5 Mayıs 2019 Pazar

“İNAN” Kİ HÜSEYİN

Münir Nûreddin Selçuk - Dök zülfünü meydâne gel 

Gününü hatırlamadığım 1974 Temmuz ayı.

Elazığ’ a bağlı Sivrice ilçesi sınırlarındaki Hazar Gölü kıyısında Kızılay’ın ülke genelinde yetiştirme yurtlarında barınan erkek öğrenciler için düzenlediği gençlik kampındayız.

Kampın yarısında Çorum’dan, yetiştirme yurdunun müdürü – geçen yıl aramızdan göçen Pazarören Köy Enstitüsü mezunu- Müdür Babamız  Abdullah KOÇAK’ tan kampa gelen bir telefonla ben ve bir arkadaşım askeri liseler sınav sonucuna göre askeri liseler için gerekli sağlık raporunu almak için Ankara’ya  Dış Kapı Askeri Hastanesi’ne doğru yola çıkıyoruz.

Sivrice ilçe merkezine kadar bizi kampın aracı bırakıyor.

Sivrice’den Elazığ otobüs terminaline geliyor ve ancak akşam geç saatlerde bulunan şu an hala faal olarak çalışan Murat Turizm’den Ankara biletlerimizi alıyoruz.

Hareket saati geldiğinde en arka beşlideki yerimize yerleşiyoruz.

Sağ yanımda otuzlarında, ince uzun, esmer ve yeni tıraş olmuş yüzü ile bir abi oturuyor.

Otobüs hareket ediyor.                                                                              

On dört yaşlarında iki oğlan çocuğunun başlarında kimsesi olmadan yola çıkmalarına biraz şaşıran yanımdaki abi bizimle sohbete başlıyor.

Aslında abinin amacı bizi yoklamak, evden kaçma gibi bir durum olup olmadığını anlamak istiyor.

Abi bize ısınmış artık, çok da sıcak davranıyor.

O yılların güçlü sosyalist rüzgarı küçük yaşımızda bizi de etkisi altına aldığından yanımdaki abinin devrimci bir abi olduğunu anlamam uzun sürmüyor.

Lakin gerçekler de var. Karnımızın acıkması gibi.

Yol için Ankara’ da bir haftalık sağlık muayeneleri için yanımıza aldığımız ve tamamını kampa gelene kadar Çorum’un ünlü kiremit ve tuğla fabrikalarında çalışarak kazandığımız ve biriktirdiğimiz birkaç liradan başka paramız yok.

Lakin gerçekler de var.

İlk molada otobüsten inmiyoruz.

Yanımdaki devrimci abi bizi çağırıyor. Yanına gidiyoruz ama yemek teklifini kibarca kabul etmiyoruz.

Temmuz ayındayız, ama gece molasında Anadolu bozkırında kısa kollu gömleklerimizle üşüyoruz.

İlk defa bu kadar uzun mesafeli bir otobüs yolculuğu yapıyor olmanın verdiği heyecan ve meraktan olsa gerek, gece vakti geçtiğimizi hiçbir yeri göremesem de, gözümü kırpmıyorum.

Uyanık halim yanımdaki devrimci abi ile sohbetimi artırıyor.

Elazığlı olduğunu söylüyor devrimci abi.

Ne iş yaptığını sormuyorum, hala da kimsenin ne iş yaptığını asla sormam.

O yıllardanmış demek ki.

Sabaha doğru ikinci molada gerçekler biraz daha kendisini hissettiriyor, karnımız çok acıktı.

Bu sefer devrimci abimiz ısrar ediyor ve bize yemek ısmarlamak istediğini söylüyor.

Halimizden mi anladı, aç olduğumuz çok mu belli mi oluyor, yoksa beni kendisine sempatizan mı buldu, bilemiyorum.

Devrimci abinin ısrarını bir şartla kabul ediyoruz.

-Yemek yiyin.

-Hayır, aç değiliz.

-O zaman karpuz yiyin, karpuz söyleyeceğim.

Bozkır gecesinin bu ayazında üstelik buz dolabından çıkmış karpuz yenir mi?

Yeniyor.

Gerçekler hala yerinde duruyor.

Açız.

Ama devrimci abiyi kırmak da olmaz.

Diğer yemeklerden daha ucuz olacağını ve devrimci abiyi daha az masrafa sokacağımızı düşünerek karpuzu kabul ediyoruz.

Tamam, diyoruz.

Karpuzdan ikişer parça yiyoruz.

Gerçekler derinleşiyor.

Soğuk karpuz, kısa kolla üşüyen benimizi Anadolu bozkırının ayazında daha da üşütüyor.

Ankara otobüs terminaline sabah erken saatlerde varıyoruz.

Devrimci abimiz adının Hüseyin İNAN olduğunu söylüyor.

…/…

Hep bir akademisyen olmak isterdim.

Mühendislik bilimleri değildi istediğim.

Benim istediğim etnoloji, etno-kültürler, sosyal antropoloji ve halk bilim alanlarında uğraşmaktı.

Kendisi makine-mekanik mühendisliği alanında çok değerli bir bilim adamı olmasına rağmen, Oğuz ATAY’ ın bence en güzel eseri BİR BİLİM ADAMININ ROMANI- MUSTAFA İNAN kitabını okuyana kadar Mustafa İNAN’ ın sosyal ve edebiyat konularında da en az mekanik konusu kadar meraklı ve bir bilim adamı titizliğinde olduğunu bilmiyordum.

Mustafa İNAN kitabını defalarca okumama rağmen hep aynı heyecan ve hep yeni keşfettiğim bir yanı ile karşılaşmak bendeki umudu tazeliyor.

“Ben babamı ileri yaşlarımda ve hep başkalarının anlatımları ile tanıdım,” diyor Mustafa İNAN’ ın oğlu.

Mustafa İNAN’ ın eşi unutulmaz ve ilk kadın arkeologlarımdan Jale İNAN’dır.

Bir yarı yıl tatili için Türkiye’ye gelen oğluna “sen üniversiteye git babanın dersine katıl” diyor.

Mustafa İNAN, İTÜ’ de Mekanik hocasıdır.

Babasının dersine giren oğlu bakın babasının dersini nasıl anlatıyor.

Dersin konusu zincir eğrisi idi. Ders başladıktan sonra kapı "gırç" ederek açıldı ve gecikmiş bir talebe içeri girdi. Arkadan bir daha, bir daha. Babamın yavaş yavaş tolerans sınırının zorlandığını ben anlıyordum. En sonunda "beyler, biz sizlerden önce derse geliyoruz, yoklama yapmıyoruz; gelmeye mecbur değilsiniz" diye tepkisini gösterirken, bunlardan bihaber birisi daha sınıfa girmeye yeltenirken, öğrenciler işaretlerle girmesini önlediler. Sonra da geç gelenin sınıfa girmemesini ihtar eden bir yazıyı kapıya astılar. Dersi hiç not kullanmadan, tahtayı hiç silmeden ve tam saatinde konuyu tamamlamış olarak bitirdiğini hatırlıyorum. Tüm öğrenciler ve ben adeta büyülenmiş gibiydik.    

Oğlu Hüseyin İNAN, Mustafa İNAN’ ın en sevdiği şarkının Mustafa Çavuş’un hisarbuselik makamındaki aşağıdaki şarkı olduğunu söyler babasını anlatırken.

Münir NURETTİN ne de güzel okur.



Dök zûlfünü meydâna gel
Sür atını ferzâna gel
Al daireni hengâma gel

Bülbül senin gülşen senin
Yâr yâr ammân ammân
Âşıkınım hayli zamân
Dîl muntazır teşrîfine gel ammân ammâ


…/…

Bizi Ankara’ ya getiren Murat Turizm otobüsünde yanımda oturan devrimci abinin adının Hüseyin İNAN olduğunu öyle hemen kabul etmek kolay olmuyor benim için.

Öyle ya, benim gibi yeni yetme devrimci sempatizanla göre bildiğimiz Hüseyin İNAN Deniz ve Yusuf yoldaşları ile bir Cumartesi günü, 06 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Ulucanlar Cezaevi avlusunda asılarak öldürülmüşlerdi.

İyi ama benimle gece boyu konuşan, aç olduğumuzu yüzümüze vurmadan ve bize sadece bir parça karpuz ısmarlayarak gönlümüzü çelen Elazığlı Hüseyin İNAN kimdi?

Kayseri Sarız’dandı Hüseyin İNAN.

Bir eşkıya türküsü vardır, sanki ona ağıttır.

Pınarbaşı’dır elimiz

Sarız’dan geçer yolumuz

Böyle zaman olmaz olsun

Çift gelir bizim ölümüz.

Denizlerin ölüsü çift değil, üç geldi, ama birisi Sarız’dandı.

…/…

Halk takvimi yılı Kasım ve Hızır ayları olmak üzere ikiye ayırır.

Altı Mayıs ile başlayıp, sekiz Kasım gününe kadar devam eden aylar halk takviminde “Hızır ayları” olarak bilinir.

Hepsi Anadolu’nun kadim ve yerel inançlarına dayanır, kimi zaman Hıdırellez, kimi zaman Aya Yorgi günü olur altı Mayıslar.

…/…

Üçü de İNAN- ın ki HÜSEYİN’ di.  


Paylaşmak güzeldir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder