Modern anlamda soy kütükleri çıkmadan önce sadece aile veya sülale adları vardı.
Ta Hititlerden bu yana kralların soyu, babasının babasının babası, diye giden bir soya dayandırılırdı. Varlığı tartışmalı olan Hitit Kralı II. Hattuşili kendisine tam da böyle bir soyağacı çıkarır.
“Tanrıların
gözdesi, Kussaralı Kralın neslinden Büyük Kral HATTUŞİLİ’nin oğlunun oğlu,
Büyük Kral, Hatti Kralı, Kahraman ŞUPPİLULİUMA’nın oğlunun oğlu, Büyük Kral,
Hatti Kralı, Kahraman MURŞİLİ’nin oğlu Büyük Kral, Hatti Kralı, Güneş Tanrıçası
Arinna’nın, Nerik (kentindeki) Gök Tanrısının ve Samuha (kentindeki) İştar’ın
gözdesi Büyük Kral, Hatti Kralı, Kahraman, Tabarna HATTUŞİLİ.”[1]
Aradan geçen binlerce yıl sonra Kanuni de kendisine benzer bir soyağacı çıkarır.
Kanuni,
Fransızların, 24 Şubat 1525’te Pavye Savaşı’nda Almanlara yenilmesinden sonra,
Fransa Kralı Fransuva’ya yazdığı o tarihsel mektuba “Ben
ki”
diye başlar.
Mektubun
sonunu ise “Nice memkeletlerin sultanı ve
padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman
Han’ım.”
diye bitirir.
Soyadı Kanunu çıkana kadar kişi isimleri falanca oğlu veya kızı olarak bilinir ve kayıtlara öyle geçerdi. Babalar çocuklarına kendi annelerinin, babalarının, dedelerinin isimlerini koyarlardı.
Çok nadir olsa da bazı babalar yaşayan çocuklarına kendi isimlerini koyardı.
Mektepte,
kışlada aynı ismi taşıyan çocukları birbirinden ayıra bilmek için isimlerinin
başına başka bir isim verilirdi.
Bu
isimler bazen bir lakap olurdu ve o lakap öylece kalırdı.
Anne-babaların
çocuklarına vermiş olduğu kendi anne-babalarının isimleri aslında birer ödünç
isimdi.
Zira
o isimleri veren anne-babalar öldükten sonra o soya ait isimler unutulurdu.
Aynı şekilde, mektepte, kışlada vb. aynı isimleri taşıyanlara verilen ön veya son isimler de ödünç isimlerdi.
Hep bilinen bir konuyu yine yazalım. Mustafa Kemal’in, Kemal ikinci adını alışı, onunla aynı adı, Mustafa, taşıyan matematik öğretmeni ilgili olarak bilinir.
Mustafa Kemal, Atatürk soyadını alınca, ona ödünç olarak verilen Kemal adı da söylenmez oluyordu.
…/…
Bazen, savaşlarda ve kıtlıkta, kıranda ölen aile bireylerinin isimleri verilirdi çocuklara.
Ölen
kişi vasiyet ederdi, “Bir oğlun veya kızın olurda, adını falanca koymazsan,
sana hakkımı helal etmem.”
Bu
durum en çok da cephede, savaşlarda yaşanırdı. Vasiyeti alan kişi, şehit olan
arkadaşının adını yaşatmak için yeni doğan çocuğuna onun adını verirdi.
O
isim de ödünçtü kuşkusuz ve en fazla bir kuşak boyunca yaşar ve sonraki
kuşaklar bu ismin nereden ve nasıl geldiğini bilmezlerdi.
“Dedem, Haydar Hoca, Çanakkale Muharebelerine katılmıştır. Cephede silah arkadaşı dedeme bir vasiyette bulunur: ‘Ben ölür de sen kalır, olacak oğlan çocuğuna Cesari adını koymazsan, sana hakkımı helal etmem.’
Dedemin silah
arkadaşının adı Cesari miydi, bilemiyorum.
Babam 1933
doğumludur ve adı Cesari’dir.
Haydar dedem,
silah arkadaşının vasiyetini yerine getirmiştir. Ancak, babama verilen Cesari
adı da ödünç bir isimdir, zira ondan sonra ailede, sülalede hiçbir çocuğa
Cesari adı verilmedi.”
…/…
Bazen hastalığını iyileştiren doktorun veya yarasını saran hemşirenin adı ödünç olarak verilirdi çocuklara.
Ya
da o doktor veya hemşirenin adı veya soyadı, o yaralı veya esir tarafından isim
veya soy isim olarak alınır, benimsenirdi.
Bu
da ödünçtür. Alınan ödünç isim sonraki kuşak çocuklara kadar gelmez, ama soy
isim bir süre daha yaşardı.
“İstanbul’daki Tıp Fakültesini ve kliniklerini anımsayacak olursam, ilk sırada Rudolf Nissen’i saymak gerekir. Dünyaca ünlü operatör Ferdinand Sauerbruch’un en sevdiği öğrencilerinden biri olan Nissen, biraz müphem olan bu kişiyi, hakkında var olan ve belki de haksız olmayan eleştirilere rağmen ölümüne kadar baş tacı etmekten ve savunmaktan vazgeçmemiştir. Nissen’in özellikle akciğer ameliyatları konusundaki başarılarının derecesini, onun hakkında okuduğum makalelerden yalnızca tahmin edebilirim. Tanıdığım en yakışıklı adamlardan bir olan ve yine güzel bir kadınla (Ruth) evli olan Nissen’in kendisiyle ilişki kuran herkes üzerinde derin, çözülmez bir etki bıraktığı kesindir. Kendisinden ve iş arkadaşlarından olağanüstü şeyler bekleyen her olağanüstü insan gibi o da hem sevilir hem de kendisinden korkulurdu. Onun başarıyla tedavi ettiği birçok köylü kadınının çocuğuna ‘Nissen’ adını vermesi, Anadolu halkınca nasıl sevildiğine güzel bir örnektir.”[2]
Birçok Anadolu köylü kadınının çocuklarına ödünç olarak vermiş olduğu Nissen adı hala yaşıyor mu, bilemiyorum.
…/…
Benzer bir durumu, Güngör Uras Hocam Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazmış olduğu aşağıdaki makalede de anlatır.
Ayşe Hanım Teyze’nin ağzından ekonomi ile ilgili olarak günlük radyo
konuşmalarında gülümseyerek dinlediğimiz Güngör URAS Hoca’nın Milliyet’ teki
köşesinden okuyalım.
“Tirilyeli ‘Emil İsmail’
20 Şubat 2002
Türkiye zeytin memleketi… İyi de bu memlekette iyi bir zeytinyağı ve de iyi
bir zeytin var mi? Zeytinyağında şimdilerde “iyilik” arayışı başladı. Ama
geliniz görünüz ki sofralık zeytinler yenilecek gibi değil. “Abicim bu
memlekette zeytinin en kralı Tirilye’de olur. Zeytin alacaksan Tirilye’ye
gideceksin” dediler.
Düştük yola, vardık Tirilye’ye. Belediye Başkanı Hüseyin Kara anlattı.
“Tirilye zeytini ufak çekirdeği, ince kabuğu ve lezzetli eti ile Osmanlı
döneminde de aranan zeytinmiş. Kurtuluş Savaşı sonrası “mübadelede” Rumlar göç
ederken Tirilye aşılarını birlikte götürmüşler. Ama bu aşılar ile Yunanistan’da
ve adalarda yetiştirilen zeytin Tirilye zeytini tadı vermemiş. Şimdilerde de
Türkiye’nin farklı yörelerindeki ağaçlara Tirilye aşısı yapılırmış. Ama kalite
tutmazmış. Çünkü Tirilye zeytinini farklı yapan bölgenin toprağı, suyu ve
kliması imiş. Bu zeytini nereden satın alabileceğimizi sorduk.
Üretici mevsim başı zeytini Marmara Birlik Kooperatifi’ne satarmış.
“Şehir içinde ‘Ercan Abi’ ile ‘İsmail Abi’yi arayın” dediler. Ercan Kara’nın
deniz kıyısında “Savarona Balık Lokantası” var. Lokantanın önünde zeytin ve
sızma zeytinyağı satarmış. Bu yılın ürünü zeytinleri tükenmiş. Özel şişelerde
“üzerinde üç papaz resmi bulunan Tirilye” markalı sızma yağ satıyor. (0244 –
563 26 08). Renkli, sevimli, konuşkan bir Tirilyeli. (Hem de iyi bir Milliyet
okuyucusu…) “İsmet Abi’nin dükkanı, dördüncü çınarın altındadır” dediler.
Tertemiz, şirin çarşının sonundaki dükkanı bulduk. Bir eski binanın altında
tertemiz, mis gibi yağ kokan bir dükkan. Arka bölmede 50 ton kapasiteli 12
beton salamura havuzu var.
İsmail Bursaspor’un eski santrforlarından. Mübadelede dede İsmail “Serez’den
gelmiş. Baba Kazim da zeytin işi yaparmış. Elli yıllık bir dükkan. İsmail bin
ağaçlık kendi zeytinliklerinden topladıkları zeytinleri salamuraya basıyor.
Kendi döküntüleri ve komşu mallarını da yağhanede sıktırıp şişelerde satıyor.
İsmail’in soyadı “Emil”… Emil Zola’nınki gibi “Emil”… Bu Fransız adını soyadı
olarak almalarının ilginç hikayesi var. Amca Ragıp Milli Mücadele’de yaralı
olarak Fransızlarca esir alınmış. Hastanede bir Fransız hemşirenin bakımı ile
ölümden kurtulmuş. İsminin “Emilyano” olduğunu öğrendiği bu Fransız hemşire
herhalde aklından çıkmamış ki, Soyadı Kanunu ile aileye soyadı seçerken “Emil”
olsun demiş. Emil İsmail’in sattığı zeytinlerin, yağın ve zeytin sabununun tümü
kendi üretimi. Sele, salamura ve kırma yeşil zeytin satıyor. Selenin yağlısı
kutularda, tuzlu kurusu dökme. Kırmanın mevsimi geçmiş. Şimdilerde sadece çizme
yeşil var. Zeytinlerin kilosu 3 milyon lira. (0224 – 563 20 44) Tirilye’deki
zeytincilerin bir özelliği sadece Tirilye’de satış yapmaları. Sipariş
almıyorlar. Halbuki (dükkanına gitmeden, yüzünü görmeden) dost olduğum
Ayvalık’taki zeytinci İsmet Önder, telefon ile sipariş alıyor, posta ile hem
zeytin hem yağ gönderiyor. Demek ki, Tirilye’nin nefis sofralık zeytinlerini
yemeye niyetli olanlar Mudanya üzerinden 10 kilometrelik yolu göze alarak
Tirilye’ye kadar uzanacak. Hem şehri gezecek, hem balık yiyecek, hem de
zeytinini, yağını alarak evine dönecek. Biraz pahalı ve yorucu alışveriş ama…
Eeee zeytin seven buna da katlanır.”
Güngör Hocam, Milli Mücadele, diye söz etse de, doğrusu Birinci Dünya Savaşı yılları olmalıdır. Zira Kurtuluş Savaşı’nda Fransızlarla cephe savaşımız olmadığı gibi, Fransızlara esir düşen askerimiz de yoktu.
Ama hikaye çok güzel ve Emil soyadı ödünç olarak
alınıyor. Ailenin tamamı hala Emil soyadını taşıyor mu, değiştiren oldu mu, ödünç
hali hala devam ediyor mu, bilemiyoruz.
…/…
Emil adı bize bir ipucu veriyor aslında. Birinci Dünya Savaşı’na İhtiyat Zabiti olarak katılan Mehmet Dürdali Karahasan, yaralı olarak esir düşüp, kaldırıldığı hastaneyi anlatırken, Emil adından da söz eder.
Ancak,
burada Dürdali Beyin sözünü ettiği Emil, Fransız bir erkek doktordur,
Güngör Hocamın yukarıdaki yazısında söz etmiş olduğu gibi, kadın bir hemşire
değildir.
“Müstahdem ve hemşirelerin ekserisi Fransızdı.
(…)
Hastanede hemşireler hep beyaz kep giymiş Fransız hanımları idi. Çok nazik
ve hastalarla çok alakalı candan insanlardı.”[3]
Anıların ilerleyen sayfasında Dürdali Bey, Emil’in kim olduğunu yazar.
“Bu pansumandan sonra yaramı üç gün açmadılar. Dördüncü günü aynı şekilde yine masaya yattık [tahminen 11-12 Kasım 1917]. İsmini sonradan öğrendiğim Emil Ferah isminde bir Fransız doktor yarama bakıyordu.” [4]
Trilyeli İsmail Emil Abinin amca-dedesi Ragıp da belki Durdali Bey ile aynı hastanedeydi. Ragıp Bey hikayesine bir aşk katmak istemiş ve Emil adını bir hemşire olarak zikretmiş olabilir.
…/…
Veya düşmanlarından kurtulmak için sadece elindeki mavzer tüfeğine güvenen yiğit, efe soyadı olarak kendine “Mavzer” kelimesini seçmiştir.
Mavzer, aslı Mauser olarak yazılan ve Mauzer
olarak okunan bir Alman piyade tüfeği markasıdır. Bizim Türk edebiyatımıza,
türkülerimize girip öylece de kalmıştır.
Burada ise bir soyadı olarak çıkar karşımıza.
Ahmet Arif, oğlunun adını “Filinta” koyarken neler düşünüyordu?
Mavzer de filinta da ödünçtü aslında. Şimdi bu isimleri/soy isimleri taşıyan var mı hala?
Birinci Dünya Savaşı’nın başka bir cephesinde
Alman bir subayla birlikte çarpışan Osmanlı askeri Türk, terhisten sonra
kendine “Günter” soyadını almıştır. Ödünçtür.
Hala ödünç hali devam ediyor mu, bilemiyoruz.
…/…
Bazen hiç beklenmedik, hiç tahmin edilmeyen nesneler isim veya soy isim olarak alınabiliyor.
Portakalı hayatında ilk defa aş ererken yiyen
bir dağ köyündeki kadın, portakalın o an ona can, şifa olduğunu hissedince,
doğan kızına “Portakal” adını ödünç olarak vermiştir.
Ama “Zeytun veya Zeydun” adını duyduğunuzda, bu adın yukarıda anlatılana benzer şekilde “Zeytin” olduğunu zannetmeyin. Kelime elbette zeytindir, söyleniş farkı vardır. Ancak, Zeytun adı, tarihsel bir yer adıdır.
“Maraş, sonradan “Kahraman”, Ahır Dağı’nın güney yamacına sırtını vermiş, kendi adıyla anılan bereketli ovaya doğru ayağını uzatmış, Hititlerden miras kadim şehirlerden biridir. Şimdi Süleymanlı diyoruz, vaktiyle adı Zeytun olan bu Ermeni kasabası Engizek ve Binboğa dağları arasında yüksekliği 3 bin metreye kadar ulaşan Berit’in sarp yamacına kurulmuş Maraş’a bağlı bir kartal yuvasıdır. Dar ve derin vadilerden kendisine yol açarak kimi zaman deli kostak, kimi zaman ağır aksak akan Zeytun Çayı’na tepeden bakar. Zeytini, üzüm bağları, şarabı, silah atölyeleri ve eşkıyası ile ünlü iken günümüzde sadece “Süleymanlı”dır!”[5]
Zeytun’daki son Ermeniler, 1915 deportasyonuyla Suriye’ye gönderildiler.
Bugün yörede hala Zeytun-Zeydun adına
rastlanır. Atalarının doğduğu, yaşadığı coğrafyaya hasretlikle ve ödünç alınmış
bir isimdir.
20. yüzyıl başlarında Zeytun-Süleymanlı
Başka bir yer adını da soy isim olarak şair Melih Cevdet taşır.
Sunay Akın 30 Aralık 2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesi
Pazar ekinde aşağıdaki yazıyı yayınlar.
“Paris’e giden Kadir Raşit Paşa, oralarda bir şiir yazdı mı, bilinmez, ama İspanya sınırına yakın bir yerde bulunan bir Fransız köyünü öylesine çok sever ki, soyadı kanunu çıktığında, o köyün adını alır soyadı olarak. Çocuk doktoru Kadir Raşit Paşa’nın yeğeni Melih Cevdet de, o köyün adını şiir kitaplarının kapağına taşır: “Anday”.
Melih Cevdet’in ağabeyi, Güverte Yüzbaşı Nejat Anday, 23 Haziran 1941 tarihinde yaşanan Refah Gemisi faciasında şehit olur.
Anday
soyadını taşıyan Nejat yüzbaşım, ödünç almış olduğu yer adını teslim etmiş
görünüyor.
…/…
Deniz Özen Hanımın Sergisini Ziyaret Yurt Gezimiz için 23 Kasım, 2024 tarihinde Çanakkale’deyiz.
“Herkese günaydın,
Sevgili Dostlar,
Gezimizin ikinci
gününde, otelin hemen önünde duran saat kulesini ziyaret ettik.
Yağmura ve soğuk
havaya aldırmadan, önce Şair Ece Ayhan Meydanı'nda,
meydan levhasının
tam altında şaire saygı için toplandık.
Saat Kulesi'nden söz ederken konu kulenin doğu cephesini süsleyen kitabeye ve II. Abdülhamit'in Tuğrasına ve altında yazılı gazele geldi.
Gazelhanın adı: Zevki
Hattat: Receb
Yesari
Bu hikayeyi
anlatan ben, Recep Babayiğit. Yesari kim?
Çanakkale'de tek gözünü kaybederek cephe gerisine gönderilen, babamın babası Kör Haydar Hocanın babama anlattıklarını, babamın da bana anlattıklarını aktarıyorum.
Dedemle aynı cephede, yan yana savaşan bir er dedeme vasiyet eder:
‘Haydar Hoca olur
da ben senden önce hakkın rahmetine kavuşursam, olur da bir oğlun olursa, adını
Cesari koymazsan, hakkımı sana helal etmem.’
Savaş biter, dedem
Haydar, Zeynep ebemle evlenir. Tam on dört doğum yapar Zeynep ebem.
Hepsi ya ölü
doğumdur ya da bebekler erkenden ölürler.
Son çocuk olarak babam doğar, sene 1933.
Babam tek çocuk
olarak kaldı ve öyle de göçüp gitti.
Kör Haydar Hoca,
cephe arkadaşının vasiyetini yerine getirir, babamın adını kulağına Cesari,
diye okur.
Kitabede yazılı
olan Yesari ile babamın adındaki Cesari baştaki harfin okunuş farkı hariç, aynı
anlamı taşır.
Arapça “Ysr”, sol,
solak anlamına gelir. Yesari, olarak yazılır.
Orta Asya Türk
soylu halklar günümüzde bile “Y” harfini “C” diye telaffuz ederler.
Yıldız-Culduz
Yol-Col
Yürek-Cürek
Haydar Dedeme
Cesari adını vasiyet eden kişi muhtemelen Anadolu'da yaşayan Karaçaylı, Balkar,
Kazak, Kırgız vb. soylu birisiydi.
Receb Yesari ise bilmeden hem benim, Recep Babayiğit, hem de babamın adını almış olurken, benim o gün, o saatte, orada bulunmam tesadüf olabilir mi?
Hayır, bu sadece
"Eşleşmedir" diyelim.
İhtimal ki hattat
Receb üstad solak birisiydi.
Hayat
bilmediğimiz, bazen ancak görünce fark edebildiğimiz eşleşmelerle, dizilişlerle
doludur aslında.”
…/…
Yazının başlarında söz ettiğim Doktor Nissen’in adı, nasıl onun hastası olan kadınlarca çocuklara isim olarak verildiyse, Anadolu’nun kuş uçmaz-kervan geçmez dağ köylerinde doktor-ebe-hemşire yüzü görmeden doğum yapan kadınlar da o doğumu yaptıran ebelerin isimlerini veriyorlardı çocuklarına.
Bizim Yurt Gezgini Dostumuz, Meral Gül Uzman’ın kız kardeşi, Melda Avcı da, henüz kendisi de çocuk sayılacak yaştayken, 17 yaşında ebe olarak atanmış olduğu ilçeden dağ köylerine giderek, zor şartlarda dahi olsa doğumunu gerçekleştirdiği kadınların çocuklarına isim oluyordu.
O zor şartlarda doğum yapan dağ köylüsü kadınlar “Melda” ismini ödünç değil, kalıcı olarak koyuyorlardı çocuklarına.
Aşk olsun isimlerde yaşayanlara,
[1] Anadolu
Uygarlıkları-Ekrem Akurgal-Net Yayınlar-1990 Üçüncü Baskı-s.71
[2]
Boğaziçine Sığınanlar-Fritz Neumark-Kopernik Kitap-2017 Ağustos İkinci
Baskı-s.100-101
[3] Paşam
Nereye Kadar Çekileceğiz? Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi
Hatıraları-Mehmet Dürdali Karahasan-Hazırlayan: Şeref Karabağ-İş Bankası Kültür
Yayınları-Mart 2024 Üçüncü Baskı-s.59
[4]
Karahasan-age-s.61
[5] Mehmet Bozkurt-7.11.2021 tarihli Sol Gazete-internet sayfası