BİRİNCİ KADIN
Endüstrileşme tekerleğin icadıyla
başladıysa, tarım ne zaman başladı?
Tarım aletlerinin yapılmasıyla mı?
Bir büyük felaketle, bütün enerji
kaynakları yok olduğunda yeniden el imalatına dönüldüğünde kıyada köşede eski
de olsa işe yarar bir araba tekerleği bulabilecek miyiz? Aydınlatma için bir
gaz lambasını nereden bulacağız?
Tarım için örneğin, arpa, buğday
biçmek için bir yerlerde “tırpan” bulabileceğiniz aklınıza gelir mi hiç? Haydi
buldunuz, diyelim, o tırpanı kim kullanabilecek?
Tırpan için tırpan taşınız, tırpan
çekiciniz, örsünüz bütün bunlar hala duruyor mu bir yerlerde?
Bunlar da ne ya, diyorsunuz değil mi?
…/…
2019 Nisan ayı.
Eğin’de çok yaşlı dut ağaçlarının
bulunduğu 15 dönümlük bir “dut bahçesinde” çalışıyorum. Bahçe sahibinin 10
yaşlarındaki küçük çocuğu Alim koşa koşa yanıma geliyor: “Recep Abi Recep Abi,
bir yabancı geldi, gelip konuşabilir misin?”
Elimdeki budama makasını cebime koyup
gelen yabancıyı görmeye bahçe içinde bulunan eve gidiyorum.
Gelen yabancı İsviçreli bir
kadın, PAULINE.
Konuşup tanışıyoruz. O da bahçede
çalışmaya gelmiş. Bir iki gün geçiyor aradan, birlikte çalışıyor, sulama
yapıyor, bahçenin çepellerden arındırdığım bir yerine sebze dikiyoruz.
Bir öğlen molasında evin büyük annesi
Aysel Teyze “Recep oğlum, bizim bir de yukarı bahçemiz var, orası hiç
biçilmedi, adam boyu ot bürümüş, bir tırpan bulsam da oranın otunu biçsen,”
diyor.
Aysel Teyze’ye motorlu tırpanı
kullanmayı bildiğimi, ama astımımdan bunu yapamayacağımı, tırpan motorundan
çıkan egsoz ve tırpan misinasından kaynaklı ot tozunun beni tıkadığından söz
ediyorum.
Bizim konuşmalarımıza kulak misafiri
olan İsviçreli Pauline bir ara “tırpan tırpan?” demeye başlıyor.
“Evet, tırpan” diyorum.
“Bir el tırpanı bulabilirseniz, ben
yukarı bahçenin otlarını biçebilirim.”
Pauline’nin söylediğini Aysel Teyze’ye
aktarıyorum.
Aysel Teyze ilk şaşkınlığını yaşıyor.
“Ne diyor bu ya?”
Pauline’nin tırpan kullanabileceğini,
yukarı bahçenin otlarını biçebileceğini, söylüyorum.
“Alla’sen” diyor Aysel Teyze,
duyduğuna inanamıyor. “Hemen bir tırpan bulurum.”
Koca Eğin ve köyleri hızlı bir telefon
trafiğiyle aranıp taranıyor, kimsede tek bir tırpan bulunamıyor.
Kimisi tırpanını hurdacıya vermiş,
kimisi kırmış, kimisi nerede olduğunu bilmiyor.
En çok da “bıçak” yapılmış sağlam
tırpan çeliğinden.
Neyse zor da olsa bir tırpan bulundu
Aysel Teyze’nin damadından.
Tırpan geldi gelmesine, ama tırpanın
bıçak ağzı çapaklı, iyice bir çekiçlenmeli ve tırpan taşıyla bileylenmeli.
Pauline tırpanı görüyor ve benim içimden
geçirdiğim tespitleri o dile getiriyor.
-Bu tırpan çok kötü.
-Tırpan taşı var mı?
-Tırpan çekici, tırpan örsü, eğe var
mı?
Aysel Teyze hayranlıkla dolu ikinci
şaşkınlığını yaşıyor.
“Bu kadın tırpandan anlıyor
gerçekten.”
Pauline aradığı hiçbir aleti
bulamayınca “bari bir eğe olsa” diyor.
Kıyıda köşede kalmış küçük bir kıl eğe
bulunuyor. Tırpancı Pauline ağzı oldukça çapaklı tırpanın bıçak ağzını
eğelemeye başlıyor ve bana dönerek “haydi gidelim” diyor.
Pauline ile Çerez’in üstündeki yukarı
bahçeye gidiyoruz.
Doğrusu ben de Pauline’nin nasıl
tırpan sallayacağını merak ediyorum.
Pauline’nin daha ilk tırpan
sallamasıyla şaşkınlık sırası bana geliyor. Hayatımda gördüğüm en usta
tırpancılardan birisi önümde tırpan sallayarak yeşil otları biçiyor: hışşş,
hışşş, hışşş.
Kendini hiç yormadan, bedenini
germeden ritmik ve esnek hareketlerle ilerliyor Pauline.
Ama iş buraya kadar, zira tırpan kısa
sürede körleniyor ve işlemez hale geliyor.
Şaşkınlık içinde soruyorum.
“Bu işi nerede öğrendin?”
Pauline İsviçre’de yaşadığı kantonda
“tırpan kullanma beceri kursları” açıldığını ve bu işi orada öğrendiğini
söylüyor.
Daha da çok şaşırıyorum.
Biz işe yarar bir tırpan bulamazken ve
artık kimse tırpan kullanmazken, dünyanın refah bakımından en zengin ülkesi
İsviçre “tırpan kullanma beceri kursları” açıyor.
Tırpan ve onu kullanabilen kalmadığı
için yarın yaşayacağımız bir büyük felaket sonrasında Anadolu’da arpa, buğday
ve ot biçilecek kalır, orakla biçeriz, desek orak da bulamazsınız ki. Elle mi
yolacağız onca ekili tarlaları, otlukları?
Dut bahçesinin günlük işlerinden sonra
Eğin’e çarşıya indiğimde bu yaşadıklarımı Eğinliler’e de anlatıyorum ve o
ironik soruyu soruyorum:
“Şimdi Kemaliye Belediyesi bir tırpan
kullanma beceri kursu açsa ne dersiniz?”
DİĞER TIRPANCI
Geçiminizi sağlamak için iş bulabilmek
için nelere katlanabilirsiniz? Ne kadar uzaktan kalkıp gurbete gelirsiniz?
Geldiğiniz yerde kaç günlük iş bulabilirsiniz? Gurbet elde ışıksız, susuz,
penceresiz yarım kalmış veya terkedilmiş inşaat köşelerinde sizin gibi iş
bulmaya gelen köylülerinizle kaç gün bir arada kalabilirsiniz?
Kısacası bu sefalete kaç gün
dayanabilirsiniz?
…/…
2014 Mayıs ayı.
İzmit Halkevi durağından belediye
otobüsüne bineceğim. Kitap fuarının düzenlendiği yere gideceğim.
Durakta bekleyen ve boyundan uzun, ahşap
sırığa benzer parçayı bir sancak gönderi gibi ayaklarının dibinde dikine tutan adam
dikkatimi çekiyor. Sancaklar kullanılmadığı zamanlarda kendi gönderine
dürülerek sarılır ve dürülmüş halde gönderi ile birlikte bir kılıfın içinde
muhafaza edilir.
Duraktaki adamın elinde bir sancak
gönderi gibi tuttuğu sırığın ucuna sancak dürülmemişti kuşkusuz.
Sağ tarafımda kalan adamın önünden
geçerken, adamın elinde dikine tuttuğu sırığın aslında bir tırpan sapı, sırığın
sapına bir sancak gibi dürülü duran şeyin ise tırpan bıçağı olduğunu fark
ediyorum.
Adam ustalıkla katladığı tırpan
bıçağını hiçbir tehlike arzetmeden tırpan sapına emniyetli bir şekilde sarmış.
Bir an irkiliyorum.
Azrail figürü olan tırpanla otobüs
durağında bekleyen bir adam. Gördüğüm grotesk bir film sahnesinden bir kare mi?
Ürperiyorum. Gerçekliği doğru mu emin
olamıyorum.
Adamın elinde tuttuğu bıçağı katlanmış
tırpan sapı neyi anlatıyor?
Otobüse adımımı atarken adam arkamdan
sesleniyor:
“Fazla biletiniz var mı?”
Hiç cevap vermeden adam için de bir
otobüs bileti atıyorum.
Koltukları boş olan otobüsün en arka
tarafına doğru gidiyor ve sol cam tarafında bir koltuğa oturuyorum.
Adam da geliyor yanıma ve bilet
parasını vermek istiyor.
Parayı almayacağımı, ısrar etmemesini
söylüyorum adama.
Adam da benimle aynı hizada sağ
taraftaki cam kenarına geçip oturuyor.
Adam, boyu neredeyse otobüsün tavanına
değecek olan elindeki tırpanı dikey vaziyette ayaklarının önünde ve sıkı sıkı
tutuyor.
Az önce gördüğüm o grotesk sahne daha
da yakınıma geldi. Merakımı yenemiyorum.
-Hayırdır hemşerim, elinde tırpanla
nereye gidiyorsun?
-Maşukiye tarafına ot biçmeye abi.
-Neden orası?
-Abi Kartepe eteklerinde olduğu için
oranın otu bol.
-İyi de artık motorlu tırpanlar var,
hala el tırpanı kullanılıyor mu?
-Evet abi, orada hayvancılık yapanlar
var, hayvanlar motorlu tırpanla biçilen otu yemiyor. O nedenle biz gidip otu
biçiyoruz.
Adının Kemal, memleketinin Gümüşhane –
Torul’un bir köyünden olduğunu söyleyen adam artık benim için o andan itibaren
bir tırpancı oluyor.
Ta Gümüşhane-Torul-Karabucak Köyü’den
gelen ve adının Kemal olduğunu öğrendiğim bu tırpancı yılın kaç ayında ve
gününde İzmit’e gelir? İzmit’in biçilecek otluk alanını toplasan hepsi en fazla
bir ayda biçilir? Sonrasında ne yapar bu insan? Hele bu insanla gelen kendisi
gibi diğer tırpancıların da olduğunu düşünürsek ne kazanırlar bir, bilemedin
iki ayda?
Ne zor hayatlar var.
Maria YORDANIDU 19. yüzyılda ellerinde
baltalarla gurbete, İstanbul’a odun kırmaya giden Kürt baltacıları anlatır LOKSANDRA
kitabında, bir ödünç cümlesi gelir aklıma hemen: “Kürtler
baltalarını yanlarından ayırmazlar ve gurbete gidecekleri zaman anaları,
Ispartalı*) kadınların oğullarına kalkan verdikleri gibi, ellerine balta
verirlerdi.”[1]
Tırpancı Kemal ve arkadaşlarının
anaları da benzer bir şeyi mi yapıyordu, çocuklarının ellerine birer tırpan
tutuşturup gurbete mi yolluyordu onları acaba?
Tütünçiftlik’te, suyu ve elektriği
olmayan, penceresi olmayan boş bir inşaatta köylüleriyle birlikte kaldığını
söyleyen tırpancı Kemal yılın geri kalanında ne yapacak?
-Çocukların var mı Kemal kardeş?
-Var abi, bir kızım, bir oğlum var.
-Okuyorlar mı?
-Kızım lise sonda Erzurum’da okuyor.
-Ne güzel, kızını okutuyorsun. Peki
üniversiteyi kazanırsa gönderecek misin?
-Tabi abi.
-Peki nasıl okutacaksın, imkanın var
mı?
-Allah kerimdir Abi.
İneceğim durağa yaklaşıyorum.
Otobüsten inmeden önce tırpancı Kemal’den telefonunu alıyorum.
“Bakalım, gün doğmadan neler doğar,”
diyorum.
Aradan üç ay geçiyor.
Tırpancı Kemal TEBER arıyor, kızının
Sinop Üniversitesi’nde Hemşirelik Fakültesi’ni kazandığını söylüyor.
Var olsunlar, kızımız Güner için eşin
dostun desteğini rica ediyorum.
Kızımız okuyup okulunu bitiriyor.
Pandemi günlerinde ataması yapılıyor.
Grotesk bir sahneyi andıran tırpana bakışım genç bir
kızımızın hayatını değiştiriyor.
![]() |
Tırpancı Kemal TEBER’in tırpanı |
İKİNCİ KADIN
Başlıkta geçen “tırp/an” kelimesi ilk
bakışta Türkçe gibi gelebilir.
Sanki ortada bir “tırpmak” fiili var
ve fiilden isim yaparak bir şeyi tırpan anlamında yapılan bir isim gibi,
oynatan, yürüten, belleten vb.
Oysa Türkçede “tırpmak” diye bir fiil
ve bu fiilden yapılma bir isim bulunmamaktadır.
Tırp/an ise arpa, buğday, yulaf,
çavdar gibi tahılın, kimi zaman otun el ile biçilmesinde kullanılan bir tarım
aletidir.
Türkçede “tırpmak” fiili yok, derken,
bir tarım aleti olan “tırpan” kelimesi de Türkçeye giren ödünç kelimelerdendir,
demek istiyoruz.
Fakir BAYKURT 1970 yılında “Tırpan” [2]romanını
yayınladığında Köy Enstitülü bir öğretmenin kaleminden çıkan roman başlığının
Türkçe olup olmadığı hiç düşünülmedi kuşkusuz.
Zira bir tarım aleti olarak “tırpan”
yüz yılları aşan bir zamandır Anadolu köylüsünün elinin altında bulunan önemli
bir gereçti ve kelimenin aslı “biçmek” anlamına gelen Rumca
“drapanon/drepanon” kelimesinden geliyordu.
Türkçede biçmek ile ilgili olarak
karşımıza “orak” kelimesi çıkar.
Kaşgarlı’da geçen “orgak” bizim
Anadolu’da halen kullanılan ot biçme aleti “oraktan” başka bir şey değildir.
“Or” kelimesi ise biçmek anlamına
gelir.
Anadolu’da yaygın olan “tırpan”
kelimesi kullanılıyor olsa da Erzurum, Kars, Trabzon-Araklı, Hemşin gibi yerlerde
Ermenice “gerendi-kerindi” kelimesinden dönüşen ve aynı anlama gelen “kerenti”
kelimesi kullanılıyor.
Balkanlar üzerinden gelip Trakya,
Marmara ve Ege Bölgeleri’ne yerleşenler ise oralardan ödünç olarak getirdiği ve
Rusça “kosari” kelimesinden dönüşen ve aynı anlama, tırpan anlamına gelmek
üzere “kosa” kelimesini kullanıyor.
…/…
Fakir BAYKURT’un romanında geçen
tırpan “Uluguş” ninenin dilinde bir güzellemeyle dillendirilir: tırpış
Roman, evli olan Kabak Musdu’nun
görünce göz koyduğu ve kuma olarak almak istediği 13 yaşındaki Dürü’nün
(Düriye) mücadelesini anlatır.
Dürü üzerinden anlatılan roman aslında
Anadolu kadınının direniş ve uyanış hikayesidir.
“Tırpan bir direniş romanıdır, umut
romanıdır; kadere, alınyazısına karşı direnen insanların öyküsüdür.”[3]
Fakir BAYKURT ise romanlarındaki
insanın hep kendisi olduğunu anlatır. “Hep yazdığım insanım ben, yazdığım her
insan ben” sözünün en somut örneklerinden biridir Tırpan.[4]
İlk kadın Tırpan romanında geçen
karakterlere kıyasla dünyanın ta öbür ucundan olan Pauline olurken, anlatmak
istediğimiz ikinci kadın DÜRÜ oluyor.
Uluguş Nine romanın başından itibaren
kayıp tırpanını arar. Bütün itiraz, kaçma, saklanmaya rağmen Dürü kurtulamaz ve
babası tarafından Kabak Musdu’ya kuma olarak verilir. Düğün dernek kurulur.
Gerdek gecesi ironik bir şekilde 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı’na denk gelir.
Uluguş Nine romanın başından beri
aradığı ve ölen kocası “Uluguş’tan” kalan eski tırpanını bulur nihayet.
Ama önce Kabak Musdu’yu bu işten vaz
geçirmeye çalışır.
“Bak, her şeye aklın eriyor Kabak Musdu, şu önündeki işe
neden aklın ermiyor. Bu kız senin emsalin mi ulan? Bu iş, sana iyilik getirir
mi? Ellisini geçmiş herifsin. Kız daha on üçünde. Yarın altmış olursun; kız da
on sekiz-yirmi. Yetmiş olursun; kız yirmi beş-otuz. Sen gittin süprüntülüğe;
ama kız ne olacak?”[5]
Kabak Musdu kararından vazgeçmez.
Geriye tek çare kalır. Uluguş Nine
bulur çareyi bir güzelleme dizdiği tırpanı, tırpışı ile.
Romanın başından beri kayıp olan
tırpan kurtuluş için bir simgedir artık.
ÖZGÜRLÜK SAVAŞLARINA GÜZELLEME
MİHAİL KALAŞNİKOV – AK47 & FAKİR BAYKURT – TIRPIŞ
Sovyet tankçısı Mihail KALAŞNİKOV
kendi adıyla anılan askeri literatürde AK47 olarak bilinen piyade tüfeğini icad
ettiğinde bu silahın 60’lı yıllardan
itibaren bütün dünyada “bir özgürlük silahı” olarak kullanılacağını tahmin
edemezdi.
Kalaşnikov tüfek öldürücülüğü bir
kenara bırakılarak savaşçı grupların bayraklarına,yazılarına, sloganlarına
kadar girebilmiştir.
Tüfeğin bizim türkülerimize girmesi
daha da eskidir. Kim bilmez içinde en az bir “martini, filinta veya mavzer” geçmeyen
bir halk türküsünü? Bunların hepsi de öldürücü bir silahtır, ama halkımız
onlara güzelleme dizerek türkülerine misafir etmiştir.
Fakir BAYKURT “Tırpan” romanını 1970
yılında yayınlar, yani Vietnam Savaşı’ nın en kanlı çarpışmalarının olduğu,
yani Vietnam direnişçilerinin, savaşçılarının ellerinde AK47 – Kalaşnikov
piyade tüfeği ile bütün dünyadaki özgürlük savaşçıları için sembol olduğu yıllardır o yıllar.
O yıllardan sonra bu silah adeta bir
ölüm silahı değil, özgürlük sembolü, direniş sembolü bir silah haline gelir.
Fakir BAYKURT’un bu sembolden
habersiz, bu sembolün hayatın her alanındaki etkisinden habersiz olması
düşünülemez.
Dürü’nün kurtuluşu, özgürlüğü için son
çare olarak bir silah gereklidir. O da bulunur. TIRPAN.
Tırpan Uluguş Nine’nin eşi Uluguş’tan
kalan ve romanın başından beri kayıp olan eski bir tırpandır ve Fakir BAYKURT,
halk türkülerimizde geçen “martini, mavzer, filinta” güzellemeleri gibi, AK47 –
Kalaşnikov piyade tüfeğine yapılan güzellemeler gibi, bir silaha güzelleme
yaparak romana adını veren tırpanın adını “tırpış” olarak sunar okuyucuya.
Tıpkı halkın dilinde MAUSER’in –
mavzer, Kalaşnikov’un – keleş olarak söylendiği gibi.
ULUGUŞ’UN TIRPAN – TIRPIŞ GÜZELLEMESİ
“Uluguş elinde, eğri, paslı bir tırpan tutuyordu. Aşağı
dikiyor, yukarı tutuyor, okşuyordu: “Buldum!” dedi Linlin’i görünce. “Ben de
tırpanı buldum Linlin!” dedi, okşadı elindekini. Biraz paslıydı. Eğriydi…”[6]
(…)
“Merim adamdır Demirci Acara! Verelim de şu tırpanı
yivlesin! Yumuşak adamdır emme demiri berk döğer!“ s.324
(…)
“Bu tırpanı sana
vereyim Linlin, götür ver Acara’ya! Eğrisini doğrultsun, iki yanına yiv açsın,
gözel bir şey yapsın çabuk…”
“Yani öyle bıçak gibi bir şey mi olsun Uluguş?”
“Hançer gibi, tırpan gibi! Uluguş yolladı de, bilir o!
Onun adı Acara, bilir benim içimdekini! Selam söyle benden!...” s.324
(…)
“Uluguş, evinin bir tek ziynetini, aynalı sandığını açtı.
İçinden bir bohça çıkardı.Bir peşkir çıkardı. Bir poçu çıkardı. Poçuyu aldı,
güne tuttu. Güllerini çiçeklerini kokladı. İncecik,ufacık bir poçuydu. Morları,
pembeleri vardı. Dururdu sandığının dibinde. Ta kızlığından kalmaydı. Sevdadan
uçtuğu günlerin uzak bir anısı olarak ara sıra çıkarır koklardı. Bakardı. Şimdi
de baktı, kokladı. Kokladı uzun uzun. Kocası Uluguş takınmıştı bir zaman.
Kokladı. Onun bir türlü kaybolmayan kokularını içine çekti. Sonra birden
ivediye bindirdi işi. İkiye, dörde, sekize katladı poçuyu. “Tırpışımın el
tutacak yerini çılbacık komak olur mu? Olmaz değil mi tırpışım?” dedi. Aldı
tırpanı. El tutacak yerine sarmaya başladı poçuyu. Sardı sardı. Sarıp bitirdi.
“Emme bunu buraya nasıl dutturacam,nasıl bağlayacam?” diye tasarlamaya başladı.
“İğne iplikle diksem gözüm keser mi acap? Bir ip bulup bağlasam çok mu çirkin
durur? Çirkin bir şey istemem! Yakışmaz tırpışıma! Dürü kızıma yakışmaz. Nerde
şinci o kara yere gidesi inneler iplikler acap? s.352
(…)
Hemen aldı tırpanını,iğneyle iplikle dikti poçunun
uçlarını. Tırpışın başını topuz gibi yaptı. “Ne gözel oldu! Ne süslü oldu!
Baksanıza ayol! Böyle bir tırpış gördünüz mü bugünece? Köylerde, şeherlerde
gördünüz mü? Kızılca’da, Ankara’da, Atine’de, Amarika’da gördünüz mü? Var mı
böyle tırpışı varsılların?” Dudaklarına götürüp öptü. “Ne gözel oldun, ne
faydalı oldun?” dedi öptü.” s.352-353
Uluguş nine Dürü için bir armağan gibi
hazırlar içinde yiv açılmış tırpış bulunan sırmalı bohçayı.
Kurtuluş için gerisi Dürü’ye kalır.
Kurtuluş gerdek gecesi sarhoş olup uyuyakalan Kabak Musdu’yu tırpış ile burkmak
olacaktır.
“Musdu horluyordu. Tıkırtı etmeden, hışırtı etmeden
giyinip kuşandı. Kolundaki saati, bilezikleri, boynundaki altınları çıkarıp
attı. Azığını, ekmeğini bir çıkıya sardı. Sıkıca kuşandı beline. “Tırpışım
gel!” dedi birden. Aldı tırpanı eline. “Euzü” yü okudu. Kalktı ayağa. s.364
(…)
“Lambayı iyice kıstı Dürü. Sonra karyolanın başucuna
dolandı. Uzun uzun ölçüp oranladı. Boş böğründen sokacaktı tırpışı. İki eliyle
tutacak, var gücüyle basacaktı. Sonra bir eliyle ağzına çapıt basacak, bir
eliyle de tırpışı burkacak, sonra öylece bırakacaktı. Burkup bırakacaktı.
“Tamam öyleyse kızım!” dedi kendine. “Basacaksan bas,
burkacaksan burk! Dört seet bekleme herifin başında…”
“Euzü” yü bir daha okudu. Sokuldu yanına. Sokuldu iyice.
Tırpışı doğrulttu. Ala aydınlıkta basıverdi iki eliyle. Var gücünü ellerinde
topladı. Birden iki parmak kadar girdi içeri. Girip durdu tırpış. Var gücüyle
yeniden yüklendi. Yüklendi, iyice soktu içeri. Topuzuna kadar gömdü tırpışı.
Bastı gömdü sıkıca. Kanı büngüldedi, süzüldü yatağa.” s.367
…/…
İkisi kadın üç tırpanın üçü de bir
sembolür aslında, büyük felaketler olsa da olmasa da elinizin altında bir tane
tarım aleti tırpan ve direniş sembolü olarak da Fakir BAYKURT’dan bir “Tırpan”
bulunmalıdır.
[1] MARIA YORDANIDU-LOKSANDRA
İSTANBUL DÜŞÜ- BELGE YAYINLARI-ÇEV:OSMAN BLEDA
*) Antik Dönem
Ispartası-blogger notu
[2] FAKİR BAYKURT-TIRPAN-REMZİ KİTABEVİ-1970
[3] TAHİR ŞİLKAN-TIRPAN VE FAKİR BAYKURT’UN GÜNCELLİĞİ-EVRENSEL KÜLTÜR AYLIK
SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ-SAYI 213-EYLÜL 2009
[4] TAHİR ŞİLKAN, AGE
[5] FAKİR BAYKURT, AGE
[6] AGE, s.323
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder