22 Aralık 2021 Çarşamba

ÇONGAR-ÇONKER-CONKER-CÖNGER / TAT-DAD-DADYAN-TATLAR-TATLI

Türki dillerdeki sessiz harfler batıya doğru gittikçe sertleşir.

Gardaş-kardeş olur, megdep-mektep

YENİ GELEN’e [1] bir ziyaretin anısını yazan Dostumuz Yılmaz ÇONGAR “Bizim dedelerimiz Kırım’dan göç etmiş, Çongar sözcüğü Kırım’da bir boyun, bir kabilenin adıymış,”[2] der ve soyadının “Dünyada dört beş kişide” olduğunu söyler.

Çongar’ın kelime anlamı için bize ipuçları vermez.

Çongar adı Mustafa Kemal’in Selanik’ten başlayarak ölümüne kadar hep en yakınında yer alan Nuri CONKER’ e soy isim olduğunda da aynı değişimi, sert sessiz değişimini görürüz.

Nuri CONKER soyadını Çanakkale Muharebeleri’ nden, Conkbayırı’ ndan alır.

Conk kelimesi ise tek başına hepimizin lise edebiyat derslerinden bildiği “Cönk” ile bağlantılı mıdır?

Öyle ise, işimiz kolay.

Zira cönk kelimesi bizi hem cönger/cönker kelimesine hem de Çonker/Çongar/Çonkar kelimesine götürür.

Babam, şimdi Kırıkkale ili (daha önce Ankara iline bağlıydı) Delice ilçesine bağlı “Çongar” Köyü’nden söz ederken asla Çongar demezdi, diyemezdi. Çongar kelimesi onun ve köylülerin ve bütün yörenin ağzından “Conker veya Cönger” olarak çıkardı.

Aynı isimle, Çongar, başka bir köy ise bugün Sivas merkez ilçeye bağlı olarak çıkar karşımıza.

…/…

Cöng/k-er ise cönk söyleyen, cönk yazan olarak karşımıza çıkmasa da buna benzer bir kelimeden yapılma köy isimleri ta Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar bozulmadan gelebilmiştir: BAKSİ

Kimi yerde BAHŞI veya BAHŞILI, kimi yerde BAKSİ[3], kimi yerde BAHŞI OYMAYI ve BAHŞILAR olarak beş farklı BAKSİ köyü çıkar karşımıza. Köy adlarındaki BAHŞI aslında BAKSİ olup, bugün Bayburt merkez ilçeye bağlı BAYRAKTAR Köyü’nün eski adıdır.

BAKSİ kelimesi ise, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da farklı anlamlarda kullanılsa da; bilgin, öğretmen, saz şairi, aşık, hekim, büyücü, bilici demektir.

 …/…

Kırım Türklerinin türkülerinin melodi zenginliğini belki daha yeni keşfediyor Türkiye’deki müzik kurumları ve müzisyenler, ancak milliyetçi yaklaşımla bakabiliyorlar ve ne yazık ki kısır bir çerçeveden dışarı çıkaramıyorlar.

Hepimizin bildiği türkü formundaki “Gemilerde talim var” şarkısı askerliğini bahriyeli olarak yapan Recep’in Giresun’a gidişi için yakılmıştır ve oyun havasında söylenir.

Benzer konu ile işlenen Kırım Türküsü ise Aliye YAKUBOVA’nın sesinde “Ereceb” için bir ağıttır.

Cöng/k-er ile Baksi aynı şeyleri söyler ve gelip Anadolu’da köy adı ve ailelere soyadı olur.

TAT-DAD-DADYAN-TATLAR-TATLI

Yılmaz ÇONGAR Dostumuz, yukarıdaki konuşmasının devamında ise şunları söyler: “Diğer bir boyun adı da Tat’mış. Çongarlar orta boylu, geniş omuzlu, tıknaz olurlarmış, gözleri Çinliler gibi çekik olurmuş, Tatlar onlara benzemezmiş, uzun boylu ince yapılı olur, gözleri de çekik olmazmış. Bunları çocuklarıma, torunlarıma da anlattım, yazıldığı kitabın sayfasını da gösterdim, hatta torunum ‘Dede biz o zaman Tat’ız’ demişti, onu onaylamıştım.” [4]

Dostumuz burada TATLAR için de sadece fizyonomik bir tarif yapmaya çalışır.

Araplar İslamiyeti kabul ettikten sonra İslamı farklı algılayan, kendilerine benzemeyen, kendilerinden olmayan Farsilere karşı hep farklı bir tanım geliştirdi: Ajem/Acem

Biz de “Yeni” anlamına gelecek şekilde Farsilere Acem, dedik. Acem ellerinden, dedi ozanlarımız. Acem kuşağını şiirine aldı Ahmed Arif. Memedimiz en çok acemi ocaklarında dayak yedi.

Elen ve Latin halklar kendilerinden olmayan ve anlaşılmaz bir dil konuşan halklara “Barbar” dediler.

İslamiyetle birlikte Karahanlılar da Uygurlar için benzer bir tanım geliştirdi: Tat

“Uygurlar Kara Hanlı Türkleri’ne ve bütün Müslümanlara “Çomak” yahut “Çomak Eri” adını vermekte, Kara Hanlı Türkleri de Uygurlar’a Tat demekte idiler. Uygurlar için Tat sözünün kullanılması, bu sözün daha önce oradaki yerli halka verilmiş olması ile ilgili olabilir. Mamafih bunun din ayrılığı yüzünden doğrudan doğruya Uygurlar’a verilmiş olması da herhalde, imkansız değildir.”[5]

Faruk SÜMER Hoca Kaşgarlı’dan bir deyiş alır yazısına:

“Keldi mana Tat (Uygur)

Kuşka bulur et

Seni tiler Us böri

 

Başka bir dörtlük;

“Beçkem urup atlaka

Uygur’daki Tatlaka

Oğrı yavuz ıtlaka

Kuşlar kibi uçtımız 

…/…

Anadolu’da bugün içinde “Tat” geçen köylerin sayısı otuzdan fazladır.

Sorduğunuz zaman o köyde yaşayan insanların sevimli, tatlı, hoş sohbet olduklarını söylerler.

Çorum ili, Sungurlu ilçesi Tat-lı Köyü babamın annesinin köyüdür, ama kimse kendilerinin Tat olduğunu ne bilir ne de anlar.

Yakın köy Tirkeş’ deki yaşlıları görürseniz şaşkına döner ve bir an Uygur’a geldiğinizi sanırsınız.

Tat-lar Anadolu içlerinde yapayalnız kaldıklarında muhtemelen aşağılanıp horlandılar, belki kırıma da uğradılar. Kırımdan kaçıp korunmak için olsa gerek Kapadokya bölgesinde inlere sığındılar.

Sığındıkları yerlere komşu köylüler bir isim verdiler: TATLARIN İNİ

Yani Kapadokya’daki kaya inlerine hep ilk Hıristiyanların sığındıklarını biliriz ya, Tat-lar da sığındılar.

…/…

15. Yüzyılda Sivas’tan Eğin’e, bugünkü adı Toybelen olan, Gemirgap Köyü’ne, göç eden Ermeni DADYAN AİLESİ “Barutçubaşı” ve “Amira” olarak 17. Yüzyıldan itibaren yıkılışa kadar Osmanlı ile çok yakın ilişkide bulunmuş ve halen ayakta olan güçlü bir ailedir.

Bu gücün nedeni, Dad-yan / Tat-yan olmalarıyla ilgili midir acaba?

“Mingrelyalı[6] prenslerinin hepsinin soyadı “DADYAN’dı”. “Dad” (“Tat”) adaletin başı anlamına gelen İran kökenli bir kelimedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki barutçubaşı Dadyan Amira sülalesi bu kökenden gelmektedir.”[7]   

…/…

Ruslar kendi doğularında bulunan, yaşayan bütün Türk soylu milletlere genel bir ifade olarak “ Tatar” diyordu.

Tatlarin Yol Levhası


Tatlar’ın sığındıkları in

Nevşehir-Acıgöl ilçesine bağlı belde olan Tatlarin, aslı Tatlar İni veya Tatların İni



[1] YENİ GELEN DERGİ-ARALIK 2021 SAYISI

[2] YILMAZ ÇONGAR-ANI DEFTERİMDEN YAKIN TARİHLİ BİR YAPRAK

[3] Hüsamettin KOÇAN’ın 2014 AP Müzecilik ödülü alan Baksi Köy Müzesi, Bayburt-Bayraktar Köyü

[4] YILMAZ ÇONGAR, AGE

[5] FARUK SÜMER-ESKİ TÜRKLERDE ŞEHİRCİLİK-TÜRK TARİH KURUMU YAYINLARI

[6] Bugünklü Gürcistan’da Megrelya-yn

[7] ARSEN YARMAN-PALU-HARPURT 1878- I.CİLT / ADALET ARAYIŞI-DERLEM YAYINLARI

  




13 Aralık 2021 Pazartesi

VAKTİZAMANINDA

Vaktizamanında “Vakitler” de belliydi “Zaman da” vardı her şeye.

Irgatlık vaktiydi, ama gökte yıldızları seyretmeye de zaman vardı.

Harman vaktiydi, ama köyün davar sürüsünü gedikten aşırıp getiren Satılmış’ın kavalını dinlemeye de zaman vardı.

YÜZBAŞI FAZIL BEY’İN ZAMANI

Harp vaktiydi, ama Hava Pilot Yüzbaşı Fazıl Bey’in Fransızca Temps Gazetesi okumaya zamanı vardı.

“Yunanlıların yirmi bir uçağı vardı. Bizim bir uçağımız vardı, onun da benzini eksik, makinesi bozuk. O günlerdeki Türk havacılarının cesaretini anlatacak güçte değilim. Onların sadece getirdikleri haberler değil, Yunan uçaklarına ve ulaşım kanallarına yaptıkları saldırılar da son derece önemliydi. Bunların arasında, dünyanın muhayyilesini şaşırtacak bir tanesi Yüzbaşı Fazıl’dı. Bir havacıyla Fazıl’a ne gönderelim diye sorduğum zaman ‘Fransızca Temps gazetesini yollayın, Fazıl yalnız onu istiyor’ demişti. Fazıl’a Temps gazetesini yolladık.”[1]     

MISIR’DA VAKİT

“Nitekim bilinen en eski güneş saati, sonraki örneklerinden çok farklı olmakla birlikte, MÖ 1500 yıllarında III. Tutmosis  zamanında yapılan bir Mısır saati olup halen Berlin Müzesi’nde sergilenmektedir.”[2]

Mısır ile Hitit’in savaş vaktiydi, ama III. Tutmosis’in Karnak Tapınağı’nın önüne diktirdiği gölgeyi tam vermesi için tepe noktası düzgün prizma olarak yaptırılmayan dikilitaş aynı zamanda güneş saati olarak da çalışıyor ve Mısırlılar tapınağa kadar gidecek zaman buluyor ve saati öğreniyordu

 

Tepe Noktası Düzgün Prizma Olmayan III. Tutmosis Dikilitaşı- Sultan Ahmet Meydanı

ATMEYDANI’NDA ZAMAN

III. Tutmosis Dikilitaş’ı MS 390 yılında Konstantinapol’e getirilip dikilir.

Harp vaktiydi, Kırım Harbi, 1854-56 yılları, kimsenin, Osmanlı ahalisinden kimsenin o zamanki adıyla At Meydanı’na gidip dikilitaşları görmeye zamanı yoktu.

Ama Osmanlı müttefiki İngilizlerin ordusunda bulunan mühendis subaylar meydana bugünkü görünümünü verecek çalışmayı yürütme zamanı buluyordu.

CAMİLERİMİZİN GÜNEŞ SAATLERİ

Vaktizamanında saat henüz icat olunmamış veya Osmanlı’ya gelmemişti. Ama Payitahttaki büyük ve önemli camilerin hepsinin duvarında, uygun yerinde, bazılarında iki adet olmak üzere, çalışan birer güneş saati vardı.

Lakin okuma yazması olmayan halkımız güneş saatindeki rakamları ve saati okuyamadığı için zamanını yine ezan vaktine göre ayarlardı.

Şimdi ise doğru çalışması bir yana, çalışan bir güneş saati bulmak bile imkansız neredeyse.

 

Erzurum Şeyhler Camisi Güneş Saati

Üsküdar Mihrimah Sultan Camisi  Çalışan Güneş Saati

MUVAKKİTHANLERDE ZAMAN

Vaktizamanında muvakkithaneler ve muvakkitler vardı payitahtın dört bir yanında.

Şimdi ne muvakkitler kaldı ne de muvakkithaneler. Şurası “Vaktiyle muvakkithaneymiş” deseler, orasının muvakkithane olduğunu gösteren ne bir levha ne de bir tarih var.

Muvakkitleri ve muvakkithanelerin nerelerde olduğunu merak etmeyen okur Ahmet Hamdi TANPINAR’ın o kült eseri SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ romanını okumaya zaman ayırabilir mi, ayırsa da ne olur?

Muvakkithanelerde hayli zamandır en güzel vakti belki de bir zaman sevdalısı, saat sevdalısı Şule GÜRBÜZ Hanım geçiriyor olsa gerek.

Ayasofya Muvakkithanesi

ÇAN SAATİ Mİ SAAT KULESİ Mİ? 

Vaktiyle saat icat oldu. Ama önce sarayların köşklerin duvarlarını süsledi. Saatin kent meydanlarına inmesiyle batı dillerinden tercüme edilmiş haliyle kent meydanlarını “Saat kuleleri” doldurmaya başladı.

19. yüzyılın sonlarına doğru saat kuleleri neredeyse devlet / padişah emriyle zorla yapılır hale geldi.

Bu emirlerde İtalyan saat kulesi yapımcılarının rolü ne kadardır bilinmez.

Vaktizamanında Anadolu’nun hemen her vilayetinde mevcut olan kiliseler ve bu kiliselerden duyulan çan sesleri halkın kulağına aşınaydı. Kiliselerden farklı olarak saat kulelerinden de benzer çan sesleri gelmeye başlayınca halkımız batı dillerinden tercüme edilen “Saat kulesi” lafı yerine kendi kelimesini buldu hemen “Çan saati.”

II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25.yılına yetiştirilme gayreti içinde birbiri ardına yapılan çan saatlerinden biri olan Yozgat Saat Kulesi henüz vakti göstermeye başlamamış, çan saati henüz çan vurmaya başlamamıştı.

Hamal Kör Musa’nın zamanı boldu.

“Zemin katındaki saatçi dükkanının sahibi olan ve yapının saatiyle de ilgilenen Niyazi TAFLIOĞLU’nun çeşitli kaynaklarda verdiği bilgiye göre Yozgat Saat Kulesi’nin 200 küsur kiloluk çanı, “İki kırmızı lira” karşılığında hamal Kör Musa tarafından yukarıya çıkarılmıştır.”[3]

Halkımız çok sonraları alıp koluna takmaya başladığı saatlerinin ayarını çan saatlerinin vuruşuna göre yapardı, bunun için çan saatin yanına gitmeye gerek yoktu, çan vuruşlarını dinleyecek kadar herkesin zamanı vardı.

 

Yozgat Saat Kulesi

SAAT İHTİYACI

Köşkleri ve sarayları, sonra evleri, sonra ibadethaneleri süsleyen saatler ne kadar ihtiyaçtı veya zorunlu ihtiyaç mıydı, bilemiyoruz. Ama saatin, yani vakti gösteren bir cihazın küçülerek kola takılır hale gelmesi ve kolda taşınması 19. Yüzyıl sonlarına doğru ve hele Birinci Dünya Savaşı yılları boyunca özellikle subaylar için zorunlu bir ihtiyaçtı.

SS- SUBAY VE SAAT

SS kısaltması size hemen Hitler’i ve faşizmi çağrıştırmasın.

İhtiyaç duyan: subay

İhtiyacı duyulan: kimseye sormadan ve bir işaret almadan vakti öğrenmek.

Vakti zamanında kara orduları taarruza geçerken, hücum emriyle veya boru sesiyle veya bir işaret fişeği veya havaya sıkılan bir mermiyle hareket ederlerdi.

İyi ama bütün bunlar sesle iletilen işaret ve komutlar değil mi ve bütün bu işaret ve sesler düşman hatlarından da duyulmaz mı?

Subay ve komutan taarruz saatini biliyorsa ve bunu kolunda tik tak sesi çıkaran küçücük bir nesneden öğrenebiliyor ve birliğine hücum emri verebiliyorsa subay ve saat ayrılmaz bir ikilidir artık bütün savaş meydanlarında 

Yani başlangıçta hanımların bir takı olarak kollarında taşıyabilmesi için yapılmış olan kol saatleri asıl anlamını ve önemini subayların kolunda kazanıyordu.

1885 yılında Anglo-Burma Savaşı’nda subayların kol saati kullandığı bilinmektedir. Bu gelişmelerden sonra Mappin & Webb şirketi asker saatleri üreterek satmaya devam eder.

 

19. yüzyıl bir subay kol saati

MUSTAFA KEMAL’İN KIRBAÇ SALLAYARAK HÜCUM EMRİ VERMESİ

Ruşen Eşref, sohbetin 10 Ağustos 1915 Conkbayırı Muharebeleri kısmını şöyle anlatmıştır:

“Mustafa Kemal Bey, derhal oradaki kumandanlarla beraber hücum saflarının önüne geçmiş. Askere düşmanın kaçmaya hazırlandığını fakat buna müsaade etmeyeceğimizi söylemiş. ‘Bunun için benim ileriden kırbaç sallayarak vereceğim işaret üzerine hepiniz düşmana atılacaksınız’ demiş. Beş on adım ileriye yürüdükten sonra işaretini verince zabitan ve efradın tereddütsüz bir aslan savletiyle düşmana saldırdıklarını görmüş. Bu hücumun karşısında düşmanın kâmilen ezildiğini, hiç silah kullanma fırsatına vakit bulamamış olduğunu anlamış.“[4]

HARBİYELİ VE SAAT

Mustafa Kemal ne Harbiye’den ne de askeri idadiden birincilikle mezun olmamıştır.

Ne zamandır böyle bir gelenek var, bilmiyorum, ama askeri lise ve harp okullarından birincilikle mezun olanlara ödül olarak saat verilmesi bir Silahlı Kuvvetler geleneği haline gelmiştir.

Harbiyeliye altın kol saat armağan edilir.

Harbiyeli değil, ama bir yedek zabit namzedi Hakkı Bey’e seferberlikte tabur sandığından verilen bir altının nasıl harcaması gerektiği de söylenir ardından.

“Bir gün bölük kumandanı çağırdı. Bir altın verdi, bunu tabur sandığından verdiklerini, çar çur etmeyip kendime lazım olan şeyleri (Saat vs. gibi) almamı söyledi.”[5]

Hakkı Efendi’ye ilk önce bir kol saati alması tavsiye edilir, emir niteliğindedir. Zira kısa zamanda bölük Çanakkale Muharebelerine katılmak üzere Gelibolu’ya intikal eder. 

Altının anlamı zamanda saklıdır “Zaman altın değerindedir” denilmek istenmektedir.

Saat hediye edilmesi ise 19. Yüz yıldan beri subay ve saatin ayrılmaz bir ikili olmasındandır.

Ama subay en çok Mustafa Kemal’dir Kocatepe’de ve Kocatepe en güzel dizedir Nazım’ın dilinde.

G GÜNÜ, S SAATİ

Subay bilir, Mustafa Kemal bilir, Büyük Taarruz gününü, G GÜNÜNÜ ve taarruz saatini, S SAATİNİ.

O gün, taarruzdan önce yanındaki paşalara saati sorar.

(…)

Dağlarda tek

tek

ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar: “Üç,” dediler.

(…)

Yüzbaşı sordu:

-Saat kaç?

-Beş.

-Yarım saat sonra demek…

(…)

Nurettin Eşfak

baktı saatına:

-Beş otuz…

Ve başladı top ateşiyle

Ve fecirle birlikte büyük taarruz…[6]

(…)

 

Mustafa Kemal Kocatepe’de S Saati öncesinde

G GÜNÜ: 26 Ağustos, S SAATİ: 05.30’du.

Vakit geldiğinde Kurtuluş orduları taarruza geçtiler, işgal ordularının toparlanmaya zamanları yoktu, bozuldular.

Nazım ise destanı bitirmek için zamanla yarışır.

ANADOLU’DA VAKİTSİZ ZAMANLAR

Vaktizamanında Anadolu’da bütün zamanlar alaturka vakitlere ayarlıydı.

Şair de bilmez saatlerin neden alaturka vakitlere ayarlı olduğunu.

(…)

gençken

peşpeşe kaç gece yıllarca

acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım

bilmezdim neden bazı saatler

alaturka vakitlere ayarlı

neden karpuz sergilerinde lüküs yanar[7]

(…)

Saat yoktur, saat kulesi de.

Ezan vakti vardı. Kimi zaman asar, kimi zaman eser, bazen de kale veya kala dedikleri gölgesi uzayan yükseltiler vardır kaya veya topraktan vakti bildiren zamanlar.

Harman zamanıdır vakti bildiren.

Irgatlık.

Kuşların göç zamanı.

Kıtlık kıran zamanıdır vakitlerden.

Sulama mevsiminin vakti zamanı vardır.

Seferberlik zamanıdır, vakitlerden ölüm.

Gidenlerin ölüsü de gelmez.

Saat vardır, ama kimde, subayımızın saati çöl tozundan dolayı çalışır mı acaba Yemen’de?

Ama Yemen’de kalk borusu vardır, alaturka saatlere ayarlı, ağıt olur vakti geldiğinde söylenir.

Gitme Yemen'e Yemen'e
Yemen sıcak dayanaman
Tan borusu çalınınca
Sen küçüksün uyanaman

Anadolu’da vakitsiz zamanları dört yazar ve dört örnek kitaptan aktaralım.

1-MAHMUT MAKAL’DA ALATURKA VAKİTLER

Mahmut MAKAL “Bizim Köy” romanının “Köyün Saati” bölümünde vakitsiz zamanlardan söz eder.

“Köylülerin birçok pratik ölçüleri vardır. Soyunup yere oturarak toprağın tavını anlamak, keçinin kuyruğuna bakarak, havanın iyi ya da kötü olacağını kestirmek gibi…

Bizim köyün saati bile böyle pratiktir… Gerçi, Keleş Hoca’nın külüstür bir saati yok değil; ama ona başvurmak kimsenin aklından geçmez. Caminin kapısı batıyadır. Kapının eşiğinde bir bel (işaret) vardır. Öğle namazına biriken halk, oraya bakar durur. Sonra güneş o “Bel”e geldi mi, ezan okunur…

Akşam, güneş batıp da, battığı yerden kızarırken.

Yatsı kestirmecedir: Sabaha kadar yolu var. “Ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyidir” derler.

Sabaha gelince; onu da tanyerine göre ayarlayıp, ezanı okuyor hoca.

Diyeceksiniz ki: “Kışın güneş buluta girdiği günlerde nasıl biliyorlar?...”

Ondan kolay ne var: Erek, hocaya uymak değil mi? Halk hocaya uyduktan sonra sorun kalmaz. Namaz vakitleri dışında ise, zaman kavramı kimseyi ilgilendirmez…”[8]

2-MARK SYKES ANLATIYOR

Birinci Dünya Savaşı ardından ünlü Sykes-Picot görüşmelerinden sonra Ortadoğu’yu şekillendiren İngiltere temsilcisi Mark Sykes Darül İslam adını verdiği kitabında Anadolu’da/Hama’da alaturka zamanı da gözlemler ve notlarına alır.

“Aşçı: Beni ne zaman uyandıracağını nereden bileceksin? Saatin var mı?

Zaptiye: Aslında saatim yok ama şu Murik denilen yerde saatleri bilen ve saat dört, altı ve on birde öten horozların şahı olan bir horoz var, biz ona Murik’in saati diyoruz.

Aşçı: Maşallah! İbiğinde saati var mı peki?

Zaptiye: Hayır ama zamanı altın ya da gümüş bütün saatlerden daha iyi bilir.”[9]

3- ALİ DEMİRSOY ANLATIYOR-ÇIRBAN SİSTEMİ

Özet olarak KEMALİYE SU YÖNETİM SİSTEMİ, diye tanımlıyor bu sistemi Ali DEMİRSOY.

Vaktizamanında saat yoktu Eğin’de.

Ama göğe baksan sadece kayalarla çevrili bir açıklığı görebilirsin hala.

Ve kayaların yıl boyu uzayan, kısalan gölgeleri var.

Dutluklar var, Eğin ekonomisinin can damarı.

Kırkgöze’den gelen sularla sulanır dutluklar.

Lakin sulama için bir sistem gereklidir.

Çırban, der Eğinliler, ama aslı çur-ban olup, Türkçede su anlamına gelen Ermenice “Çur”, yine Türkçede bakıcı anlamına gelen Farsça “ban” ile birleşerek, çur-ban, yani su bekçisi, düzgün bir tanımlamayla ise “ Suyabakan” demektir.

Yani bütün dutlukların sulama işini bir çırban-suyabakan yönetir.

Kimse kendi bildiği gibi ve istediği saatte suyu kullanamaz.

Eğinli Ermeniler uzun yılların deneyimiyle ortaya çıkarmıştır bu sistemi ve sistem Ali DEMİRSOY’un tanımıyla BİR ASTRONOMİ-MÜHENDİSLİK VE KADASTRO HARİKASIDIR.

Her husus en ince ayrıntısına kadar deftere kaydedilmiştir ve bu defterin adı “Su Sehim Defteridir”  ve defterin aslının Erivan Müzesi’nde olduğu söylenmektedir.

Vaktizamanında ne harikalar yaratmış bu topraklar, ama saatler hala büyük oranda alaturka vakitlere ayarlıdır.

Ali DEMİRSOY Eğin Su Sehim Defterinin Ermeniceden yapılan tercümesinden aktarıyor:

“Bu planı ihtiva eden su sehim defterinin orijinali Ermenicedir. Bu defterin orijinalinin Erivan Müzesinde olduğu söylenmektedir. Ermenice olan bu defter, Toybelen Köyü’nde Mahmut Ustanın evinde, Yuva Köyü’nden Hüseyin Tümer öncülüğünde, Ermeni kökenli ayakkabıcı Sahab, Toybelen’li Ermeni kökenli Büyük Kirkor, Toybelenli Ağababa lakabıyla bilinen Mahmut Uslu (Ermeni su defterinin geçerli olduğu uzun yıllar çırbanlık yapmış; Ermenice ve Fransızca bildiği söylenen), Toybelen Köyünden Ömer Pekçoşkun, bir de Kemaliye kaymakamlığından bir memur, zaman zaman Toybelen Köyü imamı Bekir Tuncay (Hafız Bekir) ve zaman zaman Yuva Köyünden toplantıya katıla Mehmet Sadık Demirsoy tarafından 1958 yıllarında Türkçeye çevrilmiştir. Bu kişiler çeviriyi daktilo ile çoğaltıp bahçe sahiplerine dağıtmıştır. Bu çeviride, örneğin Toybelen Köyünde (Gemürgap), şöyle tanımları görmek mümkündür: Ariki’ye giden yoldaki İri Taşı’nın (Davul Taşı) gölgesi yola düşünceye kadar su filanca bağa akacaktır; gölge Hamza Tutluğu’nda (dutluğundan), belirli bir yerden filan yere düşünceye kadar da filanca bağa akacaktır. Geceleri, Ülger Yıldızı’na Partikavar’da (bir su bölüştürme noktası) bakıldığında Çatal Taş’tan çıktığında; güneş doğup Zoppiğin taşından bir arşın aşağı indiğinde suyu kes ya da bağla.”[10]

3-AHMET ULUÇAY’IN TRENLERİNDE SAKLI  ALATURKA VAKİTLER

Çok erken kaybettiğimiz bir sinema dehası Ahmet ULUÇAY Kütahya-Tavşanlı-Tepecik Köyü’ndendir, orada doğar, orada yaşar ve vefatından sonra oraya defnedilir.

Onun için alaturka vakitler hep Tavşanlı Tren İstasyonu’na gelen ve istasyondan geçen tren saatlerine bağlıdır.

Vakitsiz zamanlardır o tren saatleri Ahmet ULUÇAY için.

KÜLLER ve KEMİKLER anı kitabında düşler ve gerçekler hep yer değiştirir.

“Yakup kıkır kıkır gülüyor. Yürüyoruz demiryolu boyunca.

-Köyle demiryolu arasında kocaman bir harman yerimiz vardı. Ne zaman bir tren düdüğü duyulsa genç, ihtiyar herkes işini bırakır, ağrıyan belini şöyle bir doğrultur, geçip giden trene bakardı.

Bir de motorlu tren vardı Yakup. Kırmızı ve beyaz boyalıydı. Bir ağız armonikasına üfleniyormuş gibi öterdi düdüğü. Albenisinden ötürü “kız treni” derlerdi ona. Her gün öğleyin saat tam on ikide geçerdi. O günlerde trenler hiç mi rötar yapmazdı bilmem. Motorlu trenin düdüğünü duyan harmancılar, saatlerine bakmaya gerek duymadan işi bırakır, yemek paydosu yaparlardı. Atlar, öküzler serbest bırakılırdı onun sesiyle. Biz çocuklar can atardık motorlu tren gelsin diye. Temmuz, ağustos güneşi altında döğenlerin üstünde dönmekten anamız ağlardı öğleye kadar. İşte Yakup, hiç binemeyeceğimiz trenlerin yolunu gözlerdik biz. Hepimiz sıcaktan burunlarının derisi yüzülmüş, yüzünde çiller çıkmış çapar çocuklardık…”

(…)

-İşte böyle Yakup, diyorum. İşte böyle yüreğim… Binemeyeceğimiz trenlerin yollarını gözlerdik biz. Sahip olamayacağımız oyuncakların düşlerini kurardık. Hiçbir gerçek, bizim çocuk düşlerimizin önüne geçemedi.”[11] 

19. Yüzyıl sonlarında Tavşanlı Tren Garı

Ahmet ULUÇAY’ın sözleri doğruydu ve hepimiz için ve hep güncel, “hiçbir gerçek” düşlerimizin önüne geçmemelidir.

 Vaktizamanında saat yoktu.



[1] HALİDE EDİP ADIVAR-TÜRKÜN ATEŞLE İMTİHANI-CAN YAYINLARI

[2] NUSRET ÇAM-OSMANLI GÜNEŞ SAATLERİ-KÜLTÜR BAKANLIĞI YAYINLARI

[3] MELTEM CANSEVER-TÜRKİYE’NİN KÜLTÜR MİRASI 100 SAAT KULESİ-NTV YAYINLARI

[4] MEVLÜT ÇELEBİ-CONBAYIRI’NDA ATATÜRK’ÜN HAYATINI KURTARAN SAAT-BELGİ SAYI 16

[5] İ.HAKKI SUNATA-GELİBOLU’DAN KAFKASLARA I.DÜNYA SAVAŞI ANILARIM-İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

[6] NAZIM HÜKMET-BÜTÜN ŞİİRLERİ-KUVAYİ MİLLİYE-YAPI KREDİ YAYINLARI

[7] İSMET ÖZEL-AMENTU-ERBAİN KIRK YILIN ŞİİRLERİ-TİYO YAYINLARI

[8] MAHMUT MAKAL-BİZİM KÖY-LİTERATÜR YAYINLARI

[9] MARK SYKES-DARÜL İSLAM OSMANLI’NIN ŞARK BÖLGESİNDE SEYAHAT-ÇEVİRİ:HİKMET İLHAN-AVESTA YAYINLARI

[10] ALİ DEMİRSOY-ACTA TURCICA-ÇEVRİMİÇİ TEMATİK TÜRKOLOJİ DERGİSİ-YIL V, SAYI 1, OCAK 2013

[11] AHMET ULUÇAY-KÜLLER VE KEMİKLER-KÜRE YAYINLARI

10 Ekim 2021 Pazar

CUMHURİYET’İN BEŞERİ MİMARİSİNDE BİR ÖRNEK: DOĞAN KUBAN

Cumhuriyet, güzel sanatlardan edebiyata, mimariden mühendisliğe, tıptan spora her alanda yeni insanlar yetiştirdi. Cumhuriyet’i görkemli bir mimari olarak düşünürsek bu alanlarda yetişen ilk kuşak insanlar estetiğiyle, zarafetiyle, perspektifiyle bir bütün halinde Cumhuriyet’in “beşeri mimarisini” oluşturdular.

Beşeri mimariye omuz verenler, başka bir ifadeyle Cumhuriyet’e mimari alanda kanat gerenler arasında Osmanlı’dan devraldıkları mirası Cumhuriyet’e de taşıyan mimarlar Mimar Kemalettin ve Mimar Vedat Tek ve diğer ustalar olurken, onların mirasını günümüze kadar neredeyse bir yüz yıl taşıyan ve 22 Eylül 2021 tarihinde kaybettiğimiz Prof. Dr. Doğan KUBAN’ ı belki de bu çatının en yükseğine koymamız gerekiyor.

Doğan KUBAN sadece mimar yönüyle değil, hayatının son zamanlarına kadar bir meşale olmak fikriyle de bu toplumu aydınlatma görevini sürdürmüş ve ölümünden önce de insanları “Anadolu’ya davet”[1] etmiştir.

 

O kadar çok farklı alanlarda ve geniş yelpazede eser verdi ve o kadar eseri ele alıp yüceltti ki, örneğin Selimiye’yi anlatsak Süleymaniye öksüz kalır, Süleymaniye’yi anlatsak Kalenderhane Camisi.

Yazarlar, sanatçılar, şairler, mimarlar ne kadar çok eser verseler de hep “şah eser” dediğimiz tek bir eserle bilinir ve tanınırlar.

Farklı başlıklar taşısa da mimar olmasının yanında bir Mimarlık Tarihçisi, bir Sanat Tarihçisi olarak Doğan KUBAN farklı başlıklar taşısa da her ikisi de Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi üzerine olan eserlerinde sadece Anadolu insanına değil, bütün dünyaya o mucize eseri ve onun mimarı, Ahlatlı Mimar Hürremşah’ı tanıtıyordu.

Hürremşah’ın “şah eseri” Divriği Ulu Camisi ve Şifahanesi ise, Doğan KUBAN’ın “şah eseri” de bu cami ve şifahanenin cennetin kapıları yerine koyduğu bu iki basılı eseridir. 

Divriği Ulu Camii ve Şifahanesi’ni bir mucize olarak tanımlayan Doğan KUBAN o mütevazi haliyle Mimar Hürremşah’ı yüceltirken aslında bu büyük mimarı ve eserini yeniden anlatırken Cumhuriyet’in Beşeri Mimarisi’ni de yeniden temellendiriyordu. 

“Mengücek Emiri Ahmet Şah ve eşi Turan Melik’in yaptırdıkları Ulucami ve Şifahane'nin mimarı olan Ahlatlı Hürremşah’ın tasarladığı, bezemelerinin çoğunu eliyle yonttuğu taç kapılar Türk çağının en önde gelen başyapıtlarıdır.

Kıble kapısındaki yontu (heykel), tasarımı ve işçiliği ile İslam ve Yakındoğu’da yoktur. İkonografik olarak dünya sanat tarihinin hiç bir döneminde, büyük bir heykel uygulaması olarak, bu nitelikte bir ‘Cennet Kapısı’ imgesi yaratılmamıştır.

Hürremşah’ın tasarladığı ve olağanüstü yaratıcılığı ile kendi eliyle yonttuğu bu taç kapı dünya sanat çevrelerinin artık farkında olduğu bir yapıttır. Divriği Ulu Cami ‘korunması gereken en önemli evrensel sanat miraslarından biri’ olarak, UNESCO’nun tarihi yapılar listesindedir. Anadolu Türk kültürünün kimliğini oluşturan en önemli tarih mirasıdır. Anadolu-Türk varlığının dokunulmazıdır.”[2]

  

 Divriği Ulucamii Kuzey Taç Kapı detayları

Söz konusu olan aslında ne Mengücek Emiri Ahmet Şah ve eşi Turan Melik ne de Ahlatlı Mimar Hürremşah’tır Doğan KUBAN’ın anlatmak istediğinde.
Onun demek istediği Hürremşah’ın eserinin Mona Lisa’dan daha zengin olduğu ve Kuzey Taç Kapı’nın Louvre’da sergilenmiş olması halinde sanatseverlerin ağzından düşmeyeceğidir.

“Bir taç kapıyı simgesel çiçek ve yapraklar kullanarak sonsuza uzanan bir cennet kapısı olarak hayal etmek Hürremşah’ın bize kültürel hediyesidir. Dünyada başka eşi olmayan ve Anadolu-Türk kültürünün ayrıcalığını vurgulayan bu yapıt, Mona Lisa’nın portresi yanında, çok daha zengin bir sanat yapıtıdır. Hürremşah’ı Leonardo ile karşılaştırmak söz konusu değil. Ama bu kapı Louvre’da sergilenseydi, sanatseverlerin ağzından düşmezdi. Ulu Cami’nin kıble kapısı büyük bir sanatçının hayalini süsleyen bir imge olarak, olağanüstü bir işçilikle taşa oyulmuştur.”[3]

 Kuzey Taç Kapı detayları

Vurgu aslında hep aynıdır: Anadolu-Türk Kültürü.

“Biz ulusu geriye dönüp bakarak oluşturmadık. Ulusu; dile, kültüre dayalı olarak yeniden tanımladık. ‘Hititler de, Sümerler de bizdendir’ dedik; Anadolu’nun geçmişine sahip çıktık. Ulusu, Anadolu’nun sahipliği içinde tanımlamaya çalıştık. Daha eski Türk tarihini de yadsımadık. Biz Hitit değiliz, öte yandan Hitit, Fransız değil. Eğer Hitit’ten bir şey kaldıysa burada kaldı; biz de onun vârisiyiz. Anadolu’da ne varsa onun sahibiyiz; onlar bizim içimizde; yani biz onların torunlarıyız. Türk olmak, bugün Uygur ya da Kırgız olmak da değil; fakat olmamak da değil.”[4]

Yukarıdaki paragrafta Doğan KUBAN bir Anadolu sentezi yaparken aslında yine mütevaziliği elden bırakmıyor ve kendi “Çerkes” kimliğinin belirleyici özelliğini bu senteze dahil etmiyor.

-21 Mayıs, 1864 Büyük Çerkes Göçü

-08 Nisan 1926 doğumlu Doğan Kuban’ın babası bir Şapsığ olan Mehmet Bahattin Bey büyük sürgünle gelen anne babanın çocuğu olsa gerek ve Osmanlı eğitimi ile Harbiye’den mezun olmuş bir kurmay subaydır.

Soru şudur:

Nasıl oluyor da birinci kuşak bir sürgün ailenin çocuğu Osmanlı’nın en iyi okullarından birinde, Harbiye’de okuma başarısı gösterebiliyor?

Nasıl oluyor da ikinci kuşak Şapsığ Doğan KUBAN da Cumhuriyet’in en iyi okullarına girme konusunda aynı başarıyı gösterebiliyor?

Bu soruları bizden önce soranlar da vardı kuşkusuz. Elbruz AKSOY yol gösteriyor.

“Ah Çerkesler ah! Ne oluyorsa bunlara, daha iki kelime Türkçe bilmiyorlar, ama vatanı sanki bunlar kurtaracak! Elli senede zapt ettiler koca Devlet-i Osman’ ı. Hangi hududa, hangi cepheye gitsen kabus gibi bunlar karşına çıkardı! diye söylenmişti Bosnalı.”[5]

Bunun açıklaması Hatti yurdu olan Anadolu’da Kafkaslar’dan geldiğini düşündüğümüz Hititlerin kendilerine hızlıca ve köklü yeni bir yurt, yeni bir vatan kurma ve yaşatma içgüdüsüdür. 

Ne Doğan KUBAN ne de babası Mehmet Bahattin Bey kabus gibi çıkmadı Cumhuriyet’in Beşeri Mimarisi’ nin karşısına, ama kısa sürede o mimarinin omurgasını oluşturdular neredeyse, kökleri ta eski Anadolu uygarlıkları Hititlere kadar dayanan.

Doğan KUBAN Hocamızın Anadolu-Türk Kültürü sentezinde kendi etnik boyu Şapsığları ayrı tutmasını onun mütevaziliğine bağlasak da babası Mehmet Bahattin Bey’in Sarıkamış’taki görevinden dönerken yanında getirdiği Zühre kızın onun yetişmesinde, onun masalsı tatlı anlatımında, mimari anlamda hayal gücünün gelişiminde nasıl bir rol oynadığını tahmin edebiliyoruz.

“Doğan Kuban’ın yaşamında önemli rolü olan kişilerden biri; o doğmadan önce annesi, babası tarafından Sarıkamış’ta evlat edinilen Zühre’dir. Zühre, annesi ve babası Ermeniler tarafından katledilmiş bir Azeri ya da Kürt kızıdır. Doğan ve kardeşi Yıldırım Kuban’ı, Azerbaycan-Kafkas masalları anlatan Zühre büyütüyor. Doğan Kuban onu sevgi ve minnetle anıyor.”[6]

Başka bir Yurt Gezimizde “Demir Dağı’na Yolculuk” yapmış ve Cumhuriyet’in anıtsal eseri kendi kaderine terk edilmiş Divriği’ye sadece on km uzaklıkta bulunan “Cürek İşçi Kampüsü’nü” ziyaret etmiştik.

Cürek İşçi Kampüsü zamanının çok ötesinde bir mimariye ve sosyal planlamaya sahip bir yapıdır. Yapının mimarları arasında Cumhuriyet’in “şah eserlerinden” birisi olan DTCF’ nin mimarı ve dünya sosyal konut-toplu konut mimarlığının öncüsü Alman sosyalist Bruno TAUT da bulunmaktadır.

Bruno TAUT öldüğünde Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilmesini vasiyet edecek kadar bu topraklardandır ve vasiyeti yerine getirilmiştir.

İşte Doğan KUBAN Hocamızın anlatmaya çalıştığı Anadolu-Türk Kültürü sentezine dahil edeceğimiz bir yıldız daha.

O Yurt Gezimizde 30 Yurt Gezgini Kuzey Taç Kapı, Cennetin Kapısı önünde dizilerek Yurt Gezgini Dostumuz Hülya RODOPLU’nun sunumunda Selçuklu Ahlatlı Mimar Hürremşah’ tan Cumhuriyet çocuğu Doğan KUBAN’a uzanan beşeri mimarlığın sırlarını çözmeye çalışmıştık.

Üçü de birer “şah eseri” olan mimarlar Hürremşah, Bruno TAUT ve Doğan KUBAN Divriği-Cürek hattında nasıl da bir araya geliyorlar, tesadüf diyebilir miyiz?

Ruhları şad olsun, 

 

Doğan KUBAN, soldan ikinci, bir mimarlık gezisinden



[1] Doğan Kuban-Herkese Bilim Teknoloji-127. Sayı

[2] Doğan Kuban-Herkese Bilim Teknoloji Dergisi-12 Haziran 2017

[3] Age

[4] Fevziye Özberk Facebook sayfası-Doğan Kuban: Atatürkçü Bir Bilge-26 Eylül 2021

[5] Elbruz Aksoy-Benim Adım 1864 Çerkes Hikayeleri-İletişim Yayınları

[6] Fevziye Özberk