17 Eylül 2025 Çarşamba

ÖDÜNÇ İSİMLER-SOYİSİMLER

Modern anlamda soy kütükleri çıkmadan önce sadece aile veya sülale adları vardı.

Ta Hititlerden bu yana kralların soyu, babasının babasının babası, diye giden bir soya dayandırılırdı. Varlığı tartışmalı olan Hitit Kralı II. Hattuşili kendisine tam da böyle bir soyağacı çıkarır.

“Tanrıların gözdesi, Kussaralı Kralın neslinden Büyük Kral HATTUŞİLİ’nin oğlunun oğlu, Büyük Kral, Hatti Kralı, Kahraman ŞUPPİLULİUMA’nın oğlunun oğlu, Büyük Kral, Hatti Kralı, Kahraman MURŞİLİ’nin oğlu Büyük Kral, Hatti Kralı, Güneş Tanrıçası Arinna’nın, Nerik (kentindeki) Gök Tanrısının ve Samuha (kentindeki) İştar’ın gözdesi Büyük Kral, Hatti Kralı, Kahraman, Tabarna HATTUŞİLİ.”[1]

Aradan geçen binlerce yıl sonra Kanuni de kendisine benzer bir soyağacı çıkarır.

Kanuni, Fransızların, 24 Şubat 1525’te Pavye Savaşı’nda Almanlara yenilmesinden sonra, Fransa Kralı Fransuva’ya yazdığı o tarihsel mektuba “Ben ki” diye başlar.

Mektubun sonunu ise “Nice memkeletlerin sultanı ve padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım.” diye bitirir.

Soyadı Kanunu çıkana kadar kişi isimleri falanca oğlu veya kızı olarak bilinir ve kayıtlara öyle geçerdi. Babalar çocuklarına kendi annelerinin, babalarının, dedelerinin isimlerini koyarlardı.

Çok nadir olsa da bazı babalar yaşayan çocuklarına kendi isimlerini koyardı.

Mektepte, kışlada aynı ismi taşıyan çocukları birbirinden ayıra bilmek için isimlerinin başına başka bir isim verilirdi.

Bu isimler bazen bir lakap olurdu ve o lakap öylece kalırdı.

Anne-babaların çocuklarına vermiş olduğu kendi anne-babalarının isimleri aslında birer ödünç isimdi.

Zira o isimleri veren anne-babalar öldükten sonra o soya ait isimler unutulurdu.

Aynı şekilde, mektepte, kışlada vb. aynı isimleri taşıyanlara verilen ön veya son isimler de ödünç isimlerdi.

Hep bilinen bir konuyu yine yazalım. Mustafa Kemal’in, Kemal ikinci adını alışı, onunla aynı adı, Mustafa, taşıyan matematik öğretmeni ilgili olarak bilinir.

Mustafa Kemal, Atatürk soyadını alınca, ona ödünç olarak verilen Kemal adı da söylenmez oluyordu.

…/…

Bazen, savaşlarda ve kıtlıkta, kıranda ölen aile bireylerinin isimleri verilirdi çocuklara.  

Ölen kişi vasiyet ederdi, “Bir oğlun veya kızın olurda, adını falanca koymazsan, sana hakkımı helal etmem.”

Bu durum en çok da cephede, savaşlarda yaşanırdı. Vasiyeti alan kişi, şehit olan arkadaşının adını yaşatmak için yeni doğan çocuğuna onun adını verirdi.

O isim de ödünçtü kuşkusuz ve en fazla bir kuşak boyunca yaşar ve sonraki kuşaklar bu ismin nereden ve nasıl geldiğini bilmezlerdi.

“Dedem, Haydar Hoca, Çanakkale Muharebelerine katılmıştır. Cephede silah arkadaşı dedeme bir vasiyette bulunur: ‘Ben ölür de sen kalır, olacak oğlan çocuğuna Cesari adını koymazsan, sana hakkımı helal etmem.’

Dedemin silah arkadaşının adı Cesari miydi, bilemiyorum.

Babam 1933 doğumludur ve adı Cesari’dir.

Haydar dedem, silah arkadaşının vasiyetini yerine getirmiştir. Ancak, babama verilen Cesari adı da ödünç bir isimdir, zira ondan sonra ailede, sülalede hiçbir çocuğa Cesari adı verilmedi.”

…/…

Bazen hastalığını iyileştiren doktorun veya yarasını saran hemşirenin adı ödünç olarak verilirdi çocuklara.

Ya da o doktor veya hemşirenin adı veya soyadı, o yaralı veya esir tarafından isim veya soy isim olarak alınır, benimsenirdi.

Bu da ödünçtür. Alınan ödünç isim sonraki kuşak çocuklara kadar gelmez, ama soy isim bir süre daha yaşardı.

“İstanbul’daki Tıp Fakültesini ve kliniklerini anımsayacak olursam, ilk sırada Rudolf Nissen’i saymak gerekir. Dünyaca ünlü operatör Ferdinand Sauerbruch’un en sevdiği öğrencilerinden biri olan Nissen, biraz müphem olan bu kişiyi, hakkında var olan ve belki de haksız olmayan eleştirilere rağmen ölümüne kadar baş tacı etmekten ve savunmaktan vazgeçmemiştir. Nissen’in özellikle akciğer ameliyatları konusundaki başarılarının derecesini, onun hakkında okuduğum makalelerden yalnızca tahmin edebilirim. Tanıdığım en yakışıklı adamlardan bir olan ve yine güzel bir kadınla (Ruth) evli olan Nissen’in kendisiyle ilişki kuran herkes üzerinde derin, çözülmez bir etki bıraktığı kesindir. Kendisinden ve iş arkadaşlarından olağanüstü şeyler bekleyen her olağanüstü insan gibi o da hem sevilir hem de kendisinden korkulurdu. Onun başarıyla tedavi ettiği birçok köylü kadınının çocuğuna ‘Nissen’ adını vermesi, Anadolu halkınca nasıl sevildiğine güzel bir örnektir.”[2]

Birçok Anadolu köylü kadınının çocuklarına ödünç olarak vermiş olduğu Nissen adı hala yaşıyor mu, bilemiyorum.

…/…

Benzer bir durumu, Güngör Uras Hocam Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazmış olduğu aşağıdaki makalede de anlatır.

Ayşe Hanım Teyze’nin ağzından ekonomi ile ilgili olarak günlük radyo konuşmalarında gülümseyerek dinlediğimiz Güngör URAS Hoca’nın Milliyet’ teki köşesinden okuyalım.

“Tirilyeli ‘Emil İsmail’

20 Şubat 2002 

Türkiye zeytin memleketi… İyi de bu memlekette iyi bir zeytinyağı ve de iyi bir zeytin var mi? Zeytinyağında şimdilerde “iyilik” arayışı başladı. Ama geliniz görünüz ki sofralık zeytinler yenilecek gibi değil. “Abicim bu memlekette zeytinin en kralı Tirilye’de olur. Zeytin alacaksan Tirilye’ye gideceksin” dediler.

Düştük yola, vardık Tirilye’ye. Belediye Başkanı Hüseyin Kara anlattı. “Tirilye zeytini ufak çekirdeği, ince kabuğu ve lezzetli eti ile Osmanlı döneminde de aranan zeytinmiş. Kurtuluş Savaşı sonrası “mübadelede” Rumlar göç ederken Tirilye aşılarını birlikte götürmüşler. Ama bu aşılar ile Yunanistan’da ve adalarda yetiştirilen zeytin Tirilye zeytini tadı vermemiş. Şimdilerde de Türkiye’nin farklı yörelerindeki ağaçlara Tirilye aşısı yapılırmış. Ama kalite tutmazmış. Çünkü Tirilye zeytinini farklı yapan bölgenin toprağı, suyu ve kliması imiş. Bu zeytini nereden satın alabileceğimizi sorduk.

Üretici mevsim başı zeytini Marmara Birlik Kooperatifi’ne satarmış. “Şehir içinde ‘Ercan Abi’ ile ‘İsmail Abi’yi arayın” dediler. Ercan Kara’nın deniz kıyısında “Savarona Balık Lokantası” var. Lokantanın önünde zeytin ve sızma zeytinyağı satarmış. Bu yılın ürünü zeytinleri tükenmiş. Özel şişelerde “üzerinde üç papaz resmi bulunan Tirilye” markalı sızma yağ satıyor. (0244 – 563 26 08). Renkli, sevimli, konuşkan bir Tirilyeli. (Hem de iyi bir Milliyet okuyucusu…) “İsmet Abi’nin dükkanı, dördüncü çınarın altındadır” dediler. 

Tertemiz, şirin çarşının sonundaki dükkanı bulduk. Bir eski binanın altında tertemiz, mis gibi yağ kokan bir dükkan. Arka bölmede 50 ton kapasiteli 12 beton salamura havuzu var.

İsmail Bursaspor’un eski santrforlarından. Mübadelede dede İsmail “Serez’den gelmiş. Baba Kazim da zeytin işi yaparmış. Elli yıllık bir dükkan. İsmail bin ağaçlık kendi zeytinliklerinden topladıkları zeytinleri salamuraya basıyor. Kendi döküntüleri ve komşu mallarını da yağhanede sıktırıp şişelerde satıyor. İsmail’in soyadı “Emil”… Emil Zola’nınki gibi “Emil”… Bu Fransız adını soyadı olarak almalarının ilginç hikayesi var. Amca Ragıp Milli Mücadele’de yaralı olarak Fransızlarca esir alınmış. Hastanede bir Fransız hemşirenin bakımı ile ölümden kurtulmuş. İsminin “Emilyano” olduğunu öğrendiği bu Fransız hemşire herhalde aklından çıkmamış ki, Soyadı Kanunu ile aileye soyadı seçerken “Emil” olsun demiş. Emil İsmail’in sattığı zeytinlerin, yağın ve zeytin sabununun tümü kendi üretimi. Sele, salamura ve kırma yeşil zeytin satıyor. Selenin yağlısı kutularda, tuzlu kurusu dökme. Kırmanın mevsimi geçmiş. Şimdilerde sadece çizme yeşil var. Zeytinlerin kilosu 3 milyon lira. (0224 – 563 20 44) Tirilye’deki zeytincilerin bir özelliği sadece Tirilye’de satış yapmaları. Sipariş almıyorlar. Halbuki (dükkanına gitmeden, yüzünü görmeden) dost olduğum Ayvalık’taki zeytinci İsmet Önder, telefon ile sipariş alıyor, posta ile hem zeytin hem yağ gönderiyor. Demek ki, Tirilye’nin nefis sofralık zeytinlerini yemeye niyetli olanlar Mudanya üzerinden 10 kilometrelik yolu göze alarak Tirilye’ye kadar uzanacak. Hem şehri  gezecek, hem balık yiyecek, hem de zeytinini, yağını alarak evine dönecek. Biraz pahalı ve yorucu alışveriş ama… Eeee zeytin seven buna da katlanır.”

Güngör Hocam, Milli Mücadele, diye söz etse de, doğrusu Birinci Dünya Savaşı yılları olmalıdır. Zira Kurtuluş Savaşı’nda Fransızlarla cephe savaşımız olmadığı gibi, Fransızlara esir düşen askerimiz de yoktu.

Ama hikaye çok güzel ve Emil soyadı ödünç olarak alınıyor. Ailenin tamamı hala Emil soyadını taşıyor mu, değiştiren oldu mu, ödünç hali hala devam ediyor mu, bilemiyoruz.

…/…

Emil adı bize bir ipucu veriyor aslında. Birinci Dünya Savaşı’na İhtiyat Zabiti olarak katılan Mehmet Dürdali Karahasan, yaralı olarak esir düşüp, kaldırıldığı hastaneyi anlatırken, Emil adından da söz eder.

Ancak,  burada Dürdali Beyin sözünü ettiği Emil, Fransız bir erkek doktordur, Güngör Hocamın yukarıdaki yazısında söz etmiş olduğu gibi, kadın bir hemşire değildir.

“Müstahdem ve hemşirelerin ekserisi Fransızdı.

(…)

Hastanede hemşireler hep beyaz kep giymiş Fransız hanımları idi. Çok nazik ve hastalarla çok alakalı candan insanlardı.”[3]

Anıların ilerleyen sayfasında Dürdali Bey, Emil’in kim olduğunu yazar.

“Bu pansumandan sonra yaramı üç gün açmadılar. Dördüncü günü aynı şekilde yine masaya yattık [tahminen 11-12 Kasım 1917]. İsmini sonradan öğrendiğim Emil Ferah isminde bir Fransız doktor yarama bakıyordu.” [4]

Trilyeli İsmail Emil Abinin amca-dedesi Ragıp da belki Durdali Bey ile aynı hastanedeydi. Ragıp Bey hikayesine bir aşk katmak istemiş ve Emil adını bir hemşire olarak zikretmiş olabilir.

…/…

Veya düşmanlarından kurtulmak için sadece elindeki mavzer tüfeğine güvenen yiğit, efe soyadı olarak kendine “Mavzer” kelimesini seçmiştir.

Mavzer, aslı Mauser olarak yazılan ve Mauzer olarak okunan bir Alman piyade tüfeği markasıdır. Bizim Türk edebiyatımıza, türkülerimize girip öylece de kalmıştır.

Burada ise bir soyadı olarak çıkar karşımıza.

Ahmet Arif, oğlunun adını “Filinta” koyarken neler düşünüyordu?

Mavzer de filinta da ödünçtü aslında. Şimdi bu isimleri/soy isimleri taşıyan var mı hala?

Birinci Dünya Savaşı’nın başka bir cephesinde Alman bir subayla birlikte çarpışan Osmanlı askeri Türk, terhisten sonra kendine “Günter” soyadını almıştır. Ödünçtür.

Hala ödünç hali devam ediyor mu, bilemiyoruz.

…/…

Bazen hiç beklenmedik, hiç tahmin edilmeyen nesneler isim veya soy isim olarak alınabiliyor.

Portakalı hayatında ilk defa aş ererken yiyen bir dağ köyündeki kadın, portakalın o an ona can, şifa olduğunu hissedince, doğan kızına “Portakal” adını ödünç olarak vermiştir.

Ama “Zeytun veya Zeydun” adını duyduğunuzda, bu adın yukarıda anlatılana benzer şekilde “Zeytin” olduğunu zannetmeyin. Kelime elbette zeytindir, söyleniş farkı vardır. Ancak, Zeytun adı, tarihsel bir yer adıdır.

“Maraş, sonradan “Kahraman”, Ahır Dağı’nın güney yamacına sırtını vermiş, kendi adıyla anılan bereketli ovaya doğru ayağını uzatmış, Hititlerden miras kadim şehirlerden biridir. Şimdi Süleymanlı diyoruz, vaktiyle adı Zeytun olan bu Ermeni kasabası Engizek ve Binboğa dağları arasında yüksekliği 3 bin metreye kadar ulaşan Berit’in sarp yamacına kurulmuş Maraş’a bağlı bir kartal yuvasıdır. Dar ve derin vadilerden kendisine yol açarak kimi zaman deli kostak, kimi zaman ağır aksak akan Zeytun Çayı’na tepeden bakar. Zeytini, üzüm bağları, şarabı, silah atölyeleri ve eşkıyası ile ünlü iken günümüzde sadece “Süleymanlı”dır!”[5]

Zeytun’daki son Ermeniler, 1915 deportasyonuyla Suriye’ye gönderildiler.

Bugün yörede hala Zeytun-Zeydun adına rastlanır. Atalarının doğduğu, yaşadığı coğrafyaya hasretlikle ve ödünç alınmış bir isimdir.

 

20. yüzyıl başlarında Zeytun-Süleymanlı

 …/…

Başka bir yer adını da soy isim olarak şair Melih Cevdet taşır.

Sunay Akın 30 Aralık 2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesi Pazar ekinde aşağıdaki yazıyı yayınlar.

“Paris’e giden Kadir Raşit Paşa, oralarda bir şiir yazdı mı, bilinmez, ama İspanya sınırına yakın bir yerde bulunan bir Fransız köyünü öylesine çok sever ki, soyadı kanunu çıktığında, o köyün adını alır soyadı olarak. Çocuk doktoru Kadir Raşit Paşa’nın yeğeni Melih Cevdet de, o köyün adını şiir kitaplarının kapağına taşır: “Anday”.  

Melih Cevdet’in ağabeyi, Güverte Yüzbaşı Nejat Anday, 23 Haziran 1941 tarihinde yaşanan Refah Gemisi faciasında şehit olur.

Anday soyadını taşıyan Nejat yüzbaşım, ödünç almış olduğu yer adını teslim etmiş görünüyor.

…/…

Deniz Özen Hanımın Sergisini Ziyaret Yurt Gezimiz için 23 Kasım, 2024 tarihinde Çanakkale’deyiz.

“Herkese günaydın,

Sevgili Dostlar,

Gezimizin ikinci gününde, otelin hemen önünde duran saat kulesini ziyaret ettik.

Yağmura ve soğuk havaya aldırmadan, önce Şair Ece Ayhan Meydanı'nda,

meydan levhasının tam altında şaire saygı için toplandık.

Saat Kulesi'nden söz ederken konu kulenin doğu cephesini süsleyen kitabeye ve II. Abdülhamit'in Tuğrasına ve altında yazılı gazele geldi.

Gazelhanın adı: Zevki

Hattat: Receb Yesari

Bu hikayeyi anlatan ben, Recep Babayiğit. Yesari kim?

Çanakkale'de tek gözünü kaybederek cephe gerisine gönderilen, babamın babası Kör Haydar Hocanın babama anlattıklarını, babamın da bana anlattıklarını aktarıyorum.

Dedemle aynı cephede, yan yana savaşan bir er dedeme vasiyet eder:

‘Haydar Hoca olur da ben senden önce hakkın rahmetine kavuşursam, olur da bir oğlun olursa, adını Cesari koymazsan, hakkımı sana helal etmem.’

Savaş biter, dedem Haydar, Zeynep ebemle evlenir. Tam on dört doğum yapar Zeynep ebem.

Hepsi ya ölü doğumdur ya da bebekler erkenden ölürler.

Son çocuk olarak babam doğar, sene 1933.

Babam tek çocuk olarak kaldı ve öyle de göçüp gitti.

Kör Haydar Hoca, cephe arkadaşının vasiyetini yerine getirir, babamın adını kulağına Cesari, diye okur.

Kitabede yazılı olan Yesari ile babamın adındaki Cesari baştaki harfin okunuş farkı hariç, aynı anlamı taşır.

Arapça “Ysr”, sol, solak anlamına gelir. Yesari, olarak yazılır.

Orta Asya Türk soylu halklar günümüzde bile “Y” harfini “C” diye telaffuz ederler.

Yıldız-Culduz

Yol-Col

Yürek-Cürek

Haydar Dedeme Cesari adını vasiyet eden kişi muhtemelen Anadolu'da yaşayan Karaçaylı, Balkar, Kazak, Kırgız vb. soylu birisiydi.

Receb Yesari ise bilmeden hem benim, Recep Babayiğit, hem de babamın adını almış olurken, benim o gün, o saatte, orada bulunmam tesadüf olabilir mi?

Hayır, bu sadece "Eşleşmedir" diyelim.

İhtimal ki hattat Receb üstad solak birisiydi.

Hayat bilmediğimiz, bazen ancak görünce fark edebildiğimiz eşleşmelerle, dizilişlerle doludur aslında.”

 …/…

Yazının başlarında söz ettiğim Doktor Nissen’in adı, nasıl onun hastası olan kadınlarca çocuklara isim olarak verildiyse, Anadolu’nun kuş uçmaz-kervan geçmez dağ köylerinde doktor-ebe-hemşire yüzü görmeden doğum yapan kadınlar da o doğumu yaptıran ebelerin isimlerini veriyorlardı çocuklarına.

Bizim Yurt Gezgini Dostumuz, Meral Gül Uzman’ın kız kardeşi, Melda Avcı da, henüz kendisi de çocuk sayılacak yaştayken, 17 yaşında ebe olarak atanmış olduğu ilçeden dağ köylerine giderek, zor şartlarda dahi olsa doğumunu gerçekleştirdiği kadınların çocuklarına isim oluyordu.

O zor şartlarda doğum yapan dağ köylüsü kadınlar “Melda” ismini ödünç değil, kalıcı olarak koyuyorlardı çocuklarına.

Aşk olsun isimlerde yaşayanlara,



[1] Anadolu Uygarlıkları-Ekrem Akurgal-Net Yayınlar-1990 Üçüncü Baskı-s.71

[2] Boğaziçine Sığınanlar-Fritz Neumark-Kopernik Kitap-2017 Ağustos İkinci Baskı-s.100-101

[3] Paşam Nereye Kadar Çekileceğiz? Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi Hatıraları-Mehmet Dürdali Karahasan-Hazırlayan: Şeref Karabağ-İş Bankası Kültür Yayınları-Mart 2024 Üçüncü Baskı-s.59

[4] Karahasan-age-s.61

[5] Mehmet Bozkurt-7.11.2021 tarihli Sol Gazete-internet sayfası 

2 Eylül 2025 Salı

GÖÇEBE KÜLTÜRÜNÜN BİR KEŞFİ: BEBEKLER İÇİN İŞEME GEREÇLERİ-SİBEKLER

Anadolu’da, köylerde yakın zamanlara kadar bebekleri “Höllük-öllük” toprağına belerlerdi. Adına türküler de yakılmış olan höllük toprağı öyle sıradan bir toprak değildi.

Eledim eledim höllük eledim.

Aynalı beşikte canan bebek beledim.

Büyüttüm besledim asker eyledim.

Gitti de gelmedi  canan buna ne çare.

Her köyün höllük toprağı kazdığı bir “Topraklığı” olurdu.

Bu işi ciddiye almayıp, höllük toprağı elemeye ve ısıtmaya üşenen anneler bebeklerini sıradan, damın ardından aldıkları toprağa belerler ve bundan dolayı bebeklerde sıkça “Tetanosa” bağlı ölümler görülürdü.

Höllük toprağı ince pudra haline getirilir, elenir sonra bebek üşümesin diye ısıtılır ve bebek öyle belenirdi. Kundağın içinde çişini yapan bebeğin çişi doğrudan höllük toprağı tarafından emilirdi.

Artvin-Şavşat-Tepeköy’den (Gürcüce adı Axal Daba) bir hikayede “Tıka” toprağa belenen bir bebekten söz edilir.

“Muhterem doğuştan lal ve sağır dünyaya gelmiş, bebeklik çağlarında da idrarını yapması için yatırıldığı beşiğinde kullanılan ve tıka toprak elenerek ısıtılıp gıç bezine sarılan ve ihmal neticesi bacaklarının sakat kamasına sebep olan mağduriyetin eriydi.”[1]

Burada sözü edilen “Tıka” toprak Artvin yöresinde çanak çömlek yapımında kullanılan kırmızı bir topraktır. Toprak muhtemelen demir veya bakır yüklüdür ve tetanosa neden olabilir. Öte yandan aile bebeğin doğuştan zaten lal ve sağır olduğunu biliyordu ve onu beden sağlığını hiçe sayarak mı beledi tıka toprağına?

…/…

Anadolu’da, benim yaşadığım coğrafyada, köyde yaşayan büyükler ise evlerinden çıkarlarken yanlarına alt tarafı uzun ve sivri, üst tarafı kısa, ele sığabilecek büyüklükte, çatallı bir ağaç parçası alırlardı.

Tarlaya, bağa, bahçeye, komşu köye veya başka bir nedenle yola giden köylünün çişi geldiğinde, yanında taşıdığı alt ucu sivri bu çatallı araçla önce toprağı kazar, küçük bir çukur yapar ve sonra çişini bu çukura yapardı.

Çukur, çişin üzerine sıçramaması için yapılırdı.

Asla ayakta çiş yapılmazdı. Erkek köpekler nasıl bir ayağını havaya kaldırıp çiş yapıyorsa, köylü de sağ dizini yere koyar, sol ayağını bir açıyla boylu boyunca uzatır ve çişini o çukura yapardı.

Çiş yaparken köylünün üzerine sıçrayan bir damla idrar bile çok büyük günah olması bir yana, abdestin bozulmasına neden olurdu.

Köyün ulu kişileri üzerine sıçratmadan çiş yapmanın bir temizlik kuralı olduğunu söyleseler de köylü bunu fazla dikkate almazdı. Ancak işin kuralını ve yasağını hadislere dayandırmak çok etkili olurdu.

…/…

Biz, benim kuşağım köy çocuklarının tamamı, höllük toprağına belendik.

Sonra, höllük toprağı yerine “Talk pudraları” geldi.

Hoş talk pudralarında da “Asbest” tespit edildi. Ama hep üzeri örtüldü.

Sonra bildiğimiz gibi hazır bebek bezleri kullanılır oldu.

Buraya kadar ortada höllük toprağı dışında “Keşif” diyebileceğimiz bir şey yoktur.

Ancak, Orta Anadolu gibi toprağı/topraklığı bol olmayan, hatta belki de bir avuç toprak bile bulmanın çok zor olduğu Toroslarda, orman köylerinde yaşayanlar, konar- göçer Yörükler, Türkmenler, bebeklerini neye ve nasıl beleyecekler, höllük topraklarını nereden bulacaklar?

Diyelim ki höllük toprağını buldular. Bir yayla dönemi için yüzlerce kilo höllük toprağını kim yanında taşıyacak? Oba buna hiç razı olmaz. Zira obanın geliri ve hayatta kalabilmesi için daha önemli şeylerin taşınması gerekiyor.

İyi, ama bebek bu? Kundağın içinde çişini yapacak.

İşte o zaman ihtiyaç-keşif ikilisi ortaya çıkıyor ve Toroslarda ve orman köylerinde, Tahtacı-Türkmen Alevi topluluklarında hala kullanılmakta olan, bizim Orta Asya’dan  getirmiş olduğumuz, orada hala kullanılan, tahtadan yapılma, kız ve oğlan çocukları için ayrı tasarlanıp düşünülmüş “İşeme” gereçleri icat ediliyor.

Yerleşik hayatta bebekler höllük dediğimiz bir tür toprağa belenip kundak yapılırken, konar-göçer Türkmenlerinde, Tahtacı–Türkmen boylarında bu imkan olamayacağı için onlar, bebekleri için kızlara ayrı, oğlanlara ayrı olacak şekilde, idrarla, amonyakla kolayca çürümeyecek şekilde katran ağacından işeme gereçleri icat etmişlerdir.

Bu icatlar bir günde değil, yüzyılların birikimiyle bugünkü halini almıştır.

Bebekle birlikte beşiğe belenen o işeme gereçlerini ilk önce 2014 senedinde, Mudurnu’da, Pertev Naili Boratav Kültür Evi’nde görmüş, hayran kalmıştım. Ama Mudurnu’da gördüklerimi Toroslardan gelen ziyaretçiler getirip hediye ettiklerinden onları oradan alamazdım.

Yıllar sonra, 2017 yılında Kırgızistan’da, Osh kentinde pazar yerinde kız ve oğlan çocuğu için bu iki ayrı işeme gerecini gördüğümde, benimle o an pazarı gezen hiç kimse o gereçlerin ne olduğunu ve benim onları ne için aldığımı anlamamıştı.  

SİBEK

 

…/…

Bir aksilik olmazsa, kendi gezi grubum Yurt Gezginleriyle her sene Kırgızistan gezisi yapıyoruz.

Bu sene 1-21 Temmuz 2025 tarihleri arasında yine Kırgızistan’daydık.

19 Temmuz tarihinde Pamirlerin eteğinde 3000 metre rakımlı Sarı Mogul Köyü’nde iki gece kaldık. Köyün sokaklarını gezerken köy bakkalına uğradık. Bakkal derken, köhne bir bakkal düşünmeyin, araba tekeri ve hatta egzozundan, duvarcı şakülüne kadar ne ararsan vardı, derde devadan gayrı.

Raflara bakarken gözlerime inanamadım ve Mudurnu’da Pertev Naili Boratav Kültür Evi’nde ve 2017 senesinde Osh’ta görmüş olduğum o kız-erkek işeme gereçleri karşımda duruyordu.

Arkadaşım Cuma’ya hemen almasını, zira bu gereçleri belki de bir daha göremeyeceğini söylediğimde, Cuma da bana bunların ne olduğunu merakla sormaya başlamıştı.

Akşam yemeğinde anlatırım, diye konuyu fazla uzatmamaya çalıştım, ancak meraklısı sadece Cuma değil, o an bakkalda bulunan diğer arkadaşlarım da işin merakındaydılar.

Ertesi akşam yemekten sonra Cuma’nın almış olduğu gereçleri gruba anlattım. Grup şaşkınlık ve merakla anlatılanları dinlerken, zihinlerinde bir beşik canlandıramamış olmalı ki, o akşam konu kapanmış görünüyordu.

20 Temmuz günü Osh’a döndüğümüzde, program gereği Osh’ta bulunan ve Kırgızistan’ın UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki tek ziyaret yeri olan Süleyman Too- Süleyman Dağı Müzesi’ne gittik.

Müze rehberi Kırgız Hanım bize hem Süleyman Too hem de göçebe Kırgız Kültürü hakkında örmekler gösterip anlatıyordu.

Birden üzeri örtülü bir bebek beşiğinin önünde durduk ve rehber hanım beşiğin göçebe kültüründeki yerini anlatırken, örtüyü kaldırdığında bebeğin yattığı yerdeki 7-8 cm çapındaki deliği gösteriyordu.

Osh’ta çarpıldığım gibi, müzede de, beşikteki deliği görünce şaşırmıştım.

Rehber hanım, işeme gereçleriyle belenen bebeklerin çişlerini yaptıklarında çişin takılan gereçler yoluyla o delikten dışarıya aktığını söylüyordu.

Teorik olarak bunu biliyordum, ama örneğini somut olarak görmemiştim.

Tam da o anda, rehber hanıma bir güzel sürpriz olarak, Cuma çantasında taşıdığı işeme gereçleri çıkarınca hepimizin şaşkınlığı daha da artıyordu.

Rehber hanıma bu gereçlerin Kırgızca adının ne olduğunu soruyordum.

Türkçe kullanıma hiç de yabancı gelmeyen bir sesle, Сийүү (siyüü), diyordu, rehber hanım.

Bizdeki, Anadolu’daki karşılığı ise “Sibek’tir”

Si-bek, Anadolu Halk Ağzında halen yaygın olarak kullanılan “Siğmek-siğdirmek” işemek fiilinden gelir.

Mudurnu’da gördüğüm sibekler artık birer etnografik malzemeyken, onların Kırgızistan’da hem dağ köyünde hem de Osh gibi kentlerde halen kullanılıyor olmasını zaman kavramıyla açıklayamıyordum.

 

Osh’ta Süleyman Too Müzesi’nde ortası delik Kırgız beşiği

  



[1] Yaşanmış Hikayelerle Şavşat Tepeköy Geleneksel Köy Hayatı-Derleyen: Mustafa Yüksel-Öykü: Ercan Uzun-Bahar Yayıncılık-2020 Ağustos Birinci Baskı-s. 215

31 Temmuz 2025 Perşembe

911 DOKUZ YÜZ ON BİR

Eskiler doğum tarihlerini, olayların geçtiği yılları, kısaca takvimi dillendirirken o yılın tamamını söylemezler, ilk rakam olan binli sayısını atarlar, geriye kalan üç haneli rakamı söylerlerdi.

 1911 yerine, sadece 911, derlerdi.

1341, Sabahattin Ali’nin şiirinde “Yıl bin üç yüz kırk bir” şeklinde tam olarak söylense de burada bir hece sayısı kaygısı olduğu aşikardır.

Ancak, kaç doğumlusun ya da tevellütün kaç, diye eskilere, yani bizim kuşağın atalarına sorulduğunda onlar hep “915’liyim, 925’liyim” diye cevap verirlerdi.

 Öyle ki çoğu zaman sondaki üç rakamdan bir rakam daha atılır, sadece iki rakamlı tarihler konuşulur, yazılırdı.

 93 Harbi, derken, Rumi takvime göre 1293 yılı söylenmek istenir ve resmi kayıtlara bile böyle geçerdi.

Ya da “Koca Doksan Kıtlığı” dediğimizde, yine 1290 yılında, başta Konya olmak üzere, Kastamonu’ya kadar uzanan bütün Orta Anadolu’yu etkisi altına alan kuraklığa bağlı kıtlıktan söz edilirdi.

Koca Doksan’da kuraklığa bağlı kıtlıktan dolayı ölen hayvan sayısı bilinmez belki, ama Hikmet Birand yaklaşık 250.000 kişinin hayatını kaybettiğinden söz öder.

 Kim unutabilir “Hey On Beşli” türküsünü.

Bu türküde anlatılan ise, on beş yaşındaki çocukların cepheye gönderilmesi değil, 15 kura askerlerdir. 

 …/…

2023, bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 439 yılıydı.

Kırk beş gün kaldığım Kırgız Yurdunda gruplar gelip giderken, aradaki geçiş zamanlarında hep aynı köyde-Karool Döbö ve aynı Guest House’da-Jenkchen kalıyordum.

Kırgızistan’a gelen gruplar ilk gün başkent Bişkek’ten yola çıkarak Chon Kemin Bölgesi’nde bulunan Karool Döbö Köyü’ne geliyordu.

Biraz dinlenmeden sonra hemen programa başlıyorduk.

Önce köy içi gezi, sonra köy mezarlığı ve köy kırsalında kısa bir yürüyüş yapılırdı.

Köy içi gezide son durağımız hep köhne bir köy bakkalı olurdu.

Köy bakkalını, yüzünden hiç eksilmeyen belli belirsiz gülümsemesini orantısız bir şekilde bastıran hüznüyle Gülayım Ece işletiyordu.

Köhne köy bakkalı dediysem de, içinde bulunan mal çeşidinin azlığını söylemek istemiyorum elbette. Tam tersine bakkalda “Her ne ararsan var, derde devadan gayrı.” 

Köyde kaldığım geçiş zamanlarında bakkala sık sık uğrardım. Ne aradığımı pek bilmeden girerdim bakkala.

Bir keresinde at nalı için mıh aldıysam, başka bir zaman gelişimde bir ıstekan (Dilimize Azeri Türkçesinden geçme, Rusça, bardak) sonra gelişimde ise bir çaynik alırdım.

Beni bakkala en çok çeken şey ise tezgahın üstünde bulunan ve bir tür abaküs olan Rus etnografyasına ait hesap aleti olurdu.

Gülayım Ecenin o aleti kullanırken sattığı malların tutarını saniyelerden daha hızlı bir şekilde hesaplamasını hayranlık ve şaşkınlıkla izlerdim.

Süre biraz daha uzasın, diye daha fazla çeşitte ve farklı fiyatlarda mal alır, yarısını SOM olarak verdiysem, bir kısmını USD olarak verirdim.

Böyle durumda Gülayım Ecenin hesaplama süresi belki de ancak sadece 1 saniye gecikirdi ve onu abaküsün başında biraz daha uzun süre görebilmeyi boşuna beklerdim.

Abaküs hep sağda ve tezgah üstünde

Bunun adı nedir Ece, diye sorardım, счеты конторску, diye cevap verirdi.

Başka bir zaman geldiğimde yine sorardım, yine sevecenlikle cevap verirdi.

Gülayım Ece’nin dilindeki bu Rusça sözcüğün karşılığı “Abaküs Hesaplayıcı’dır” ve okunuşu ise kısaca “Schety-şety” (Abaküs), şeklindedir.

Gülayım Ece’nin dilinde ise aradaki “E” seslisi “O” gibi çıkardı.

Kelimenin tam olarak ne olduğunu anlayabilmek için Gülayım Eceden onu küçük bir kağıda yazmasını istemiştim.

Belki de farkındaydı Gülayım Ece benim her seferinde ona bu aletin adını sormamdaki hınzırlığın asıl nedeninin ne olduğunu.

Bakkalın köhneliği belki de Gülayım Ecenin yüzündeki hüznüne rağmen paradan puldan uzak kalışı, bakkalı bir ticarethane gibi görmemesinden kaynaklıydı.

Eşini, Kırgızların demesiyle, Evdeş’ini kaybedeli yıllar olmuş. Belki de köy kolhozundaydı Gülayım Ece.

Bakkala her gittiğimde kapıdan girişte beni görünce tezgahın arkasında bulunan sandalyesinden kalkar, beni ayakta karşılardı.

-Kandaysın Ece? (Nasılsın Ece?)

-Cahşı (İyi)

Yüzlerimizdeki fizyonomik benzerlik o kadar da şaşırtıcı değil aslında

İlk diyalog böyle başlardı aramızda.

Sonra hep susardı o. Ben de susardım ve bakkalın kıyı köşesinde, köhne yerlerde saklı, satılmamış, yüzü açılmamış mallara bakardım. Aldırmazdı Gülayım Ece benim o meraklı halime. Kısılmaktan küçülmüş gibi bakan gözlerinin üzerimde gezdiğini asla düşünmezdim. Öyle ki bıraksa, şartlarım uygun olsa, ben de o köhne bakkalın bir çırağı olur, her gün erkenden bakkalı açmaya gelirdim.

Gülayım Ecenin Rusça el yazısıyla - счеты конторску,-Abaküs Hesaplayıcı yazısı

 …/…

 Tek başıma gidişlerde Gülayım Eceye saygısızlık olmasın, yanlış anlamasın, diye asla alkollü bir içecek almaz, almış olsam da bakkalın içinde asla içmezdim.

 …/…

 Amerikan sineması ve TV dizileri dünyayı hızla etkisi altına almaya başladığında bilinçaltına birçok şey pompalanıyordu.

Oyuncuların her sahnede sigara yakmaları ve her buluşma-görüşmelerde bardaklara viski koyarak yudumlamaları sıradan gibi gelirdi.

Özgür ve bireysel haklara değer verildiğini, vatandaşlık haklarının yüce değer olduğunu her filmde mutlaka bir veya birden fazla sahnede bilinçaltımıza sokmaya çalışan Amerikan Rüyasında çocuk-yetişkin bütün özgür bireylerin zorda kaldıklarında telefonda sadece 911 rakamlarını tuşlamaları yetiyordu. 

911 veya Amerikan Rüyası, Hızır gibi imdada koşmuyor muydu?

…/…

Ne Gülayım Ecenin ne de benim bu yazımın başlığında belirtilen 911-Amerikan Rüyası ile ilgimiz yoktur.

 …/…

 2023, bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 439 yılı, Ağustos ayıydı.

 Bir gün sonra en son grup da gelecek, onlarla birlikte ben de Türkiye’ye dönecektim.

Gülayım Eceye son bir kez daha uğramak istedim.

Ona uğramak demek, nedensiz bir şekilde o köhne bakkaldan bir şey almak demekti sanki benim için.

Yine öyle oldu.

Kapıdan girişte solda, tezgahın dışında, ayrı bir yerde duran büyükçe bir çayniğe gözüm takılıyor. Fiyatını sormadan çayniği alıyorum.

Fakat guest house’dan çıkarken yanıma ne para ne de kimlik-pasaport almışım. Kimliksiz olmam sorun değil, zira bütün köy beni tanıyor artık, ama paranın olmaması iyi değil

Gülayım Eceye ayıp olacak.

Durumu anlatıyorum. Param yok, yanıma almamışım.

Olsun, diyor. Erten (yarın) getirirsin, diyor.

Erten (yarın) buradan dönüyorum artık, diyorum.

Olsun, diyor.

Çare, çözüm?

Ece, diyorum bizim rehberi Cibek’i (İpek’i) biliyorsun, ben ona söylerim, o sana parasını getirir, boldu mu (oldu mu?)

Gülayım Eceden alınan çaynik Hattuşa’da yanan sobamın üzerinde

 -Boldu boldu.

Gülayım Eceye çayniğin parasını veremeden bakkaldan ayrılıyorum.

Rehberimiz Cibek’e durumu anlatıyorum ve çayniğin bedeli olan paranın en kısa zamanda Gülayım Eceye ödenmesini rica ediyorum.

-Merak etme Recep Abi, diyor İpek.

…/…

2025, bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 441 yılı, Temmuz ayı, günlerden 2 Temmuz.

Yine bir Kırgızistan Yurt Gezisindeyim. Yine Bişkek’e varıştan sonra ilk geceyi

geçirmek üzere Karool Döbö Köyü’ne

gidiyoruz.

Biraz dinlenme kısa bir uykudan sonra yine aynı bildik planla önce köyün yanı başından akan Kemin Irmağının kenarına gidiyoruz.

Oradan ellerimizde çocuklar için getirmiş olduğumuz hediyelerle köyün sokaklarına dalıyoruz.

Köy mezarlığından önce uğrayacağımız son yer köyün bakkalı, Gülayım Ecenin bakkalı.

Grubu böylesi köhne bir köy bakkalına götürmenin nedeni bakkalın köhneliğini göstermek değil. Asıl amacım, grubu Gülayım Ece ile tanıştırmak.

Asıl amacım, Gülayım Ecenin adeta bedeninin ve aklının bir parçası gibi hareket eden abaküsünü göstermek ve Ecenin abaküs üzerinde yaptığı işlemleri izletmek.

Grup arkadan geliyor. Aramızda on metre var.

Bakkala ilk ben giriyorum.

Adımımı bakkalın eşiğinden atarken “Gülayım Ece, kandaysın?” diye sesleniyorum.

Benim bakkala girdiğimi gören Gülayım Ece, yüzündeki hüzünle karışık gülümsemesiyle sağ elinin dirseği tezgaha dayalı olarak, işaret parmağını bana doğru sallayarak bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Gülayım Ecenin bu işaret dilinden ilk anladığım onun bana bir sitem etme ifadesi oluyor. “Nerelerdesin, kaç yıldır yoksun, seni gidi seni” der gibi bir sitem ifadesi sanki.

Tezgaha geliyorum.

Elimi uzatıp eski ve dost bir yüreğin elini sıkıyorum.

Gülayım Ece sağ elini uzatıp benimle tokalaşırken, aynı anda sol elinin başparmak ayasına yazmış olduğu bir şeyi gösteriyor: 911

…/…


Utanıyorum, yerin dibine girmek istiyorum.

Daha çok da yıldırım gibi çarpılıyorum.

Bu kadın bunca yıl bu rakamı nereye yazmış da unutmadan bana gösteriyor?

Bir yerlere not etmiş olsa o köhne bakkalda her şey gibi, o not da kaybolurdu.

Belli ki aklına yazmış Gülayım Ece.

İyi, ama rakam ne 910 ne de 912, tam olarak 911.

Başka birisine anlatacak olsam, bana Amerikan filmlerindeki acil arama numarasından söz eder, bilinçaltının su yüzüne çıkmasıyla.

Yıldırım çarpmasının etkisi bende hala devam ediyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Zira Gülayım Ecenin sol el başparmak ayasına siyah renkli tükenmez kalemle yazmış olduğu 911 rakamının benim iki yıl önce köyden ayrılırken son anda ondan almış olduğum ve parasını veremediğim çayniğin parası olduğunu anlıyorum. Utancım büsbütün artıyor.

Cibek, diyorum Gülayım Eceye, başını yukarı kaldırıyor, “Iııhh” der gibi “Cok-yok” diyor. Seksenine yaklaşan yaşıyla Gülayım Ecenin ödemediğim çayniğin parası olan 911 SOM’u unutmamış olması bir yana, çayniğin parasını vermeyenin ben olduğumu unutmamış olması beni daha da şaşırtıyor.

Gülayım Ece mutlaka köy kolhozunda çalışmış olmalıdır. Bundan eminim artık. Aksi halde bu kadar zeki ve becerikli, bir o kadar soğukkanlı kalabilmek hiç de kolay olmamalıdır.

Özür diliyorum Gülayım Eceden.

Grup da bakkala dolmuş oluyor.

Grubun bakkalda henüz hiçbir şeye el atmasına fırsat vermeden onları Gülayım Eceyle tanıştırıyorum.

Sonra da grubun dikkatini Gülayım Ecenin o kült aleti, abaküsü nasıl kullandığına dikkat çekerek izlemelerini söylüyorum.

…/…

Bakkalda kalış süremiz benim Gülayım Eceye karşı olan mahcubiyetimden kaynaklı olarak biraz uzuyor. Durumu gruba da anlatıyorum.

Bakkaldan alınacaklar alınıyor.

Nal mıhı da alınıyor, daha küçük bir çaynik de.

Çorap alanlar da var, Arpa markalı bira alanlar da.

Benim iki yıldır ödenmeyen 911 SOM çaynik borcum da ne bir SOM fazla ne de eksik olarak ödeniyor.

…/…

Son sahneye hazırlıyorum kendimi.

Gülayım Eceyi bir daha ne zaman görebilirim, bilemiyorum.

Iraftaki son çayniği Meral Ece aldı. (Mavi renkle çerçeveli)

Kırgızca, Кечирим сурайм (keçirim surayım) olarak ondan özür diliyor ve boynuna sarılıyorum. Bir tür helalleşmeydi aslında benimkisi.

Hiç beklemediğim bir şekilde, o da benim boynuna sarılıyor.

Kendimi zor tutuyorum ağlamamak için.

Uzak ve ıssız bozkırlarda bürkütler uçuyordu içimden.

 

Özür dilerim, sözünden hemen sonra, kucaklaşmadan önce

  Teşekkür:

 -Fotoğraflar için Aksakal Şeref Uzman’a,

-El mankenliği için Ayşe Erzin’e, çok teşekkür ediyorum.

19 Haziran 2025 Perşembe

KILIK KIYAFET Mİ? KILIĞA KIYAFET Mİ?

Halk ağzında küfür gibi bir söz vardır: “Kılıksız”. Kimine göre çok büyük hakaret içeren bu söz ilk ne zaman söylendi, bilemeyiz. Ancak, “Kılık” kelimesi “Kılınç” kelimesinde olduğu gibi “Kıl” fiil kökünden türemiştir.

“Kılık sözcüğü Uygurca metinlerde az kullanılmasına rağmen Karahanlı Türkçesi metinlerinde daha çok kullanılmıştır. Sözcük Divanü Lügati’t-Türk yazmasının tıpkı basımında (s. 193) Arapça as-sīra wa’l-‘işra ma‘a n-nās “davranış, huy; insanlarla münasebet (CTD I s. 293; Ercilasun ve Akkoyunlu, 2014, s. 165); eserin bir başka yerinde (s. 381) geçen er kılkı tėtrüldi ‘Adam (ve benzeri) huyu kötüleşti’ (CTD II s. 77; Ercilasun ve Akkoyunlu, 2014, s. 300) cümlesinde de Arapça ḫulk, yaradılış, ‘huy’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır.”[1]

Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, yukarıda küfür gibi konuşulan “Kılıksız” sözünün aslında hiç de yersiz olmadığını görüyoruz. Aslında birisine “Kılıksız” derken, o kişinin dış görünüşünü oluşturan kıyafetinin eski, uygunsuz, döküntü vb. olması değil, onun huyunun, yaradılışının kötülüğünden söz edilir.

Kelimeler de insanlar gibi, zamanla ve yer değiştirdikçe yani Orta Asya’dan doğuya göçtükçe anlam genişlemesi veya daralmasıyla karşılaşır.

Şimdilerde ve arada gelip-giden yırtık elbise giyme modası aslında günümüzden 100 yıl kadar önce de vardı, üstelik İstanbul’da görülüyordu, ama o bir zorunluluk haliydi.

O zorunluluk hali bile o zamanın İstanbul’unda bir modaya nasıl öncülük eder, açıklaması zor bir durumdur.

“1919’da Direklerarası bir daha sarsıntı geçirdi. Rusya’dan vapur doluları gelen Vrangel Orduları döküntüleri daha İstanbul’a varır varmaz ‘Açız, bize ekmek verin’ diye bağırıyorlar; yüzüklerini, bileziklerini satıyorlardı.

Yüzyıllar boyu Türklerin kuyusunu kazan bu millet bu defa Türklere avuç açıyordu. Üzerlerinde ne varsa öylece kaçmışlardı. Hele kadınlar, pislikten, sefaletten bitlendikleri için saçlarını kökünden kesmişler, sonra da be buldularsa başlarına geçirmişlerdi. Halk o zaman farkında değil, buna ‘Rusbaşı’ demiş, İstanbul hanımları da böyle renk renk örtülerle bu göçmenleri taklit etmişlerdi. Hatta omuzları yırtık elbiseler bile çabucak moda olmuş, yırtık omuzlu elbiseler yayılmaya başlamıştı. Bu olay o devrin karikatürcülerine dahi sermaye olmuştur.”[2]

Moda, yani bir yerde kıyafet, Malik Aksel’in yukarıda anlattığı gibi, sadece yokluk ve sefaletten doğmuyordu. Refah içinde olan Osmanlı hanımları ipekli çarşaflarının içinde de, peçelerinin ardında da moda kaygısı taşıyorlardı.

Yine arada bir gelip-giden moda giyimlerden birisi de kadınların “Yandan yırtmaçlı” etekleri oluyor. O da görülür yüz yıl öncesi İstanbul’unda.

“Mütareke devresinde ve o derece dar ve beden yapışık çarşaflar moda olmuştu ki, kadınlar küçük adım atmada yarışa çıkmış gibiydiler. Hele faytona binmek hiç de kolay değildi. Bunun arkasından yandan yırtmaçlı çarşaflar görüldü ki, dizkapağından yukarılar bile göze çarpıyordu.

Yandan yırtmaç çarşaflar

Görünüyor tombul bacaklar

türküsü bu zamanın yadigarıdır.”[3]

…/…

Bazen ihtiyaçların karşılanması bir modaya dönüşür, sosyete bu konuda hep öncüdür nedense.

Yine gelip-giden modalardan birisi de erkeklerin duble paça pantolon giymesidir.

İngiliz aristokratlarının pahalı atlarının bulunduğu özel at haralarına girerken pantolonlarının paçalarının at pisliğine bulaşmaması için yukarı doğru çemrelemeleri (katlamaları) günümüzde bile devam eden bir modayı başlatıyordu, duble paçalı pantolon giyme modası.

Ya da kadınların giydiği düğmeli giysilerin düğmeleri veya pantolon fermuarları günümüzde bile neden hep soldadır?

Çünkü o aristokrat kadınları hizmetçileri giydirip soyuyordu.

Karşınızda duran ve düğmeli bir üst giysisi olan kişiyi soymanın veya giydirmenin en kolay ve hızlı yolu onun giysi düğmelerinin solda olmasıyla ilgilidir. O düğmeler sağda olursa hizmetçilerin aynı hızla ve kolaylıkla o aristokrat kadınları giydirmesi ve soyması zordur.

Sorun sadece kıyafetle açıklanamıyor.

…/…

Askeri lisede bize dahili ve harici üniforma verirlerdi. Dahili üniforma okul içinde giydiğimiz üniformaydı. Harici üniforma ise hafta sonu izinlerinde Bursa’da çarşıda veya bayram, yarıyıl vb. tatillerinde giydiğimiz üniformalardı.

Üniformanın yanında kasket ve Sümerbank-Beykoz imalatı kösele tabanlı siyah deri kunduralar, kış mevsiminde giymek için de pardösü verilirdi.

Hafta sonu çarşı iznine çıkıldığında okulun bulunduğu Işıklar Caddesi’nden aşağıya dik inişle Setbaşı’na, oradan da Altıparmak Caddesi’ne ve Çekirge’ye kadar yürürdüm.

Benden başka yürüyerek inenler de olurdu.

İnişte, Namazgah’a yakın bir yerde, cadde üzerinde solda bir pasaj vardı. Pasajın için de de bir terzi, adı Fikri’ydi.

Çarşı iznine çıkan öğrencilerin önemli bir kısmı ya aşağı inerken veya okula doğru o dik yokuşu yürürken o pasaja girer, mutlaka Terzi Fikri’ye uğrarlardı.

Pek bir anlam veremezdim o kadar çok askeri öğrencinin o pasaja, Terzi Fikri’ye gitmelerine.

Sonradan anlamaya başladım bunun nedenini.

Hafta sonunda çarşı iznine çıkmadan önce, izine çıkmak isteyen bütün öğrenciler harici elbiseleriyle içtimaya çıkarlardı. O gün nöbetçi subayı içtimada olan öğrencilerin kıyafetini denetler, sonra onlara izin verilirdi.

Nöbetçi subay harici elbiselerde, ayakkabılarda, kasketlerde gayri nizami bir durum görürse, o öğrenciye izin vermezdi, dahası hem kötü söz söyler hem de şiddet de uygulardı.

Devlet, bize bedenimize uygun üniforma, kundura, kasket vb. verirdi. Öğrenciler verilen nizami kıyafetleri bir tarafa bırakıp da neden gayrı nizami kıyafetler giymeye heves ederdi, pek bir anlam veremezdim.

Yetmişli yıllar İspanyol paça pantolon modasıydı.

Kunduralar ise arabesk rüzgarlarının estiği yıllara bağlı olarak “Yumurta topuk” kunduraya dönüşürdü.

Çarşı iznine çıkanların neden hemen ve doğrudan o pasaja, Terzi Fikri’ye girdiklerini sonraları anlamaya başladım.

O pasaja girenler ya verilen dar paça, ama nizami üniformanın pantolonun paçasını genişletip İspanyol paça haline getiriyordu ya da terziden haki kumaş alarak yepyeni bir pantolon diktiriyorlardı.

Aynı şekilde, ceketler de daraltılıyor ve bedene yapışık hale getiriliyor veya yeni ısmarlanıyordu.

İyi, ama Terzi Fikri bu haki kumaşları nereden buluyordu?

Kösele topuklu nizami kunduraların topukları ise sökülüyor, yerine tahtadan yumurta topuklar yapılıyordu.

Buruna ve pençeye de demirden nalçalar çaktırılıyordu.

Kasketler mi?

Onlar da alabildiğine küçültülüyor, neredeyse giyenin kafasından her an düşecek gibi, emanet duruyordu. Sovyet subaylarının kafalarına giydikleri kasketleri görünce alay ederdik, sanki üzerine uçak konacakmış kadar geniş olurdu. Gayri nizami kasket giyen bizim arkadaşların kafalarındaki kasketlere ise ancak bir kelebek konabilirdi.  Hiç estetik olmadığı gibi hem komik hem de çok çirkin duruyordu.

Bütün bu kaygı nedendi? Moda mı, nizami bir düzene kafa tutmak mı?

Modanın askeri okulları da etkilemesi anlaşılabilir bir şey olsa da, nizami düzene kafa tutacaksan, neden askeri okula girdin, pek anlamsız gelirdi bana.

Çarşı izni içtiması bazen traji-komik olaylara sahne olurdu.

Hepsi değil, birisi belki de, o günkü nöbetçi subay öğrencinin birisinin kafasında gayri nizami kasket gördüğünde öğrenciye şiddetli bir tokat atar, zaten kafada emanet duran kasket kafadan fırlar giderdi ve o öğrenci çarşı iznine çıkamazdı.

İlk tokatta kafadaki kasket fırlamıyorsa, o kasket o kafadan yere düşene kadar o subay o öğrenciyi tokatlamaya devam ederdi. Buna rağmen bazı öğrenciler ertesi hafta aynı gayri nizami kasketi giymeye devam ederdi.

Bazı subaylar ise gayri nizami İspanyol paça pantolonların tekrar giyilmesini önlemek için, o pantolonla içtimaya çıkmış öğrencinin üzerindeki pantolonu alt paçadan başlayarak beline kadar yırtardı. 

…/…

Askeri öğrencilerin yapmış olduklarının sadece bir heves olduğunu düşünüyorum ve bu heves ilerleyen yıllarda ve subay olduktan sonra zaten kendiliğinden sönüyordu.

Bu hevesin ise sadece bizim yaşadığımız ve her şeyin, her düşüncenin ve dünyanın hızla değiştiği yetmişli yılların ürünü olduğunu düşünüyordum.

Askeri öğrenciler de bu değişimlerden soyut kalamazlardı kuşkusuz.

Attila İlhan’ın Yaraya Tuz Basmak romanında bu hevesin neredeyse yüzyıllık bir heves olduğunu okuyunca daha da şaşırıyorum. Attila İlhan Kore’ye giden teğmen Demir’in askeri öğrencilik yıllarını anlatır. Durum aynıdır aslında.

“İstese de istemese de farklı bir öğrenci olmuştu: daha bir ‘Alman generallerininki gibi dursun diye’, İstanbul’da, Yüksekkaldırım’daki şapkacılarda, nizami şapkasının içine yuvarlak şemsiye telleri geçirtiliyor; beylik üniforması, askeri terzilerde vücuduna göre yeniden kesilip biçilip, göğüslerine tela, omuzlarına vatka konuluyordu. Okulda hemen bir ad yakıştırdılar: ‘Jön Demir’. “[4]

Benim de askeri öğrenci olduğum yetmişli yılların askeri öğrencilerinin gayri nizami üniforma heveslerini o yılların modası etkilerken, Teğmen Demir’in askeri öğrencilik yıllarındaki gayri nizami üniforma hevesinin nedeni Alman İmparatorluk subaylarının üniformaları olmalıydı.

…/…

Sonra, 3 Aralık 1934’te 2596 sayılı kanunla “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun” kabul edildi. Bu kanunla ‘Herhangi bir din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinleri haricinde ruhani kisve taşımaları yasaklandı.

Bilinenin aksine kanunun adında “Kılık” kelimesi geçmez.

Zira kanunu yapan akıl “Kılık” kelimesinin anlamını bilmektedir. Kanuna “Kılık Kıyafet Kanunu” denmesi, sonraki yılların ürünüdür.

…/…

Kılık halinden, yani “Yaratılış, huy” ne zaman ve neden “Kıyafet” haline geçildi?

“14. yüzyılda ‘hal ü şan, hareket tarzı, gidiş’ (Tar.S. 1996, s. 2483) anlamında görülen sözcüğün daha sonra günümüzdeki ‘giyiniş, dış görünüş’ anlamını kazanmıştır. Sözcük, Lehce-i Osmanî’de ‘kıyafet, heyet, timsal, heykel, tarz, resim, tasvir (2000, s. 233);’ Kamus-ı Türkî’de ‘1. Sûret-i hâriciyye, şekil, kıyafet; 2. Tarz, suret; 3. Resim, tasvir” (Şemseddin Sami, 2015, s. 643-644) şeklinde tanımlanmıştır. Sözcük 1945 yılından itibaren Türkçe Sözlük’te tanımlardaki küçük değişikliklerle yer almıştır: ‘1. Bir kimsenin giyinişi veya dış görünüşü, üst baş’ (2012, s. 1409). Türkiye Türkçesinde kullanılan kılık kıyafet söz grubu da ‘1. Üst baş ve dış görünüş, 2. Giysi’ şeklinde tanımlanmıştır. Böylece kılık sözcüğünün Türkiye Türkçesinde ‘dış görünüş’ anlamında kullanıldığı görülmektedir.”[5]

 …/…

Artık “Kılıksız” denmiyor insanlara belki, ama insanlar yeni bir söyleyişe heveslenir gibi, başkalarının kılığına kıyafetler yakıştırıyorlar. Ama kıyafetimiz sıklıkla değişse de “Kılığımız” pek de kolay değişmiyor, zaman akıp geçse de.

…/…

Bir Sivas-Şarkışla türküsü olmasına rağmen Hacı Taşan’ın ağzına yakışan ve onun köyü Keskin-Hacı Eli Obası’ndan dolayı onunla özdeş  “Hacel Obası” türküsünde de kılığa bir kıyafet yakıştırma sorunu vardır. Fotin giyince “Kılık” değişecekmiş gibi sanki. Halkımız bu türküde de kılık ve kıyafeti birbirinden ayırıyor.

Fotin kıyafetse, olura olmaza denk gelince, yani kılık bozuksa, kılık kıyafete uymuyor.

Hacel obasını engin mi sandın

Ayağında fotini var zengin mi sandın

Her oluru olmazı canım dengin mi sandın

Ay da doğru göremedim yar seni

Muhabbetle,

Aşk illa ki,

(Bu okuma için tavsiye edilen dinleme, Nazlı Öksüz-Hacel Obası)

 

 



[1] Kutadgu Bilig’de Kılık ve Kılınç Sözlerinin Kullanım Özellikleri Üzerine-Engin Çetin-Emre Uzer-İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: 59, Sayı: 2, 2019-s. 264-65

[2] İstanbul’un Ortası-Malik Aksel-Kapı Yayınları-2019 Dördüncü Baskı-s.38

[3] Aksel-age, s.104-104

[4] Yaraya Tuz Basmak-Attila ilhan-Bilgi Yayınları-1982 Haziran-İkinci Baskı-s.119

[5] E. Çetin-E. Uzer, age