Öğrenme süreci karmaşık bir süreçtir.
Öğreten ile öğrenci, eskilerin demesiyle “Öğrenici” arasındaki ilişki ta bebeklikten başlar.
Kurumsal öğrenme, diyeceğimiz “Mektepli”, talep eden, “Talebe” ile belleten, “Belletmen”, arasında kolay gibi görülen aslında hem zor hem de karmaşık bir süreçte oluşur.
Mektep dışı öğrenenler, Nazım’ın demesiyle “Topraktan öğrenip, kitapsız bilen” köylüler birşeyi doğru bilirler, ama ne bildiklerini bilemezler.
Bir
türküde geçer “Genç ömrümü çürüttün göğsüme vura vura,” diye.
Göğse vura vura da bir öğretme/öğrenme süreci midir?
İşte, okulda, ailede, kışlada başına vurula vurula öğrenen de var, başa vura vura öğreten de.
Çay
taşları hep yuvarlaktır.
Çayın
içinden geçen akarsuyun binlerce yıl sürükleyip getirdiği taşlar bir birine
çarpa çarpa yuvarlaklaşır. Aslında taş bir öğrenme süreci yaşar.
Eskiden
Anadolu’nun bütün sokakları çay taşları döşeliydi, öyle Arnavut kaldırımı, diye
tabir edilen granit taş döşeli değildi.
O çay taşları çayın hafızasını da taşırdı sokaklara. Son hepsi söküldü. Granit taş döşendi. O da söküldü, beton veya asfalt serildi. Hafıza gitti.
…/…
Hayat
bazılarını sağa sola çarpa çarpa yoğurur, çarpan “Felektir”, çarpılan kim peki?
Neşet Ertaş gibi bir ustanın feyz aldığı ve eline baktığı, genç yaşta yitirdiğimiz Çekiç Ali sesi ve sözü kendisine ait olan türküsünde “Al da beni taştan taşa çal güzel” derken aslında sevdiğine kendini teslim eder öğrenme sürecinde. Taştan taşa vurulmayı bile kabul eder.
“Sarı yazma yakışmaz mı güzele
Sarardı gül benzim döndü gazele
Ben gidiyom, sen yârini tazele
Al da beni taştan taşa çal güzel”
İlk
okumaya başladığımızda öğretmenlerimiz harf-hece-kelime derken cümlelere
geçeriz.
Ama mektep medrese eğitimi olmayan, ama okuma-yazmaya hevesi olan anne babalar eve gelen mektepli çocuğundan okuma-yazma öğrenmeye çalışır.
Biraz yol alır, zorlandığı veya yapamadığı yerde “Hecelerini birbirine çatamıyorum” der. Aslında sesleri birbirine çarpmak değil midir anlatılmak, yapılmak istenen.
…/…
Ana
dilde söylenen kelimeler de dahil olmak üzere, ana dile ödünç olarak veya
tercüme yoluyla giren kelimeler de hem halk ağzında hem de okur-yazar, aydın
kesimde adeta “Çarpıla çarpıla” bambaşka, hatta hiç anlaşılmaz bir hal alır.
Öyle ki kelimenin aslının çarpılıp burkulan o çarpılmış kelime olduğu düşünülür, iddia edilir.
“İmrahor”
büyük kentler başta olmak üzere, çok sayıda semte, mahalleye, köye ad olarak
konmuştur.
Baştan
sona çarpıla çarpıla doğan bu kelimenin aslının “Emir-i Ahur” olduğunu bilen
çok az kişi vardır.
Siz
bu kelimeyi “İmrahor” yerine “İmrahur” yazarsanız, birisi sizi doğrusunun
“İmrahor” olduğu konusunda uyarır. Oysa doğrusu o da değildir.
Emir-i Ahur, halk ağzında bozularak önce “Mirahor” daha sonra ise “İmrahor” olmuştur. Emir-i Ahur ise atın ve süvari sınıfının çok değerli olduğu uzun zaman diliminde ahırlardan sorumlu bey, Ahırların Beyi, anlamına gelir ki çok saygın bir makamdır.
…/…
MUSTAFA İNAN’A ÇARPAN KELİMELER
Çarpılarak
doğan kelimeler o kadar çoktur ki.
Oğuz Atay o ince ve zarif kaleminden süzülerek bize gelen, bana göre Atay’ın en güzel eseri sayılan, BİR BİLİM ADAMININ ROMANI-MUSTAFA İNAN romanında Mustafa İnan’ın mekanik profesörlüğü yanında başka çok önemli özelliklerini de ortaya koyar.
Mustafa İnan bazı şairlerin yaparken eline yüzüne bulaştırdıkları gibi kelimelerle oynamaz, ama kelimeleri bir cerrah titizliğinde deşer.
Oğuz Atay yazıyor, “Dil konusu gelince Mustafa Hoca’nın ilgisi hemen artıyor. Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir deftere Türkçe’deki beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:”[1]
Mustafa İnan Hoca sıralıyor, üstelik o zamanlar bilgisayar, ansiklopediler, arama motorları vb henüz yokken nasıl da bulmuş bu kadar çok sayıda kelimeyi?
“’Piyango’ da İstanbul’da yaşayan bir İtalyan’dı: Beyoğlu’nda talih oyunlarının imtiyazını ‘bianco’ adlı bir dükkan sahibi almıştı.”[2]
Halk
Etimolojisi diye dilbilimde bir disiplin vardır.
Kelimelerin çarpılmadan, burulmadan önceki haline varabilmek için şimdikini halini ele alır.
Mustafa
Hoca bu kez “Patiskaya” el atar.
“Fransız dokumacı Baptiste de Türkiye’ye gelinceye kadar ‘patiska’ olmuş.”[3]
Devam
edelim biraz daha.
“’Arapça
‘Hudut’ kelimesini beğenmemişiz, sınır demişiz, halbuki ‘sinoros’ hudut taşı
demek Yunanca.
Peki
‘omuz’ da mı yabancı? Evet, ‘omos’ aynı anlama geliyor.
Irgat deriz, ırgatlık kelimesini türetmişiz, Mustafa Hoca bu kelimenin de Yunanca ‘rrgatis’ten’ geldiğini yazar.”[4]
Buna benzer o kadar çok kelimeyi deşer ki Mustafa İnan, yaptığı işin ne olduğunu bakın nasıl anlatır.
DİL VE MATEMATİK
“’Dil ve matematik’ adlı makalesinde Mustafa Hoca, dilin asıl çetin tarafı olan anlam sorununda matematik metodların henüz kullanılmadığını açıklamıştı; fakat ‘stil analizi’ üzerinde durulduğunu da belirtiyordu. (…) Matematik kurallara göre meydana getirilen yapma bir dil, yaşayan dillere göre çok az heceliydi; ama ‘üslup’ meselesi yüzünden, bu hece çokluğu bir israf değildi:”[5]
…/…
OSMAN NURİ ERGİN’E ÇARPANLAR
Mustafa İnan kelimeleri deşerken, anısına bir İstanbul Şehir Gezisi düzenlemiş olduğumuz Osman Nuri Ergin’e çarpan kelimeler nelerdi acaba?
FINDIK MI FUNDUK MU PONDİKİ Mİ?
Anadolu’da
bazı yer adları anlamlıdır.
Ama örneğin, o yörede hiç fındık yetişmediği halde adında “Fındık” olan köylerin bulunması çok ilginçtir. Buna karşılık fındığın bol olduğu Karadeniz Bölgesi’nde adında fındık geçen kaç yer vardır acaba? O kadar az ki.
İyi
ama Orta Anadolu’da bir köyün adı neden “Fındıklı” olur ki?
Sorunun cevabı için Osman Nuri Ergin’e kulak verelim.
“Artukoğulları zamanında (1112) Ahlat’tan Bitlis’e doğru yapılan büyük yolun üzerinde köprüler ve köprülerin başlarında Funduk (Han)lar yapıldı ki Bitlis altındaki funduk 300 yolcuyu, hayvanlarını ve bu nisbette tüccar mallarını içine alacak bir durumda idi.”[6]
“Arap memleketlerinde hatta Anadolu Selçukluları’nda Venedikli tacirlerin içinde ticaret yaptıkları hanlara ‘Funduk’ dedikleri görülmektedir.”[7]
Buradan Anadolu köylerinin adında geçenin aslında fındık değil, “Funduk” yani han olduğunu anlıyoruz. Bu kelimenin Fas’ta ve Kafkasya’da da aynı anlamda kullanıyor olduğunu yine Osman Nuri Ergin’den öğreniyoruz.
Halkımız funduk yerine, fındık diyor, anlamı var.
Yoksa
halkımız fare anlamına gelen Rumca “Pondiki” kelimesini fındık kelimesi ile mi
süslüyor?
Eğer öyle ise, köyün adı Fareli Köy olmalı ki, bu ancak masalda olur, bunu süslemek gerekir ve köyün adı rahatlıkla Fındıklı’ya dönüşebilir.
Osman Nuri Ergin de tıpkı Mustafa İnan gibi kelimelerin üzerini açar.
BEKAR MI Bİ-KAR MI?
Osman Nuri Ergin’e kulak verelim.
“Türkçe’de kullanıldığı gibi evlenmemiş kimse demek değildir. Yine bu tabirin Arapça’da evlenmemiş kız manasına gelen bikr ile halini ifade eden bekaret kelimesi ile de asla bir ilgisi yoktur. Kelime Farsça’dır ve dilde nefy edatı olan ‘bi’ ile iş, kazanç manasına gelen ‘kar’ kelimesinden mürekkep bikar’dır. İşsiz, güçsüz manasına gelir. Bunu biz bekar şeklinde kullanmaktayız.”[8]
…/…
MAHMUT MAKAL’IN ÇARPILDIKLARI
Köy
Enstitülü Kuşağı’nın öğretmen yazarlarından Mahmut Makal ilk görev yeri olan
bir köy okulunda göreve başladığında çocukları okula kaydetmek ister. Ancak bu
iş öyle kolay olmaz. Zira çocukların bazılarının ismi hem aynıdır, hem de hiç
anlamı olmayacak kadar belirsizdir. Mahmut Makal büyük bir bilmecenin
başındadır.
Çünkü asıl adı, gerçek adı olan neredeyse kimse yoktur koca köyde.
“Asıl adıyla anılan, on kişiyi geçmez köyde. Daha çok
takma adlarıyla anılır insanlar. Böyle anıla anıla da, adı unutulur. Sorulduğu
zaman, asıl adını bilmeyenler var. Hele yeni yetişenler, köyün yaşlılarını
yalnız takma adlarıyla tanımıştır, ne bilsin adını.
(…)
Bu işin asıl güçlüğü, çocukları okula yazarken ortaya çıkıyor. Hele ilk yıl, yeni geldiğimde afallayıp kalmıştım. Takmadan başka, bazılarının adları da kısaltılmış olarak ya da değişik biçimde söyleniyor:
‘Adın ne?’ diye soruyorum çocuğa.
‘Hassik!’ diyor.
Ailesine soruyorum. Onlar da aynı karşılığı veriyorlar.
‘Hassik mi yazalım şimdi?’
‘Dedesinin adını koydular, efendim. Hassik Ağa’nın torunu.’
Sonradan araştırınca öğrendim ki, köyde ne kadar Hassik varsa, Hasan Hüseyin’in bozulmuş biçimiymiş. Hasan Hüseyin diye yalnız defterde yazılı, köylü Hassik’i, adının doğrusu sanıyor.”[9]
…/…
Acaba bütün bunlar, çarpılarak doğan yeni kelimeler halkın “Kelime tasarrufundan mı?” kaynaklanıyor.
Hasan
Hüseyin nasıl Hassik olur yoksa?
Veya Taht El Kal, neden Tahtakale olmasın ki? Kale altı demektir, tıpkı taht el bahr kelimesinin denizaltı olduğu gibi.
Mustafa İnan da dilde tasarruftan söz eder, bugün yazı diline iyice yerleşmiş olan ve artık tasarruf diyemeyeceğimiz örnekleri görmeden çok önce.
Bkz-bakınız
Slm-selamlar
Tşk-teşekkür
Mustafa İnan dilde tasarrufu adeta safraları atmaya benzetir. Haksız da değildir.
DİLDE TASARRUF SAFRALARI ATMAK MIDIR?
‘Bu ilgi çekici noktayı bir misalle canlandırmak kabildir: Deniz teknelerine ‘safra’ adı verilen yükler konulur. İlk bakışta bunlar lüzumsuz taşınan ağırlıklar gibi gelirse de, rolleri teknenin devrilme emniyetini artırmaktır. Dilde de fazla hece malzemesi tıpkı teknede safranın oynadığı hizmeti görür, kelimenin rahat bir şekilde anlaşılmasını sağlar. Şunu da belirtmek yerinde olur ki, haberleşme tekniğinde, eğer sinyal sistemi kulak yerine göze hitap ederse, safrayı azaltarak bir kanaldan daha kısa zamanda daha çok haber göndermek kabildir.”[10]
…/…
Aziz Nesin dilde tasarruf yerine “Lakonik Konuşma” der buna Yurt Gezileri kitabında Zile’yi anlatırken.
“Sezar Mısır’dadır. Mısır’dan kalkar Anadolu’ya gelir.
Sezar ordusuyla Parnas ordusu Zile’de çarpışırlar. Savaş beş gün sürer. Sezar
bu zafer sevincini üç kelimelik bir mektupla bir dostuna bildirir: ‘Veni, vidi,
vici…’
‘Mana murat olundukta’ veni, vidi, vici’nin Türkçesi ‘geldim, gördüm, yendim’ demektir. Uzun söze ne gerekir? İşte Sezar ciltlerle kitapta yazılabilecek olayları üç sözcükle özetliyor: Geldim, gördüm, yendim.
‘Asker kısa konuşur’ dedikleri işte budur. Eski Yunanlı ve Romalı askerlerin bu kısa sözle çok şey anlatmalarına ‘lakonizm’ derler. Osmanlıcada buna ‘i’ caz’ denirdi. Fransızcası ‘laconique’dir. Eski Yunanistan’ın Lakonya halkı çokaz söyleyerek çok şey anlattıklarından, bu terim onlardan kalmış.”[11]
Aziz Nesin’in sözünü ettiği lakonik konuşma aslında Anadolu köylerinde de çok yaygındır.
Mahmut Makal’ın yukarıdaki Hassik örneği çok çarpıcıdır.
Başka örnekler de vardır kuşkusuz, çarpıcı ve çarpa çarpa yeni kelimelerin doğmasına neden olan.
ÖRNEKLER- HALK ETİMOLOJİSİ
CANINI KİM ALSIN?
Müslüman
halkımız “Allah” kelimesi yerine “Tanrı” kelimesini pek kullanmaz.
Ancak
iş bir bedduaya gelince halkımız “Allah canını alsın” yerine daha çok “Taaanı
canını alsın ilahe” der.
Buradaki Taaanı, Tanrı, yani Gök Tanrı, Gök Tengri’den başkası olabilir mi göçlerle bu topraklara kadar getirdiğimiz ve hala kullandığımız.
CHAUSSEE – ŞOSE – SUSA
Anadolu MÖ 71 yılında Persler tarafından işgal edildiğinde Pers Kralı Büyük Darius Lidya Başkenti Sard’tan başlayarak Basra Körfezi’ne yakın Şuşa/Susa şehrine kadar uzanan ünlü Kral Yolunu yaptırmıştı.
Halkımız aslı Fransızca “Chaussee” olan ve şose olarak okunan kelimeyi “Susa” olarak bilir ve belleğinde bu vardır.
Oysa
bugün halkımız ne İran’daki Şuşa şehrini bilir, ne Darius ve Kral Yolunu ne de
şosenin Fransızcasını.
Ama uzun süre Pers işgalinde kalan Anadolu halklarının dilinde ve belleğinde yer eden bu ünlü yolun İran’a-Susa’ya gittiği biliniyor ve kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa o zaman Anadolu’nun bugünkü halklarının da şose yerine susa demeleri hem halk etimolojisi hem de coğrafya belleği açısından çok önemlidir.
KABA ARDIÇ – GABARDIÇ
Türkülerimizden çok şey öğreniriz. Kaba ardıç, ses/söz tasarrufuyla “Gabardıç” olur.
GARDROP – GAR DOLABI
Aslı
garderobe, giysi dolabı olan Fransızca bu kelime nasıl oluyor da “Gar
Dolabı’na” dönüşüyor?
Çocukluğumda ekonomik nedenlerde buzdolabı alamayanlar için “Neden onlar da gar dolabı almıyorlar acaba” diye sorardım kendi kendime.
Halkımız hala “gar dolabı” der. Sakıncası yok.
PASAPORT – PAŞAPORT
“Pasaporta ısınmamış içimiz/budur katlimize sebep suçumuz,” der ya Ahmed Arif Otuzüç Kurşun’da, acaba ısınamadığımız sadece pasaportun kağıt olarak kendisi mi, yoksa söylenişi de buna dahil mi?
Halkın büyük bir çoğunluğu aslı İtalyanca olan pasaport yerine hala “Paşaport” derken, bu belgenin paşalara layık bir belge olduğunu mu öğrendi bir yerlerden acaba ve hala değiştirmiyor söylenişini.
…/…
Örnekleri
çoğaltmak mümkün elbette.
Kelimelerin aydın veya okuma-yazma seviyesi düşük halkın ağzında nasıl çarpıldığını, sonuçta ortaya çıkan kelimenin aslında aslına hiç yabancılaşmadan beraberinde bir hikayeyi, bir söz tasarrufunu, bir coğrafi belleği taşıdığını kimsenin başına vurmadan anlatmaya çalıştık.
Öğreneceklerimiz, paylaştıklarımızdan daha fazla her zaman,
Muhabbetle,
Hattuşa, 22 Haziran, 2023
[1] Oğuz
Atay-Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa İnan-İletişim Yayınları-2016-46. Baskı,
s.166
[2] Atay,
age, s.166
[3] Atay,
age, s. 166
[4] Atay,
age, s.168
[5] Atay,
age, s.168-169
[6] Osman
Nuri Ergin-Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma
Yerleri-Marmara Belediyeler Birliği-2013-Birinci Baskı-s.39
[7] Ergin,
age, s.75
[8]
Ergin,age, s.115
[9] Mahmut
Makal-Bizim Köy-Literatür Yayınları-2017-21. Basım, s.66-67
[10] Atay, age,
s.169
[11] Aziz
Nesin-Yurt Gezileri Gezi Yazıları-Nesin Yayınevi-1.Baskı, s.329
Kavi kaleminize, araştırmacı yönünüzüe, bilgeliğinize, yüreğinize sağlık hocam...Ş.Namal.
YanıtlaSil