Zor zamanlar vardır, aç kalırsanız ağaç kabuklarını kemirir, susuz kalırsanız kendi idrarınızı içersiniz.
Zor zamanlar vardır, karakışın ortasında yakacak bulamazsanız, sizden önce kesilmiş asırlık ağaçların köklerini sökersiniz günlerce.
Zor zamanlarda mahpus damına düşerseniz, yanınızdaki ranzada bir genelev patroniçesi yatıyordur, size bir roman çıkar anlattıklarından.
Kaçaksınız, zor zamanlarda aylarca bir mezarın içinde yaşarsınız.
Aç it fırın yakar, ama zaman zordur it için.
Yola çıkanlar ne zorluklarla karşılaşacaklarını bilmezler.
Dervişler zor bir erbaini beklerler ömür boyu.
Yaşamak zor olmasa da kolay da değildir yoksullar için.
SARAYKÖYLÜLERİN ZOR ZAMANLARI
Tokat, merkez ilçeye bağlı Yeşilyurt Köyü doğumlu Zekeriya Temizel’in ailesi Kafkas göçmenidir.
Zor zamanlar geçirirler Anadolu topraklarında. Kış gelip de ısınmak için odun kömür bulamadıkları zaman daha önce kesilmiş ağaçların kütüklerini sökerler.
Zor zamanlardır.
“O sonbahara damgasını vuran olay, Zülü’nün bir dananın başını baltayla parçalaması oldu.
Evlerinin tüm kışlık odununu Zülü keserdi. Tüm parçalar neredeyse aynı boyda ve kalınlıkta olurdu. Zülü kestiği odunları istiflediği zaman, tüm köylü gelir, yığını seyreder, şaşkınlıkla “Allah, Allah” diye başlarını sallarlardı.
Köyümüz kışlık odununu tarlalardan sökülen kütüklerle sağlardı. Yıllardan beri tarlalarımızdan kütük sökülüyordu. Kütüklerin büyüklüklerinden, eski ormanın ve ağaçların haşmeti de ortaya çıkıyordu. Kütükleri tarlalarımızda gömülü duran eski ormandan hiçbir belirti yoktu etrafımızda. Ormanın ne olduğunu bile bilmezdik. Ağaç diye tanıdığımız, Çekerek Irmağı’nın kıyısındaki kavaklar ve eğri büğrü söğüt ağaçlarıyla, mezarlığımızdaki kara servilerdi. Bir de köylülerin koruluk dediği çalılıklar.” (1)
Orman belki de asırlar önce yok olmuştu Zekeriya Temizel’in köyünde ve bu nedenle sel geldiğinde çaresiz kalıyorlardı.
Zor zamanlardı sel zamanları.
“Sel, Büyükdere’den gelirdi. Gelişi, Şemsettin’in tepedeki evinden görülür, kim görürse var gücüyle,
-Sel geliyor, diye bağırırdı.
(…)
Büyükdere’den yuvarlanarak gelen çamurlu suyun gelmesiyle bitmesi bir olurdu.
Ama, bir defasında, yağmur bütün gece sürmüş, Büyükdere’den de bütün gece sel gelmiş. Bahçelerde ve evlerde o kadar su birikmiş ki, suları Çekerek Irmağı’na kavuşturmak için bahçe duvarlarını yıkmışlar, evlerin duvarlarını delmişler. Ahırlardaki hayvanların çoğu boğulmuş. Kilerlerdeki ekmek tekneleri kayık gibi yüzüyormuş. Teknelere tırmanan tavuklar da, ekmekleri didikleyerek sandal sefası yapıyormuş.” (2)
Aslıda seli önleyen ceviz ormanındaki ağaçlar birer birer kesilince sele de yol açılıyordu.
Zor zamanlardı, halk yoksul, ellerinde satıp para edecek sadece ceviz ağaçları vardı.
“Babalar küfür ederek sigaralarından derin nefesler çekerlerdi.
Zülü’ye göre bu küfürler Büyükdere’nin cevizlerini kesenlereydi. Aslında biraz da kendilerineydi.
Büyükdere’den ilk cevizler, köy ihtiyar heyetinin kararı ile kesilmiş.
Şehirde ceviz mobilya modası almış başını gidiyormuş. Zenginler ceviz karyolaya konmamış olan yatağa yatmıyor, ceviz masa olmazsa yemek yemiyorlarmış.
(…)
Büyükdere’nin cevizleri yok olurken, köylünün evi doluyormuş. En sonunda, Kasımgilin evine radyo bile gelmiş! Bütün köy, radyo dinlemek için Kasımlara doluşuyormuş. Radyonun kutusu da ceviz ağacındanmış Celal radyoya bakmış, eliyle dokunmuş ve sonunda, herkesin kendisine bile söylemediği gerçeği dile getirmiş:
-Büyükdere’nin cevizi dönüp dolaşıp geri geldi.” (3)
Aç it fırın yıkar, diye bir atasözümüz vardır.
Zorda kalan insanlar ve hayvanlar, zor zamanlarda beklenmedik işler yapabilirler.
AKÇAABAT AHANDA KÖYLÜ DİNAMO’NUN ZOR ZAMANLARI
Şiirimizin dinamosu Hasan İzzettin Dinamo’nun kaçakta olduğu zamanlar şairin “Zor zamanlarıdır.”
Zor zamanlarında Karacaahmet Mezarlığı’nda bir mezarın içinde saklanır, geceleri orada uyur ve sonrasında “Karacaahmet Senfonisi’ni” yazar.
“Ne o?
Ne olacak
Pülümür mapushanesi kaçkını
Hasan İzzettin Dinamo,
Karacaahmet servilerinin arasında aramakta sığınak.
Kaçmakta yaşayan hortlaklardan:
Ölüm işkencesi korkusu
Yaşamayan hortlaklara vermiyor aman.
Karşılamıyor şairi kemikten elleriyle
Hiçbiri karanlığı yararak.
Ne mi yapmış Dinamo?
Şiirler dizmiş
Söver gibi anasına avratına
Sınırlarımıza dayanmış Hitler faşizminin.” (4)
LAMBA ŞİŞESİ TAŞIMANIN ZOR ZAMANLARI
Yetmişli yılların ortalarına kadar Türkiye’de elektrifikasyon henüz tamamlanmamıştı. Köylere peyderpey gelen elektrik şenlik havası yaratıyordu.
Köye elektrik verilmeden önce ilçenin kaymakamı ve ileri gelenleri o köye gidiyor, kaymakam köydeki trafonun kolunu yukarı kaldırıyor ve gündüz olmasına rağmen bütün köyün sokak lambaları yanıyordu.
İşte tam o sırada ellerinde evlerinden getirdikleri gaz lambalarını tutan köylü kadınlar, onları bütün güçleriyle yere çalarak gaz lambalarını tuz buz ediyor ve böylelikle köye elektriğin gelmesini kutluyorlardı.
Aslında kutlama sembolikti.
Karanlıktan kurtulmak, elektriğe, aydınlığa, temiz aydınlığa kavuşmaktı.
Yeterdi onca yıl gaz yağı lambasının yağını doldurmak, yanınca islenen lamba şişesini her gün silmek, lamba şişesi kırılır veya çatlarsa yeni şişenin geleceği günü beklemek zor zamanlardı.
Hepsi güzel de o köylü kadınlar o gazyağı lambalarını yere çaldıklarında kim bilir hangi kristal lambalar da yere çalınmış oluyordu. Ya da o lambaların kim bilir nasıl bir etnoğrafik değeri vardı?
İşte o gaz yağı lambasının yakıldığı günlerde köylünün ekmekten, tuzdan, yağdan ve hatta şeer (şehir) ekmeğinden bile daha çok ihtiyaç duyduğu şey, gaz yağı lambası şişesiydi.
Köyden şeere öyle her gün gidilmezdi. Haftada bir gün ve hafta pazarı olduğu gün gidilirdi şeere.
Herkes gitmezdi şeere. Bir ısmarıcı (sipariş) olan şeere gidene söylerdi, “Bana bir somun ekmek, bir bidon gaz yağı, bir gripin vb.” ama ille de c ısmarlanırdı.
Hiçbir şey alınmasa da olurdu, ama gaz lambası şişesi mutlaka alınmalıydı. Zira akşam olunca yemek yapmak, yemek yemek, ders çalışmak, yatakları sermek hep o gaz lambasının kör ışığında olurdu.
Ahıra girmek, süt sağmak, samanlıktan saman almak için “İdare lambası” kullanılırdı.
Şeere hep köyün erkekleri giderdi.
Ismarıç eğer gaz lambası şişesiyse, o iş en sona bırakılırdı.
Zira şişe önceden alınıp elde taşınarak diğer ısmarıçlar alınırsa, şişe yanlışlıkla kırılabilirdi.
O nedenle gaz lambası şişesi alımı en sona bırakılırdı.
Saçı sakalı uzamış, başında kasketiyle üstü başı hırpani köylü en sonunda gaz lambası şişesini alırdı.
Köylerde yakılan gaz lambalarının şişesi genellikle 14 numara şişe olurdu.
![]() |
Eskici-antikacı aleminin kralı Çorumlu Kel İbo boynunda asılı 14 numara lamba şişesiyle |
Gaz lambasın on dört numara şişesini alan köylü aldığı şişeyi bir yerde unutmamak ve bir yere çarpıp kırmamak için onu bir iple boynuna asardı.
Koca koca, yaşlı başlı hırpani adamları boyunlarında 14 numara gaz lambası şişesiyle görmek bana çok tuhaf, komik ve grotesk gelirdi.
Sonraları anlıyordum, o adamların lamba şişelerini en güvenli yer olarak boyunlarına asmalarını. O zamanlar hem ısmarıcı veren köylü kadın hem de o ısmarıcı kırmadan sahibine ulaştırmaya çalışan köylü adam için zor zamanlardı.
ISINMAK İÇİN TELGRAF DİREĞİNİ YAKAN KURT BEKİR’İN ZOR ZAMANLARI
Isınmak için zor zamanlardı. Ne odun bulabilirdi köylü ne de kömür.
Tezek ise çok kalorisiz ve zahmetli işti.
Fahri Erdinç “Diriler Mezarlığı” öykü kitabında aylardır kışın ayazında Çatalkaya mağarasında donmak üzere olan ve ısınmak için telgraf direğini kesip yakan çoban Kurt Bekir’in zor zamanlarını anlatır.
“Dayı, bi ataş yakalım.”
‘Baltanın sapından başka odun…’
‘Dur Dayı, bi ağaç görüyom ben.’
‘Get ulen, Kepirlik’te ağaç ne gezer?’
Adaş ağaç gördüğü yöne doğrulmuştu bile. Kurt Bekir de arkasından:
‘Baltayı al Dayı. Hem de kuru ağaç!’
Telefon direğine kurtarıcı gibi sarıldılar. Bir öpmedikleri kaldı. Kurt Bekir tepesine doğru baktı direğin. Tel fincanları ağarıp duruyordu. Kar savruntuları içinde ne çeşit ağaca sarıldıklarını şıp diye anladı. Amma adaş gerçekten işin farkında değildi. Geçen kıştan beri köye indiği yoktu. Yazın köye telefon bağlandığını nereden bilsin? Telefon denilen şeyden haberi yoktu daha…
Dört kere mi, beş kere mi vurdu baltayı. Bir de sağdan, bir de soldan… Kurt Bekir’e: ‘Etme ulen’ dedi güya, ama bu dediğini kendisi bile duymadı. Öyle ya, Kepirlik’te donsun, sırıtıp kalsın da, yarın gelip bulanlar gülüyor mu sansınlar Bekir’i?
Adaş gerile gerile son baltayı vurunca, direk bir kütürdedi. Uçtan kopan tellerin vınıltısını bile duymadılar rüzgardan. (5)
MOSKOVA KIŞININ ZOR ZAMANLARINDA HAVA TAHMİN YÖNTEMİ
Vala Nureddin Moskova’da geçirdiği günlerde zor zamanların dondurucu kışında Sovyet halkının buluşunu anlatır.
“Söylemeden geçmemeyim: En garibi, soğuk derecesinin idrardan anlaşılması. Düşük derecelerde çok kimse idrarını tutamıyor. Kar üzerine işerken, idrar yarı yolda donuyor. Yerden bir karış yüksekliğinde kehribara benzeyen bir çubuk belirirse ve alt tabaka, şayet fincan tabağından küçükse, anlaşılmalı ki, sıfır altı otuz. Çubuğun kısa, tabağın büyük oluşu, derecenin fazla düşük olmadığını gösteriyor. Örneğin dört parmak çubuk, eksi yirmi derecedir.
Köylü kadınlar da, pazar yerlerinde, eteklerini kaldırıp ayakta ve herkesin gözü içine baka baka, bu hava tahmin raporunu hazırlıyorlar.” (6)
HATTUŞALI KEDİLERİN ZOR KIŞ ZAMANLARI
Bizim kuşağın öğrencilerinden öğrencilik yıllarında elektrik saatinin mandalını düşürerek kaçak elektrik kullanmayanı yoktur sanırım.
Kaçak elektrik en çok ısınmak ve banyo yapmak için kullanılırdı.
![]() |
Hattuşalı kedilerin zor zamanları |
Hattuşalı kediler ise Boğazkale’nin meydanında duran heykeli aydınlatan halojen lambanın ısısına sığınarak Hattuşa’nın dondurucu ayazından korunmaya çalışıyorlar.
Aç it fırın yıkmıyor, ama üşüyen kedi halojen lambaya sarılıyor.
SABİHA SERTEL’İN ZOR ZAMANLARINDAKİ LÜKS NERMİN
Türk aydınının yüz aklarından olan Sabiha ve Zekeriya Sertel, Serteller, yüreklice yayımladıkları çok değerli kitap, dergi ve gazeteyle o yıllarda çok önemli bir boşluğu dolduruyorlardı.
Sabiha Sertel üç ay kaldığı cezaevinde Lüks Nermin ile aynı hücreye kapatılırlar.
Sabiha Hanım Lüks Nermin’den duyduklarından bir roman, bir film senaryosu çıkardı mı, bilinmez, ama zor zamanların farkındaydı.
“Sabiha Sertel cezaevinde o zamanların ünlü randevuevi sahibi ‘Lüks Nermin’ ile aynı hücrede kalmış. Lüks Nermin sırtını dayadığı kodaman müşterilerine rağmen, nasıl düşmüşse düşmüş cezaevine.
‘- Hiç sıkılmadım,’ diyordu, Sabiha Hanım. ‘Lüks Nermin, sen gazetecisin, günün birinde işine yarar senin, diyerek işlettiği evin tüm sırlarını anlattı. Kimleri ele verdi bir bilseniz, kimleri!... Geceler boyu anlattı, beni eğlendirdi.’ diye gülüyordu. Çok da içten gülerdi tatlı tatlı. Sonra yıllarca aramızda bu ‘Lüks Nermin’ hikayesini kahkahalar arasında konuşacaktık.” (7)
Sabiha Hanım Lüks Nermin’in ağzından dökülen sırları asla ifşa etmedi. Yaşadığı zor zamanlar onu çok sevdiği ülkesinden kopardı.
Ancak, Lüks Nermin’in evini ziyaret eden ve adlarını burada veremeyeceğim, bir devlet başkanı ve bir de kral açığa çıkan bir olaydan dolayı dillere düşer. Devlet başkanı şahıs Lüks Nermin’in evini ziyaretinden bel soğukluğu kapmıştır. O devlet başkanı için zor zamanlardı.
ALATURKA TUVALETE CEP TELEFONLA GİRENLERİN ZOR ZAMANLARINA ÇÖZÜM ÜRETEN HALKIMIZ
Alaturka ya da alafranga, ama en çok da alaturka tuvalette işimizi görürken veya sonrasında tuvalete bir şey düşürmeyen yok gibidir.
Çocukluğumuzda bütün tuvaletler alaturkaydı.
Camilerimizin tuvaletlerinin neredeyse tamamı alaturkadır.
Yine aynı şekilde cep telefonu olmayan, kullanmayan, yanında taşımayan çok az yetişkin insan vardır.
Cep telefonu ile alaturka tuvalete girenlerin telefonlarını tuvaletin deliğine düşürme olasılıkları yüksektir.
Cep telefonuyla alaturka tuvalete girenler için zor zamanlardı.
Halkımız bunun için de bir pratik çözüm üretmiştir.
Alaturka tuvalete cep telefonuyla girenlerin zor zamanları için bir kutu yapmış ve o kutunun ne işe yaradığını da yazmıştır.
Ahmet Kaya’nın o nefis icrasında eserin sözlerinin sahibi Yusuf Hayaloğlu
Başım belada!
Tabancamı unutmuşum helada.
Yerine, “tabancamı düşürmüşüm helada” mı demek istiyordu. Düşürmekle unutmak farklı şeyler, düşürürsen herkes seni ayıplar, racon bozulur, bozum olursun millete.
Bilemeyiz aslını elbette.
Zor zamanlardan çıkmak kolay değildir.
![]() |
Alaturka tuvalete cep telefonuyla girenlerin zor zamanları için icad |
TABUT YAKAN ARKADAŞLARIMIN ZOR ZAMANLARI
Çorum Yetiştirme Yurdu’nda benim kaldığım yıllarda 18 yaşını dolduranların yurtla ilişiği kesilirdi. Yani çocuk artık devlet koruması altında sayılmaz, halkımızın tabiriyle “Çocuk sokağa atılırdı.”
Sokağa atılan bu çocuklardan bazıları daha liseyi bile bitirmemiş olurlar, liseyi bitirenler ise üniversite sınavları için başlarını sokacak kiralık bir ev ararlardı.
Kimsenin parası yoktur. Tutulan bir evde sefalet içinde sekiz, on kişi kalmaktadırlar.
Çorum’un hoşgörülü Milönü Mahallesi halkı yetiştirme yurdundan yaşını doldurup da ayrılan (atılan derlerdi) o kadar çok bekar gencin bir evde kalmasına ses çıkarmaz, tam tersine yardımcı da olurdu.
Eğer o atılan gençler kış zamanında atılmışlarsa veya atılmalarından beri Çorum’da bir kış daha geçireceklerse onların en büyük dertleri ne yiyecek ve içecek, ne de giysi vb. olurdu. Onların tek derdi Çorum’un ayazından korunmak olurdu.
İyi de ne sobaları olurdu ne de sobalarında yakacakları bir şeyleri.
Çorum Yetiştirme Yurdu’ndan ayrılanlar her sene Çorum’da buluşurlar, görüşürler.
Onlarla, yurttan kardeşlerimle görüşmelerimde benim onlarla olmadığım zamanlarda onların yaşadıklarını dinlerim.
Dinlediğim en traji-komik hikaye ise arkadaşlarımın Çorum’un ayaza çekmiş karakışında ısınmak için en yakında bulunan camiden tabut ve salaca çalmalarıydı.
Arkadaşlarım tabut ve salaca çalma işini şimdi bile anlatırken sessiz ve uğrun anlatırdı, sanki etrafta onları dinleyen emniyetin bir gece bekçisi veya cami imamı varmış gibi.
Önceleri pek anlam veremediğim bu camiden tabut ve salaca çalma işini “Aç it fırın yıkar” sözüne uydurarak anlayabiliyordum.
O yıllarda o çocuklara ne devlet ne de başka bir kurum veya şahıs sahip çıkıyor veya yardım ediyordu.
Çocuklar soğuktan donmamak için yapıyorlardı bunu.
Arada polisle veya emniyetin gece bekçisiyle burun buruna geldiklerinde durumu nasıl da cenaze taşıma merasimine dönüştürdüklerini de dinliyordum.
Garip olansa “Eşit zamanlarda, eşit koşullar olduğunda, benzer sonuçlar çıkar” toplumsal önermesini doğrularcasına, bu işi, yani camiden tabut ve salaca çalma işini yurttan atılan sadece bir grup gencin değil, birbirlerinden habersiz olarak aynı işi yurttan atılan ve o sıralarda Çorum’da hayat mücadelesi veren diğer kardeşlerimin de yapmış olmalarıydı.
Çorum’da yurt buluşmalarında bu işi anlatanları dinleyenlerden bazıları “Biz de yapmıştık” derken aslında birbirlerinden haberleri yoktu.
Sosyal şartlar aynı sonuçları doğurabiliyor.
Soğuktan donmamak için en yakın camiden tabut ve salaca çalan yurt kardeşlerimin zor zamanlarıydı.
Zor zamanlarda büyüdük. Zor zamanları anlatmak da zor.
Muhabbetle,
Hattuşa, 19 Mart 2025
[1] Çekerek Kıyılarında-Zekeriya Temizel-Aya Kitap-2006 Birinci Baskı-s.22-23
[2] Temizel-s.42
[3] Temizel-age, s.42-43
[4] Karacaahmet Senfonisi-Hasan İzzettin Dinamo-May Yayınları-1976 Birinci Baskı-s.12-13
[5] Diriler Mezarlığı-Fahri Erdinç-Hür Yayınevi-1969-s.41
[6] Bu Dünyadan Nazım Geçti-Vala Nureddin-Cem Yayınevi-1988-s.335
[7] Vala Nureddin-age, s.84
Evet, yakışmış gerçekten de
YanıtlaSil