2 Aralık 2020 Çarşamba

DERSİM’E YOLCULUK (İKİNCİ BÖLÜM)

 

UZUN İNCE BİR YOL

HATTUŞA – YOZGAT ARASI

20 Kasım, Cuma

Bu bölümün başlığını sık sık yapmış olduğumuz gibi bir ustadan alıyoruz, Aşık Veysel’den, onun ölümsüz eseri “Uzun İnce Bir Yoldayım” eserinden.

Sabah erken denecek bir saatte yola çıkıyoruz.

Ne zaman Hattuşa’ dan Yozgat’a gidecek olsak hep o kadim, Hititlerin Kuzey Kapadokya’ ya giderken kullanmış oldukları yolu kullanıyoruz.

Dört kilometre sonra Derbent Köyü ile birlikte Yozgat il sınırı başlıyor.

Hattuşa’ ya binlerce yıl bereket saçan, içme suyu sağlayan ve Hattuşa’daki iki ulu kayanın arasından (Büyük Kale ve Büyük Kaya), Kayalı Boğaz’dan akıp giden Budaközü Çayı işte bu köyün batı tarafındaki çam ormanlarından doğuyor.

Budaközü Çayı ovalara bereket saçarak bir zamanlar “Budaközü” diye ilçeye adını verdiği Sungurlu’ dan geçerek yine Sungurlu’ ya bağlı Kavşut Köyü’nde Kızılırmak’ ın en büyük kolu olan Delice Irmağı’ na kavuşuyor.

İnsan gözü kapalı Anadolu coğrafyasında dolaşmış olsa, duyduğu veya okuduğu coğrafi isimlerden hareketle orada nasıl bir coğrafya olduğunu hemen anlar.

Kavşut Köyü de öyle, iki suyun kavuşumu, kavuştuğu yer.

Derbent Köyü de öyle.

Anadolu halk ağzında “derbent” yerine “devrent” dense de, “derbent” kelimesinin anlamını bilirseniz, o adın o köye veya yöreye boş yere verilmemiş olduğunu anlarsınız.

Anadolu’ da önünde veya sonunda derbent veya devrent adı geçen o kadar çok köy, yer adı, kasaba, dağ vardır ki.

Kim unutur İznik’ e gidişlerimizde içinde durup ulu çınar altında çay içtiğimiz “Kız Derbent Köyü’nü?”

Geçit, kale, demektir “devrent.”

Feodal dönemde ve yakın tarihe kadar Osmanlı ayanlık, voyvodalık, beylikler yanında “derbentlikler” de dağıtmıştır bolca.

Sınırdaki bir derbent aynı zamanda karakoldur ve derbentliği alan kişi gelen geçen bütün kervanlardan, insanlardan payını alıyordur.

Ama ille de yüreğimizi “Devrent Deresi” türküsü yakar.

Bugün 1967 yılında yapılan sulama barajının suları altında kalan Denizli – Buldan ilçesi Derbent Köyü’nde geçen gerçek bir olay üzerine yakılan ağıt bizim de dilimize çokça dolanır.

DEVRENT DERESİ

Devrent deresine duman bürüdü.
Yedi deveyinen Musa yürüdü.
Musa’nın ciğeri mosmor oldu çürüdü.

Devrent dereleri dar geldi bana.
Vadesiz ölümler zor geldi bana.

Devrent deresinde cıvgınlar esti.
Elimi kolumu poyrazlar kesti.
Feleğin bizlere bu mudur kastı.

Ağlasın ağlasın anam ağlasın.
Tülü mayaları Dudu bağlasın.

Derleyen ve notaya alan: Nuri BALKAR

…/…

Derbent Köyü arkamızda kalıyor, bir sırta geliyoruz.

-Bak Dostum, bu şu anda üzerinden geçtiğimiz sırta yağan yağmur suyu sol tarafa akarsa Kırım Köyü dereleri boyunca akar, Alaca Çayı’na oradan Çekerek Irmağı’na ve oradan da Yeşilırmak’ a karışır.

Yağmur suyu sağ tarafa akarsa Bişek Köyü dereleri boyunca akar ve Killik Özü Deresi’ni de alarak Delice Irmağı’na oradan da Kızılırmak’a karışır.

Sırtı geçiyoruz.

Tam karşımızda Sungurlu dahil yörenin en yüksek noktası olan 1683 metre rakımlı KABAK TEPE duruyor.

70’li yılların başları Anadolu’ ya ve köylere ulusal şebekeden elektrik verilmeye başlandığı yıllardır.

Sungurlu Belediye teşkilatı 1866 yılında kurulmuş olmasına rağmen, evlere elektrik 1970’li yıllar da bile henüz düzenli olarak verilemiyordu.

Özellikle kış aylarında sık sık kesilen elektriklerin arıza nedeni çoğunlukla elektrik hatlarının kopmasından kaynaklanırdı.

Elektrik hatları ise en çok Kabak Tepe’den geçen hatlarda kopardı, zira siz bakmayın öyle 1683 metre rakıma, o yörede kış aylarında yolda kalmayan, esen fırtınayı bilemez, anlayamaz.

Bu nedenle benim kuşağım dahil, elektriğin Sungurlu’ ya gelmeye başladığı 70’li yıllardan itibaren herkes Kabak Tepe’yi iyi bilir.

İyi bilir derken, yeni yeni başlayan TV yayınlarında ilk yayınlanan dizilerin olmadık bir yerinde kesilen elektriğin nedeni mutlaka Kabak Tepe’ ye bağlanırdı ve Kabak Tepe benim kuşağım dahil, benden önceki kuşaklarda çok kötü bir üne sahipti.

…/…

Yozgat’ a kenar mahallelerin sokaklarından geçerek varıyoruz.

Tam meydandaki saat kulesi Sungurlu’ da bulunan saat kulesinin adeta ikizi, zira iki saat kulesini de yapan usta aynı ustadır, Şakir Usta.

Sungurlu Saat Kulesi 

Yozgat Saat Kulesi

Sungurlu Saat Kulesi 1891 yılında yapılmış olmasına karşılık, Yozgat Saat Kulesi 1908 yılında yapılmıştır.

Her şey bir yana, hep diyoruz ya, bizim için akılda kalan hikayelerdir diye, işte Yozgat Saat Kulesi için akılda kalıcı bir hikaye.

Saat kulesinin çanı tek parça ve tam 288 kilodur.

Bu ağırlıkta bir çanı kuleye çıkaran ise Hamal Kör Musa’dır. Kör Musa bu mucize iş karşılığında 2 kırmızı lira kazanmıştır.

Yozgat’ ta kalamıyoruz.

Salgın var ve bizim her Yozgat gezimizde o Çapanoğlu Camisi yakınında bardak bardak salep içtiğimiz kahvehanede kapalı.

O zaman yola devam, salebi Yozgat’ ta içemediysek, benim de ilk duyduğumda çok şaşırdığım ve bir şey daha öğrendim dediğim, Türkiye’nin en iyi salebinin yetiştiği Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesine doğru yol alıyoruz.

AKDAĞ SALEBİ – TOPRAĞIN BİR MUCİZESİ

Akdağmadenliler ilçelerine kısaca “Akdağ”, diyorlar.

Biz de öyle diyelim ve madem ki yolumuzu Akdağ’a doğru döndürüyoruz, bu yolculuğun, DERSİM’ E YOLCULUK’ un yol güzergahının da böylece kendiliğinden belirlendiğini söyleyelim.

HATTUŞA-YOZGAT-AKDAĞMADENİ-YILDIZELİ-SİVAS-HAFİK-ZARA-DİVRİĞİ-KEMALİYE-ÇEMİŞGEZEK-PERTEK

Akdağ’ a öğlene doğru varıyoruz.

Karnımız acıkıyor.

Yanımıza yolluk yiyecek bir şeyler almamıza rağmen, ille de bir Akdağ salebi içelim, diyoruz.

Fakat ironi midir, bilinmez, Türkiye’nin en iyi salebinin yetiştiği ilçede, Akdağ’da salep içecek hiçbir yer bulamıyoruz.

Tıpkı dünyanın en iyi çaylarının yetiştiği ve Anadolu’ya da oradan geldiği bilinen Gürcistan’ da çay içme kültürünün olmayışı gibi.

Neyse, umutsuzca araç içinde Akdağ sokaklarında gezinirken tam da artık ilçeden çıkmaya karar verdiğimizde yolun sağında açık mı kapalı mı olduğu belli olmayan bir pastane görüyorum: PETEK PASTENESİ

Selman araçta kalıyor. Ben gidip hızlıca pastaneye bakıyorum, açık.

Servis yapıp yapmadıklarını soruyorum.

Yapıyorlar.

Ve en can alıcı soru geliyor:

-Salep var mı?

-Var

-Ama Akdağ salebi?

-Var

-Ama bi on dakika beklemeniz, kazanı ısıtmam gerekir.

-Tamam

Hemen koşarak Selman’ a haber veriyorum.

Selman aracı az ileriye park ederek pastaneye giriyor.

Biz salebi beklerken, tezgaha tepsi tepsi sıralanmış kuru pastalara ve fırından taze çıkmış patatesli ve peynirli böreklere bakıyoruz.

Karnımızın acıkmış olduğunu fark ediyoruz.

…/…

-Merhaba Ayhan kardeşim.

-Merhaba Abi.

-Ben on gün kadar önce pastanenize gelip salep içip, sizinle sohbet eden iki kişiden biri olan Recep, hatırladınız mı beni?

-Hatırladım Abi.

-Nasılsınız?

Pastane sahibi ve işletmecisi Ayhan Bey’ in sesinde bir gariplik var, sanki iyi değil gibi.

-İdare eder Abi.

-Hayırdır, bir şey mi oldu?

-Evet Abi, on gündür yatıyorum, şükür iyiyim, ama bu corana virüsü beni de yakaladı.

Biz tam da on gün önce, yani pastacı Ayhan Bey’in virüse yakalandığı gün, onun pastanesinde en az bir saat kalıp, börek yiyip, çay ve salep içmiştik.

Ama o kadar tedbirliyiz ki.

Ben bile araçta seyahat ederken Selman’ın yanında değil, arkada çaprazında oturuyorum.

…/…

Salepler geliyor, dumanı üzerinde.

-Adınız neydi?

-Ayhan Abi.

-Ya Ayhan Ustam, koca Akdağ’ da açık bir pastane bulamadık salep içmeye.

-Abi pastane bulsanız da, kimse salep yapmaz ki benden başka.

-Nasıl ya, Akdağ’da kimse salep içmez mi?

-Yok Abi.

-Evlerde de mi içilmez?

-Yok Abi.

-Akdağ köylüleri salebi sadece toplayıp satar, bi ben yapıp satarım salebi Akdağ’da.

-Desene tam yerine gelmişiz.

-Evet Abi, öyle olmuş.

Yozgat’ a Yurt Gezginleri ile her gittiğimizde salep içiyoruz, sorduğumuzda içtiğimiz salebin Akdağ salebi olduğunu söylediklerinde ilk önce çok şaşırmıştık, zira biz salep denince akla ilk önce Kahramanmaraş gelir, diye bilirdik.

-Yozgat’ ta içtiğimiz salep de Akdağ salebiymiş ve gerçekten çok güzeldi.

-Abi bir yanlışlık olmalı.

-Neden?

-Abi Yozgat dahil bütün Türkiye’ ye Akdağ salebini ben veriyorum.

-Nasıl olur?

-Evet Abi, ben Yozgat’ ta kimseye Akdağ salebi vermiyorum.

-O zaman şimdi Akdağ salebini içer ve farkı anlarız.

…/…

Gerçekten de daha ilk yudumda Akdağ salebi her bakımdan kendini gösteriyor.

Anlıyorum ki, bize Yozgat’ ta Akdağ salebi diye ikram edilen salep Akdağ salebi değil.

…/…

-Peki bizim Yozgat’ ta içtiğimiz salep nerenin?

-Orasını bilemem Abi, ama Türkiye’ de salep işi Bucaklıların elindedir.

-Burdur – Bucak yani.

-Evet Abi.

-Nasıl olur, Bucak neresi Akdağ neresi?

…/…

Pastacı Ayhan Usta ile sohbet ilerledikçe sorular da geliyor aklıma.

Akdağ salebi toplanıp kurutulduktan sonra özel değirmenlerde çekilmek üzere Bucak’ a gönderiliyor.

Orada çekilen Akdağ salebi buraya geri geliyor ve buradan satışa veriliyor.

Akdağ salebinin kilosu şu an 1.250,00 TL.

Bucak’ a Türkiye’nin her yerinden salep geldiğini, gelen bütün salebin orada harmanlandığını, ona göre bir fiyat belirlendiğini, aktar ve marketlerde satılan salebin Bucak’ta hazırlanan harmanlar olduğunu anlatan pastacı Ayhan Usta en çok da artık hepsi birer paragöz olan ve mevsiminden önce hasat ve kurutma kurallarına uymadan salep toplayan köylülerden çok şikayetçi olduğunu söylüyor.

Biz de kendimize Akdağ salebi alalım, diyoruz, ama bundan vazgeçiyoruz.

-Peki ustam, Akdağ salebini diğer saleplerden çıplak gözle nasıl ayırt edebiliriz?

Ayhan Usta sağ el baş ve işaret parmağı arasına bir zerre toz salep alıyor ve onu bir damla suda ıslatıyor.

Sonra bizi pastanenin camlı girişine götürüyor, bakın diyor.

Usta salepli elini havaya kaldırıp sanki havaya bir şey atıyormuş, gibi yapıyor.

-Şu an güneş yok, güneş vursaydı içeriye ben size Akdağ salebinin nasıl olduğunu gösterecektim.

-Nasıl?

-Salep eğer Akdağ salebi ise bu ısladığım ve havaya savurduğum salep yere düşerken bir örümcek ağının salgısı gibi sünerek, ipliksi bir şekilde düşer, ama şu an dükkanın içine yeteri kadar güneş ışığı gelmediğinden biz bu ipliksi durumu göremiyoruz.

Neler öğreniyoruz, neler?

Ayhan Usta bize Akdağ ile ilgili olarak Nida TÜFEKÇİ’ den de söz ediyor, biliyoruz, diyorum, onu kim bilmez.

Daha tam karşıda onun heykelini diktiler, diyor.

Biz de Ayhan Usta’ ya, Akdağ için bir de Kolsuz Agop’ tan söz etmeli, bilir misiniz Kolsuz Agop’ u ustam diye soruyoruz.

Bilmem Abi, diyor.

Ayhan Usta’ ya Kolsuz Agop’tan söz ediyoruz.


Akdağ-Ortaköy Salebi 

Yumrulu halde

Akdağ salebine doyuyoruz.

Böreklerin hakkını da vermek gerekir, yanımıza yolluk olarak da alıyoruz.

Pastaneden çıkarken Akdağ’ da Ermenilerden ve Rumlardan kalan sivil mimari örnekleri olup olmadığını soruyoruz Ayhan Usta’ ya.

Var Abi, diyor, hemen dükkanı çıkınca, sağa dönün, beton merdiveni çıkıp tekrar sağa dönün, birkaç yapı hemen karşınıza çıkacak.

Ayhan Usta ile vedalaşıyor ve bir daha Yozgat’ a gelişimizde önceden haber vermek kaydıyla salep içmeye mutlaka Akdağ’ a, Petek Pastanesi’ ne geleceğimizi söylüyoruz.

BİR BAKIŞTA AKDAĞ

Akdağ eski hapishane binası, şimdi İlçe Halk Kütüphanesi

Eski Ziraat Bankası binası

İstanbulluoğlu Kilise Cami-1907

Eski PTT binası

AKDAĞ’IN İNSAN HAZİNELERİ

KOLSUZ AGOP

NİDA TÜFEKÇİ

Eski sivil mimari örneklerini hızlıca bir gördükten sonra, şehrin tam ortasına kondurulan büyük usta Nida TÜFEKÇİ anıtını da görmeden gidemezdik.


Yozgat’ta bulunan anıt

Akdağmadeni’nde bulunan anıt

NİDA TÜFEKÇİ

Unutulmaz Yurt Gezilerimizden birini de büyük usta Nida TÜFEKÇİ anısına yapmıştık.

Sunumu yapan Zeynep HERKMEN arkadaşımız konuya çalışırken Nida Hoca’ya başlangıçta takındığı mesafeli tutumunu işin sonuna doğru değiştirdiğini söylerken, Nida TÜFEKÇİ’ yi bize çok güzel anlatmıştı.

Onu anlatacak ne bir söz ne de bir saz bulabilirsiniz.

O, söylenmesi, icrası ve saz ile çalınması çok farklı, çok kendine özgü tavrı olan Yozgat tavrını en iyi icra eden, en iyi çalan ve bizlere bir kültürel miras olarak bırakan kişidir.

Türk halk müziği bağlama ve ses sanatçısı, müzikolog (D. 1 Mart 1929, Akdağmadeni / Yozgat – Ö. 18 Eylül 1993, İstanbul). İlk ve ortaokulu Akdağmadeni, Yozgat ve Boğazlıyan’da okudu. 1950’de Ankara Maliye Okulunu bitirerek üç yıl kadar maliyeci olarak çalıştı. 1953’te açılan sınavla Ankara Radyosuna girerek Muzaffer Sarısözen’le birlikte “Yurttan Sesler” topluluğunda çalışmaya başladı. Yenimahalle Musiki Cemiyetinde ders verdi. 1959’da İstanbul Radyosuna geçti. 1962’de Neriman Altındağ Tüfekçi’yle birlikte “Yurttan Sesler Kadınlar Topluluğu’nu kurdu. İstanbul Radyosu Türk Sanat ve Halk Musikisi müdür yardımcılığına getirildi. 1971-76 yılları arasında Erzurum Radyosunda eğitmen ve denetçi olarak görev yaptı. TRT Müzik Dairesinin kuruluş çalışmalarına katılıp, bu dairenin başkan yardımcılığına atandı. Uzun yıllar TRT Denetleme ve Repertuar Kurulu Başkanlığı görevlerini sürdürdü. Derlediği türkülerden 1000 kadarının notasını yazarak halk müziği arşivlerine kazandırdı.

Nida Tüfekçi, 1976’da TRT’den ayrılarak Devlet Konservatuarı Türk Musikisi Bölümü kurucuları arasında yer aldı, öğretim üyeliği görevini üstlenerek birçok sanatçıya dersler verdi. TRT Ankara ve İstanbul radyolarında “Ozanlar ve Bölge Sanatçıları”, “Oyunlarımız Türkülerimiz”, “Türkülerin Dili”, “Halk Ozanları Geçiyor” gibi açıklamalı radyo programları hazırlayıp sundu.

Çeşitli halk müziği araştırmalarına ve değişik ansiklopedilere katkıda bulunan Tüfekçi'ye Folklor Araştırma Kurumu tarafından 1985 İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü, Kültür Bakanlığı tarafından 1991 yılında Devlet Sanatçısı ödülü verildi. UNESCO’nun hazırladığı Dünya Müziği Tarihi adlı kitabın “Türk Halk Müziği” bölümünü yazdı. Eşi Neriman Tüfekçi’yle birlikte derlediği “Memleket Türküleri” adlı kitap 1963’te yayımlandı. 18 Eylül 1993 günü İstanbul'da öldü ve orada toprağa verildi.

KOLSUZ AGOP


Daha yaşarken çok az kimse “efsane” olur.

Onlardan birisi de kuşkusuz bütün dünyanın tanıdığı, bildiği KOLSUZ AGOP’ du.

1937 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Ermeni Kırımı yetimi olan Yozgat'ın

Akdağmadeni ilçesinden Kirkor Bey, annesi Yozgat’ın İğdere Köyü’nden Makruhi Hanım'dır. Ailesi 1938 yılında İstanbul'a göç edip Samatya semtine yerleşti.

Ailenin ilk çocuğu olan AgopKotoğyan, eğitimine SahakyanNunyan Ermeni İlkokulu'nda başladı. 1952'de ilkokulu bitirdikten sonra bir gümüş atölyesinde çalışırken makineye elini kaptırdı ve kangrene çevirince doktorlar kolunu omuz hizasından kesmek zorunda kaldı. Bu kazadan sonra hayatta kalmayı başardı ve Bezciyan Ermeni Ortaokulu'nda eğitime geri döndü. Lise öğrenimini Getronagan Ermeni Lisesi'nde tamamladı.

Lise yıllarında futbolla ilgilendi. Mahalli bir futbol takımı olan Samatya Gençler Kulübü kadrosunda yer aldı. Futbola üniversitede de devam etti.

1957'de girdiği İstanbul Tıp Fakültesi'nden 1963'te birincilikle mezun oldu.Kadro bulunmaması nedeniyle 1963-1964 yıllarında İstanbul Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğinde gönüllü olarak çalıştı.

1964'te Cerrahpaşa Hastanesi'nin Deri Hastalıkları ve Frengi Kürsüsü’ nün ilk asistanı olarak kadroya alındı. 1967'de "DermatitisHerpetiformis" adlı uzmanlık teziyle deri ve zührevi hastalıklar uzmanı oldu. 1969'da üniversite tarafından Almanya'ya gönderildi. Dört ayda Almanca öğrendi ve Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji Kliniği'nde çalışmaya başladı. Bu klinikteki çalışmalarında malignmelanomların klinik ve histopatolojik incelemelerine ağırlık verdi. Aynı üniversitenin alerji ve histoloji bölümlerinde de çalıştı. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite Kurulu'nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatıldı. 1972'de İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne döndü.

Yurda döndükten sonra 1973'te doçent, 1979'da "Akne Vulgaris Vakalarında İmmunolojik Araştırmalar" adlı teziyle profesör unvanını aldı. Almanca'dan sonra kendi çabasıyla, Fransızca ve İngilizce öğrendi. 2004'te emekli oluncaya kadar Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde akademisyenlik yaptı. Cilt hastalıklarıyla ilgili iki kitap ve uluslararası dergilerde üç yüzden fazla makale yayınladı. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar verdi. Çeşitli ülkelerden gelen teklifleri şu sözlerle reddetti: "Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak, hatta vatan uğruna ölmeyi göze almak demektir."

2017 yılına kadar özel muayenehanesinde çalışmaya devam etti. Tedavi gördüğü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 13 Şubat 2018'de öldü.


…/…

Akdağmadeni’nden ayrılıp, Yıldızeli’ne doğru yola çıkıyoruz.

-Selman gözüm, henüz Yozgat topraklarındayız. Bu toprakları çıkmadan bir Yozgat türküsü açsan, mesela Nida TÜFEKÇİ’ nin derlediği ZİYA’NIN AĞIDI türküsünü.

-Tamam, olur.

-Ama türkü Bayram Bilge TOKEL’ den olsun, o da Yozgatlıdır ve bence Yozgat türkülerini en iyi icra eden kişidir.

-Tamam

Türküye konu olan ağıt gerçekte yaşanmış bir olaydan alınmıştır ve ağıdı yakan kadın Yozgat merkez Karacalar Köyü’nden Fikriye Hanım’ dır.

Başka bir blog yazımızın konu başlığı

‘’ FİKRİ(YE)MİN İNCE GÜLÜ ‘’

olacak, ama önce tamamlanması gereken ziyaretleri yapmam gerekiyor.

Fikriyeleri yazacağız, yüreğimiz dayanabilirse.

-Selman gözüm, Bayram Bilge TOKEL 30 yıl aradan sonra bin bir güçlükle ikna edilerek yurda, bu topraklara geri dönen ustaların ustası Neşet ERTAŞ’ ın geri gelmesinde en büyük payı olan kişidir.

-Haa, şu belgesellerde, anılarında “Bayram Gardaş” diye sözünü ettiği kişi mi bu Bayram Bilge TOKEL?

-Evet, tam da öyle.

Henüz Yozgat topraklarındayken bir Yozgat türküsü dinliyoruz Bayram Bilge TOKEL’ den:

ZİYA’NIN AĞIDI

Yozgat yaylasında bir garip kuşum
Elveda sizlere akrabam eşim
Doymadım dünyaya on sekiz yaşım
Onun için açık gider gözlerim

At üstünde kuşlar gibi dönen yar
Kendi gidip ahbapları kalan yar

Yüküm kervan yüklü savran gidiyor
Sürmedim sefayı devran gidiyor
Ziya'm ciridine kurban gidiyor
Onun için kapanmıyor gözlerim


(devam edecek)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder