Bir seri oluşturmaya çalışmıyoruz, bir yazı dizisi de.
Şairler, yazarlar, film yönetmenleri, ressamlar,
bestekarlar kısacası bunların hepsine birden sanatçılar dersek, tat aldıkları,
bir türlü bitirmek istemedikleri eserlerini bir seri haline getirirler.
En büyük sanatçının doğa olduğunu biliriz.
Doğa da kendisine göre bir seri, bir dizi halinde sunar
eserlerini.
Şarkıda söyleriz ya,
Denizler
durulmaz dalgalanmadan
Aslında burada doğanın bir serisi söz konusudur, önce
dalgalanan sonra durulan doğa.
Dalgalar da sanatın konusu olmuştur AIWAZOWSKY resimlerinde, durgun denizler
de.
Önceki yazılarımızda RÜZGAR NEREDEN ESER, dedik.
Güneş koç burcuna girdi.
Boğanın altı günü SİTTE-İ SEVR, dedik, boğa, tauri, yani Teşub’un boğası
burnundan alevler soluyarak doğayı bir birine kattı.
Sonra, YAĞMUR NEREYE YAĞAR, diye sorduk.
Serinin devamını biliyoruz, ama doğa da gösteriyor bize
bunu.
Rüzgardan sonra yağmurlar gelir, dedi doğa, geldi.
Mayıs ayı hiç eksilmeyen fırtınaları ile neredeyse her gün
yağmuru da getirdi, arada bazı yerlere kızgın boğanın ağzından sanki dişleri
dökülüyor gibi “dolu”
yağmış olsa da.
***//***
Şimdi biraz soluklanın, okumaya ara verin ve yine Zeki MÜREN’ den
olsun, sözlerini Orhon Seyfi ORHON’
un yazdığı, bestesi Recep Hayri
YENİGÜN’ e ait bir güzel segah şarkı dinleyin:
Ölürsem Yazıktır Sana Kanmadan
***//***
Yağmur veya rüzgar doğa olayları bunlar, müdahalemiz
şimdilik yok gibi.
Ama rüzgar ve ardından gelen yağmur su demek aslında. Suya
müdahale edebiliyoruz.
İçme suyundan, yani hayati bir varlıktan söz ederken bir
yandan, diğer yandan sudan elde edilen güç ve enerjinin de aslında serinin
diğer alt kırılımları olduğunu görüyoruz.
Rüzgar-Yağmur-Su-Değirmen
***//***
Tarih öncesi insanın tekerleği nasıl icat ettiğini
bilemiyoruz. Elimizde hiç bilgi yok.
Aynı şekilde, ilk tekerleğin ağaçtan mı yoksa “taştan mı”
yapıldığını da bilmiyoruz.
Ama su veya rüzgarın gücü ile çalışan “değirmende” dönen hep taştır.
İnsanlar yüzyıllarca su değirmenin, rüzgar değirmeninin
taşının öğüttüğü tahılın unundan yaptıkları ekmek ile beslendiler.
Ama gidip gördük, Çatalhöyük’ te tahılı un haline getirebilmek için
tahılın ezildiği “taştan el havanlarından”, el ile çevrilen
değirmen taşına geçmek bile insanlığın bin yıllarını aldı.
***//***
Taş döndüğünde sadece tahıl öğütülmedi.
Gidip gördük Belisırma Köyü’nde, Bezirhane’ de kaderine terk edilmiş bezir değirmeninin
insan gücü ile dönen değirmen taşlarını.
Artık kalmadı, el ile çekilen bulgur değirmenlerinin
taşları.
Ne değirmenler kaldı, ne değirmen taşı yapan o maharetli ustalar.
Ya o köy meydanlarında “seten” dediğimiz ve ağaçtan okuna gözü bağlı bir atın
bağlandığı dön babam dön bulgur çekme yerlerini gören ve hatırlayan var mı?
***//***
Değirmencilik ince terazi ile vicdan terazisi ile çalışmayı
gerektiren bir meslekti.
Senden öncekinin öğüttüğü un sana azıcık da olsa geçse
bile, hak geçmiş olurdu ve bunun vebali günahı değirmenciye yazardı.
Değirmenci bütün hak sahiplerinin ununu adeta “mizan terazisinde”
tartar ve unu ona göre öğütürdü.
Değirmenci değirmen taşının nasıl döndüğünü, yalpasını,
hızını, falsosunu, her şeyini değirmen taşının çıkardığı seslerden, unun
iriliğinden ve renginden,sıcaklığından hemen anlardı.
***//***
Değirmenler hiç kapanmaz, kapısı hiç kilitlenmezdi. Değirmenci
köyünden uzak değirmende yatıp kalkardı ve değirmencinin yiyeceği, ocağı,
kendisi ve misafiri için mutlaka fazladan bir yatağı, sobası olurdu.
***//**
Değirmenlerin hiç eksilmeyen ziyaretçileri “eşkıyalar, efeler”
olurdu, onlar bilirdi değirmende neler olduğunu ve değirmencinin onları ele
vermeyeceğini.
Bir de kız-oğlan sevdalıların kaçıp ilk gece kaldıkları
yerler hep değirmenler veya değirmen başları olurdu.
***//***
Kars-Ardahan
coğrafyasına 19. Yüzyılda Rusya’ dan gelen Malakanlar sadece ekmek yapmayı değil, ona doğrudan
bağlı olan “değirmenciliği”
de çok iyi biliyordu ve geldiklerinde Rumların yaptığı değirmencilik işini
Rumların elinden almışlar doğrusu Rum ahali bile buna sevinmiş, o Malakan
değirmenlerinden çıkan undan çok lezzetli ekmekler yemişti.
***//***
Ege’ de ise değirmencilerin neredeyse tamamı Rum ahalidendi.
Mübadele ile karşı kıyıya gönderilen Rumlar yaşadıkları
yerlerden ayrılınca, yüz yıllardır değirmene akan sular o gün kesildi.
O gün değirmene gelen sular kesilince, değirmenin taşları dönmez
oldu.
Değirmen taşları dönmeyince, un öğütülmez, ekmek yapılmaz
oldu.
***//***
Müslüman ahaliden hiç kimse değirmencilik yapmaz,
değirmencinin yanında çalışmazdı.
“Hak geçmesin, günah” olur,
düşüncesidir bunun nedeni.
Bu gerçekten doğru mudur, yoksa değirmencilik ince
zenaattır, kimse kolay kolay yapamaz bu işi, ondan mıdır?
Yoksa değirmenci olmak demek, çelebi insan olmak demektir,
gönlü açık insan olmak demektir. Yani, diyeceğim o ki, gerçek değirmenci daha
değirmene girmeden “saçını ağartmış” olurdu.
Öyle olmasa, efeler nasıl sığınır, eşkıya nasıl sığınır
değirmene, kaçkın sevdalılar geceyi değirmen başında nasıl geçirirlerdi?
Mübadeleden nice sonra öğrendi Müslüman ahali
değirmenciliği.
***//***
Ama artık değirmenin taşı dönmez oldu.
Taşın hangi yana döndüğü, nasıl döndüğü ise artık önemli
değil.
Zira artık değirmen de yok, taş da.
***//***
Hacı TAŞAN
anlatır bize o abdal ağzı ile söylediği türküsünde değirmeni ve değirmen taşını
“taze gelin” arabadan inmese de.
Son sözü yine Neşet ERTAŞ Usta’nın hitabıyla “Hacı EMMİ” söylesin:
Değirmene
taş koydum
Taş
dönmüyor dönmüyor
Ben
bu yola baş koydum
Taze
gelin aradan inmiyor
***//***
Uğruna baş koyacağınız, uğruna yüreğinizi koyacağınız
sevdanız olsun.
Uğruna yolundan gideceğiniz düşleriniz olsun, taş ne yana
ve nasıl dönerse dönsün.
Aşk illaki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder