24 Ocak 2021 Pazar

DERSİM’E YOLCULUK (SEKİZİNCİBÖLÜM

                                     

                  

                                                                                                   24 Kasım 2020, Salı

PERTEK’TEN AYRILIŞ

Eğin’den bu yana iki gündür hiç yürümedik sayılır.

Nihayet bugün Eğin’de yapmış olduğumuz gibi sert çıkış ve inişli bir yürüyüş yapacağız, Dersim Aleviliği için çok önemli ve kutsal görülen bir ziyarete gideceğiz, DÜZGÜN BABA Ziyareti’ ne.

Geçen sene Ocak ayında o bölgeden geçerken kar ve tipiden dolayı Düzgün Baba’ya çıkamamış, çıkmak bir yana Pülümür’de mahsur kalmıştım.

Sabah erken sayılmayacak bir saatte kalkıyoruz. Hazırlıklarımızı yaptıktan sonra yola çıkıyoruz. Hava açık ve güneşli. Yağmur yok, bulut yok. Bizim için sorunsuz bir yürüyüş olacak, ama bu bölgenin bu mevsimde bir damla bile yağmur almaması hiç de hayra alamet değil.

Bölgeyi coğrafi olarak ne kadar iyi bilirseniz bilin, eski katlanır haritaların yerine çok gelişmiş konumlandırmalı uydu haritaları kullanırsanız kullanın, sizin yine de bir kılavuza ihtiyacınız var.

Çok eskilere gitmeye gerek yok, 100 yıl öncesine kadar bile gitseniz, size bu gezinizde, bu yürüyüşünüzde Toroslar’ da geyik dediğimiz, “giği”, Karadeniz’de yaban keçisi dediğimiz “elik”, Dersim bölgesinde “Hızır’ın Davarı” dediğimiz çengel boynuzlu bir dağ keçisi kılavuzluk ederdi.

Bu hayvanlar sizi götürüp götürüp uçurumun kenarına bırakmazdı.

Pir Sultan ise bunun böyle olduğunu yaşayıp görmüş ve “Ötme Bülbül Ötme” deyişinde zikretmiştir.

Kırk yıl dağda gezen dervişin, pirin, yurtsuz bir insanın kendisine geyikleri kılavuz etmesinde sır nedir acaba?

Geyiklerin de mi dili var, yoksa karşımıza çıkan başka bir varlık mı?

Haberim duyarsın peyiklerinen[1]
Yaremi sarsınlar şehitlerinen
Kırk yıl dağda gezdim geyiklerinen
Dost senin derdinden ben yana yana
Ya dost ya dost ya dost dost…
Abdal Pir Sultanım doldum eksildim

Ancak, Eğin’ i de Dersim bölgesi olarak sayarsak, Eğin’de Fırat kenarına su içmeye inmiş bir anne ve iki yavrusundan başka kaç gündür ne karada kaçan bir geyik ne de havada uçan bir keklik sürüsü görebildik.

Bize görülmeseler de olur, ama varlıklarından, artık bu bölgede var olduklarından bile emin olamıyoruz.

Ama 1900 yılında Tiflis’te yayınlanan elimizdeki bir kaynağı rehber alarak, Dersim’e, Dersim’ in kalbine doğru yola devam hiç de zor olmayacak gibi görünüyor.

Zaten bizim bu seyahatimizin adına da aynı kitap rehberlik, kılavuzluk yapmadı mı? DERSİM SEYAHATNAME

Seyahatname yazarı Antranik (YERİTSYAN) bizim gibi daha Dersim’e ilk adım atarken, daha seyahatnamesinin dokuzuncu satırında başlıyor anlatmaya.

“Bu sefer tamamen yabancı bir diyara, hakkında konuşanın çok, ama bilenin ve görenin az olduğu Dersim’e gidecektik.”[2]

İyi ama biz daha Pertek’ten çıkamadık ki. Rahip KARAKİN ile birlikte biz de Pertek’e gelmiştik. Anlatalım bakalım Pertek’ten[3].

“Gün kararıyor. Köyleri ve Pertak Kalesi’nin[4] tepesini görüyoruz ama yine de mola vermeğe karar verdiğimiz Pertak oldukça uzakta bulunuyor. Palu Irmağı ya da diğer adıyla Fırat ay ışığı altında çalkalanmaya başladı. Gönlümü nasıl da etkiliyorsun ey Fırat! Yolumuzu kaybettik ve eski Pertak’ın harabeleri arasına düştük. Döne döne Pertak bağlarını güçlükle bulabildik. Bin bir güçlükle bir Ermeni’nin kapısını çaldığımızda saat gece yarısı üç buçuktu. Ev sahipleri yaşlı Manuk ve Kaspar kardeşler bin bir kuşkuyla bizi içeri aldılar. Damda uyuduk. Pertak’tan öte yolu ne polis biliyor ne de katırcımız. Müdüre bir dilekçe göndererek Perin’e[5] kadar bir atlı polis vermesini istedim. Polis olmadığını söyleyip büyük bir nezaketle özür diledikten sonra korkulacak bir şey olmadığını, sabaha kadar birini bulmaya çalışacağını da ekledi. Sabahleyin ağaçların arasında su kıyısında kahvaltı edip, Pertaklı Ermenilerle sohbet ettik. Tam o sırada on iki yaşlarında güçlü bir Kürt çocuğu yanımıza gelerek Perin’e kadar eşlik etmesi için müdür tarafından yollandığını söyledi. “İsmin nedir?” diye sordum. “Sılo, ben zaptiyeyim” diye cevapladı. Biraz şaşırdık. O kendinden gayet emin, “Ben cesurum, yolları iyi bilirim, sizi emniyet içinde götürebilirim” dedi. Konuşmaları hoşumuza gitmişti, kendisini öncülük etmesi için kabul ettik.

 Papaz ve birkaç kişi benimle beraber geldiler. Pertak’ın bir ucundan diğer ucuna ulaşmak bir saat sürüyor. Evler ve bağlar oraya buraya dağılmış, kimi eski kimi yeni. Mevkii zevkli seçilmiş olduğundan cennete benzer bir yer. Eski kale Palu Irmağı’nın[6] iki kıyısında bulunuyor. Bu ırmak Harput Dağlarını ve Dersim’i birbirinden ayırıyor. Tüm Dersim için Pertak sağlam ve güzel bir kapı. Bu dağlı halkın başlıca pazarı her hafta burada kuruluyor. Pertak bir merkez veya şehir olacak olursa daha çabuk gelişecektir. Eski binaları Pertag’ın eski nüfusunun zevkini zaten yansıtıyor. Şimdiki halkı ise gittikçe bozuluyor. Aralarında şeyh, tekke, medrese gibi şeyler var.”[7]

Bugün artık Pertek’ te ne bağ ve bahçe ne de büyük pazar var. İlçenin bir ucundan bir ucuna on beş dakikada yürüyebilirsiniz.

İki yanından Murat Nehri’nin geçtiği Pertek Kalesi ise Keban Baraj Gölü içinde bir adacık gibi duruyor, imkanlarınız yoksa kaleye gitmek ve çıkmak çok zor.

Neyse ki Keban Barajı su tutmaya başlamadan önce bazı yapılar bugünkü ilçe merkezine taşınırken, Fırat’ ın karşı tarafında ise aralarında Halet ÇAMBEL, Hamit Zübeyr KOŞAY gibi değerli arkeologlar tarafından da bazı höyüklerde ciddi kurtarma kazıları yapıldı.

                                                          07.03.1915 tarihli bir kartpostal

Kartın üst tarafında Küçük Asya’dan Hediye yazıyor. Pertek’ in tam karşı yükseltisinde Pertek Kalesi bulunuyor. Etrafından akan ise Murat Nehri

Sungur Bey Camisi  

Çelebi Ağa Camisi

ODTÜ-Mimarlık Fakültesi’nin 16. Yüzyıla ait bu iki caminin her bir taşını numaralandırarak kusursuz bir şekilde bugünkü yerlerine taşıması tam bir başarı öyküsüdür.

Tam yola çıkalım derken Rahip KARAKİN de takılıyor peşimize, “kaybolursunuz” diyerek. Ne de olsa onun yanında 12 yaşında cesur bir zaptiye var.

Pertek’ ten yola birlikte çıkıyoruz. Bugünkü kara yolunu kullandığımızı zannetmeyin. Eski, bağların arasından geçen kestirme yolu kullanıyoruz. Rehberimiz de var nasıl olsa biz Selman’la onları takip ediyoruz.

“Beş saat sonra, İsak Bey’in sahibi olduğu Paşavank Köyü’ne[8] vardık. Köyde seksen haneden fazla Ermeni ikamet ediyor. Evler, bağlar, topraklar, dağlar her şey beyin malı. Ve Bey bir dakika içinde hepsini kapı dışarı edebilir ya da birinin evini veya bağını diğerine verebilir.”[9]

Rahip KARAKİN buradan, Paşavank-Pınarlar Köyü’nden sonra bizden ayrılacağını, bize kısaca “artık başınızın çaresine bakın, ben buradan sonra Vasgert Köyü’ne [10]gideceğim” diyerek bizden ayrılıp doğuya yol alacağını söylüyor, biz ise Selman’la kuzey doğuya doğru yolumuza devam ediyoruz.

Düzgün Baba Ziyareti için güzergahımız Pertek-Tunceli-Pülümür Yolu-Kutu Deresi-Nazimiye Kıl Köyü olacak. Pertek ilçe merkezinden ziyaretin olduğu Kıl Köy’ e kadar mesafe motorlu araçla oldukça kısa aslında.

Tunceli neredeyse bir adım gibi, 52 km, ama gelin siz onu bir de 1900’lerin başında Dersim’i dolaşan ANTRANİK’ e sorun.

Derin vadiler, geçit vermez ırmaklar, sık ormanlar, kılavuzunuz yoksa yol iz bulamaz, geçitlerden geçemezsiniz. Dersim’ in her yeri birbirine ancak bilenlerin, rehberlerin, kılavuzların, çengel boynuzlu dağ keçilerinin bilebildiği geçitlerle bağlanır.

Siz bakmayın şimdi her yere kara yolu ile kolayca ulaşıldığına. Siz bakmayın şimdi o her birinin önüne, arkasına, ortasına, yanlarına gemler vurularak şimdilik dizginlenmiş gibi duran Dersim akarsularına.

O akarsular şimdi değil Rahip KARAKİN onları gördüğünde de ağlıyordu adeta.

“Ey su böyle acele acele nereye koşuyorsun! Sana bir sorum var, şuna cevap ver de öyle git!

O ise ağlamaklı kaçıyordu, sanki arkasından takip edeni vardı. Gidip Mınzur Irmağı’na[11] karıştı. İkisi beraber ele ele vermiş bacı-kardeş gibi Palu’daki ana Fırat’ın koynuna kavuştular.”[12]

Munzur Çayı’nı biz de geçiyoruz, betondan bir köprünün üzerinden.

Ne Munzur’un acelesi vardı ne de suyun coşkusu. Önünü dizginlemişler, sanki bir göle akıyordu.

Biz şimdi 1900 yılında bir başına bıraktığımız ANTRANİK’ e dönelim, acaba geçuddan[13]geçip Tirişmeg’e[14] varabildi mi?

“Burada da bir geçud geçecektik. Çay epey akıntılı ama suyu berraktı. Dalgaların arasında sürüyle alabalık vardı.[15] Çayın kenarında birkaç Kürt kadını çamaşır yıkıyor, bazı gençler de –kızlar, oğlanlar- buz gibi suda yıkanıyorlardı.

Kılavuzumuz Mesrop, çayda yıkanan gençlerden birine seslenip, geçudun nerede olduğunu sordu. Kürt delikanlı geçudu gösterdi; ama biz kendisinin önümüze düşüp bizzat önderlik etmesini istedik, ne kadar isterse karşılığını ödeyeceğimizi söyledik. Kürt kabul etti, ben de ne kadar istediğini sordum. Son derece ciddi bir tavırla sadece bir deste sigara kağıdı istedi. Şaşırdım, şaka yapıyor sandım. Beş kuruş teklif ettim bizi çaydan geçirmesi için, ama o yine talebinde ısrar etti:

“Eğer kağıt verecekseniz yol gösteririm, yoksa yok!”

“On kuruş vereyim.”

“Yok, yok ağa, ben öyle şeylerden anlamam. Siz şehirlisiniz, şeytan adamlarsınız. Siz insanı durduğu yerde kandırırsınız. Neyime lazım on kuruş dediğin? Eğer şimdi sigara kağıdınıverirsen, kadını ve çocuğu kucaklar geçiririm. Yok vermiyorsan geçiremem, başka birini bulun.”

Kürt’ün mütevazı, son derece samimi, aynı zamanda saf biri olduğunu anladım. Çıkardım, bir yerine iki kağıt verdim. Baktı ki kağıtlar iki deste, birini geri verdi.

“Bir tane için pazarlık ettim. Siz yanlışlıkla iki tane verdiniz, birini alın.”

“O da sana hediye olsun.”

Kürt şaşırarak Mesrop’ a Kürtçe çok mu zengin olduğumu sordu.

Kürt soyundu, yanımızdaki kadını, Marhatun’ u omuzlarına, bebeği de kucağına alarak büyük bir cesaretle suya girdi. Biz de onu takip ettik ve beş dakikada çayın karşı tarafına kolayca geçtik; su göğsümüze kadar çıkmıştı ama.

Elbiselerimizi giydikten sonra Munzur Çayını vadisiyle baş başa bıraktık ve sağa sola kıvrılan yoldan tırmana tırmana, Munzur’dan 50-60 metre yüksekte kalan küçük bir ovaya çıkıp 25 haneli Tirişmeg köyüne vardık. Geceyi orada geçirecektik.”[16]

Biz ANTRANİK’ in geçtiği geçitten geçmiyoruz. Altından ne aktığını bile fark etmeyecek kadar sevimsiz ve soğuk duran gri renkli beton bir köprünün üzerinden geçerek Tunceli’ye varıyoruz.

CEMAL SÜREYA İÇİN

Burada başka bir bacı-kardeş kavuşmasına şahit oluyoruz.

Kutu Deresi – Pülümür Çayı ile Munzur Çayı Tunceli’ ye girişte sizi karşılar, siz o bacı-kardeşin kavuşmasına şahit olur, coşarsınız.

Ama Munzur Çayı’nı vadi boyunca, Kutu Deresi boyunca, Pülümür’e kadar- Kuzican’a kadar takip ederseniz önce Kırmızı Köprü’ ye sonra da Pülümür’e, Kuzican’ a, orada Cemal Süreya’ya ulaşırsınız, benim karlı bir kış günü ulaşıp gönüllü mahsur kaldığım gibi ve gönüllü olarak şairin heykeli önünde donup kaldığım gibi.

Şair sizi karşılar 75 yıllık sürgün anısı ile dönüp geldiği ve toprağına çöktüğü memleketinde.

“Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

 

Daha ilk kilometrelerde yol sizi içine alır, çay sizi içine çeker. Derin ve daralan, derinleştikçe ve daraldıkça belirsizleşen bir coğrafyaya doğru gidersiniz.

Asıl Dersim’e, Dersim’ in kalbine şimdi giriyor olursunuz.

Rahip KARAKİN de çoktan varmış Dersim’ in kalbine. Dersim coğrafyasını anlatışına bakılırsa o buraya, Dersim’in kalbine Kiğı üzerinden gelmiş olmalı.

“Dersim iki kısma ayrılmış. Birinci kısmını Mınzur dağları oluşturuyor, Dujik[17] denilen de bu kısım. Otlağı, suyu ve çalıları bol, ünlü Ovacık Vadisi burada yer alıyor. İkinci kısım ise Kiğı, Tercan ve Erzincan taraflarına uzanan ve Kuzican’ın[18] yer aldığı esas Dersim. Bazıları Mınzur ve Dujik’ i ayrı ayrı bölgeler niteleyerek Dersim’ i üç bölgeye ayırıyorlar.” [19]

DÜZGÜN BABA’YA - BAVA DUZGİ’YE DOĞRU

Biz esas Dersim’e doğru yönelmiyoruz, Tunceli çıkışından hemen sonra sağa ayrılan tali yola saparak Düzgün Baba yön levhalarını izleyerek ziyaretin olduğu Kıl Köyü’ne doğru gidiyoruz.

Ancak biz yoldan Düzgün Baba Ziyareti’ ne saparken 1900 yılında bir başına bıraktığımız ve Havlor[20]Surp Garabet Manastırı üzerinden Ovacık’ a gitmekte olan ANTRANİK karşılaştığı esas Dersim coğrafyası karşısında korku ile karışık bir hayranlıkla gördüklerini seyahatnamesine şöyle yazıyordu.

“Biz ilerledikçe yolumuz öylesine daralıp belirsizleşiyordu ki, zaman zaman bir patikadaymış gibi yol alıyor, meşe ağaçları etrafımızda bir duvar oluşturup bizi engelliyordu; çok zor ilerliyorduk. Afrika’daki Büyük Sahra nasıl pusulasız geçilmezse, Dersim’ in korku salan dağlarından, dipsiz vadilerinden ve sık ormanlarından da kılavuzsuz, hele yöreyi iyi tanıyan yerli bir Kürt olmadan geçmek imkansızdır. Çölde işe yarayan pusulanın zaten Dersim’ de bir anlamı da yoktu; zira yolunuzu bir kere şaşırdınız mı, artık yönünüz doğru olsa bile gitmek istediğiniz yere ulaşamazdınız. Çünkü o yanlış yollarda karşınıza korkunç uçurumlar, sarp kayalar, yokuşuyla inişiyle dünyada eşi görülmemiş, insan gücünün çaresiz kaldığı aşılmaz engeller çıkacaktır.”[21]

Biz Düzgün Baba tarafına giderken Antranik de Dujik Baba tarafına, Dersim’in en yüksek noktasına, Munzurlar’ ın en yüksek noktasına doğru gidiyordu son ayrıldığımızda.

Kıl Köyü’ne doğru giderken kahverengi levha üzerine yazılı Sinan Köprüsü yazısı ilgimizi çekiyor, ama levha kısa bir süre sonra kayboluyor, köprüyü merak ederek yola devam ediyoruz.

Nihayet vardığımız Kıl Köyü’nden az yukarıda olan ve Düzgün Baba Ziyareti’ ne çıkmadan önce son hazırlıkların yapıldığı, kurbanların kesildiği, cemlerin yapıldığı meydana varıyoruz.

Salgın ve mevsim nedeniyle kimseler yok gibi. Sadece iki aile gelmiş ve kurbanlarını kesiyorlar. Salgın olmaması halinde gidip ailelerle sohbet etmek istiyoruz, ancak bu bizden ziyade aileleri tedirgin edeceği için bundan vaz geçiyoruz.

Son hazırlıklarımızı da yaparak yıllardır hep ertelediğim, bir türlü gelemediğim, her seferinde kendimce bahaneler ürettiğim Düzgün Baba Ziyareti’ ne çıkmak için yola koyuluyoruz.

İlk metrelerden itibaren toprak zeminde başlayan sert yükseliş kısa süre sonra bizi kayalıklara götürüyor ve bundan sonrası hep kayalık olan bir tırmanışa başlıyoruz.

Yol üzerinde su kaynağı olup olmadığını soruyorum Selman’a, var diyor. Yukarıda Haskar Çeşmesi var.

Yanıma yeteri kadar su almış olmama rağmen, kaynak su, kutsal su adına Haskar Çeşmesi’nden içmek istiyorum.

Eğin’deki çıkışlarımıza benzer çok sert bir çıkışla ziyaret yolunda tırmanışa devam ediyoruz.

Henüz Dersim Dağları’nı ve coğrafyayı tepelerden, yükseklerden görebilmiş değiliz.

Haskar Çeşmesi’ ne varmadan büyükçe bir kayanın üzerinden akan suyu görünce kaynağın kurumamış olduğunu düşünüp seviniyorum. Kayanın yanına varınca o su olarak gördüğümün geceden donan su sızıntısının güneşte parlayan buz hali olduğunu anlıyorum.

Haskar Çeşmesi’nin olduğu yere giriyoruz. Her yer kuru. Bir damla bile su yok.

 

Biz Rahip KARAKİN ve ANTRANİK’ ten bir hayli uzaklaştık artık. Haskar’ ı kime soracağız şimdi? Bilinen ve kaynağın köşesine dikilen levhada yazan Haskar’ ın Jele ve Karsini ile birlikte Düzgün Baba’nın yöredeki üç ayrı dağa isimlerini vermiş üç kız kardeşinden biri olduğudur. Tam o arada Gürdal AKSOY bizden söz istiyor ve anlatıyor.

ANAHİTA-XASKAR-HASKAR-ALTUN

“Xaskar[22] adının Ermenice’de “altından yapılma” anlamına gelen ve tanrıça Anahita’nın sıfatı olan oskrhat sözcüğünden ya da aynı sözcükten (oski) türetilmiş benzer bir sıfatın Kırmanckiye uyumlaştırılmış olduğu düşünüldüğünde, bu savın temelsiz olmadığı anlaşılır.

Anahit-Xaskar devamlılığını doğrulayan bir başka inançtan daha söz etmeliyim. Anahita adı, Avesta dilinde olumsuzluk edatı olan an ile lekeli, pis, ayıp kusur demek olan ahita sözcüğünden türetilmiş olup, lekesiz, saf, temiz anlamlarına gelmektedir. Avesta’da geçtiğine göre, o erkeklerin tohumlarını, kadınların ise sütünü arındırarak sağlıklı, iyi nesillere vesile olur.

Duzgi Dağı’nın [23] zirvesine yakın bir yerde, Xaskar’ a atfedilen küçük bir su kaynağının oluşu iki figür arasındaki devamlılık ilişkisini ortaya koyan ipuçlarından yalnızca biridir. Her ne kadar başka yörelerdeki kimi ziyaretlerde de benzer inançlara konu olan su kaynakları olsa da, Xaskar’a atfedilen su kaynağından ancak kalbi temiz, arı, duru, günahsız insanlar içtiklerinde kaynağın kurumadığına inanılıyor olması, onun bu “lekesiz tanrıça”nın bir devamı olduğunu 3gösteriyor olmalıdır.”[24]

Gürdal AKSOY devam ediyor anlatmaya; “Bava Duzgi’ nin tanrı  Mithra’nın (Ermenice Mehr), kız kardeşi Xaskar’ın ise tanrıça Anahita’nın (Ermenice Anahit) dönüşümleri olduklarını belirtiyor.

Kaynağa geldiğimizde suyun olmamasını kalbimizin temiz olmamasına yorduk biz de.

Ama Haskar/Xaskar kelimesinin etimolojik olarak “altından yapılma” olduğunu bilmek Gürdal AKSOY’ u doğruluyor. Zira A-nahita, Anahit ne kadar lekesiz ise, altın da element olarak saf, temiz ve lekesizdir.

Anadolu’da kızlarımıza o nedenle, Anahit kültünün devamı, dönüşümü olmasından dolayı Altın-Altun isimleri verilir.

Anahit adı Ermeniler’ de o yüzden hala yaygındır. 

Anahit inancının izlerinin tamamıyla silinmeden hala Zile-Acısu Köyü merkezli Anşa Bacılılar Alevi Ocağı’nda devam ettiğini söylemek Anadolu kültürlerinin kökenlerini anlamakta bizi biraz da Anadolu içlerine çeker.

MİTHR-MITHRİDATES-MİHR-MEHR-MİHRİCAN-MİHRİBAN-MİHRALİ-MÖHRELİ

Mitra veya Mehr’ in Zerdüşt inanışında her şeyi gören; gerçeğin, sığırların, hasadın ve suyun koruyucusu olduğunu bilmek, onun dilimize de geçen “mihr” güneş anlamına gelen tanrı olduğunu bilmemizi kolaylaştırır.

Sezar’ın Zile’ye kadar gelerek savaştığı ve yendikten sonra o ünlü lakonik sözünü-VENİ-VİDİ-VİCİ- söylediği savaşta karşılaştığı II. Farnakes’ in babası ünlü VI. Mithridates’ dir

Mithridates ise, Japon imparatorlarında olduğu gibi, “güneşin verdiği, güneşin bahşettiği, güneşin oğlu” anlamını taşır.  

O nedenle Anadolu’ da kızlarımıza bir zamanlar Mihrican, Mihriban, Mihrimah isimleri verilirdi. Şimdi artık bu isimler eskiyip demode olduğundan, kızlarımıza ve oğlan çocuklarımıza Mitra-Mehr-Mihr veya Mihrican yerine ortak bir isim, Güneş ismi veriliyor.

O nedenle bir zamanlar Karapapak-Terekeme halklarının kahramanı, idolü Möhreli Bey anısına Kars-Erzurum-Ardahan-Artvin taraflarında doğan oğlan çocuklarına Möhreli -Mihrali Bey – Mehrali adı verilmiştir. Güneştir ortak isim.

Kültür isimlerde dahi olsa yaşıyor neyse ki.

Haskar Çeşmesi’nden yukarılara, ziyaretin olduğu zirveye doğru çıkmaya devam ediyoruz. Taş ve kaya, toprak zemine ulaşmak çok zor.

Nihayet bir boyuna geldiğimizde Dersim’ in o eşsiz dağlık coğrafyası da kendini göstermeye başlıyor.

Uzakta Düzgün Baba Dağı’nın zirvesi bir piramit gibi yükseliyor.

 

Haskar Çeşmesi’nden bakış

Zirveyi gördüğümüz boyundan ilerlemeye devam ediyoruz. Burada ayaklarımız toprağa basıyor. Bulunduğumuz nokta 1800 metreler sayılır. İnsanlar bu noktaya adak kurbanları için kurban kesim yerleri yapmışlar, bunun için ağır ve büyük malzemeleri sırtlarında taşımışlar.

Sırttan zirvenin görünüşü devasa ve kara taşların üst üste konmasıyla oluşturulan doğal bir piramidi andırıyor.

Sırt boyunca ilerlerken yolun her iki yanına sıra halinde dizilmiş taş öbeklerini, üst üste konmuş taştan kuleleri görüyoruz.

Hiçbir şeyin nedensiz olmadığını görüp anlamak sizin seyahatlerinizde ufuk açıcı, yeni bağlantılar bulmanıza, onları yorumlamanıza vesile oluyor.

Yüksek dağ zirvelerine çıkarken dağa tırmananlar tarafından yol üzerine üst üste konan taşlar bir tür yol, rota işaretidir. Kaybolmazsınız, siste yolunuzu bulursunuz.

Yaylalara çıkarken yaylacı konargöçer Yörük – Türkmen obaları yayla yolunda gördükleri, buldukları irili ufaklı taşları daha büyük ve heybetli kayaların üzerine bırakırlar öperek, niyaz ederek.

Su kıtlığı olan bozkırda çobanlar sürülerine su bulabilmek ve buldukları su kaynağını  o sonsuz gibi görünen coğrafyada işaretlemek için buldukları taşları adam boyunca yığarlar, o taş yığını sürü için su kaynağını işaret eder ve çobanlar bu taş yığınına ta Orta Asya’dan getirdikleri bir isim verirler: oyuk.

