Ol hikayata sebep olan KERVANKIRAN
Yıldızı - TAMZARA sırtlarından
28 TEMMUZ, CUMARTESİ
Musa Başkan’ ın aniden aramızdan göçüp gitmesi, hepimizi
sarsmıştı.
Kardeşi, bizim de kardeşimiz Kazım Trabzon’ a uçtu apar
topar cenaze için.
Artık burada bari çıkmasın karşımıza şu “hurufat.”
***//***
Şebinkarahisar gezisi bir yıl önce, Aralık ayında, kar –
kış şartlarında planlanmıştı.
Musa Başkan’ ın ani kaybından dolayı gezimizi ertelemiştik.
Kim bilirdi, Şebin’ e yine gideceğiz ve bu gidişimiz bir
romanın peşinden ve romanın yazarı ile olacak, diye.
Biz daha önce planlandığı gibi o tarihte Şebin’ e gitmiş
olsaydık, böyle bir proje geziye, BİR ROMAN BİR ŞEHİR – KERVANKIRAN,
yurt gezisine kaç kişi gelirdi ikinci kez.
Herkes çoğunlukla adet olduğu üzere “ben zaten oraya gitmiştim”
derdi ve belki de hiç gelen olmazdı.
Oysa her yere gidersin, her yeri görürsün.
Bütün dağlar aynıdır, bütün dereler, bütün vadiler, doğa
aynıdır. Bütün bozkır.Hepsi birbirine benzer temelde, farkı yaratan hikayeleridir sadece.
Hikayesi varsa her birinin hepsine farklı bakarsın.
Hikayeyi kendiniz de uydurabilirsiniz.
Bu geziyi geçen sene yapmış olsaydık, hikayesi eksik kalacaktı. Eksik kalacak, farkı anlayamayacaktık.
Bir yol hikayesi ile düşüyoruz yollara.
***//***“Olmadı”, ama diyor sanki bu geziye katılmayan Yurt Gezgini dostlardan birisi.
-Daha
bir ay önce BİR YAZ GECESİ SİNEMASI gösterisi yapmadınız mı SAKARYA-KAYNARCA - BAŞOĞLU
KÖYÜ - KARABOĞAZ SAHİLİ’ nde?
-Evet
-Bağlantıyı
nasıl atlarsınız?
-Ne
bağlantısı?
-Siz
KERVANKIRAN’ ın peşine gitmiyor musunuz?
-Evet
-TARIK
Akan’ ı unutuyorsunuz.
-Ne
ilgisi var, anlayamadık.
-Araplar
KERVANKIRAN, demezler, TARIK, derler.
***//***
İşte bir işaret daha
Tarık AKAN’ ın SEV KARDEŞİM
filmi yerine AĞLAYAN ÇAYIR filmini düşünmüş ve öyle duyurmuştuk.
Son anda TARIK AKAN ve SEV KARDEŞİM ile çıktık.Bizi TARIK mı yönlendirdi KERVANKIRAN’ a?
Nereden bilirdik o anda, filmin devamının KERVANKIRAN
olacağını?
***//***
Arif IRGAÇ çıkınından çıkarır gibi, dağarcığından çıkarır
gibi, “meyini” ve her biri farklı ses veren, farklı nota veren ağızlıklarını
çıkarıyor peş peşe.
Üflüyor meyine yazarımız Arif IRGAÇ.
Bir iki deneme yapıyoruz karşılıklı.
Senin sesin “re” sesi, diyor.
“Re” sesini veren bir ağızlık geçiriyor meyine.
Biz değil, ama Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan hep “duduk”
diyor, mey için.
Civan
GASPARYAN yaşayan ve efsane bir duduk sanatçısı ve “Sarı
Gelin” türküsünü üflediğinde kim tutabilir ki gözyaşlarını?
Biz de “Uzun İnce Bir Yoldayım”, demez
miyiz, Veysel Baba’ dan?
Arif IRGAÇ üflüyor duduğa, hep birlikte söylüyoruz.
Uzun
ince bir yoldayım
Gidiyorum
gündüz gece
Bilmiyorum
ne haldeyim
Gidiyorum
gündüz gece
Hikayesi olan bir yola gidiyoruz.
Duduğu
“re” karar sesi ile üflüyor Arif IRGAÇ “re-cep” eşlik ediyor
BİLMEYENLER İÇİN SIĞIR DİLİ
Yola bir çıkıldı mı, her adım, her mola, her memleket, her
yemek ayrı bir hikayedir.
Elmadağ, Ankara’nın bir ilçesidir, bilinir.
Eski adı “Küçük Yozgat’tır” Elmadağ’ın.
Hikayesi kendinde saklıdır Elmadağ’ ın.
Ama ille de “sığır dili” dedikleri ekmeğinden alıp,
arasına tulum peynirini katık edip, meydan kahvesinde Gümüşhaneli kahvecinin
demli taze çayı ile yemezseniz, o gün aç kalacağınızı sanırsınız.
Ama bize başka bir yerden bambaşka bir hikaye daha anlatır
Elmadağ.
BAYRAM ARACI - NEŞET ERTAŞ – ELMADAĞ - “re” KARAR SESİ
Bayram ARACI’ yı bilirseniz, dinlemişseniz bir yol, o zaman
Neşet ERTAŞ’ ı daha iyi dinler, daha farklı bir kulak ile dinler, daha bir yol
seversiniz.
Abdal geleneğinin zirvesi Muharrem Ertaş ise, onu önceleyen, bozlaklara,
türkülere, kaynaklık eden, kaynak kişinin adı pek bilinmez. Ne bir ses kaydı
vardır, ne de hayat hikayesi.
Toklimenli Sait ( Kırşehir – Kaman İlçesine bağlı Kızılırmak kenarında bir
köy ) ve onun oğlu Seyfullah, önemli iki kaynaktır. Diğer bütün aşıklar onların
sesini, onların avazını almıştır. Onlar gibi havalandırmışlardır sözleri.
Ama ÇEKİÇ ALİ ile birlikte, saza vuran eller de değişir, tellerin yeri,
vuruş ve tutuş şekli de değişir.
Bunun kaynağı ise, Ankara – ELMADAĞLI - BAYRAM ARACI’ dır. Neşet ERTAŞ da
Bayram ARACI’ nın tuttuğu yerden tutar, ”re-den” tutar bağlamayı.
Bayram ARACI’ yı Elmadağ’ da Elmadağlılar ile konuşmak insanın içini
burkuyor.
Onca halk ozanına, Neşet ERTAŞ’ a düzen tutturan böylesi bir insanın ölümü,
ölüm nedeni ve mezarı bilinmiyor. İstanbul’ da “kimsesizler mezarlığında”
yatıyor.
Elmadağ’dan geçerken kim anar ki onu?
Şinasi Amca biliyordur
belki, eski bir istasyon şefi, bana “sığırdilini” ve Bayram ARACI’ yı bir “derviş
kelamı” ile anlatan.
(…)
belki
bir kız çocuğu doğar döl tutan ayrılıklardan
belki
bir şinasi amca çıka gelir elma dağı’ ndan
akşama
ölmezsem, bir şiir daha yazarım belki
ali
dost bir plak koyar belki kaleye varmadan
(…) Derviş
Kelamı
Çocukken, Ankara yolculuklarında Elmadağ’ a gelince Ankara’ ya geldik,
sayardık.
Şimdi ise, bu yolculukta, Elmadağ’ ı geçince Zile’ ye az kaldı diyoruz
dostumuz Zileli Necmettin ERYILMAZ’ a.
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım, diyoruz.
Yemen türküleri söylüyoruz. Eğin türküleri.
Arif IRGAÇ söze Maraşlı Kul Ahmet’i ve Zaralı İnce Halil’ i de katıyor.
Ama yolumuz Kırıkkale’ yi geçip, Balışeyh’ e varınca bütün bir ABDAL
Kültürü’ ne kaynaklık eden, yerlik yurtluk eden Keskin - DİNEK Dağı’nın
açıklarından geçiyoruz, dağı sağımıza alarak.
Sıradaki türkü Neşet ERTAŞ’ tan oluyor, ”Gönül Dağı” ve Arif
IRGAÇ bir güzel üflüyor.
Şinasi Amca yarım kalan “derviş kelamına” devam ediyor.
neden
hep keskin’ e varınca bozulur
veremli
kızların yiyemediği meyveler
anam
oğluna yanar, ben dinek dağı’na
bir
bozlak kapılır kızılırmağın sularına
dervişin
kelamına yorarım onca sızıyı:
sevmek
acıya dokunmaktır
Dinek Dağı sağımızda kalıyor – Başı hep dumanlı, hep efkarlı
ZİLE’ YE KİM ÖNCE VARACAK?
Antik dünyanın belki de en lakonik sözüydü Sezar’ ın ta Mısır’ dan kalkıp
gelerek, MÖ 47’ de Zela- Zile’ de II.
Farnakes ile tutuştuğu savaştan sonra söylediği o ünlü söz:
VENİ VİDİ VİCİ
Sezar bizden önce
varamazdı elbette Zile’ ye ne günümüz şartlarında ne de antik dönemde.
Ama Sezar’ ın
söylediği bu söz kendinden önce varmıştı Roma arenalarına.
Bizi dostumuz Necmettin ERYILMAZ karşılıyor.
Hemen bir eve girip, Zileli Kör Aşık – Cahili – TEKİN KİREÇÇİ’ yi alıyor.
Zile Kültür Evi bize mesken oluyor.
Cahili – Zileli Kör Aşık Tekin KİREÇÇİ - Necmettin ERYILMAZ
Gözleri ile değil, bağlamanın mızrabı ile görüyor dünyayı Tekin KİREÇÇİ.
Öyle duru
ve net vuruyor ki Kör Aşık, bağlama dile geliyor sanki gördüklerini sese
döküyor gibi.
Derken Zile Belediye Başkanı Lütfi VİDİNEL gelip katılıyor muhabbete.
Her
Anadolu kenti gibi, çok erken terk edilmiş Zile de.
Ama Zile’ yi belki de son terk eden, o “Şehitler Sokağı’nı” son terk eden
kişi yazmış olmalı en lakonik sözü, Sezar’ın VENİ VİDİ VİCİ sözüne nazire
olacak şekilde:
YAŞANDI BTTİ
Oysa arada “İ” harfi eksik
kalmış, bitmeyen bir şeyler hala var… Hala olacak…
Biz yine de tüm farklı renklerimizi üstümüze sarmış halde,
eski bir konağın kilitli kapısının önünde duruyor, Zile’nin yaşanan, ama henüz
bitmeyen hikayesini dinlemek istiyoruz.
Biz,
Zile’ ye Sezar’dan daha önce vardığımızı düşünüyoruz.
Üstelik hiç kimse
böylesi kanatlı kapısı olan bir Zile konağının, Zatullah Abi’nin
konağının önünde durup da, ta kadim kültürden gelen ve yılanın koruyucu gücüne
sığınan ve Medusa Kültünü doğuran “yılan kıvrımlı” bir kapı tokmağını
fark etmeden Zile’ den ayrılmamalı, diyoruz.
Konağın
yılan kıvrımlı kapı tokmağı - Yılanın koruyucu gücü hala hakim
Tapu
ve Kadastro Baş Müfettişi Zileli Dostumuz Bekir ALTINDAĞ’ ın
eli öpülesi anasının evinin önündeki erik ağacından yiyen herkes, Zile’ ye
geldiğini fark ediyor.
Akşam yemeğinde Belediye Başkanımız Lütfi VİDİNAL
olmasa da, yemeğin onun ikramı olduğunu öğreniyor ve şükranlarımızı
gönderiyoruz başkana.
Sır dolu, bilinmezliklerle dolu, bağı ayrı-bahçesi ayrı,
dervişi ayrı-zakiri ayrı, hepsi gönül dolu bu Anadolu ilçesinde hangi kapıyı
çalsan, ayrı bir lakonik-veciz söz çıkacak belli ki.
TOKAT’ A DOĞRU
(…)
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma bile gelmezdi
babam on beşli olmasa.
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma bile gelmezdi
babam on beşli olmasa.
(…) İsmet ÖZEL - Amentü
Şair öyle, diyor.
Bizim de aklımıza gelmezdi Tokat, Zile’ den geçmeseydik.
Jale
BAYAV dostumuz aklımıza düşer ama hep, yolumuz ne zaman Turhal’a
uğrasa.
Sonra da bir ses eşlik eder bize, Cem KARACA’ nın sesi:
NAMUS
BELASI
(…)
Hep
bir hallı Turhallıyız
Biz
bize benzeriz
Kırk
bin kere tövbe eder
Gene
şarap içeriz
(…)
Akşamüzeri, geç vakitte varıyoruz Tokat’ a.
Aklımızda neler var neler Tokat’ a dair.
Yazmacılar
Han
Deveciler
Han
Sık
Dişini Helası
İris
– Yeşilırmak Köprüsü üzerindeki taş kemerli Hıdırlık Köprüsü
***//***
Zile nasıl ANAHİT Kültü’ nden bozulmadan gelen
bir kültü, SIRAÇ - ANŞA BACILI kültünü hala taşıyorsa bağrında, Tokat da Pontus Komanası ile “MA”
– ANA TANRIÇA Kültü’ nü taşıyor. Yine o hurufat – T ve K.
Gümene, diyor Tokatlılar
KO-MA-NA‘ ya.
Sabah erkenden kalkıyoruz, seher yeli yüzümüzü yalayarak,
atıyoruz kendimizi Tokat’ ın “ekmek” kokan sokaklarına.
Önünde kuyusu ile eski karakol binası
Sıra
evler – Ermeni Mahallesi
***//***
Amasya nasıl “şehzadeler” şehriyse, Tokat da “valide
sultanlar” şehriydi.
MEVSİM YAZ – TOKAT’ TA YAZ - MA
Tokat yazmacılığının bu ünü, valide sultanların Tokat
dışında yazma imalatını yasaklamış ve Tokat yazmacılığını himayeleri altına
almış olmalarından gelir.
Bugün bile hala “Topçam Bağları’ ından – Gıy Gıy’ ın Tepelerinden”
gelen hanendelerin ve sazendelerin güzel ve işveli sesleri ta valide sultanlar
devrine kadar gider.
Her evde mutlaka bir musiki aleti çalınırdı ve çalanlar
genellikle hep evde olan evin kızları, kadınları olurdu.
Jale BAYAV Hanım, bize Tokat gençliğini hep özlemle
anlatır.
Şimdi artık ıhlamur ağacından yapılan kalıplar
kullanılmıyor Tokat yazmalarında, serigraf baskılar kullanılıyor.
Ama iyi ki Bedri RAHMİ Usta çıkmış ve yaşayan
en eski yazma kalıbı ustası Kazlıçeşmeli Hanımyan Usta’ yı
şiirine almış.
Bedri Rahmi Yazması
Yoksa Muharrem
ERTAŞLAR gibi, ustaları belli ama sesleri yitik insanları arayacak ve bulamayacaktık.
Bedri Rahmi’ nin gelini Hügetta Hanım geleneğin peşinde
Bedri Rahmi
sadece yazma desenleri hazırlamaz. Yazmanın destanını da yazar.
Neler neler
anlatır Bedri Rahmi Yazma Destanı’ nda.
Renkleri, boyaları
Hanımyan Usta’
yı
Yazmacı güzeli
Binnaz’ı
(…)
Yazmacı
güzeli Binnaz, hastır boyaları çıkmaz
Hele bir yeşili var, zehir yeşili
Bir defa bulaşmaya görsün yüzüne gözüne
Vallahi billahi çıkmaz
Hamama da gitsen çıkmaz.
Hele bir yeşili var, zehir yeşili
Bir defa bulaşmaya görsün yüzüne gözüne
Vallahi billahi çıkmaz
Hamama da gitsen çıkmaz.
(...)
Ihlamur
ağacından oyarlar kalıbı
Bir kalıpla on bin yazma basılır
Kalıp deyip geçme, yürek ister, bilek ister, göz ister
On binlerle çarpılır birin ayıbı
Bir kalıpla on bin yazma basılır
Kalıp deyip geçme, yürek ister, bilek ister, göz ister
On binlerle çarpılır birin ayıbı
(…)
Kalıbın hasını da Hanımyan oyar
Hanımyan altmış beş yaşındadır
Galata Kulesi kadar yerli, Kızkulesi kadar turfandadır
Bir ellerini görsen bayılırsın
Asur heykelleri gibi küt küt, çentik çentik emektar eller
Binlerce kalıp oymuş bu güne kadar
On binlerce yazma dağda bayırda onun şarkısını söyler
Yazmalar uçun, yayladan geçin
Has rengi, has biçimi, has insanı seçin yazmalar…
Kalıbın hasını da Hanımyan oyar
Hanımyan altmış beş yaşındadır
Galata Kulesi kadar yerli, Kızkulesi kadar turfandadır
Bir ellerini görsen bayılırsın
Asur heykelleri gibi küt küt, çentik çentik emektar eller
Binlerce kalıp oymuş bu güne kadar
On binlerce yazma dağda bayırda onun şarkısını söyler
Yazmalar uçun, yayladan geçin
Has rengi, has biçimi, has insanı seçin yazmalar…
(…) Bedri
Rahmi EYÜBOĞLU – Yazma Destanı
Şimdi artık ham iplik Anadolu pamuğundan değil, ne de o bin
bir çeşit ottan elde edilen kök boyalar kaldı belleklerde.
Yine de sabahın erken saatlerinde küçük bir dükkanın
camekanına yansıyan oyalı mendiller içimizi açıyor.
Kopamıyoruz renklerimizden.
Gölgelerimiz dükkanın camına yansıyor.
Restorasyon için uzun süredir kapalı da olsa, bir zamanlar
beş bin kişinin çalıştığını bildiğimiz Yazmacılar Hanı’ nın olduğu sokaktan
geçmek bizi eski zamanlara götürüyor.
Valide Sultanların himayesi ile yaşayan Yazmacılar Han
Oyalı mendiller
Elmadağ bizi nasıl “sığırdili” ile doyurduysa, Tokat sabahı da bizi
fırından taze çıkmış, mis gibi kokan “yoğurtmaç” ile doyuruyor.
Alt tezgahta sıralı yoğurtmaçlar
Fırına girmeye hazırlar
Yolumuz Şebin, yol hikayemiz uzun.
Romanımız Kervankıran.
Bu Yurt Gezimiz başka bir manadan bakınca “nehirler”
gezisi oluyor.
Sakarya Nehri’ nden geçtik, Kızılırmak karşıladı bizi
Kırıkkale’ ye varmadan.
Delice Irmağı kıyısında kar gibi beyaz kaya tuzları dışarı
vurmuştu.
Kızılırmak havzasını Hattuşa’ yı geçince bıraktık.
Çekerek Irmağı’ nı Kazankaya Kanyonu girişinde geçtik.
Tokat artık İris demektir. Yeşilırmak demektir.
Şimdi artık Yeşilırmak havzasındayız.
Tokat’ tan ayrılmadan Yeşilırmak üzerindeki taş kemerli
Hıdırlık Köprüsü üzerindeyiz ve yine o bildik köprü soruları ve şarkısı ile…
Son kez bir Tokat Kalesi’ ne bakıyor ve Hıdırlık Köprüsü’
nden geçip Şebin’ e doğru, romanımız KERVANKIRAN’ ın peşine düşüyoruz.
Buradan sonrasında söz
ve mihmandarlık bizi bu yollara düşüren, bu yol hikayesini yazdıran,
romanımızın yazarı Arif IRGAÇ’ ta.
Tokat Kalesi ayağa kalkmış bizi uğurluyor adeta. Yine o bildik hurufat : T ve K
İris
üzerinde Taş Kemerli Hıdırlık Köprüsü –
Altında mıyız köprünün acaba üstünde mi?
Cahit
KÜLEBİ’ ye “Külebi” diye seslenirdi şair
dostları, aydınlar.
Külebi Tokat’ lıdır.
Külebi Türk
Dil Kurumu Genel Yazmanı
olarak çalışmıştır.
Tokat aslında Külebi’ dir.
Yine o hurufat, yine T ve K.
Tokat’ ta eser Külebi’ nin şimal rüzgarları.
Külebi Zile’ nin göğsünü emmiş bir Niksarlıdır.
Külebi, deriz, ama aslı Gül-ab-i’ den gelir ve biz Gülabi,
diye okur, yazarız.
Gül-ab-i “gül suyu gibi” demektir.
Bizim yaşayan Çorumlu ozanlarımızdan Aşık Gülabi ne güzel
taşır bu adı.
Külebi de, gözlerinden, bakışlarından güller dökülen bir
şairimizdir.
Külebi Niksar’ ı yaşamış, İstanbul’ u yazmış bir şairdir.
İSTANBUL
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Kamyonlar kavun taşırdı İstanbul’ a ve biz her gördüğümüz Kavun Tarlasından bir tane bile
kavun koparıp yiyemeden devam ediyoruz yolumuza.
Nihayet bir nohut
tarlası çarpıyor gözümüze.
Kavuna olan özlemimizi, nohutla gideriyoruz.
Niksar’ dan sonra yol ayrımında sağa dönüyoruz ve
Reşadiye yönüne, Şebin yönüne kıvrılıyoruz.
Bu gezimize nehirler gezisi diyorsak, Niksar’ dan
sonra Kelkit Çayı ve Kelkit Havzası’na giriyoruz.
Artık Şebin’ i çıkıp, Eğribel’ i aşana kadar hep
Kelkit Havzası içinde olacağız.
Arif IRGAÇ kendi coğrafyası içinde olduğunu hissettiriyor bize.
Reşadiye’ de kamyoncu durağında durduğumuzda, yolun
karşı tarafının hikayesini anlatıyor Arif IRGAÇ.
Kamyoncu durağının genç aşçısının kendini Kelkit Çayı
sularına bırakarak intihar edişini de.
Çaylar yeni demlenmiş. Elinde çay dolu bardaklarla
bize servis yapıyor Arif IRGAÇ.
Kendi coğrafyası içinde Arif IRGAÇ, kendi yazdığı ve
kendi bestelediği şarkılarını, türkülerini seslendiriyor bize duduk eşliğinde.
Coğrafya Arif IRGAÇ’ ın coğrafyası, ama fiziki olarak
da bakılınca artık bambaşka bir coğrafya çıkıyor karşımıza.
ELEDİM ELEDİM
HÖLLÜK ELEDİM
Başka bir Yurt Gezimizin konusu TÜRKÜLERİN KAYNAĞI
olursa, belki de ilk yapacağımız gezi ELEDİM ELEDİM HÖLLÜK ELEDİM
türküsüne kaynaklık eden Anadolu’ nun HÖLLÜK TEPELERİ olurdu.
Şebin yolundayız.
Kılıçkaya Barajı havzasındayız.
Suşehri ayrımını geride bırakıp Şebin’ e doğru, çok
farklı bir coğrafyaya doğru gidiyoruz.
Karşımıza, yolun solunda çıkan kahverengi tepenin
görüntüsü bizi etkiliyor.
Foto mola vermek gerekir.
“Höllük Tepesi” , diyor Arif IRGAÇ karşımıza çıkan ve
çıplak ve yuvarlak kıvrımı bir tümülüsü andıran bu tepe için.
Uzaktan bakıldığında tepenin el değmemiş hali ve kızıl
kahve rengi bizi hemen çekiyor.
Sol taraftaki izler tepede farklı bir hava yaratıyor.
İçimden hiç durmadan koşup o hızla tepenin en
yükseğine çıkarak kendimi yuvarlana yuvarlana aşağıya bırakmak geliyor.
Araçtan inerek hızla tepeye koşuyorum.
Yorulduğumdan değil, aklıma başka bir şey geldiğinden,
Höllük Tepesi’ nin o el değmemiş yüzeyine bir iz bırakmak, ayak izlerimle bir
işaret bırakmak için on beş metre kadar yükseldiğim tepeden, sola dönerek ve
ters U yaparak geri dönüyorum.
Bunu yaparken, her adımımda karşıdan sert gibi görünen
tepenin toprağının gerçekten de “höllük” gibi yumuşacık olduğunu fark
ediyorum.
Höllük Tepesi’ ne her adımda batışım bana farklı bir
duygu yaşatıyor.
Karadeniz hariç, Anadolu köylerinde doğup da yaşları ellinin
üzerinde olan bütün bebekler “höllük toprağı” ile belenmiştir.
Sonra pudralar çıktı.
Sonra hazır bebek bezleri çöpleri kapladı bütün
doğayı.
Höllük toprağı öyle her yerden her tepeden alınmazdı.
Höllük sadece höllük tepelerinden alınırdı ve bu
tepeler köyün uzağında bazen çok çok uzağında olurdu.
Tembel anneler veya tembel babalar, rastgele yerden
aldıkları höllüğe benzer kırmızı/ kahverengi toprağı höllük olarak
kullandıklarından bebeklerine tetanos bulaştırdıklarını bilmezlerdi.
Çok basitmiş gibi görünen bir işlem bile aslında bin
yılların bir deneyimidir.
Kim bilir kaç anne bu höllük tepesinden, bizim önünde
durduğumuz höllük tepesinden, benim koşarak üzerine çıktığım Höllük Tepesi’
nden höllük toprağı alarak bebeklerini beledi.
Kim bilir kaç anne aynalı beşiklere höllükle
beledikleri bebeklerini büyütüp, besleyip, asker etti ve o asker gelmedi.
Öyle yoksuldur ki Anadolu köylüsü anne, höllük alacak
parası, höllüğe gidecek erkeği bile yoktur.
Sıradan toprak yerine, bebeğini höllüksüz beler
bebeğini düşünerek.
Bilir güzel anne höllük toprağının nasıl olduğunu ve
bebesini başka toprağa belemez.
Kış vakti ise ısıtır höllük toprağını bir sacın
üzerinde.
Hep bu türkü ile bu Çorum türküsü ile
büyüdük.
Höllüklere de belendik, bu türküyü de hiç düşürmedik
dilimizden.
Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek
beledim
Büyüttüm besledim asker
eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne
çare
Höllük Tepesi mi – Kızıl Tepe mi?
Höllük
Tepesi’ ne bırakılan iz mavi ile kızıl kahvenin uyumuna eşlik ediyor
***//***
Höllük Tepesi’ ni geçtikten sonra hep yükseliyoruz.
Uzaklardan çok uzaklardan Şebin’ in tepelerini, volkanik
bir kayaya oturmuş kalesini gösteriyor bize Arif IRGAÇ.
Heyecanlıyız.
İşte, diyor şu gördüğünüz köy Aziz NESİN’ in köyüdür,
yeni adı Ocaktaşı olan “Gölve”.
***//***
Şebinli’ dir Aziz
NESİN.
Sadece Aziz NESİN mi?
Saymakla bitmez bir hazinedir, kurumayan bir damardır
Şebinkarahisar.
Ve biz bu damardan beslenip büyümüş bir dostumuzla, bir
yazar dostumuzla, ismi ile müsemma Arif IRGAÇ ile varıyoruz dostumuzun romanı
KERVANKIRAN’ ın peşinden Şebinkrahisar’ a.
İdil
BİRET
Ara
GÜLER
Rahşan
ECEVİT
Başar
SABUNCU
Erdal
EREN
Kemal
TAHİR – TAHİR
KEMAL
Akla gelen ilk isimler oluyor bu damarın, kurumayan bu
damarın besleyip büyüttükleri.
KARAHİSAR-İ ŞARKİ – ŞEBİNKARAHİSAR -
ŞEBİN
İki “karahisar” vardı, birisi doğuda-şarkta, birisi batıda.
Beyazıt gibi. Doğuda olana Doğubeyazıt, dedik.
İki karahisar birbirine karışmasın, diye doğuda olan
karahisar “karahisar-i şarki veya şark-i karahisar” batıda olan karahisar ise
“afyon karahisar” olarak söylenir oldu.
İki karahisarın da ortak birçok yönü var aslında.
İki karahisar da, volkanik ve çok sarp bir kaya üzerine
yapılmış bir kale etrafında kurulmuştur.
Kara renk, volkanın renginden geliyor.
İki karahisarın tarihi de ta Hititler’ e kadar gider.
Hititler Şark-i Karahisar’ a onlar için hep sorun teşkil
eden ve belki de soyları Lazlara kadar giden ve Hitit devletinde paralı asker
olarak savaşan “Kaşkalarla” savaşmak için geldiler.
Mustafa Kemal 12 Ekim, 1924 tarihinde Şark-i Karahisar’ a
geldiğinde şehrin adının etrafta bulunan şap madenlerinden dolayı
“Şebinkarahisar” olarak değiştirilmesini teklif ediyor.
Mustafa Kemal’ in teklifi kabul edilir, ama yöre insanı bu
kadar uzun bir kelimeye sığan şehir ismini söylemekte zorlanır veya buna
alışamaz.
Dedik ya baştan, daha Zile’ ye varışımızda, Anadolu halkı
konuşmalarında söz tasarrufu yapar ve Şebinkarahisar yerine, kısaca “Şebin”
der ve biz de “Şebin” diyoruz.
Mustafa Kemal’ in teklifi kitabe ve ziyarette kaldığı
konak
TAMZARA
Biz
Şebin’ e geldik, ama konaklama dışında sabah ve akşamları hep Tamzara’ da
olacağız.
Kadim
Ermeni kültürünün izleri, folklörü, sesi hala izlenebilen ve Şebin’ e kısa bir
mesafede olan, ama Şebin’ den tamamen farklı bir havası ve ruhu olan bu küçük
köye vardığımızda saat 10:30’ a geliyordu.
Tamzara
bu saatte çıktı ilk defa karşımıza, ama gezimiz boyunca ne biz kopacağız
Tamzara’ dan ne de Tamzara bizden.
“Altın
Şafak” demek Tamzara Ermenice’ de.
Tamzara’
yı en güzel kim anlatır bize, diye soramıyoruz.
-Köy meydanında sağda, bir çay bahçesinin içinde
sürekli akan AKIL SUYU mu?
-Ara GÜLER mi?
-Yurt Gezileri kitabında Aziz NESİN mi?
-Tamzara’ nın bir zamanlar her evde kurulu
tezgahlarında dokunan ünlü dokumaları mı?
-Tamzara sırtlarında her gün doğan ve bizi kendine ta
buralara kadar çeken KERVANKIRAN yıldızı mı?
-Yoksa anneannesin 15 yaşına kadar yaşadığı ve bir
özlemle anneannesinin izini sürmeye biraz da ezik giden Agos Gazetesi yazarı
dostumuz PAKRAT ESTUKYAN beyefendinin gazetedeki 19.06.2015 tarihli yazısı mı?
-Kim?
-Bestelendiği tarihten bu güne hala çalınıp söylenen
PİC OĞLU OSMAN’ ın o ünlü “Tamzara’ nın Üzümü” türküsü mü?
-Yoksa, Tamzara adı ile batı da Ankara ve Yunanistan,
doğuda Artvin-Gürcistan-Ermenistan-Azerbaycan , güneyde Mardin’ e kadar geniş
bir coğrafyada oynanan halk oyunu mu anlatır Tamzara’ yı?
Bilemiyoruz.
Ama
daha ilk andan çok etkileniyoruz Tamzara havasından, bizi sarıp sarmalayan,
etkileyen.
Önce
o herkesin içtiği “akıl suyundan” içiyoruz. Gerçekten kolay içimli ve lezzetli
bir sudan içiyoruz kana kana.
Arif
IRGAÇ gerekli görüşmeleri yapmış, bizi bir kafede, uzun bir masanın etrafına
alıyorlar.
Kahvaltı
mı öğle yemeği mi, ne fark eder, masaya konulanlar öylesine güzel, öylesine
lezzetli ve öylesine doğal yiyecekler ki, kimse yemem, demiyor.
Suna
Hanım “Suna Anne’nin” yerinden ha bire bir şeyler getiriyor.
Hamur
işleri yeniyor.
Türlü
otlar yeniyor.
Kara
kovan balı yeniyor.
Köme
yeniyor.
Fındık
ezmesi yeniyor.
Aydınlık bir Tamzara sabahında kuş sütü eksik kahvaltı
sofrası
Sıra
geliyor bu güzel sofrayı kuran Suna Anne’ ye bir teşekkür etmeye.
Bilenler
bilir, sıradan teşekkür etmeyiz.
Hemen
bir türküye başlıyoruz Suna Anne’ nin mutfağında, Suna Ana için.
Şafak söktü yine Suna’m uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım Suna’m sesim duyulmaz
Uyan Suna’m uyan derin uykudan
Çektiğim senin elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halimden
Uyan uyan derin uykudan
Gezi
programımız o kadar yoğun ki, Arif IRGAÇ kim bilir neler planladı bizim için.
Toparlanıp
biniyoruz aracımıza ve Alucra yoluna doğru hareket ediyoruz.
İlk
ziyaretimiz, romanda Papaz Michael ile Göğdinli Murat’ın görüşme yaptıkları
Kayadibi Köyü’ nde sarp bir kayalığın içindeki doğal mağaraya yapılmış olan
MERYEM ANA MANASTIRI.
İLK OKUMALAR –
MERYEM ANA MANASTIRI
Katolik
ve Protestan kiliselerinde durum nasıl bilmiyorum, ama Ortodoks kiliselerinde
en yaygın isimler ya AYA MARIA – AGIA MARIA veya HRISTOS kilise isimleridir.
Biz
MERYEM ANA, diyoruz.
Oysa
kelimede ana lafı geçmez.
Azize
Meryem, demek gerekir.
Bu
o kadar önemli değil belki, ama bütün MERYEM ANA kiliseleri içinde bir başka
MERYEM ANA kilisesi vardır ki Türkiye’ de ve İstanbul’ da hem tarihi hem de
hikayesi çok farklıdır: MARIA MUHLİOTİSSA veya yaygın adı
ile MOĞOLLARIN
MERYEMİ KİLİSESİ
Bu
kiliseden söz ediyoruz Kayadibi Köyü MERYEM ANA MANASTIRI’ ndaki kiliseden.
Hem
manastır, hem de kilise doğal bir kaya mağara içindeler ve iç içe iki kap
misali, akustik mükemmel.
İyi,
ama Arif IRGAÇ hazırlıklı gelmemiş, musiki aletleri yanında değil.
Önemli
mi?
Önemli
elbette, böylesi bir atmosferde sesimizden ses bırakmalıyız iz olarak.
Hemen
bir koşu iniyorum aşağıya ve araçtan alıp geliyorum Arif IRGAÇ’ ın musiki
aletlerini.
Geçiyor
Arif IRGAÇ kilisenin nişine, dayıyor sırtını kilisenin duvarına, öyle hüzünlü
üflüyor ki duduğa, sanki bir ağıt çıkıyor duduktan, bu ağıt sanki yerlerini
yurtlarını zorla terk ederek buralardan gidenler için yükseliyor duduktan.
Arif
IRGAÇ sanki romanında yazdığı o trajediyi bu kez duduğun sesinden anlatıyor
bize.
Yine
işaretler çıkıyor ortaya. Peşimizi hiç bırakmayan işaretler.
Yola
düştüğümüzde araçta duduğun sesi ile benim “re-cep’in” sesini buluşturan, Elmadağ’ da Bayram ARACI
ile Neşet ERTAŞ’ ın seslerini aynı tezenede buluşturan “re” karar sesindeki “r” harfi, küçük “r” harfi olarak yansıyor
fotoğrafa Arif IRGAÇ’ ın sırtını dayadığı nişin içinde.
Arif
IRGAÇ neyine üflüyor bu kez, mey sesi, duduk sesi bu atmosfere daha tok geliyor
Beliren
bu işaret, “r” harfi, Arif ‘ teki “r” mi, Ümran’
daki “r” mi, kim görüntülüyor bu kareyi? Bakan göz nasıl görüyor bu işareti?
Meyin yoksul sesi gidenlere ağıt gibiydi
çağırsan da çalsan da artık gelemeyenlere
Arif
IRGAÇ romanından ilk okumayı manastırda yapıyor, doğal kaya mağaranın ağzına
gelerek. “Bağarsık Deresi” akıp gidiyor Şebin bağlarına bereket saçarak.
İlk okuma manastırda, aşağılarda akıp giden
Bağarsık Deresi
Arif
IRGAÇ okumaya geçmeden önce, bir şiir okuyor ezberinden, hemen sonra da
başlıyor aynı şiirin türküsüne: “BESTE VE GÜFTE ARİF IRGAÇ”
Yunus
EMRE ilahileri, Ruhi SU nefesleri alıyor sırayı mey eşliğinde ve koro ile.
Manastırda
uzun bir zaman geçiriyoruz.
Bunu
hem manastırın havasını daha çok sindirebilmek, hem de buradan sonra
çıkacağımız Şebin Kalesi’ nde öğle güneşinin etkisinin kırılmasını beklediğimiz
için yapıyoruz.
Manastırdan
ayrılmadan önce son bir kare alıyoruz ve bizi bir daha bu mekana getireceğine
inandığımız manastırın havasını son bir kez daha kokluyoruz.
Manastırdan son bakış
KALEDEN KALEYE ŞAHİN
UÇURDUM
KALEDEN İNİŞ M’
OLUR?
Kayadibi
Köyü’nden ayrılıp, Şebin ilçe merkezine geliyoruz.
Tamzara’
da sabah kahvaltısında “şimdi manastır güneş alır, ama serindir, önce oraya
gidin, kaleye bu saatte sakın çıkmayın, manastırdan sonra öğle güneşi geçince
kaleye çıkarsınız”, diye uyardıklarında bizi uyaranların ne kadar haklı
olduklarını anlıyoruz.
Gerçekten
de öyle, öğle sıcağının etkisi geçmiş olsa da gün boyu güneşi içine çeken
kalenin volkanik kara taşı artık o sıcağı geri vermeye başlamış.
Karahisar
burası, anlatmaya çalıştık, Afyon’ daki de öyle.
Karalığı
volkanik yapısından geliyor.
Her
iki karahisar da zapt edilmesi imkansız bir sarp kayaya, doğal volkanik kütle
üzerine kurulmuş.
Her
ikisinin de tarihi ta Hititlere kadar gidiyor.
Ama
bugün bizim için tarih Arif IRGAÇ’ ın romanı KERVANKIRAN’ da yazılan, o romanda
geçen tarih olacak.
Franz WERFEL’ in MUSA DAĞ’DA KIRK GÜN romanı aynı
tarihlerde, 1915 yılında yerlerini yurtlarını terk etmeyerek “burası bizim
topraklarımız” diyerek Samandağ - Musa Dağ’a sığınan, orada direnen Ermeni
vatandaşlarımızın hikayesini anlatır.
Arif
IRGAÇ’ ın, yazarımızın, dostumuzun,
romanını KERVANKIRAN’ ı okuduğumda, biraz da kendimden utanmıştım, aynı ve
benzer direnişlerin Anadolu’ nun başka yerlerinde de yaşanmış olduğunu, Şebin’
de yaşanmış olduğunu öğrendiğimde.
Arif
IRGAÇ öyle güzel yazıyor ki, aşk dolu, sevda dolu, memleket dolu, Demirci Onnik
Ustalar dolu, Recepler ve Cemileler dolu.
Alişar
dolu.
KERVANKIRAN’
ı okurken daha yükümün ne kadar ağır olacağını tahmin ediyordum.
(…)
Kalede de iç tarafta Hamayak Antranik ve Karabet’ i hain
diye suçluyor ve onların kurşuna dizilmesi emrini veriyor: ateeeeeş
(…)
Bu ateş emrini
sanki biz yaşıyoruz Arif IRGAÇ romandan ilgili bölümü okurken, bize ateş
ediliyor sanki.
Her iki romanda
da mutlu sonu görüyoruz.
MUSA DAĞ
Ermenileri Samandağ – Süveyde sahiline gelen Fransız savaş gemileri ile tahliye
edilirken, Şebin Kalesi’ nde direnen Şebin Ermenileri ise kalenin arkasından, Öksürük
Kayası tarafına doğru sert bir inişe geçerek, Bildor Düzü üzerinden Şebin’
den 50 km uzakta Rus işgali altında bulunan Berdiga Ormanları’nın
olduğu bölgeye vararak kurtuluyorlar.
Hrant dede bütün
bu olup bitenleri torununa anlatıyor, bize de.
KALEDEN
KALEYE ŞAHİN UÇURDUM
Türküler
yakılırken öyle laf olsun, diye, söz uysun diye dizilmezdi sözler.
Kaleden kaleye
şahin uçurdum, diyorsa türkünün sözü burada iki kale var demektir.
Kalenin birisi
bizim bildiğimiz, içinde halkın ve askerin yaşadığı kaledir.
Ama bu kalenin
içinde başka bir kale daha vardır “kızlar kalesi” diye biliriz.
Kaleden kaleye
uçan şahin, askerin bulunduğu kaleden, kızlar kalesine uçan ve kanadında yâre name
götüren şahindir.
Kaleden şahin
uçurmak için önce kaleye çıkmak gerekir.
Kaleye çıkış m’olur, demedik
Şebin
Kalesi’ nden hemen inmiyoruz.
Arif
IRGAÇ bize romanda geçen Öksürük Kayası’ nı gösteriyor, kaleden biraz yüksekte
1.970 metre ve tam karşımızda duran tepeyi.
1.970 metreye varan yüksekliği ile Öksürük Kayası, kim
bilir bu adı nasıl aldı?
Şebin
ise zaten kale ile Öksürük Kaya arasına kurulmuş bir ufak şehir değil mi?
Öksürük Kayası ile Karahisar arasın Şebin
KALEDEN İNİŞ M’OLUR?
İçinde
kale kelimesi geçen o kadar türkümüz, o kadar şarkımız, o kadar halk oyunumuz
vardır ki.
Ama
bir türkü vardır ki bu gezimiz boyunca hep bizimle olan Zaralı İnce Halil’ in
eseridir.
Uzun
yolculuklarının birinden dönüşte dökmüştür diline belli ki.
Tam
da bizim kaleden inişimize benzer.
Ama
demek ki kaleler o kadar sarp ve erişilmez, çıkılmaz yerler ki, “acep nasıl
inerler” o yolu diye türkülerde sorulur sorular.
Fakat
bizim Zaralı İnce Halil’ in bu soruyu sormaktaki meramını kim bilebilir?
Kaleden
İniş M’olur
Kaleden
iniş m’olur
Nanay
nanay zalım nanay kibar nanay
Ham demir gümüş m’olur
Ham demir gümüş m’olur
Yad ele
bakma yüreğim yakma
Evvelden ikrar verip
Evvelden ikrar verip
Nanay
nanay zalım nanay kibar nanay
Sonradan dönüş m’olur
Sonradan dönüş m’olur
Yad ele
bakma ciğerim yakma
Şu dağlar kömürdendir
Şu dağlar kömürdendir
Geçen
gün ömürdendir
Feleğin bir kuşu var
Feleğin bir kuşu var
Cırnağı
demirdendir
Bu dağlar eze dağlar
Bu dağlar eze dağlar
Yar
gele geze dağlar
Suları şarap olmuş
Suları şarap olmuş
Çiçeği
meze dağlar
Yöre: Sivas/Zara
Kaynak Kişi: Halil Söyler
Yöre: Sivas/Zara
Kaynak Kişi: Halil Söyler
Bizim
inişimizi sorgulayan olmadı, ama çok güzel iniyorduk.
İniş
m’olur derken
Ne
güzel iniyorlar hatta
Ama
en güzel ve en manalı inişi bizim bu topraklara gelmemize neden olan, kendisi
de bu geziye mihmandarlık yapan KERVANKIRAN romanının yazarı, Arif IRGAÇ
yapıyordu.
Kalenin
volkanik, andezit kaya yapısı arka planda öyle güçlü bir efekt uyandırıyor ki.
Arif
IRGAÇ elini iki yana açmış, elinde bu kaleye kadar getirdiği eseri ile bir
döneme ışık tutmanın, bir dönemde yaşanan gerçeklikleri bütün yalınlığı, bütün
tarafsızlığı, bütün duygusu ile ortaya koymanın haklı gururunu ve sevincini
yaşıyor gibiydi
Belki
de o dik ve çetin Öksürük Kayası yönünde inerek kurtulan insanların kurtuluşu
umutlarına dair bir sevinçti duyumsadığı.
Belki de kaleden Öksürük
Kayası’ na doğru inerek, kurtulanları anlatıyordu.
Mutlu ve gururlu bir kale inişi
Bir
daha bu kaleye ne zaman çıkarız, bilemiyoruz.
Ama
kalenin bedenlerine, sur duvarlarına, burçlarına, sarnıçlarına, anıtsal giriş
kapılarına kim bilir ne çığlıklar sindi?
Biz
de sesimizi bırakıyoruz kalenin bedenlerine ve iki “karahisarı” bir eden, başka
bir noktada ortak eden Hisarlı Ahmet’ ten bir türkü söylüyoruz inmeden önce.
Karahisar kalesi yıkılır gelir
Kakülü omzuna dökülür gelir
Yayladan gel allı gelin yayladan
Kesme umudunu kadir mevladan
Ver elini karlı dağlar aşalım
Bayramlaşalım
KARŞI BAHÇE
Akşam
yemeği için Tamzara’ nın hemen altında, dere kenarında KARŞI BAHÇE lokantasına
gidiyoruz.
Her
şey öyle özenle hazırlanmıştı ki.
Yemekler
yeniyor, türküler söyleniyor.
Arif
IRGAÇ bu sefer çok ama çok yürek yaralayan, gerçek hayat hikayeleri anlatıyor.
Dinledikçe
kendimizi kötü hissediyoruz.
Dinledikçe
bu acı hikayenin Kervankıran romanından sonra bambaşka bir romanın daha konusu
olabileceğini düşünüyoruz.
Arif
IRGAÇ’ a adı verilmiş dedesinin kardeşi, büyük amca Arif nasıl bir travma
içindeydi kim bilir?
Küçük
Arif’ in, dedesinin kardeşi, altı yaşındaki Arif’ in hikayesi bizi nasıl da
dağlıyor.
Arif
IRGAÇ’ ın günün birinde, 1915 Rus işgali ile yurtlarından, Trabzon’dan iç
kesimlere, Şebin’ e kaçan dedelerinin Trabzon’ da bıraktığı toprakları ve
yurtları görmeye gittiğinde köyde karşılaştığı insanlarla arasında geçen
diyaloglar ise bizi o kadar güldürüyor ki.
Aksakal
söz alıyor.
Kendi
dedesinin de demirci olduğunu ve dedesinin körüğü nasıl kullandığını çocuk
dünyası ile anlatırken KERVANKIRAN romanında anlatılan ve doğup büyüdüğü
topraklar için ölüme bile kolaylıkla hoş geldin diyebilen ONNİK USTA’ yı bir
kez daha hatırlatıyor bize.
Hava
karardı.
Lokantanın
son katında ve Tamzara’ nın kayalık sırtlarına bakan bir balkonda oturuyoruz
hep bir arada.
Gökyüzü
gece mavisine bürünürken Tamzara sırtlarında yer alan kayalıkların gökyüzüne
uzanan ve sırt sırta vermiş siluetleri belli oluyordu sadece.
Sanki
bugün ve bu saatte bizim bu lokantada olduğumuzu birileri söylemiş gibi.
Tamzara sırtlarındaki kayalıklardan bir yıldız doğdu.
Doğan
yıldız KERVANKIRAN yıldızıydı.
Sarı
yıldız, mavi yıldızdı.
Tarık’
tı.
Nasıl
oluyor da bunca işaret, bunca hurufat bu yurt gezisinde bir araya geliyordu?
Tesadüf
mü?
Başımız
dönüyor.
Kervankıran
yıldızı hepimizin başını döndürüp, sarhoş ediyor.
Onu,
Kervankıran yıldızını anlatan bütün öykülerde olduğu gibi, yıldız bizi kendine
çekiyor, yemekte alkol almanız boş yere.
Tamzara sırtlarında
Kervankıran Yıldızı – Yine aynı hurufat, T
ve K harfleri
Yaşananların
tesadüf olmadığını yazarımız, dostumuz, usta adam Arif IRGAÇ anlatıyor.
(…)
Recep Bey,
Yaşamı yalnız gerçekler değil, düşler ve hayaller de
yönetip yönlendirir. Yazgınız sizi bir yerlere sürükler, oralardaki, ses, imge
ve izlerde sizden bir şeyler olduğunu hissedersiniz. Eğer aksi olsaydı,
beyniniz ve bilinciniz size o izleri ve imgeleri göstermezdi; bunların farkında
bile olmazdınız.
Bir roman, bir yazar ve uzak bir Anadolu kasabası…
Yalnız size şunu söyleyeyim: O yıldız her zaman, Tamzara' nın
kayalık zirvelerinde öylesine parlak, gelin gibi süslenmiş, baştan çıkarıcı ve
tek başına görülmez. Hissettiklerimizi, dilimizi ve sözcükleri kullanarak
hissetmiyoruz. Bazan sessizliğin sesinde de müthiş anlamlar yüklü olduğunu
hissederiz. Yorum sizin!
Saygı ve sevgilerimle,
(…)
Bu
söz, Şebin’ i hayatında bir kere bile görmemiş birisi tarafından söylenmiş
olsa, belki de anlayamazdık.
Ama
peşinden gittiğimiz KERVANKIRAN romanı ile o gece o lokantada, Tamzara’nın
kayalık sırtlarından yükselen Kervankıran yıldızının büyüleyici etkisi aslında
bizi aynı yere götürüyordu: herkes kendi dünyasına.
Biz
hepimiz, bu Yurt Gezisine katılanlar, Arif IRGAÇ’ ın da dediği gibi, buralarda,
bu topraklarda kendimizden birer iz bulduğumuzu fark ediyorduk.
(devam
edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder