çubuklar da böyledir. Sana sadece bir tanesini tarif etmem kafi, böylece bütün bu 28 milyonluk (çünkü bu memlekette herkesin çubuğu var) kategoriyi tanımış olursun.

Kiraz dalından boru 2’den 6 ayağa kadar, hatta bazen daha fazla uzunluktadır. Ne kadar uzun ve kalın olursa o kadar kıymetlidir. Bilgisiz Frenk (Türkler bunlara yabancı yani ‘yaban adamı’ derler) bir çubuk satın alırsa bu, genellikle akçaağaçtan tornada çekilmiş ve üzerine kiraz kabuğu kaplanmış bir çubuk olur.

(…)

Çubuğun sonuncu ve en kıymetli parçası kehribar ağızlık (takım)dır. En makbul sayılanı damarsız ve lekesiz süt beyaz kehribardan olanlardır. Eğer böyle bir ağızlık büyük bir parçadansa kırk, elli hatta yüz thaler (Prusya’nın o dönemde kullandığı para birimi, rb) eder. Sanırım ki yüzyıllardan beri elde edilen kehribarların çoğu Türkiye’ye yollanmış. Çünkü en fakir Türk bile çubuğu için bundan bir parça edinmeye uğraşır. Sahiden de başka tabii ya da suni hiçbir madde dudaklara kehribar kadar hoş gelmez. Üstelik kehribarın hastalık bulaştıran hiçbir maddeyi almadığına da inanırlar. Bu da veba zamanında insanın yüreğine rahatlık verir, çünkü saydığı bir misafir gelince Türk ona hemen kendi çubuğunu ikram eder.”[1]

Çekilen tütünü de anlatır Moltke.

“Tütün mükemmeldir ve özellikle Suriye’nin Ladik (Lazkiye, rb) tütünü makbuldür. Pek ince kıyılır, kolay yanar ve yanarken güherçile gibi çıtırdar.” [2]

Çubuk çeken Osmanlı Efendisi

Çubuk nasıl içilir? 

“Türkler (çubuk içmek) derler, sahiden de tıpkı bir bardak Ren şarabı gibi höpürdetirler onu. Bütün dumanı ciğerlerine çekerler, başlarını geriye atar, gözlerini yumarlar, sonra bu sarhoş edici dumanı ağır ağır ve keyifle burunlarından ve ağızlarından çıkarırlar.”[3]

Çubuğu hazırlayan birisi vardır, onun görevi sadece odur ve yaptığı işten dolayı onun adı “Çubuktardır.”

Moltke çubuktarın çubuk hazırlayışına da şahit olur.

“Ayrı bir uşağın, kendisinin de hiçbir işi olmayan efendisinin çubuğunu temizlemek, zarif bir şekilde doldurmak, yanar bir kömür parçasını tütünün üstüne, tam ortalama olarak, koymak, bir iki nefes çekerek yakmak ve merasimle ikram etmekten başka hiçbir işi yoktur. Bu sırada çubuğu yukarı tarafından sağ eliyle tutar, sol elini hürmetle karnına koyar, sana doğru hızlı hızlı ilerler ve lüleyi öylesine yere koyar ki çubuğu şöyle bir çevirince ağızlık tam dudaklarına gelir. Sonra kıymetli halıyı ateş düşmesinden korumak için lülenin altına küçük bir pirinç tas koyar, geri geri kapıya çekilir ve orada yeniden çubuk doldurma hareketini bekleyerek, ayakta durur.”[4]

…/…

SEETZEN’İN GÖRDÜĞÜ ÇUBUK

 19. yüzyıl başlarında İstanbul’a gelen Alman bir hekim-gezgin Ulrich Jaspers Seetzen ise çubuk çekme ritüelinden ziyade, çubuğun ucundaki lüleden söz eder.

“Türkler çubuğun lülesini sık sık değiştirirler, çünkü tütün yağlı bir madde olduğundan, lülenin içi kısa sürede kurumla kaplanır. Burada lülenin içine tütünü gevşek koymaya özen gösteriyorlar, bizde yaptıkları gibi sıkıştırmıyorlar. Ayrıca çubuğun boyu da uzun olduğundan, tüttürülmesi kolaylaşıyor. Çubuğu hafifçe emdiklerinden, tükürük bezlerine fazla basınç uygulanmıyor, dolayısıyla da tükürme gereği duyulmuyor. Bunun çok iyi alışkanlık olduğu görüşündeyim. Zenginler veya ekabir sınıfından olanlar, bazen tütünü yaktıktan sonra üstüne küçük bir amber veya öd ağacı parçası koyuyorlar. Böylece nargileden çevreye tatlı bir rayiha yayılıyor.”[5] 

…/…

REŞAD EKREM’İN ÇUBUKTARI

İstanbul için kalem oynatan, onsuz olursa eksik bir İstanbul tarihi yazılır, diyeceğimiz, İstanbul aşığı Reşat Ekrem Koçu ise Tayyarzade isimli çubuktarın örneğinde “Çubuktarları” anlatır.

“Tayyarzade (burada çubuktar, rb) koştu, bütün İstanbul’un keramet sahibi olduğuna inandığı saçlı şeyhin elini öptü, fakat Geysudar Efendi güzel delikanlının elini bırakamadı:

‘Yürü Tayyarzade, seni çırağ ettim. Gümrükçü’ye çubuktar götürürüm…’ dedi.

Geysudar Mehmed Efendi’nin sadece ‘Gümrükçü’ dediği Gümrük Emini Hüseyin Efendi İstanbul’da babadan oğula yıllarca celeplik etmiş zengin bir ailenin varisiydi. Servetinin ve zekasının yardımıyla imparatorluğun mühim memuriyetlerinden biri olan İstanbul gümrükleri emirliğine kadar yükselmişti. İnsanın ufak bir gafletle kolay lekelenebileceği bu memuriyette beş yıldan fazla namuskarane çalışmış ve 1627’de yine namusunun yüzünden azledilmişti.”[6]

(…)

“Hüseyin Efendi köşede oturuyordu, ‘Geysudar Efendi geldi…’ dedikleri zaman, zengin adam elindeki kitabı sedire bırakıp hemen ayağa kalkmıştı.

Tayyarzade (çubuktar, rb)mahcup ve hicabının bir kat daha artırdığı güzelliğiyle ve tığ gibi vücut yapısının şehbaz reftarıyla ilerlerdi, Hüseyin Efendi’nin eteğini öpecek oldu.”[7]

Çubuk lülesi

Çubuktar Tayyarzade konağa yerleştikten sonra Hüseyin Efendi’nin dört kısır karısı da ona düşman kesilirler.

“Dört cahil kadın birbirlerini tahrik ederek Tayyarzade’ye düşman olmuşlardı, kocalarının aleyhinde çirkin dedikodulara başladılar; ‘Kahvehane ve hamam peykelerinde itlerle yatar kalkar yalın ayaklı, yarım pabuçlu, yeni yakası bitli oğlan bizim efendiyi büyüyle zapt etmiştir. Hüseyin Efendi’nin gözü o haramzadeden başka kimseyi görmez, gece dahi hareme gelmez; varsa Tayyaroğlu, yoksa Tayyaroğlu…’ diyorlardı. Hüseyin Efendi dört kısır karısının dördünü de boşadı, hepsine yeteri kadar para verdi ve eşyalarıyla birlikte konaktan attı.”[8]

ÇEKİÇ ALİ’NİN ÇIBIĞI

Kırşehir-Kaman-Meşeköylü Abdal Usta Çekiç Ali ise kaynaklık ettiği “Çıbığına Lüleyim” türküsünde, Fuzuli’yi bilmeden Fuzuli’nin “Su Kasidesi” benzeri nitelemeler yapar.

 …/…

Aziz Nesin’e “En sevdiğiniz Türk şairi”, kimdir, diye sorduklarında, hemen “Fuzuli,” der. Azeridir Fuzuli, Azeriler onu bizden daha çok bilirler ve severler.

Ardından ekler, “Fuzuli’nin ‘Leyla ile Mecnunu, olağan üstü bir destandır,” der.

Lise edebiyat derslerinde, divan edebiyatının en zor konusu aruz vezniydi.

Ama yine de divan edebiyatını bana sevdiren Fuzuli’ydi, en çok beğendiğim ise, onun aşağıya iki dizesini aldığım eşsiz “Su Kasidesi’ydi.”

Bizim gibi, doğu toplumlarında sevgiliye olan hasret öyle derindir ki, bunu bazen bir şiir, bazen bir söz, bazen bir benzetme anlatır.

Ama bütün mesele sevgiliye olan hasreti anlatmak, dile getirmek değildir, mesele hasreti dindirmektir.

Sevgiliye hasreti dindirmek kolay değildir. Nice mendiller düşürülür cumbalı evlerden sevgilinin geçtiği yola, nice ucu yanık nameler yazılır sevgiliye.

Su ya da mey dolu bardaktan iki yudum içildikten sonra, bardak ya da kadeh sevgiliye gönderilir muhabbet meclislerinde, yarısını da sevgili içer.

Amaç, meyin yarısını ikram etmek değildir, amaç, sevgilinin dudaklarının değdiği bardağa veya kadehe, aynı yere kendisinin de dudaklarını değdirip, bir tür buluşma yaşamaktır.

Öyle değil midir, sevdiğimiz birisinin, sevgilimizin, gezip dolaştığı, büyüdüğü, yatıp uyuduğu yerleri bizim de gezip dolaştığımızda “Ah işte sevgilim de buralarda dolaşmış, buralarda yatıp uyumuştu,” diyerek sevgiliyle bir tür buluşma yaşamaz mıyız?

Ama aşağıdaki Su Kasidesi’nden alınan iki dize öyle bir buluşmayı anlatır ki, günümüz arabeskçileri o tarihte yaşamış olsalardı, işin içinden çıkamazlardı.

Öleceksin, gönüllü öleceksin, belki kara sevdadan, sevgiliye hasretinden, belki intiharla öleceksin, kavuşamayacaksın, kara toprağa gireceksin, kaçış yok.

O kara toprak gün gelip, çanak çömlek, testi yapmak için çamur haline getirilecek ve o çamurdan testi yapılacak.

Sevgilinin kara toprağa dönmüş bedeninden yapılan testiye su doldurulacak, sevgili her gün o testiden su içecek.

Sevgilinin dudakları her gün o testiye değecek. O dudaklar, ölen sevgilinin toprak olmuş, sonra testi olmuş bedeni ile buluşacak.

Bakmayın siz şimdi testilerin plastik, çelik, camdan veya porselenden yapıldığına.

Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su

(Dostlarım! Şayet onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
öldükten sonra toprağımı testi yapın ve onunla
sevgiliye su sunun.)

Müthiş.

Bizim Abdal müziğimizde bir zirve olan Çekiç Ali vardır. Neşet Usta zirve ise, Çekiç Ali, erken göçmüş bir başka zirvedir.

Bağlamanın teline şiddetle, adeta çekiçle bir yere vurur gibi vurduğu için “Çekiç Ali” demişlerdir ona. Neşet Usta da son yıllarında doğaçlama çalıp söylemeye başladığında, bağlamanın tellerini  adeta bir çekiçle döğer gibiydi.

Bir kıyamet ağıt “Kızılırmak” Türküsü söyler Çekiç Ali.

Ama bir de, “Çıbığına Lüle” diye başka ve benzersiz bir türkü daha söyler.

Öyle söyler ki Fuzuli mezarından uyanıp gelse, Çekiç Ali’nin önünde eğilirdi.

19. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarına, Anadolu’ya gelen batılı gezginler, oryantalistler, günlüklerinde Türkleri en tipik özellikleri ile şöyle anlatırlar:” Bütün gün kahvehanelerde bağdaş kurup otururlar, ucunda lüle olan ve içinde tütün yanan uzunluğu bir metreyi bulan çubuk çekerler.”

Biz, Çekiç Ali, Anadolu Ağzı, “Çubuk” demeyiz, “Çıbık” deriz.

Bir insan bütün gün ucunda lüle olan çıbığı çekerse, bunun sevgiliyle buluşmanın ne anlamı olabilir ki? Lüle, kilden yapılırdı, içinde tütün yanardı, çubuğun ucuna takılırdı.

Yani, lüle olmadan, ağızlığa takar gibi, tütünü sarıp çubuğa takamazdın.

Tütün lülenin içinde yanar da yanar, dumanı sevgiliyi, ateşi seni yakar.

Daha çok yanmak, hep yanmak, sevgiliden ayrılmamak, sevgiliyle buluşmak için bütün mesele “Çıbığa lüle olmaktır.”

“Sen ne kadar çıbık olursan, ben o kadar lüle olurum,” der gibidir sevgili.

Yanmak, duman olmaktır lülede. Bunu yazan yazar, ama Çekiç Ali söylerse bu türküyü, sevgili için çıbığa nasıl lüle olunur, anlarsın.

Çıbığına lüleyim

Yar yüzüne güleyim

Sen kapıdan geçerken

Ben başına belayım 

…/…

Yaygın ve hep tekrarlanan bir söz vardır: Bir roman okudum, hayatım değişti.

Ben roman okumadım, ama Moltke’nin Türkiye Mektuplarını okudum ve ilk defa kehribar ağızlıkla sarma tütün içtim. Hayatım değişmedi, ama hayatıma bir şey girdi. 

Moltke yukarıda çubuğun ucundaki kehribar ağızlığı tarif eder.

Ben de aslında bir metreyi geçen uzunlukta bir çubuk çekmeyi isterdim, ama günümüzde öyle çubuklar yok artık ve yapılmıyor. Boyları 50 cm olan Sivas işi çubuklar ise sadece süs ve hediyelik olarak satılıyor.

Moltke’nin beni provoke ettiğini söylemeden önce belli ki kendisi de provoke olmuş ve karşı konulmaz bir istekle çubuk çekmiş. O da daha önce hiç tütün içmemiş.

Onu provoke eden belki de seraskerdi (Başkomutan-genelkurmay başkanı, rb).

“Ben eskiden hiç tütün içmezdim, seraskerin yanında ilk çubuğu reddedemeyince arkasından gelmesi çok muhtemel olan deniz tutmasını bekledim. Fakat buranın tütün içme usulüne kolayca alıştım, hatta gölgeli bir çınarın altında, bakışlarımı deniz ve dağlarda dolaştırmaktan ve yarı rüyada, yarı uyanık, çubuktan bu uçucu içkiyi çekmekten hoşlanmaya başladım.”[9]

…/…

MOLTKE’NİN PROVOKASYONU: KEHRİBAR AĞIZLIK

Moltke’nin kehribar ağızlıkla ilgili yukarıda anlattıkları beni adeta provoke etmişti. Çubuk yoksa da kehribar bir ağızlık bulabilirdim.

2014 yılı, Kasım ayları olmalı.

Kadıköy’de antikacıların olduğu sokakta bir antikacıya girdim ve vitrinden beğendiğim bir kehribar ağızlığın fiyatını sordum.

100,00 USD, demez mi satıcı.

Hemen çıktım antikacıdan.

Bu fiyat üstelik kullanılmış bir kehribar ağızlık için çok yüksek gelmişti.

Moltke’nin anlatımı beni iyi provoke etmiş olmalı ki, yılmadım ve aynı gün Kapalıçarşı’ya gittim.

Beyazıt Kapısı’ndan girdim. Hemen girişte, sağda küçük bir dükkanın vitrinine baktım ve gözüme bir kehribar ağızlık kestirdim. Dükkana girdim. Dükkan, abartmasız 1x2 m boyutlarında küçücük bir mekan ve çoğu ağızlık olmak üzere sadece kehribar ürünler satıyordu.

Satıcıya beğendiğim ve hiç kullanılmamış olan kehribar ağızlığı göstererek fiyatını sordum. Uygun bulup aldım. Almak zorundaydım daha doğrusu. Orası artık gideceğim son noktaydı, o dükkandan da o kehribar ağızlığı alamazsam, Moltke’nin anlattıkları benim için sadece bir okuma metni olarak kalacaktı.

Şimdi bir kehribar ağızlığım vardı, iyi, ama içmek için tütünü nereden bulacaktım. Sordum, Beyazıt-Bakırcılar Çarşısı girişinde kaldırımda açık tütün satanlar olduğunu, oradan alabileceğimi söylediler. Evet, orayı biliyorum. Adıyamanlılar kaldırımın üstünde bez çuvalların içinde çeşit çeşit tütün satıyorlar.

Cebimde kehribar ağızlık, düşümde ucu yakılmış bir sarma sigara.

Selam verip, selam aldım Adıyamanlı satıcıdan.

-Tütün almak istiyorum.

-Vardır. Hangisinden?

-Bilmem, ilk defa içeceğim.

-Aha şunu al. Ne kadar vereyim?

-Bir tutam, kehribar bir ağızlık aldım da deneyeceğim.

-Al sana bir tutam tütün.

-Borcumuz?

-Borç morç yoktur.

-Peki bunu neye saracağım?

-Kağıda.

-Kağıt da var mıdır?

-He vardır.

-İyi, ama ben daha önce hiç tütün sarmadım. Nasıl sarılır?

-Vıyy, torpak başıma, adam daha tütün sarmayı bilmiyor, kehribar ağızlıkla caka satacak. Dur ben sana bir tane sarayım.

Adıyamanlı bu kaldırım bilgesinden işittiklerimle biraz utangaç bir vaziyette özür dilercesine kaçmak istedim oradan.

Tütün satıcısı bana bir sigara sardı hemen ve sarılı sigarayı özenle kehribar ağızlığa taktım. Aklımda Moltke vardı, ona “Sen seraskerlikte çubuk çekersen, ben de şu an sana-seraskerliğe- hiç de uzak olmayan bir yerde kehribar ağızlıkla sarma tütün içiyorum,” demek geçti içimden.

Bir şeyi daha unutmuşum. Yanımda ateş niyetine ne çakmak ne de kibrit vardı.

İlk tütünümü saran Adıyamanlı satıcı, kehribar ağızlığa geçirilmiş ilk sarma sigaramı da yakmıştı.

Tütün satıcısı para istememiş olsa da, hak ettiğini düşündüğüm bedeli avcuna koydum.

Sonra mı?

Sonra, yıllar geçti ve arada bir ve ne zaman Moltke okusam, evimde, elimin altında bulunan tütünden sarıp, kehribar ağızlığa takarak içiyordum.

Sonra?

Sonra bir gün Erkan Amca bana bir adet Toscana purosu yakıp verene kadar. Toscana purosunu ilk içime çektiğimde Moltke’nin ilk çubuk çektiğinde hissettiklerini hissetmiştim: Yarı rüyada, yarı uyanık.

Ama Moltke beni hala provoke etmeye devam ediyor.

…/…

Yanan tütün değildir, yanan tütüne duman olan aşktır.

Sen ne kadar tütün olursan, ben o kadar duman olurum.

 Aşk illa ki.

 Hattuşa,

18 Kasım 2025

 (Bu yazı için tavsiye edilen dinleme: ÇEKİÇ ALİ-ÇIBIĞINA LÜLEYİM)

 


NOT: Bu yazı tütün ve tütün mamülleri içmeyi teşvik edici veya reklam niteliğinde bir yazı değildir. Tütün ve tütün mamülleri içmek sağlığa zararlıdır.



[1] Moltke’nin Türkiye Notları-Feldmareşal H. Von Moltke-Çeviri: Hayrullah Örs-Remzi Kitabevi-1969 Birinci Baskı-s.109-110

[2] Moltke-age, s.110

[3] Moltke-age, s.110-111

[4] Moltke-age, s.110

[5] İstanbul Günlükleri-12 Aralık 1802-22 Haziran 1803 Cilt I-Ulrich Jasper Seetzen-Çeviri: Selma Türkis Noyan-Kitap Yayınevi-Ocak 2017 Birinci Basım-s.90

[6] Binbirdirek Batakhanesi-Cevahirli Hanımsultan-Reşad Ekrem Koçu-Doğan Kitap-Şubat 2016-Üçüncü Baskı-s.59

[7] Koçu-age, s.61

[8] Koçu-age-s.65

[9] Moltke-age, s.111