Zirve yolunda sırt boyunca gördüğümüz taşların da bir anlamı olmalıydı bu topraklarda çok eski zamanlardan beri.

“Tarlalardan topladıkları taşları tarlanın kenarında öbekler halinde biriktirirlerdi çünkü taşların tamamen ortadan kaldırılmasının toprağın gücünü yitirmesine neden olacağına inanırlardı. Harput-Akhorlu Vartan Bey, kurumuş ağacın budağına bir taş bırakıldığında ağacın canlanıp meyvelendiğini söyledi.”[25]

 

Tam kuzey doğuda piramidal Düzgün Baba Dağı Zirvesi-2097 m.

Yakın gibi görünse de daha bir hayli yolumuz var. Acelemiz yok. Dersim Dağları ve göğü öyle güzel görünüyor ki, bunu içimize çekmemiz, bir türkü tutturarak uzaktaki mor dağlara sesimizi iletmemiz gerekiyor.

 Dersim’in  Göğü

 Zirveye yaklaştıkça önümüze ufkumuzu arkada, yanlarda, önde soluk almaksızın kesen mor dağlar açılıyor. Tam kuzey batıdan başlayarak tam kuzey doğuya başları karlı ve dumanlı Munzurların zirvelerini bu açıdan, 360 derece ufki bir açıdan görebilmek, işte tam da bu. Düzgün Baba zirvesini Dersim Dağları, Dersim coğrafyası içinde ayrı kılan belki de bu konumu olsa gerek.

İşte artık dağın zirvesindeyiz. Düzgün Baba Dağı’ nın zirvesi, Dersim Alevileri için kutsal bir yer olan Düzgün Baba Ziyareti’ndeyiz.

Ziyaret varsa, mezar da olmalıdır. Zira “mezar” kelimesi Arapça ziyaretten gelmektedir. 1-Ziyaret yeri (ziyaretgah) 2-Kabir, ölünün gömüldüğü yer

Biz de önce Düzgün Baba’nın mezarını görüyor ve önünde niyaz ediyoruz.

Düzgün Baba Ziyareti- mezar alanı


DÜZGÜN BABA ZİRVESİ-2.097 m

Sonra Selman çıkıyor piramidi andıran dağın zirvesine. Sonra da ben çıkıyorum.

İşte gelmeyene merak, gelene korku salan Dersim Dağları. Çok uzaklarda çok çok uzaklarda neler var, hangi dağlar, hangi güneş görmez vadiler, hangi deli akan çaylar, hangi yavrusunu yitirmiş biçare hayvanlar?

Çıkıp piramidin tepesinden seyrediyoruz.


Dersim Dağları  



Tam da böyle görüyoruz o mor dağları, o yüce dağları, o ulu dağları

Piramittten söz edildiğini duyan İtalyan Dario FO bir hatırlatma yapmak istediğini belirtmek için elini kaldırıyor. Bize akıl dolusu oyunlar hazırlayıp sunan, bize mücadele gücü veren FO söz alıyor:

“Burada Mısır piramitlerinin bütün dünyada olan örnekler gibi, önce sadece birer gövde olduğu kabul edilir. Görevleri ise daha önceden söylediğimiz gibi, alüvyon dönemlerinde ve dıştan gelen bir saldırı olduğu zamanlarda insanları korumak ve sel baskını olduğunda içecek su ihtiyacını sağlamaktır. Gerçekten de Nil Ovası çöl haline gelmeden önce bereketli topraklara sahipti ve bataklıkları vardı. Bizonlar, hipopotamlar ve timsahlarla doluydu. Sadece bu dönemden bin yıl sonra, Mısırlı balıkçılar ve çiftçiler tarafından oluşturulan tümülüsler, firavunlar tarafından tekrardan formları değiştirilerek kullanıldı, genel olarak da sivri piramid formu seçildi (basamaklı piramitler de vardı), bu form aynı zamanda firavunların güçlerinin simgesi idi, bu şekilde Mısır’ın kendi halkının mimari hafızası da silinerek politik bir avantaja sahip oldular. İ.Ö 3500’e doğru bu halk, göçebe hayatı yaşayarak hayvancılıkla uğraşan Avrasya steplerinden gelen savaşçılar tarafından zatp edildi. Bu dönemde gövde piramitleri, iklim değişikliği ve Nil Nehri’nin on metre kadar geri çekilmesiyle birlikte suyla ilgili (hidrik) fonksiyonlarını zaten kaybetmişlerdi; Nehrin suları artık çok ender olarak piramitlerin bulunduğu yere kadar gelebiliyordu.”[26]

Aşağıda köylüler tarafından oluşturulan evler, kaleler yetmeyince, zayıf gelince, güç tanrısal gücün de sembolü olan dağlara çekildi.

Aşağıdaki iki figür arasında en az 2000 yıl olmasına rağmen sembolize ettikleri şey dağlar, dağların yüksek zirveleridir, ulaşılmaz, erişilmez, zapt edilemez oldukları için.

Birisi Hititlerin son kralı II.Şuppililuma, diğeri bir Ermeni din adamı.

Ermenileri hem doğu hem de batıda olmak üzere dağlık bir coğrafyada yaşamış olduklarını düşünürsek, başlarında taşıdıkları dağın Ararat’ ı sembolize ettiğini söyleyebiliriz.

Ama iş Hitit kralına gelince işin içine oldukça mistik ve coğrafya ile iç içe geçen bir inanç girer.

“Hitit toplumu için dağlar birçok anlama sahip olmuştur. Bunların en başında, insanlar için yaşamı düzenleyen tanrıların, gökyüzünde veya dağlarda bulunduğu/yaşadığı düşüncesi gelmektedir. Bryce, Hititlerin ritüellerinde tanrıyı çağırdıkları zaman tapınağın veya ritüel alanının yakınlarında bulunan en yakın dağa geldiğini belirtmektedir. Bu bilgiden tanrıların gökyüzünde yaşadıklarını ve dünya ile iletişime geçecekleri zaman ilk ulaşım noktalarının dağlar olduğunu düşünebiliriz. Dağlar Hititler için sadece tanrıların yaşadığı bir yer olmamıştır. KBo 1.8 numaralı metinde III. Hattušili’nin Šuppiuliuma ile ilgili belirttiği “Büyük Babam Šuppiluliuma dağa ulaştığında” (Haas 1994: 216; Ensert 2006: 86) sözlerinden hareketle, ölen Hitit krallarının da tanrılar gibi dağlarda bulunduğunu/yaşadığını söyleyebiliriz

Ayrıca dağlar yine Mezopotamyalılar tarafından “öte dünyanın eşiği” olarak da görülmüştür. Mezopotamya toplumlarının dini düşüncelerine göre ruhlar, ölüler diyarına dağları geçerek gitmişlerdir. Assur dilinde ölmek için kullanılan terim “dağlara tutunmak/yapışmak” olmuştur. Benzer şekilde Mısır’da ölmek için kullanılan terim yine “dağlara tutunma/yapışma” anlamına gelen “myny” terimi kullanılmıştır (Eliade 2004: 26-28; Eliade 2009: 116, 362, 363). Dağlar, çok tanrılı dinler haricinde, tek tanrılı dinlerde de kutsal bir mekan olmuştur.”[27]

Ermeni din adamı     

II. Şuppililuma
                    

Ancak Düzgün Baba’nın zirvesinden bakınca Dersim coğrafyasını, Dersim Dağlarını kuzey batıdan-kuzey doğuya bir yay gibi kateden Munzur Sıradağları adeta güneşin ışın demetleri gibi bir konum yansıtır.

Güneşin ilk ışıkları ile ilk uyanan 3.462 metre ile Munzurlar’ın en yüksek zirvesi yüce Dujik Dağı- Akbaba Tepesi olur, sonra güneş bütün Munzur zirvelerini ısıtır ve ışıtır.

En batıdaki Ziyaret Tepe üzerinden batınca güneş Dersim’ i artık terk etmiş sayılır.

En yüksek zirve Dujik olsa da bütün zirveleri bir noktadan gören Düzgün Baba-Bava Duzgi zirvesidir.

Çünkü, yukarıda da söz etmiş olduğumuz gibi, tanrı Mithra veya Teşup veya Taru/Taaurus/Toros veya Zeus ya da Jüpiter veya Dersim Aleviliğinde “hızır-tanrı baba” dönüşümü veya iz düşümü olduğunu kabul ettiğimiz Düzgün Baba aşağıda yapmış olduğumuz modellemede her şeyi gören, gerçeğin ve suyun koruyucusu olan tanrısal bir konumdadır.

Yani güneş Dujik Baba’dan doğup Ziyaret Tepe’den batar, ama Düzgün Baba kendini Mithra, mihr, mehr, güneş ile eş tutar ve gördüğü coğrafyaya ışık tutar, hayat verir, onları korur.

Yani güneş söner, ışık zayıflarsa Düzgün Baba düşer. Düzgün Baba düşerse Dersim düşer.

 

Düzgün Baba Zirvesi’nden  (2097 m) Munzurlara bakış modellemesi

ZİRVEDEN İNİŞ 

Zirvede fazla kalmıyoruz. Ancak Dujik Baba zirvesine bakınca Gürdal AKSOY bir hatırlatma daha yapıyor.

“İlkin Dersim’in kutsal mekanlarından Tujik/Tuzik Dağı’nın adının İrani dillerden Ermenice’ye geçmiş olan ve Zerdüşti Ermenilerin bir nevi cehennem çukurunu ifade eden Dzox teriminin (Türkçede tuzak) bir metamorfozu olabileceğini belirtmeliyim.”[28]

Bu etimolojik açıklama Antranik’ in yukarıda Dersim coğrafyasını anlatırken sözünü etmeye çalıştığı “tuzakları” kanıtlamıyor mu?

DÜZGÜN BABA’NIN ALTIN OTU

Dağlardan taş/toprak vb toplama adetim yoktur, her bir taşın bulunduğu noktada kalmasının gerektiğine inanırım. Yukarıda da söz ettik, çünkü her bir taş kendine göre bir şeye hayat verir, bir canlıyı korur, toprağı korur, ağaca dal olur.

Ama topladığımız bir şey vardı, altın otu.

Aklımıza hemen yine Düzgün Baba’nın kız kardeşi XASKAR-ALTIN geliyor. Acaba bu zirvede bu kadar çok altın otu olması Xaskar’dan mı yoksa Xaskar adı altın otundan mı, işte yine sırla dolu bir bilmece?

Selman’la altın otu topladık. Toplamak ve topladıklarımızı Pertek’ e getirmek hiç de zor olmadı, ama onları dönüşte Hattuşa’ya ve İstanbul’ a kadar örselemeden getirmek için çok çaba harcadık.

Selman elinde tuttuğu bir demet altın otu ile bize iniş yönümüzü gösteriyordu.

Ben ise altın otunu hemen bir vazoya koymuştum bile.

 

Selman elindeki bir demet altın otu ile inişi gösteriyor

 Vazoda altın otu

Latince ismi ‘HelichrysumArenarium’ olan Altın otu, altın sarısı renginden dolayı bu adı almıştır. Halk arasında değişik isimlerle de anılır: Altın çiçek, Ölmez Çiçek, Güneş Çiçeği, Arı Çiçeği… Anavatanı Avrupa’dır. Ülkemizde Doğu Anadolu’da yetişir. 17 farklı türü bulunur. Daha çok kayalık alanları seven Altın Otu çokyıllık otsu bir bitkidir.

Göz alıcı güzellikte minik sarıçiçekler açar. Bu yüzden bahçe süslemeciliğinde ve parklarda özel olarak yetiştirilir. Çiçekleri kurutulduktan sonra altın rengini hâlâ koruduğundan çiçekçilik sektörünün en popüler çiçekleri arasında yer alır. Avrupa kökenli bir bitki olmasına rağmen yaygın olarak Anadolu’da da bilinir.

Altın otu bitkisinden; altın otu çayı, altın otu yağı üretilir.

 [1]Türkiye’de Bitkiler İle Tedavi-Prof..Dr.Turhan BAYTOP (s147)

 Aşağıya bakınca çok uzaklarda, çok derinde olduğunu düşündüğümüz, oysa üç saat önce oradan çıkıp geldiğimiz Cemevi ve meydanı görüyoruz. Yukarıdan, bu noktadan aşağılara bakmak bile insana rahat bir inişin olmayacağını hatırlatıyor.

 

Aşağıda bir başına, dağların arasında Düzgün Baba Cem Evi ve adak yeri

Zirveden aşağıya iniyoruz. Biraz dinlenip, bir şeyler yemek istiyoruz.

SUNAK TAŞI – HİLAL ŞEKLİNDE KOÇ BOYNUZLARI – TANRISAL GÜCÜN İFADESİ

Ancak Düzgün Baba’ ya çıkarken vaktimiz olmadığından etraflıca ve dikkatle bakıp inceleyemediğim meydanın tam ortasında duran büyük ve siyah kaya kütlesini daha yakından görünce birden irkilir gibi oluyorum.

Kaya kütlesi yek pare ve üzerindeki oyuk ve girintilerde yüz yıllardır yakılagelen mum ve çıra ateşinin isiyle karalanmış, adeta bir “karataşa” dönmüş.

Belki de bu dev kaya kütlesi, kalbi temiz olmayan birisinin Haskar Çeşmesi’nden su içmeye kalkışması veya çeşmeye zarar vermek istemesi durumunda Haskar gazabı ile yuvarlanmış olan bir kayadır.

Kimin neye inandığını kimse sorgulayamaz.

Ama kaya kütlesinin üzerinde duran çoğu hilal şeklinde yüzlerce koç boynuzu ilk görenlere bu kayanın bir tür “sunak” olduğu izlenimi veriyor.   

İnsanların böyle kutsal bir mekanda koç kurban etmelerinin onların inançlarının bir parçası olduğunu düşünürüz. Ama hilal şeklinde yüzlerce koç boynuzu neden çöpe veya başka bir yere atılarak ber taraf edilmez de adeta bir sunak taşı gibi duran bu ulu kaya kütlesinin üzerine konur?

 

Sunak taşı üzerinde ay şeklinde koç boynuzları

Bir yerde kurban varsa, kurbanlar için bir de sunak taşı vardır. Sunak taşı varsa orada tanrısal bir anlatım vardır.

Dersim Alevileri kestikleri kurbanların hilal şeklindeki boynuzlarını neden atmayıp da sunak taşı üzerinde muhafaza ederler?

Ama önce bizi uyaranlara bir kere daha kulak veriyor ve aslında bu mekanda tanrısal olanın zaten bu ulu kaya kütlesinin kendisi olduğunu okuyoruz.

“Ancak, Ermeniler taşı yabancı bir nesne olarak görmezlerdi; onlar için taş, Toprak Ana’nın yoğunlaşmış haliydi.”[29]

Düzgün Baba’ yı tanrı Mithr – Mitra’nın dönüşümü olarak kabul ettiysek, onun kız kardeşi Xaskar zaten Anahita’nın dönüşümüydü, Anahita / Anahit ise şifa, bilgelik ve su tanrıçasıydı.

O halde kurban edilen koçların hilal şeklindeki boynuzlarının atıldığı sunak aslında Toprak Ana’nın kucağıdır ve kesilen kurbanlar şifa tanrıçası Anahit adına kesiliyordu.

Hilal şeklinde boynuzlara gelince, işte burada Hititler çıkıyor karşımıza.

YİNE Mİ HİTİTLER?

Hattuşa Hitit rölyeflerinde anlatılan figürlerin hangisinin tanrı olduğunu, hangisinin daha büyük tanrı katında olduğunu kafalarında taşıdıkları piramidal biçimli külahlarının üzerinde kıvrımları belli olan boynuzlardan anlıyoruz.

Hitit tanrılarının külahlarındaki boynuzlar öküz boynuzudur.

 

Hattuşu-Yazılıkaya’ da kuzey duvarında ana sahne

Hitit mitolojisinde kutsal olan öküz/boğa motifi Dersim coğrafyasında çengel boynuzlu dağ keçilerine dönüşür.

Yukarıdaki tabloya bakacak olursak Hitit baş tanrısı Göğün Fırtına Tanrısı Teşup sol başta ve sağ omuzunda topuzla iki dağ tanrısının üzerinde durmaktadır.

Başka bir yazımızda Teşup’un elindeki topuzun da Dersim Aleviliğindeki karşılığını tartışacağız.

Teşup’ un üzerine bastığı iki figür kendileri de birer tanrı,Namni ve Hazzi, olan iki dağdır.

Coğrafi olarak bu iki dağın ise birinin Niğde-Orta Toroslarda-Aladağlar’ın zirvesi Demirkazık-Tapala olduğu, diğerinin ise Hattuşa yakınlarında bir dağ-Piskurunuwa olduğu söylenir.

Tapala’nın Demirkazık olduğunu yorumsuz aktarsak da, Hattuşa yakınlarındaki dağın adının Aygar Dağı veya zirvesindeki bir ziyaretten dolayı 1629 metre yüksekliği ile bölgenin en yüksek noktası Nöbeti Baba Dağı olduğunu söyleyebilirim.

Teşup’un solunda ileri doğru fırlamış halde bulunan hayvan ise hiyeroglifte “Teşup’un danası” olarak okunur.

Teşup’un danası animal olarak Dersim’in çengel boynuzlu yaban keçilerine benzemese de söylem olarak Tunceli Belediye Başkanı’nın yaban keçisi avına karşı söylediği ile aynıdır.

Belediye Başkanı Maçaoğlu 07 Aralık 2020 tarihinde yayınladığı basın bülteninde çengel boynuzlu yaban keçisini Hititlerin kutsal, tanrısal boğası gibi, Dersim Aleviliğinin kutsal hayvanı “Hızır’ın Davarı” olarak olumlar.

Hititlerle devam edecek olursak;  Prof. Dr. Stefano DE MARTINO’ nun dediklerine de kulak vermemiz gerekir üstelik konu dağlar ise.

“Hitit tanrıları Yazılıkaya kabartmalarında gördüğümüz gibi insan suretinde tasvir edilirdi. Aksi taktirde hayvan formunda (örneğin boğa suretindeki Fırtına Tanrısı veya taş bir nesneyle (huwaşi) temsil edilmekteydi.”[30]

İşte karşımıza yine taş çıkıyor.

Devam ediyor DE MARTINO “Son olarak Hititler aynı zamanda dağlar (Hitit kralları Arnuwanda, Ammuna ve Tuthaliya dağ isimleri taşıyordu) nehirler ve kaynaklar gibi Anadolu’nun coğrafi unsurlarına da tapmaktaydılar.”[31]

Buraya kadar anlatılanları ve içinde geçen XASKAR-ANAHİTA-YILDIZ-HİLAL ŞEKLİNDE BOYNUZ-BOĞA-DANA isimleri ve kutsallarıyla birlikte özet olarak 1914 Öncesi Ermeni Köy Hayatı kitabında tek bir cümlede okuyabiliyoruz.

“Dersim bölgesinde ise alnında yıldız ya da yarım ay şeklinde bir akıtma olan büyükbaş hayvanlar Vartavar’da pagan tanrıça Anahid’e kurban edilirdi. Bu hayvanların Anahid’e ait olan ve dağlarda yaşayan boğaların yavruları olduğuna inanılırdı.”[32]

Bu gözlemden daha değerli, daha gözlemci, tarihe ve geleneğe daha derinden bakış olabilir mi?

Alacahöyük – Solda kral, önünde sunak, dağın üstünde tanrı boğa

Alacahöyük orthostatlarında yer alan yukarıdaki kabartmalı sahne.T biçimli sunağın önünde duran kral (solda-kıvrık kabzeli kılıçlı) Fırtına Tanrısı’nı simgeleyen boğaya sunuda bulunuyor.

Tam da DE MARTINO’ nun dediği gibi, Hititler için kutsal olan su kaynaklarını, nehirleri düşündüğümüzde Dersim coğrafyası için kutsal olarak görülen Fırat’ı-Dicle’yi-Murat Nehri’ni-Peri Suyu’nu-Munzur Çayı’nı-Pülümür Çayı’nı saymadan geçebilir miyiz?

O halde boğanın boynuzu koçun boynuzu ile özdeş olduğunda ikisinin de aynı zamanda tanrısal bir sunak üzerinde resmedilmesi birbirinden bağımsız iki şey gibi görünmez.

Boynuzlar tanrısallığın işaretidir ve rastgele bir yere atılmaz, ulu kaya parçası ise Toprak Ana’nın yoğunlaşmış halidir ve kırılıp, parçalanmaması için tanrısal nesnelerle korunmalı, bezenmelidir.

Bir yorum daha yaparak bu kısmı bitirelim.

Pagan dönemde ve sonraki Zerdüşti Ermeniler döneminde ve hatta uzak dönem Dersim Aleviliği’ne kadar bu ulu taş üzerine konulan boynuzlar gerçekten de çengel boynuzlu dağ keçilerinin boynuzları mıydı?

Dağ keçilerinin kırımı, tükenmesi hızlanınca Dersim Aleviliğinin Uluları bu hayvanı, çengel boynuzlu dağ keçilerini kutsayarak, onlara kutsal bir varlık sıfatı-Hızır’ın Davarı- yükleyerek hayvanların neslini kurtarmış ve bunu da Alevi öğretisinin içine mi sokmuş oldular?

Bu ulutaş üzerine o zamanlar atılan yaban keçisinin çengel boynuzu artık olmadığına göre, hem yasal olarak hem de töre ve öğreti olarak yasak olduğundan, bu ritüelin devam etmesi adına bu kez hilal biçimli boynuzlu koçların boynuzları atılır oldu ulu siyah taş üzerine.

Düzgün Baba Cemevi meydanında Düzgün Baba hikayesi, söylencesi ile ilgili Muhammedi Kureşyan ocağından söz edilmesi, Gürdal AKSOY’un KUREYŞAN için bir etimoloji çalışma denemesi bu yazımızın konusu değildir.

NURİ-ÇÖMÇE GELİN

Ancak kutsal ulu taşın bir tarafında asılı duran bez bebeği, kuklayı görünce onun için de birşeyler yazmayı uygun buluyoruz. 1914 Öncesi Ermeni Köy Hayatı’ndan aktarıyoruz.

“Bazı yerlerde “Nuri” adı verilen, bezden yapılmış bir kadın kuklası köy içinde gezdirilirdi. Harputlu Hiripsime Hanım, bu geleneğin Hıristiyanlığa uyarlanmış bir türevi olduğu izlenimi uyandıran ritüelden söz etti. Köyün çocukları tahtadan bir haç yapar, üzerine elbiseler giydirir, tepesine renkli bir başlık takıp dışarı çıkarır, “(Yüce/Sevgili) Tanrım, bize çırandan ışık verirsin, ekmek kutusundan ekmek verirsin, ambardan tahıl verirsin; yukarıdan da yağmur ver” diye şarkı söyleyerek sokaklarda yürürlerdi. Ardından, yetişkinler çocuklara hububat taneleri ve ekmek verir, bunun karşılığında Tanrı’nın da kendilerine yağmur vermesini ümit ederlerdi.”[33]

Biz Düzgün Baba Ziyareti’ ne gittiğimizde Dersim Coğrafyası dahil, Anadolu’nun hiçbir yerine yeterince yağmur yağmadığı ve üzerindeki kumaşın oldukça yeni ve parlak olduğuna bakılırsa bu kuklanın da bu siyah ulu kayanın kenarına yeni konulmuş olduğu düşünüldüğünde, adı Nuri veya Çömçe Gelin olsun, hiç fark etmez, kuklanın da yağmur için konmuş olabileceği akla yatkın görülmektedir.

 

Nuri veya Çömçe Gelin Yağmur Kuklası

HİTİT MİTOLOJİSİ- ŞA(W)UŞKA-İŞTAR-İSTAR-SİTARE-YILDIZ-VENÜS

Düzgün Baba Zirvesi’ne çıkarken Mithra’ nın kız kardeşi Anahita’ dan ve onların özdeşleri Düzgün Baba ile onun kız kardeşi Xaskar’ dan ve Haskar Çeşmesi’nden söz etmiştik.

Hititlerin büyük tanrısı, yüce tanrısı, Göğün Fırtına Tanrısı Teşup’un da bir kız kardeşi var, Hitit kaynaklarında ŞAUŞKA, Akad mitolojisinde ise İŞTAR olarak geçer.

Hitit Panteonu Yazılıkaya’ da A Odası’nda 38 no’lu figür olarak anlatılan Teşup’un kız kardeşi Tanrıça ŞAUŞKA’dır.

Yazılıkaya A Odası’nda 38 no’lu figür-Tanrıça ŞAUŞKA

Tanrıça ŞAUŞKA İştar olarak karşımıza çıktığında adının içinde saklı olan ve yıldız anlamına gelen “star-astare-sitare” isimlerini kolaylıkla fark ederiz.

İştar venüs gezegenini temsil ederken, bereket, aşk, savaş tanrıçası olarak geçer.

Eski Yunan’ da Afrodit olarak bildiğimiz İştar, Roma’da karşımıza Venüs olarak çıkar.

Hiç kesinti olmuyor, Mithra yerine Mihrican ve o da demode olduğundan yerine, Güneş geliyorsa, Xaskar yerine Altun geliyorsa, İştar yerine Sitare ve o da demode olduğundan Yıldız adı konuyorsa kız çocuklarına, en az yedi bin yıldır herşey aktarılıyor demektir.

Bizim görevimiz aktarılanları ve bağlantıları bulabilmek ve bulabildiklerimizi paylaşıp koruyabilmektir.

DÜZGÜN BABA’YA VEDA

Bu kadar yazı, bu kadar anlatılanlar bir gezinin, bir dağ tırmanışının asla sıradan bir gezi olmadığındandır.

Hayat da öyle, asla sıradan değil, ne nefes alışımız ne de bir dosta omuz vermemiz.

Kimin neye inandığı değil sorunumuz, kimin neye inandığını bilmesi, ona sahip çıkması ve diğerlerinin de ona saygı duyması, onu yaşatmak için omuz vermesidir.

İnandıklarınızın içinde sırlar saklı olabilir, paylaşmak istemeyebilirsiniz, ama herşey doğanın kendi kurduğu evrensel yasaların içindedir. Çözemediklerimiz kendimizle başlar.

Düzgün Baba’ya veda ediyor ve geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz.

Biz ziyaretten döndüğümüzde kurban kesen aile de gitmişti ve meydan bomboş kalmıştı.

Biz gitmeye hazırlanırken bir araçla üç genç geldi. Genç hanımların ayaklarında topuklu botlar vardı, sizin için zor olur, dedik. Ama kayalıklara doğru patikadan yükselmeye başladılar.

Hayat da öyle, yükselmek için değil, varmak için yürümek gerekiyor.

Geldiğimiz yoldan dönerken Tunceli il merkezine giriyoruz. Selman köyüne akrabalarına uğrayacak, onlar için pastaneden ikramlık birşeyler alıyor.

Selman ikramlıklarını aldıktan sonra eski adı PAŞAWANK, şimdiki adı PINARLAR olan, bir zamanların nahiye merkezi Selman’ın köyüne varıyoruz.

Selman akrabalarına gitmeden önce yakın zamanlarda kaybettiği babası Mustafa ve amcası Turabi’ nin yan yana mermerden birer kapalı kutu gibi duran mezarlarını ziyaret ediyor.

GARİBİN MEZARINDAKİ TANRISALLIK

Mezarlıklar ve mezar taşları hep ilgimi çeker. Mezar taşlarında yazılanlar, yatanların isimleri, soy isimleri, meslekleri, bazen kısa hayat hikayeleri, bazen sır dolu bir söz hep dikkatimi çeker.

Selman babası ve amcasının mermerden kapalı birer kutu gibi duran mezar taşlarını yıkamak için çeşmeden su doldurup getirirken ben de mezar taşlarına bakıyorum.

Yapısı ve formu bakımından mezarlıktaki diğer mezar taşlarından farklı olduğu hemen anlaşılan bir mezar taşı dikkatimi çekiyor.

Eski balbal taşlarının zihinde bıraktığı izlerden çizgiler taşıyan mezar taşı form olarak bir insan formuna benziyor.

Kazıma ile yazılan harflerin mavi yağlı boya ile boyalı, boyanın zamanla solmuş veya kavlayıp düşmüş olduğundan yazının tamamının net olarak okunamadığı bu mezar taşının kitabesini okuyunca hayatın ne olduğunu, ne olmadığını anlatan bir tokat yiyorum suratıma.

 

Pınarlar Köyü mezarlığında tokat gibi duran mezar taşı

 Mezar taşını, yani Kitabe-i Seng-i Mezar, yani mezar taşının kitabesini okuyorum.

J. ER

KAYA OĞLU

HASRET

ÇANKAYA

POSOF ÖZ

BAŞI KÖYÜ

RUHUNA FATİHA

12.O3. 1966

Selman’ a soruyorum, bu mezar kimin diye. Ama önce hemen haritada Posof-Özbaşı Köyü’nü buluyorum, aslında o da bir “agn-eğin-öz-kaynak-göze” olmuyor mu Kura Nehri’ne karışan?

Selman anlatıyor:

-Bu çocuk burada karakolda askerliğini yaparken arkadaşları ile yüzmek için aşağıda dereye gidiyorlar, suda boğulup ölüyor.

-Eee, neden buraya defnedildi?

-Valla ben doğmadan olmuş bu olay, ama söylenenlere göre memleketine haber salmışlar, ama kimse gelip giden ve cenazeye sahip çıkan olmamış, buraya defnetmişler.

İşte bunca yazdıklarımızın boşa gittiğini gösteren bir Yunus Emre deyişi:

Bir garip ölmüş diyeler
üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin

Bu garip adam hiç olmazsa kendine bir mezar yeri bulmuş ve 1966 yılında yapılmış olmasına rağmen mezarlıktaki en sağlam ve ayakta duran bir mezar taşı var.

Benim asıl belimi büken şey, mezar taşındaki ikinci satır

KAYA OĞLU

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’ in Han Duvarları şiirinde hanın duvarlarında adı geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış geliyor gözümün önüne.

Garibim namıma Kerem diyorlar    

Aslı'mı el almış haram diyorlar    

Hastayım derdime verem diyorlar    

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"    

İşte budur katlime sebep, der ya şair. İşte budur bu garibin bu yad ellerde sahipsiz kalarak Pınarlar Köyü mezarlığına defnedilmesinin sebebi.

Bilenler bilir belki bilmeyenler için yazayım. Yakın zamana kadar babası belli olmayan çocukların nüfus cüzdanına babası hanesine “KAYA”, annesi belli olmayan çocukların nüfus cüzdanının annesi hanesine ise “YILDIZ” adı yazılırdı.

Benim tanıdığım çevrede baba adı KAYA olan kaç kişi var, sayılarını tam bilemiyorum.

İşte bu garibin mezarının burada olmasının sırrı budur, babası belli değildir, yoktur.

Demek ki köyünde bu çocuğa sahip çıkacak kimsesi yoktu.

Anne ise daha ilk dakikada pes etmiş gibi sanki oğlunun adını HASRET koyarak, belli ki oğluna hasret kalacak, onu bir daha göremeyecek.

Gayri meşru veya tecavüz veya başka bir nedenden dolayı babası belli olmadığı için nüfus cüzdanına baba hanesine KAYA yazılmış olan HASRET’ in annesi de çaresizdi belki de. Belki de doğumu yaptıktan sonra öldü ve bırakıp gitti bir yerlere.

Bu uygulama artık yok, ama aslında fark eden ne var ki, her şey sadece kağıt üzerinde.

Bu uygulama sürerken devletin böyle durumdaki çocukların baba adı olarak KAYA adını nereden bulduğu, neye dayandığı aslında bir tez konusu olacak kadar araştırılması gereken bir konudur.

Zira yukarıda anlattık KAYA’ nın ne olduğunu, Toprak Ana’nın yoğunlaşmış bir halinden başka bir şey olmadığını, Hititlerde ise tanrıların taş/kaya gibi bir nesne ile temsil edildiğini.

Yani KAYA kelimesi bilinen anlamından bağımsız olarak tanrısal bir anlam ile ifade edecek olursak, dağlara hükmetmesi, dağ tanrılarının üzerinde durmasına bakarak, sivri külahına bakarsak kendisi de başında bir dağ taşıyan TEŞUP için söylenebilecek bir kavram;

YILDIZ ise Teşup’ un kız kardeşi ŞAUŞKA’ nın Babil-Asur karşılığında karşımıza aşk ve bereket tanrıçası İŞTAR, sonraki uygarlıklarda Afrodit ve Venüs olarak çıkan ve bir zamanlar kızlarımıza isim olan SİTARE’ nin yeni Türkçe karşılığı YILDIZ’ dan başka bir şey değildi.

Bu uygulamanın yapıldığı yıllarda devletin bu iki tanrısal isimden, KAYA ve İŞTAR haberi var mıydı ve bilinçli bir seçim miydi acaba?

Kim bilir belki de devlet bu tanrısal anne ve baba isimlerini vererek bu durumda olan çocukları hayatlarında bir kez olsun sevindirmek istemiştir, ama çocukların bundan haberi olmadan ve bunu bilenler tarafından ise ömür boyu aşağılanarak, öldüklerinde ise kimsesizler mezarlığına defnedilerek, yad ellerin mezarlıklarını mesken tutarak.

Pertek’ e doğru yola çıkıyoruz.

Selman’a bir istek parça söylüyorum. Mademki Dersim coğrafyasındayız.

HOZATLI AHMET YURT DEDE yorumu ile Anadolu’nun Kayıp Şarkıları kaydından

Kul Hasan Üstadın bir deyişi,

EŞREFOĞLU AL HABERİ

Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz gül bizdedir
Biz de Mevla'nın kuluyuz
Yetmiş iki dil bizdedir

Erlik midir eri yormak
Irak yoldan haber sormak
Cennetteki on dört ırmak
Coşkun akan sel bizdedir

Adem vardır ismi semiz
Alır abdest olmaz temiz
Halkı tan eylemek nemiz
Cümle küstahlık bizdedir

Arı vardır uçup gezer
Teni tenden seçip gezer
Canı bizden kaçıp gezer
Arı biziz bal bizdedir

Kimi sofu kimi hacı
Cümlemiz Hakk'a duacı
Resulüekrem'in tacı
Aba hırka şal bizdedir

Biz erenler gerçeyiğiz
Has bahçenin çiçeğiyiz
Hacı Bektaş köçeğiyiz
Edeb erkan yol bizdedir

Kuldur Hasan Dede'm kuldur
Manayı söyleyen dildir
Elif Hakk'a doğru yoldur
Cim ararsan dal bizdedir

Kul Hasan’ın “Eşrefoğlu” diye seslendiği kimse aslında “eşref-i mahlukat” diye bilinen, en şerefli yaratık, insandır.

PAŞAWANK KÖYÜ – PINARLAR

Rahip KARAKİN bugün daha yolun başında bize PAŞAWANK Köyü’nü anlatmıştı, bizim köyü yeniden anlatmamıza gerek yok.

Selman’la önce amcasının oğlunun evlerine gidiyoruz.

Sobalar yanmış.

Sohbet devam ederken sobada kaynayan çaylar dolduruluyor bardaklara.

Derken yoğurt geliyor.

Derken zerefet.

Nedir bu zerefet, derseniz, Mehmet BİLGÜN anlatır size.

“Zerefet (düğün yemeği)

Avluda veya bahçede büyük ocaklarda yakılan ateşlerde yahut fırında gömme pişirilmiş, becerikli erkek komşuların ufalayıp teştlere hazırlamış olduğu zerefet, misafirleri beklemektedir. Yirmişer otuzar kişilik gruplar halinde yemeğe alınırlar.”[34]

Zerefet gelince ben bütün her şeyi bırakıp zerefet yiyorum, hatta evden ayrılırken yanıma da birkaç parça alıyorum.

Selman’ ın daha uğrayacağı yer var, babasının kuzeni.

Onlara da uğruyoruz, bıraksan bu yazdıklarımdan daha uzun süren bir sohbete dalacağız.

Yorgunuz, ama huzurluyuz, Dersim Dağları’nın vermiş olduğu huzurla doluyuz, bir de sularında yıkanabilseydik.

Yarın başka ve sert bir çıkış daha var, başka bir ziyaret, ÇAR KAPI ziyareti.

Pertek’ e dönmek ve erken yatmak zorundayız.

Pertek’ e dönüyoruz. Onca yediklerimizden sonra akşam yemeğine gerek duymadan sohbet ediyoruz. Daha doğrusu ben Selman’ın annesi ve ablası Sultan ile yaptığı sohbeti dinliyorum. Arada bilmediğim kelimeleri kaçırmak istemesem de Selman’ın adı DİLİF olan annesine “Melek” diye hitap etmesini de bugün bütün gün yolumuza çıkan, bizi gözeten, bizi yoklayan tanrısal varlıklara mı bağlamalıyım, tesadüf mü?

Belki de son sözü Kul Hasan söylemiştir yüz yılların ötesinden. Duy insanoğlu, der, biz de mevlanın kuluyuz, yetmiş iki dil bizdedir.

Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz gül bizdedir
Biz de Mevla'nın kuluyuz
Yetmiş iki dil bizdedir

SON SÖZ YERİNE

Bütün gün dağ başında, yolda, kayaların arasında, göğe bakarken, altın otu toplarken, ufka dalmışken, bu muhteşem ve ürkütücü coğrafyada bizim hep bir başımıza olduğumuzu mu düşündünüz?

Bunun böyle olmadığını bizim adımıza DARIO FO anlatıyor.

“-Buna rağmen nasıl oldu da siz burada yüzyıllarca özgür kalabildiniz?

-Çünkü bir toprağı almakla ona sahip olmak farklı şeylerdir. Mesela siz, bu muhteşem doğanın her tarafını karış karış dolaştınız ve dolaşırken hiç kimse tarafından görülmediğinizi düşündünüz.

-Evet, tabi ki, çünkü kendimizi çok iyi kamufle ettik.

-Aslında düşündüğünüz gibi değil, silin kafanızdan bu düşünceyi. Sizden çok uzakta olduğumuz halde, sizin varlığınızdan haberdardık hem de mangrovlara ilk girdiğiniz andan itibaren.

-Nasıl yani?

-Çünkü bizim topraklarımızda, kuşlardan, eşek arılarına ve yusufçuklara kadar her şey, bizi olan bitenden haberdar eder.”[35]

İşte yazının başında Pir Sultan Abdal’ dan aktardığımız o deyişte geçen “haberim duyarsın peyiklerinen” dizesinin vermek istediği sır bu olsa gerek.

Birisi Anadolu diğeri Kuzey Amerika, insan ve kültür hep güzel olanı yaratıyor.

Hiçbir şey yok olmuyor, hiçbir bağlantı kopmuyor, önemli olan o bağlantılar için uygun halkadan birini bulmak ve o halkaya ulanmak.

Muhabbetle,

 

(devam edecek)

ÇAR KAPI ZİYARETİ

 

MERAKLISINA ÖZET İSİMLER MATRİSİ

KÖKENİ

SIFATI

ADI

TÜRKÇE

KARŞILIĞI

KIZ ADI ESKİ

KIZ ADI YENİ

OĞLAN ADI ESKİ

OĞLAN ADI YENİ

HİTİT

Hititlerde Göğün Fırtına

Tanrısı

Teşup

Fatih

 

 

 

 

HİTİT

Hititlerde Göğün Fırtına

Tanrısı

Hepat

Toprağın Anası

 

 

 

 

ZERDÜŞT

Suların

Suların, Bereketin Tanrıçası,

Mıthra’nın Kız Kardeşi

Anahita

Lekesiz

Ümmü

Aslı (Berfin)

Kudret

 

ZERDÜŞT

Güneş Tanrısı

Mithra

Güneş

Mihrican

Mihriban, Mihrimah

Güneş

Işık

Möhreli

Mihrali

Güneş

Işık

HİTİT

Suların,

Bereketin,

Aşkın Tanrıçası/

Teşup’un

Kız Kardeşi

Şauşka/İştar

Yıldız

Sitare

Yıldız

 

 

ZERDÜŞT

Altından Olma, Düzgün Babanın Kız Kardeşi

Xaskar/

 

Haskar

Altın

Altın/Altun

 

 

 

HİTİT

Boğa

Taru/Taurus

Boğa

 

 

Boğaç

Boğaç

HİTİT

Teşup’un Danası

 

Dana

Tosun-Donbay (Soyadı Olarak)

 

Tosun

 

DERSİM

ALEVİLİĞİ

Hızır’ın Davarı

 

Yaban Keçisi

 

 

 

 

DERSİM

ALEVİLİĞİ

Doğruluj

Düzgün Baba

 

 

 

Düzgün

 

HATTİ

Geyik

 

Geyik

Meral

Ceylan

 

 

TÜREYİŞ  DESTANLARI

 

 

Giği, Elik, Geyik

İlik (Soyadı Olarak)

 

Karaca

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


[1] Alevi-Bektaşi cemlerindeki 12 hizmetten birisi de “peykçilik-davetçi-haberci” olup; peykçi-davetçi bütün canlara cem yapılacağını haber verir ve onları ceme katılmaları için davet eder. Bu 12 hizmetin her birinin bir hizmet sahibi ulu ereni vardır. Bu hizmetin sahibi Cebrail’dir. (Yazarın notu)

 

[2] DERSİM SEYAHATNAME-ANTRANİK-Aras Yayıncılık-Çeviren: PAYLİNE TOMASYAN

[3] Ermenice Perteg/Pertag, Kalecik, demektir. Ankara ilçesi Kalecik ile aynıdır, orada da küçük bir kale bulunur. (yn)

[4] Pertek Kalesi bugün Keban Baraj Gölü içinde bir ada şeklinde kalmıştır. (yn)

[5] Bugünkü Akpazar (yn)

[6] Murat Nehri (yn)

[7] PALU-HARPUT 1878 II. CİLT/RAPORLAR-V.BARDİZAKTSİ-B.NATANYAN-K.SIRVANTSDYANTS-ÇEVİRENLER:SİRVAART MALHASYAN-ARSEN YARMAN

[8] Burası, bu köy Selman’ın doğduğu köy, şimdiki adı Pınarlar. (yn)

[9] V.BARDİZAKTSİ-B.NATANYAN-K.SIRVANTSDYANTS

[10] Bugünkü Çalıözü Köyü (yn)

[11] Munzur Çayı (yn)

[12] V.BARDİZAKTSİ-B.NATANYAN-K.SIRVANTSDYANTS

[13] Kitapta geçud, diye söz ediliyor ve ne Ermenice ne de Kürtçe değil, Türkçe yazılıyor. (yn)

[14]Aktuluk Köyü (yn)

[15] Munzur Çayı’ nın yukarı çığırında yöreye özgü kırmızı benekli endemik alabalık. (yn)

[16] ANTRANİK

[17] 3462 m yüksekliğinde Munzurların en yüksek zirvesi- haritalarda Akbaba Tepesi (yn)

[18] Pülümür (yn)

[19] V.BARDİZAKTSİ-B.NATANYAN-K.SIRVANTSDYANTS

[20] Bugünkü Karşılar Köyü

[21] ANTRANİK

[22] Okunuş olarak yazımızda ve yöre Alevi kültüründe Haskar

[23] Burada Düzgün Baba Dağı

[24] DERSİM ALAVİLİK, ERMENİLİK, KÜRTLÜK-GÜRDAL AKSOY-İLETİŞİM YAYINLARI

[25] 1914 ÖNCESİ ERMENİ KÖY HAYATI-MARY KILBOURNE MATOSSIAN-SUSIE HOOGASIAN VILLA-ARAS YAYINCILIK-Çeviri: Altuğ YILMAZ

[26] Amerika’nın Yasak Hikayesi-DarioFo-Habitus Yayıncılık-Çeviri: Dilek SİLAHTAROĞLU

[27] Hititlerde Yerleşim Yeri-Kutsal Dağ İlişkisi Üzerine Bir Mesafe Önerisi- Prof. Dr. Hasan Bahar- Murat Turgut-Okt. Bora Küçük Selçuk

 

[28] AKSOY

[29] MARY KILBOURNE MATOSSIAN-SUSIE HOOGASIAN VILLA

[30] HİTİTLER BİR ANADOLU İMPARATORLUĞU-HAZIRLAYANLAR: MELTEM DOĞAN ALPARSLAN-METİN ALPARSLAN – DİN VE MİTOLOJİ- STEFANO DE MARTINO-YKB YAYINLARI

[31] DE MARTINO

[32] MARY KILBOURNE MATOSSIAN-SUSIE HOOGASIAN VILLA

[33]MARY KILBOURNE MATOSSIAN-SUSIE HOOGASIAN VILLA

[34] PERTEKLİ-Mehmet BİLGİN-Basımser Ofset

[35] DARIO FO


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder