Eskiler doğum tarihlerini, olayların geçtiği yılları, kısaca takvimi dillendirirken o yılın tamamını söylemezler, ilk rakam olan binli sayısını atarlar, geriye kalan üç haneli rakamı söylerlerdi.
1341,
Sabahattin Ali’nin şiirinde “Yıl bin üç yüz kırk bir” şeklinde tam olarak
söylense de burada bir hece sayısı kaygısı olduğu aşikardır.
Ancak,
kaç doğumlusun ya da tevellütün kaç, diye eskilere, yani bizim kuşağın
atalarına sorulduğunda onlar hep “915’liyim, 925’liyim” diye cevap verirlerdi.
Ya
da “Koca Doksan Kıtlığı” dediğimizde, yine 1290 yılında, başta Konya olmak
üzere, Kastamonu’ya kadar uzanan bütün Orta Anadolu’yu etkisi altına alan
kuraklığa bağlı kıtlıktan söz edilirdi.
Koca
Doksan’da kuraklığa bağlı kıtlıktan dolayı ölen hayvan sayısı bilinmez belki,
ama Hikmet Birand yaklaşık 250.000 kişinin hayatını kaybettiğinden söz öder.
Bu
türküde anlatılan ise, on beş yaşındaki çocukların cepheye gönderilmesi değil,
15 kura askerlerdir.
2023, bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 439 yılıydı.
Kırk
beş gün kaldığım Kırgız Yurdunda gruplar gelip giderken, aradaki geçiş
zamanlarında hep aynı köyde-Karool Döbö ve aynı Guest House’da-Jenkchen
kalıyordum.
Kırgızistan’a gelen gruplar ilk gün başkent Bişkek’ten yola çıkarak Chon Kemin Bölgesi’nde bulunan Karool Döbö Köyü’ne geliyordu.
Biraz
dinlenmeden sonra hemen programa başlıyorduk.
Önce
köy içi gezi, sonra köy mezarlığı ve köy kırsalında kısa bir yürüyüş yapılırdı.
Köy içi gezide son durağımız hep köhne bir köy bakkalı olurdu.
Köy
bakkalını, yüzünden hiç eksilmeyen belli belirsiz gülümsemesini orantısız bir
şekilde bastıran hüznüyle Gülayım Ece işletiyordu.
Köhne
köy bakkalı dediysem de, içinde bulunan mal çeşidinin azlığını söylemek
istemiyorum elbette. Tam tersine bakkalda “Her ne ararsan var, derde devadan
gayrı.”
Köyde kaldığım geçiş zamanlarında bakkala sık sık uğrardım. Ne aradığımı pek bilmeden girerdim bakkala.
Bir
keresinde at nalı için mıh aldıysam, başka bir zaman gelişimde bir ıstekan
(Dilimize Azeri Türkçesinden geçme, Rusça, bardak) sonra gelişimde ise bir
çaynik alırdım.
Beni bakkala en çok çeken şey ise tezgahın üstünde bulunan ve bir tür abaküs olan Rus etnografyasına ait hesap aleti olurdu.
Gülayım
Ecenin o aleti kullanırken sattığı malların tutarını saniyelerden daha hızlı
bir şekilde hesaplamasını hayranlık ve şaşkınlıkla izlerdim.
Süre
biraz daha uzasın, diye daha fazla çeşitte ve farklı fiyatlarda mal alır,
yarısını SOM olarak verdiysem, bir kısmını USD olarak verirdim.
Böyle durumda Gülayım Ecenin hesaplama süresi belki de ancak sadece 1 saniye gecikirdi ve onu abaküsün başında biraz daha uzun süre görebilmeyi boşuna beklerdim.
![]() |
Abaküs hep sağda ve tezgah üstünde |
Bunun adı nedir Ece, diye sorardım, счеты конторску, diye cevap verirdi.
Başka
bir zaman geldiğimde yine sorardım, yine sevecenlikle cevap verirdi.
Gülayım
Ece’nin dilindeki bu Rusça sözcüğün karşılığı “Abaküs Hesaplayıcı’dır” ve
okunuşu ise kısaca “Schety-şety” (Abaküs), şeklindedir.
Gülayım
Ece’nin dilinde ise aradaki “E” seslisi “O” gibi çıkardı.
Kelimenin tam olarak ne olduğunu anlayabilmek için Gülayım Eceden onu küçük bir kağıda yazmasını istemiştim.
Belki de farkındaydı Gülayım Ece benim her seferinde ona bu aletin adını sormamdaki hınzırlığın asıl nedeninin ne olduğunu.
Bakkalın köhneliği belki de Gülayım Ecenin yüzündeki hüznüne rağmen paradan puldan uzak kalışı, bakkalı bir ticarethane gibi görmemesinden kaynaklıydı.
Eşini, Kırgızların demesiyle, Evdeş’ini kaybedeli yıllar olmuş. Belki de köy kolhozundaydı Gülayım Ece.
Bakkala her gittiğimde kapıdan girişte beni görünce tezgahın arkasında bulunan sandalyesinden kalkar, beni ayakta karşılardı.
-Kandaysın
Ece? (Nasılsın Ece?)
-Cahşı (İyi)
Yüzlerimizdeki fizyonomik benzerlik o kadar da şaşırtıcı değil aslında |
İlk diyalog böyle başlardı aramızda.
Sonra
hep susardı o. Ben de susardım ve bakkalın kıyı köşesinde, köhne yerlerde
saklı, satılmamış, yüzü açılmamış mallara bakardım. Aldırmazdı Gülayım Ece
benim o meraklı halime. Kısılmaktan küçülmüş gibi bakan gözlerinin üzerimde
gezdiğini asla düşünmezdim. Öyle ki bıraksa, şartlarım uygun olsa, ben de o
köhne bakkalın bir çırağı olur, her gün erkenden bakkalı açmaya gelirdim.
Gülayım Ecenin Rusça el yazısıyla - счеты конторску,-Abaküs Hesaplayıcı yazısı |
Oyuncuların her sahnede sigara yakmaları ve her buluşma-görüşmelerde bardaklara viski koyarak yudumlamaları sıradan gibi gelirdi.
Özgür ve bireysel haklara değer verildiğini, vatandaşlık haklarının yüce değer olduğunu her filmde mutlaka bir veya birden fazla sahnede bilinçaltımıza sokmaya çalışan Amerikan Rüyasında çocuk-yetişkin bütün özgür bireylerin zorda kaldıklarında telefonda sadece 911 rakamlarını tuşlamaları yetiyordu.
911 veya Amerikan Rüyası, Hızır gibi imdada koşmuyor muydu?
…/…
Ne
Gülayım Ecenin ne de benim bu yazımın başlığında belirtilen 911-Amerikan Rüyası
ile ilgimiz yoktur.
Gülayım
Eceye son bir kez daha uğramak istedim.
Ona
uğramak demek, nedensiz bir şekilde o köhne bakkaldan bir şey almak demekti
sanki benim için.
Yine
öyle oldu.
Kapıdan
girişte solda, tezgahın dışında, ayrı bir yerde duran büyükçe bir çayniğe gözüm
takılıyor. Fiyatını sormadan çayniği alıyorum.
Fakat guest house’dan çıkarken yanıma ne para ne de kimlik-pasaport almışım. Kimliksiz olmam sorun değil, zira bütün köy beni tanıyor artık, ama paranın olmaması iyi değil
Gülayım Eceye ayıp olacak.
Durumu
anlatıyorum. Param yok, yanıma almamışım.
Olsun, diyor. Erten (yarın) getirirsin, diyor.
Erten
(yarın) buradan dönüyorum artık, diyorum.
Olsun,
diyor.
Çare,
çözüm?
Ece,
diyorum bizim rehberi Cibek’i (İpek’i) biliyorsun, ben ona söylerim, o sana
parasını getirir, boldu mu (oldu mu?)
Gülayım Eceden alınan çaynik Hattuşa’da yanan sobamın üzerinde
-Boldu boldu.
Gülayım
Eceye çayniğin parasını veremeden bakkaldan ayrılıyorum.
Rehberimiz Cibek’e durumu anlatıyorum ve çayniğin bedeli olan paranın en kısa zamanda Gülayım Eceye ödenmesini rica ediyorum.
-Merak etme Recep Abi, diyor İpek.
…/…
2025,
bu yazının diliyle söyleyecek olursak, Rumi 441 yılı, Temmuz ayı, günlerden 2
Temmuz.
Yine
bir Kırgızistan Yurt Gezisindeyim. Yine Bişkek’e varıştan sonra ilk geceyi
geçirmek
üzere Karool Döbö Köyü’ne
gidiyoruz.
Biraz dinlenme kısa bir uykudan sonra yine aynı bildik planla önce köyün yanı başından akan Kemin Irmağının kenarına gidiyoruz.
Oradan
ellerimizde çocuklar için getirmiş olduğumuz hediyelerle köyün sokaklarına
dalıyoruz.
Köy mezarlığından önce uğrayacağımız son yer köyün bakkalı, Gülayım Ecenin bakkalı.
Grubu böylesi köhne bir köy bakkalına götürmenin nedeni bakkalın köhneliğini göstermek değil. Asıl amacım, grubu Gülayım Ece ile tanıştırmak.
Asıl
amacım, Gülayım Ecenin adeta bedeninin ve aklının bir parçası gibi hareket eden
abaküsünü göstermek ve Ecenin abaküs üzerinde yaptığı işlemleri izletmek.
Grup arkadan geliyor. Aramızda on metre var.
Bakkala
ilk ben giriyorum.
Adımımı
bakkalın eşiğinden atarken “Gülayım Ece, kandaysın?” diye sesleniyorum.
Benim bakkala girdiğimi gören Gülayım Ece, yüzündeki hüzünle karışık gülümsemesiyle sağ elinin dirseği tezgaha dayalı olarak, işaret parmağını bana doğru sallayarak bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Gülayım Ecenin bu işaret dilinden ilk anladığım onun bana bir sitem etme ifadesi oluyor. “Nerelerdesin, kaç yıldır yoksun, seni gidi seni” der gibi bir sitem ifadesi sanki.
Tezgaha
geliyorum.
Elimi
uzatıp eski ve dost bir yüreğin elini sıkıyorum.
Gülayım Ece sağ elini uzatıp benimle tokalaşırken, aynı anda sol elinin başparmak ayasına yazmış olduğu bir şeyi gösteriyor: 911
…/…
Utanıyorum, yerin dibine girmek istiyorum.
Daha
çok da yıldırım gibi çarpılıyorum.
Bu
kadın bunca yıl bu rakamı nereye yazmış da unutmadan bana gösteriyor?
Bir
yerlere not etmiş olsa o köhne bakkalda her şey gibi, o not da kaybolurdu.
Belli
ki aklına yazmış Gülayım Ece.
İyi, ama rakam ne 910 ne de 912, tam olarak 911.
Başka birisine anlatacak olsam, bana Amerikan filmlerindeki acil arama numarasından söz eder, bilinçaltının su yüzüne çıkmasıyla.
Yıldırım çarpmasının etkisi bende hala devam ediyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
Zira Gülayım Ecenin sol el başparmak ayasına siyah renkli tükenmez kalemle yazmış olduğu 911 rakamının benim iki yıl önce köyden ayrılırken son anda ondan almış olduğum ve parasını veremediğim çayniğin parası olduğunu anlıyorum. Utancım büsbütün artıyor.
Cibek,
diyorum Gülayım Eceye, başını yukarı kaldırıyor, “Iııhh” der gibi “Cok-yok”
diyor. Seksenine yaklaşan yaşıyla Gülayım Ecenin ödemediğim çayniğin parası
olan 911 SOM’u unutmamış olması bir yana, çayniğin parasını vermeyenin ben
olduğumu unutmamış olması beni daha da şaşırtıyor.
Gülayım Ece mutlaka köy kolhozunda çalışmış olmalıdır. Bundan eminim artık. Aksi halde bu kadar zeki ve becerikli, bir o kadar soğukkanlı kalabilmek hiç de kolay olmamalıdır.
Özür diliyorum Gülayım Eceden.
Grup
da bakkala dolmuş oluyor.
Grubun bakkalda henüz hiçbir şeye el atmasına fırsat vermeden onları Gülayım Eceyle tanıştırıyorum.
Sonra
da grubun dikkatini Gülayım Ecenin o kült aleti, abaküsü nasıl kullandığına
dikkat çekerek izlemelerini söylüyorum.
…/…
Bakkalda kalış süremiz benim Gülayım Eceye karşı olan mahcubiyetimden kaynaklı olarak biraz uzuyor. Durumu gruba da anlatıyorum.
Bakkaldan alınacaklar alınıyor.
Nal
mıhı da alınıyor, daha küçük bir çaynik de.
Çorap
alanlar da var, Arpa markalı bira alanlar da.
Benim
iki yıldır ödenmeyen 911 SOM çaynik borcum da ne bir SOM fazla ne de eksik olarak
ödeniyor.
…/…
Son sahneye hazırlıyorum kendimi.
Gülayım
Eceyi bir daha ne zaman görebilirim, bilemiyorum.
Iraftaki son çayniği Meral Ece aldı. (Mavi renkle çerçeveli) |
Kırgızca, Кечирим сурайм (keçirim surayım) olarak ondan özür diliyor ve boynuna sarılıyorum. Bir tür helalleşmeydi aslında benimkisi.
Hiç
beklemediğim bir şekilde, o da benim boynuna sarılıyor.
Kendimi
zor tutuyorum ağlamamak için.
Uzak ve ıssız bozkırlarda bürkütler uçuyordu içimden.
Özür dilerim, sözünden hemen sonra, kucaklaşmadan önce |
Teşekkür:
-El mankenliği için
Ayşe Erzin’e, çok teşekkür ediyorum.