Ruhi SU Anısına
(Üçüncü Bölüm)
“Yılmaz GÜNEYYYY“
Ömer KÖSE, namı diğer Cılat ÖMER, o misketi bir atışta rakibin misketini çatadan ortadan ayıran Kör ÖMER, ilkokulda sınıfın arka sıralarında Sadık KARAASLAN ile birlikte, yan yana otururdu.
Sadık KARAARSLAN, sınıfın hem en iri yarısı, hem de en yaşlısıydı.
Ömer KÖSE neyse, ama Sadık KARAARSLAN‘ ın giydiği siyah okul önlüğü üzerinde çok komik durur, adeta karagöz oyununa çıkmış bir orta oyuncu gibi görünürdü.
Vaktinde okula yazılmayan köy çocuklarının ortak sorunuydu bu aslında.
Hele, o siyah önlük üzerine takılan beyaz yaka, Sadık KARAARSLAN‘ ın boynunu sıkar, onu boğardı adeta. Bu nedenle o beyaz yakanın iliklerinin bir ucu daima açık olurdu. Açık olan ucundan yakayı arada arkasına atardı Sadık KARAARSLAN.
Ömer KÖSE ise Sadık KARAARSLAN‘ dan daha zayıftı, ama onun üzerindeki uzun etekli siyah önlük ise rahiplerin üniforması gibi görünürdü.
En arka sırada yan yana otururlar, derslerle pek fazla ilgilenmezler, sürekli olarak kimi zaman sessiz, kimi zaman gürültülü şekilde, kendi aralarında konuşur, bazen de kavga ederlerdi.
Yine o günlerden birinde, “Yılmaz GÜNEYYYY, “ diye bağırdığında Kör Ömer, bu bağırtının nedenini kimse anlayamamıştı.
O yıllarda kavruk, ezik, horlanan bütün genç erkekler kendilerine idol olarak Yılmaz GÜNEY’ i seçer, onun gibi konuşmaya, onun gibi, yürümeye, onun gibi giyinmeye özenirdi.
Kısacası, Yılmaz GÜNEY, bizim de Ömer KÖSE’ nin de, Sadık KARAARSLAN‘ ın da kahramanıydı.
-Ne oluyor oğlum, neden bağırıyorsun?
-Yok bir şey öğretmenim. Ağzımdan kaçtı
-Oğlum sen manyak mısın, derste durup dururken bağırılır mı?
-Sadık KARAARSLAN yaptırdı öğretmenim.
Ömer KÖSE ile Sadık KARAARSLAN iddiaya giriyorlar.
-Ulan kör, sınıfta, dersin ortasında “Yılmaz GÜNEY,“ diye bağırırsan, sana on kuruş.
-Yemin et.
-Vallaha lan.
-Bağırım ulan.
Kör Ömer bu, bağırır:
Yılmaz GÜNEYYYYYYYYYY
Hepimiz, sesin geldiği yöne dönüyoruz.
Yetmişli yıllar, devrimci gençlik önderleri birer birer, vurulup öldürülüyor, katlediliyor.
İlkokuldayız, ama ülkenin politik ortamında yetişiyoruz.
Aklımız fazla ermese de, gazetelerde boy boy çıkan gençlik önderlerinin yakalanmış, vurulmuş, katledilmiş resimleri biz küçükleri de etkiliyor.
Bizim Kör Ömer, o günlerde gazetelerde çıkan bütün bu resimleri keserek okul defterlerinin sayfalarına yapıştırıyor, adeta bir arşiv hazırlıyordu.
Öğretmen Ömer KÖSE’ nin yanına gidip durumu anlamak istediğinde, önemli bir şey bulmuş gibi, Ömer KÖSE’ nin sırasının üstünde açıkta duran o defterleri gördü.
Defterlere şöyle bir göz gezdiren öğretmen bir yandan şaşırıyor, nasıl oluyor da bir ilkokul çocuğu bu denli politik gündemi takip edebiliyor, bir yandan da nasıl oluyor da bu resimler günü gününe ve özenle kesilip yapıştırabiliyor?
Öğretmen bir şey demedi Ömer KÖSE’ ye, hatta resimlere baktıkça yüz ifadesi değişti, üzgün ve çaresiz hali ortaya çıktı.
Ama konu bu resimlerin olduğu defterler değildi. Konu Yılmaz GÜNEY idi.
Öğretmen göz gezdirdiği defterlerdeki resimlerin de etkisinde kalmış olmalı ki, hiddetle yaklaştığı Ömer KÖSE’ ye bu kez sevecenlikle, evladı gibi:
-Oğlum ders yapıyoruz. Neden dersi bölüyorsun?
-Öğretmenim Sadık KARAARSLAN yelledi beni.
-Öyle mi, doğru mu Sadık?
-Öğretmenim Ömer kendi bağırdı.
-Yalan öğretmenim, Sadık bana bağırırsam on kuruş vereceğini söyledi, aha işte verdiği on kuruş.
-Öğretmenim, tamam ben on kuruş verdim, ama Ömer Köse’nin de cepleri misket dolu.
Masum da olsa kumara yol açar düşüncesiyle, ilkokulda, teneffüslerde misket oynamak yasaktı. Aslında doğru bir karardı bu. O yılların politik havasından öğretmenlerimiz de etkileniyor ve biz yoksul öğrencileri masum da olsa, her türlü kumardan korumaya gayret ediyorlardı.
Bunun önüne, misket oynamanın önüne geçmenin en kestirme yolu ise, öğrencilerin, erkek öğrencilerin ceplerinde arada misket kontrolü yapmaktı.
“Öğretmenim, Ömer KÖSE‘ nin ceplerinde misket dolu,“ diye ısrarla tekrarlayan Sadık KARAARSLAN etkili oldu.
-Oğlum Ömer, gel bakalım, ne diyor Sadık KARAARSLAN?
-Ben de misket yok öğretmenim.
-Boşalt o zaman ceplerini.
Ömer KÖSE ceplerini boşaltıyor. Ortada misket yok.
Öğretmen ikna olmuyor, Ömer KÖSE’ nin ceplerine el atıyor, aradığını buluyor ve Ömer KÖSE’ nin ceplerinden bir avuç dolusu gıcır gıcır misket çıkarıyor.
-Oğlum Ömer, bunlar ne, hani misket yoktu?
-Cıncık öğretmenim.
-Ne?
-Cıncık.
.../…
Niğde merkeze bağlı Yeşil Gölcük Beldesi’ ndeyiz.
İlk gördüğüme “Göllü Dağ’ı“ soracak oluyorum. Ama Ramazan ayından dolayı ortalıkta kimse görünmüyor.
İlk rastladığımız kişiler, şehir merkezinin tam ortasında bir refüj işinde çalışan işçiler oluyor.
“Selamünaleyküm, kolay gelsin.“
Beni duymuyorlar.
Oruç tutuyorlar, ondandır.
Tekrar ediyorum.
“ Selamünaleyküm, kolay gelsin.“
Cevap veriyor birisi, diğeri işinde, kafasını kaldırmıyor.
“Aleykümselam.“
-Göllü Dağ’ a nasıl gidilir?
Anlamıyor.
Tekrar ediyorum.
-Göllü Dağ’ a nasıl gidilir?
-Bilmiyorum, duymamışım.
İşçilerin oralı, Yeşil Gölcüklü olmadıklarını, oraya Kürt illerinden mevsimlik işçi ya da bir taşeron işçisi olarak gelmiş olduklarını anlıyorum. Israr etmiyorum.
Bizim konuşmalarımızı duyan, oralı ve Kürt işçilerin başındaki çavuş olduğu belli olan genç birisi geliyor. Biraz rahat bir tavırla soruyor:
-Ne var abi?
-Göllü Dağ’ a nasıl gidilir?
-Abi buralarda öyle bir dağ yok.
Mümkün değil. İşte yine köylülük. Ne merak var ne de istek. Dayanamıyorum, gencin oralı olduğundan emin olmama rağmen onu sorgular gibi, soruyorum:
-Sen nerelisin?
Gencin yanıtını almadan, yön tahminime göre, sağa dönen yola devam ediyoruz.
Sağda hemen bir küçük hırdavatçı dükkanı ve önünde park etmiş bir araç duruyor.
Hırdavatçı dükkanından çıkan orta yaşlı adama yöneliyorum, “Göllü Dağ’ a gitmek istiyoruz, nasıl gideriz?“
Adam belli ki ilk defa duyuyor.
-Ben buralı değilim. Ama acaba Kömürcü’ yü mü soruyorsun?
-Hayır, Göllü Dağ, ama köylüler Kömürcü, diyor olabilir.
-İstersen dükkandakilere sor, onlar buralıdır.
-Tamam
Dükkana giriyorum. Birisi kasada oturan, iki genç insan sohbet ediyorlar.
-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam.
-Göllü Dağ’ ı arıyoruz, nasıl gideriz?
-Abi, hiç duymadım.
-Buralarda olması gerekir, bir yanardağ, yanardağın başında göl var, adını oradan alıyor.
-Abi emin değilim, ama az ilerde, buradan sekiz kilometre ötede Kömürcü Köy var, aradığınız yer orası olabilir. Sekiz kilometre sonra, sağa ayrılan bir yol var. Levhaya bakarsınız.
-Levha var mı?
-Var abi.
-Peki, Göllü Dağ levhası da var mı?
-Olması lazım abi.
-Teşekkür ederim.
-Abi, siz arkeolog musunuz?
-Hayır, Anadolu sevdalısıyım.
Yola devam ediyoruz.
Yolun burasından, ta uzaklarda patlama ile konisi uçmuş olan bir yanardağ görünüyor. Belli ki orası Göllü Dağ.
Zira etrafta başka yanardağ görünmüyor. Artık levha olmasa da Göllü Dağ’ı buluruz.
Hırdavatçıdaki genç insanların söyledikleri gibi, gerçekten de sekiz kilometre sonra sağa ayrılan yolun başında iki adet levha görüyoruz.
Beyaz üzerine siyah köy işaret levhası: Kömürcü Kahverengi üzerine beyaz tarihi yerler işaret levhası: Göllü Dağ
![]() |
Göllüdağ |
Her iki levha için de 5 km yazıyor.
Demek doğru yoldayız.
Sonradan hatırlıyorum. Çok uzun yıllar önce, sırf merakımdan bu yoldan geçmiştim.
Ama o zamanlar Göllü Dağ levhası yoktu.
Bu yoldan geçerek, ileride Güzelyurt ‘a giden yol üzerinde 1.650 metrelik bir dağ geçidi vardı. Sekkin Geçidi
Köy ayrımına gelmeden, Kuvvet Hoca’nın ve Selman‘ın “bu insanlar Göllü Dağ’ ı nereden bilsinler,“ diyerek benim köylülerin duyarsızlığına kızmama içerlemelerini, yön levhalarını gördükten sonra yanıtlıyorum.
-Hocam, Göllü Dağ levhası yazmasa, haklısınız, ama maalesef köylülük bu işte.
Köye varıyoruz.
Girişten itibaren, yolun iki yanında oynayan kızlı erkekli çocukların fazlalığı dikkatimizi çekiyor.
Zira Anadolu köyleri neredeyse tamamen boşaldı. Boşalmayanlar da ise ne çocuk kaldı, ne de genç.
Burada bu kadar çocuğun olması şaşırtıcı doğrusu.
Köy meydanına varıyoruz. Meydanda iki elektrik direğinin arasına asılı renkli bez bir pankartın üzerinde Kemal KILIÇDAROĞLU‘ nun resmi ve altında onun bir mesajı bulunuyor: Ramazan – ı Şerifinizi hayırlı olsun.
Belli ki ki bu köy CHP’ ye oy veren bir köy. Farklı olan olsa, o pankart orada uzun süredir duramazdı.
İyi, ama Kemal KILIÇDAROĞLU neden doğru bir söz kullanıp da
“Hayırlı Ramazanlar dilerim,“ dememiş?
Yazık.
Köy kahvesinin önünde duruyoruz.
Köy kahvesine bitişik sağındaki odanın penceresinin üstünde asılı duran levha dikkatimi çekiyor.
Kömürcü Köy Alevi Derneği
Benim bildiğim kadarıyla, Niğde ve civarında, merkeze bağlı bir Alevi Köyü yoktur.
Burada bir Alevi köyünün olması doğrusu ilginç.
Araçtan çıkıyorum. Köy kahvesi yerden bir metre kadar yüksekte beton bir setin üzerinde, setin önünde çürümüş bir beton duvar var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder