14 Ağustos 2018 Salı

ŞEBİNKARAHİSAR – DERELİ AYRIMI BİR YOL HİKAYESİ (İkinci Bölüm)



Ol hikayata sebep olan KERVANKIRAN Yıldızı - TAMZARA sırtlarından


28 TEMMUZ, CUMARTESİ

Musa Başkan’ ın aniden aramızdan göçüp gitmesi, hepimizi sarsmıştı.

Kardeşi, bizim de kardeşimiz Kazım Trabzon’ a uçtu apar topar cenaze için.

Artık burada bari çıkmasın karşımıza şu “hurufat.”

***//***

Şebinkarahisar gezisi bir yıl önce, Aralık ayında, kar – kış şartlarında planlanmıştı.

Musa Başkan’ ın ani kaybından dolayı gezimizi ertelemiştik.

Kim bilirdi, Şebin’ e yine gideceğiz ve bu gidişimiz bir romanın peşinden ve romanın yazarı ile olacak, diye.

Biz daha önce planlandığı gibi o tarihte Şebin’ e gitmiş olsaydık, böyle bir proje geziye, BİR ROMAN BİR ŞEHİR – KERVANKIRAN, yurt gezisine kaç kişi gelirdi ikinci kez.
Herkes çoğunlukla adet olduğu üzere “ben zaten oraya gitmiştim” derdi ve belki de hiç gelen olmazdı.

Oysa her yere gidersin, her yeri görürsün.
Bütün dağlar aynıdır, bütün dereler, bütün vadiler, doğa aynıdır. Bütün bozkır.

Hepsi birbirine benzer temelde, farkı yaratan hikayeleridir sadece.

Hikayesi varsa her birinin hepsine farklı bakarsın.

Hikayeyi kendiniz de uydurabilirsiniz.

Bu geziyi geçen sene yapmış olsaydık, hikayesi eksik kalacaktı. Eksik kalacak, farkı anlayamayacaktık.

Bir yol hikayesi ile düşüyoruz yollara.
***//***
“Olmadı”, ama diyor sanki bu geziye katılmayan Yurt Gezgini dostlardan birisi.

-Daha bir ay önce BİR YAZ GECESİ SİNEMASI gösterisi yapmadınız mı SAKARYA-KAYNARCA - BAŞOĞLU KÖYÜ - KARABOĞAZ SAHİLİ’ nde?

-Evet
-Bağlantıyı nasıl atlarsınız?

-Ne bağlantısı?
-Siz KERVANKIRAN’ ın peşine gitmiyor musunuz?

-Evet
-TARIK Akan’ ı unutuyorsunuz.

-Ne ilgisi var, anlayamadık.
-Araplar KERVANKIRAN, demezler, TARIK, derler.

***//***
İşte bir işaret daha

Tarık AKAN’ ın SEV KARDEŞİM filmi yerine AĞLAYAN ÇAYIR filmini düşünmüş ve öyle duyurmuştuk.
Son anda TARIK AKAN ve SEV KARDEŞİM ile çıktık.

Bizi TARIK mı yönlendirdi KERVANKIRAN’ a?

Nereden bilirdik o anda, filmin devamının KERVANKIRAN olacağını?

***//***

Arif IRGAÇ çıkınından çıkarır gibi, dağarcığından çıkarır gibi, “meyini” ve her biri farklı ses veren, farklı nota veren ağızlıklarını çıkarıyor peş peşe.

Üflüyor meyine yazarımız Arif IRGAÇ.

Bir iki deneme yapıyoruz karşılıklı.

Senin sesin “re” sesi, diyor.

“Re” sesini veren bir ağızlık geçiriyor meyine.

Biz değil, ama Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan hep “duduk” diyor, mey için.

Civan GASPARYAN yaşayan ve efsane bir duduk sanatçısı ve “Sarı Gelin” türküsünü üflediğinde kim tutabilir ki gözyaşlarını?

Biz de “Uzun İnce Bir Yoldayım”, demez miyiz, Veysel Baba’ dan?

Arif IRGAÇ üflüyor duduğa, hep birlikte söylüyoruz.

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece

Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Hikayesi olan bir yola gidiyoruz.
Duduğu “re” karar sesi ile üflüyor Arif IRGAÇ “re-cep” eşlik ediyor
BİLMEYENLER İÇİN SIĞIR DİLİ
Yola bir çıkıldı mı, her adım, her mola, her memleket, her yemek ayrı bir hikayedir.
Elmadağ, Ankara’nın bir ilçesidir, bilinir.
Eski adı “Küçük Yozgat’tır” Elmadağ’ın.
Hikayesi kendinde saklıdır Elmadağ’ ın.
Ama ille de “sığır dili” dedikleri ekmeğinden alıp, arasına tulum peynirini katık edip, meydan kahvesinde Gümüşhaneli kahvecinin demli taze çayı ile yemezseniz, o gün aç kalacağınızı sanırsınız.


Ama bize başka bir yerden bambaşka bir hikaye daha anlatır Elmadağ.

BAYRAM ARACI - NEŞET ERTAŞ – ELMADAĞ - “re” KARAR SESİ
Bayram ARACI’ yı bilirseniz, dinlemişseniz bir yol, o zaman Neşet ERTAŞ’ ı daha iyi dinler, daha farklı bir kulak ile dinler, daha bir yol seversiniz.
Abdal geleneğinin zirvesi Muharrem Ertaş ise, onu önceleyen, bozlaklara, türkülere, kaynaklık eden, kaynak kişinin adı pek bilinmez. Ne bir ses kaydı vardır, ne de hayat hikayesi.
Toklimenli Sait ( Kırşehir – Kaman İlçesine bağlı Kızılırmak kenarında bir köy ) ve onun oğlu Seyfullah, önemli iki kaynaktır. Diğer bütün aşıklar onların sesini, onların avazını almıştır. Onlar gibi havalandırmışlardır sözleri.
Ama ÇEKİÇ ALİ ile birlikte, saza vuran eller de değişir, tellerin yeri, vuruş ve tutuş şekli de değişir.
Bunun kaynağı ise, Ankara – ELMADAĞLI - BAYRAM ARACI’ dır. Neşet ERTAŞ da Bayram ARACI’ nın tuttuğu yerden tutar, ”re-den” tutar bağlamayı.
Bayram ARACI’ yı Elmadağ’ da Elmadağlılar ile konuşmak insanın içini burkuyor.
Onca halk ozanına, Neşet ERTAŞ’ a düzen tutturan böylesi bir insanın ölümü, ölüm nedeni ve mezarı bilinmiyor. İstanbul’ da “kimsesizler mezarlığında” yatıyor.
Elmadağ’dan geçerken kim anar ki onu?
Şinasi Amca biliyordur belki, eski bir istasyon şefi, bana “sığırdilini” ve Bayram ARACI’ yı bir “derviş kelamı” ile anlatan.
(…)
belki bir kız çocuğu doğar döl tutan ayrılıklardan
belki bir şinasi amca çıka gelir elma dağı’ ndan
akşama ölmezsem, bir şiir daha yazarım belki
ali dost bir plak koyar belki kaleye varmadan
(…)                                                     Derviş Kelamı
Çocukken, Ankara yolculuklarında Elmadağ’ a gelince Ankara’ ya geldik, sayardık.
Şimdi ise, bu yolculukta, Elmadağ’ ı geçince Zile’ ye az kaldı diyoruz dostumuz Zileli Necmettin ERYILMAZ’ a.
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım, diyoruz.
Yemen türküleri söylüyoruz. Eğin türküleri.
Arif IRGAÇ söze Maraşlı Kul Ahmet’i ve Zaralı İnce Halil’ i de katıyor.
Ama yolumuz Kırıkkale’ yi geçip, Balışeyh’ e varınca bütün bir ABDAL Kültürü’ ne kaynaklık eden, yerlik yurtluk eden Keskin - DİNEK Dağı’nın açıklarından geçiyoruz, dağı sağımıza alarak.
Sıradaki türkü Neşet ERTAŞ’ tan oluyor, ”Gönül Dağı” ve Arif IRGAÇ bir güzel üflüyor.
Şinasi Amca yarım kalan “derviş kelamına” devam ediyor.
neden hep keskin’ e varınca bozulur
veremli kızların yiyemediği meyveler
anam oğluna yanar, ben dinek dağı’na
bir bozlak kapılır kızılırmağın sularına 
dervişin kelamına yorarım onca sızıyı: 
sevmek acıya dokunmaktır
Dinek Dağı sağımızda kalıyor – Başı hep dumanlı, hep efkarlı
ZİLE’ YE KİM ÖNCE VARACAK?
Antik dünyanın belki de en lakonik sözüydü Sezar’ ın ta Mısır’ dan kalkıp gelerek,  MÖ 47’ de Zela- Zile’ de II. Farnakes ile tutuştuğu savaştan sonra söylediği o ünlü söz:
VENİ VİDİ VİCİ
Sezar bizden önce varamazdı elbette Zile’ ye ne günümüz şartlarında ne de antik dönemde.
Ama Sezar’ ın söylediği bu söz kendinden önce varmıştı Roma arenalarına.
Bizi dostumuz Necmettin ERYILMAZ karşılıyor.
Hemen bir eve girip, Zileli Kör Aşık – Cahili – TEKİN KİREÇÇİ’ yi alıyor.
Zile Kültür Evi bize mesken oluyor.
Cahili – Zileli Kör Aşık Tekin KİREÇÇİ - Necmettin ERYILMAZ
Gözleri ile değil, bağlamanın mızrabı ile görüyor dünyayı Tekin KİREÇÇİ.
Öyle duru ve net vuruyor ki Kör Aşık, bağlama dile geliyor sanki gördüklerini sese döküyor gibi.
Derken Zile Belediye Başkanı Lütfi VİDİNEL gelip katılıyor muhabbete.
Her Anadolu kenti gibi, çok erken terk edilmiş Zile de.
Ama Zile’ yi belki de son terk eden, o “Şehitler Sokağı’nı” son terk eden kişi yazmış olmalı en lakonik sözü, Sezar’ın VENİ VİDİ VİCİ sözüne nazire olacak şekilde:
YAŞANDI BTTİ
Oysa arada “İ” harfi eksik kalmış, bitmeyen bir şeyler hala var… Hala olacak…
Biz yine de tüm farklı renklerimizi üstümüze sarmış halde, eski bir konağın kilitli kapısının önünde duruyor, Zile’nin yaşanan, ama henüz bitmeyen hikayesini dinlemek istiyoruz. 
Biz, Zile’ ye Sezar’dan daha önce vardığımızı düşünüyoruz.
Üstelik hiç kimse böylesi kanatlı kapısı olan bir Zile konağının, Zatullah Abi’nin konağının önünde durup da, ta kadim kültürden gelen ve yılanın koruyucu gücüne sığınan ve Medusa Kültünü doğuran “yılan kıvrımlı” bir kapı tokmağını fark etmeden Zile’ den ayrılmamalı, diyoruz.
Konağın yılan kıvrımlı kapı tokmağı - Yılanın koruyucu gücü hala hakim

Tapu ve Kadastro Baş Müfettişi Zileli Dostumuz Bekir ALTINDAĞ’ ın eli öpülesi anasının evinin önündeki erik ağacından yiyen herkes, Zile’ ye geldiğini fark ediyor.
Akşam yemeğinde Belediye Başkanımız Lütfi VİDİNAL olmasa da, yemeğin onun ikramı olduğunu öğreniyor ve şükranlarımızı gönderiyoruz başkana.
Sır dolu, bilinmezliklerle dolu, bağı ayrı-bahçesi ayrı, dervişi ayrı-zakiri ayrı, hepsi gönül dolu bu Anadolu ilçesinde hangi kapıyı çalsan, ayrı bir lakonik-veciz söz çıkacak belli ki.
TOKAT’ A DOĞRU
(…)
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
yazgı desem
kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
aklıma bile gelmezdi
babam on beşli olmasa.
(…)                                İsmet ÖZEL - Amentü

Şair öyle, diyor.
Bizim de aklımıza gelmezdi Tokat, Zile’ den geçmeseydik.
Jale BAYAV dostumuz aklımıza düşer ama hep, yolumuz ne zaman Turhal’a uğrasa.
Sonra da bir ses eşlik eder bize, Cem KARACA’ nın sesi:
NAMUS BELASI
(…)
Hep bir hallı Turhallıyız
Biz bize benzeriz
Kırk bin kere tövbe eder
Gene şarap içeriz
(…)
Akşamüzeri, geç vakitte varıyoruz Tokat’ a.
Aklımızda neler var neler Tokat’ a dair.
Yazmacılar Han
Deveciler Han
Sık Dişini Helası
İris – Yeşilırmak Köprüsü üzerindeki taş kemerli Hıdırlık Köprüsü
***//***
Zile nasıl ANAHİT Kültü’ nden bozulmadan gelen bir kültü, SIRAÇ - ANŞA BACILI kültünü hala taşıyorsa bağrında, Tokat da Pontus Komanası ile “MA” – ANA TANRIÇA Kültü’ nü taşıyor. Yine o hurufat – T ve K.
Gümene, diyor Tokatlılar KO-MA-NA‘ ya.
Sabah erkenden kalkıyoruz, seher yeli yüzümüzü yalayarak, atıyoruz kendimizi Tokat’ ın “ekmek” kokan sokaklarına.

Önünde kuyusu ile eski karakol binası
Sıra evler – Ermeni Mahallesi
***//***
Amasya nasıl “şehzadeler” şehriyse, Tokat da “valide sultanlar” şehriydi.
MEVSİM YAZ – TOKAT’ TA YAZ - MA
Tokat yazmacılığının bu ünü, valide sultanların Tokat dışında yazma imalatını yasaklamış ve Tokat yazmacılığını himayeleri altına almış olmalarından gelir.
 Valide sultanlar sadece yazmacılığı himaye etmemişler Tokat’ ta.
Bugün bile hala “Topçam Bağları’ ından – Gıy Gıy’ ın Tepelerinden” gelen hanendelerin ve sazendelerin güzel ve işveli sesleri ta valide sultanlar devrine kadar gider.
Her evde mutlaka bir musiki aleti çalınırdı ve çalanlar genellikle hep evde olan evin kızları, kadınları olurdu.
Jale BAYAV Hanım, bize Tokat gençliğini hep özlemle anlatır.
Şimdi artık ıhlamur ağacından yapılan kalıplar kullanılmıyor Tokat yazmalarında, serigraf baskılar kullanılıyor.
Ama iyi ki Bedri RAHMİ Usta çıkmış ve yaşayan en eski yazma kalıbı ustası Kazlıçeşmeli Hanımyan Usta’ yı şiirine almış.
Bedri Rahmi Yazması
Yoksa Muharrem ERTAŞLAR gibi, ustaları belli ama sesleri yitik insanları arayacak ve bulamayacaktık.


Bedri Rahmi’ nin gelini Hügetta Hanım geleneğin peşinde



Bedri Rahmi sadece yazma desenleri hazırlamaz. Yazmanın destanını da yazar.

Neler neler anlatır Bedri Rahmi Yazma Destanı’ nda.

Renkleri, boyaları

Hanımyan Usta’ yı

Yazmacı güzeli Binnaz’ı

(…)

Yazmacı güzeli Binnaz, hastır boyaları çıkmaz
Hele bir yeşili var, zehir yeşili
Bir defa bulaşmaya görsün yüzüne gözüne
Vallahi billahi çıkmaz
Hamama da gitsen çıkmaz.

(...)

Ihlamur ağacından oyarlar kalıbı
Bir kalıpla on bin yazma basılır
Kalıp deyip geçme, yürek ister, bilek ister, göz ister
On binlerle çarpılır birin ayıbı

(…)
Kalıbın hasını da Hanımyan oyar
Hanımyan altmış beş  yaşındadır
Galata Kulesi kadar yerli, Kızkulesi kadar turfandadır
Bir ellerini görsen bayılırsın
Asur heykelleri gibi küt küt, çentik çentik emektar eller
Binlerce kalıp oymuş bu güne kadar
On binlerce yazma dağda bayırda onun şarkısını söyler
Yazmalar uçun, yayladan geçin
Has rengi, has biçimi, has insanı seçin yazmalar…

(…)                                       Bedri Rahmi EYÜBOĞLU – Yazma Destanı

Şimdi artık ham iplik Anadolu pamuğundan değil, ne de o bin bir çeşit ottan elde edilen kök boyalar kaldı belleklerde.

Yine de sabahın erken saatlerinde küçük bir dükkanın camekanına yansıyan oyalı mendiller içimizi açıyor.

Kopamıyoruz renklerimizden.

Gölgelerimiz dükkanın camına yansıyor.

Restorasyon için uzun süredir kapalı da olsa, bir zamanlar beş bin kişinin çalıştığını bildiğimiz Yazmacılar Hanı’ nın olduğu sokaktan geçmek bizi eski zamanlara götürüyor.
 Valide Sultanların himayesi ile yaşayan Yazmacılar Han

Oyalı mendiller
Elmadağ bizi nasıl “sığırdili” ile doyurduysa, Tokat sabahı da bizi fırından taze çıkmış, mis gibi kokan “yoğurtmaç” ile doyuruyor.

Alt tezgahta sıralı yoğurtmaçlar

Fırına girmeye hazırlar

Yolumuz Şebin, yol hikayemiz uzun.
Romanımız Kervankıran.
Bu Yurt Gezimiz başka bir manadan bakınca “nehirler” gezisi oluyor.
Sakarya Nehri’ nden geçtik, Kızılırmak karşıladı bizi Kırıkkale’ ye varmadan.
Delice Irmağı kıyısında kar gibi beyaz kaya tuzları dışarı vurmuştu.
Kızılırmak havzasını Hattuşa’ yı geçince bıraktık. 
Çekerek Irmağı’ nı Kazankaya Kanyonu girişinde geçtik.
Tokat artık İris demektir. Yeşilırmak demektir.
Şimdi artık Yeşilırmak havzasındayız.
Tokat’ tan ayrılmadan Yeşilırmak üzerindeki taş kemerli Hıdırlık Köprüsü üzerindeyiz ve yine o bildik köprü soruları ve şarkısı ile…
Son kez bir Tokat Kalesi’ ne bakıyor ve Hıdırlık Köprüsü’ nden geçip Şebin’ e doğru, romanımız KERVANKIRAN’ ın peşine düşüyoruz.
Buradan sonrasında söz ve mihmandarlık bizi bu yollara düşüren, bu yol hikayesini yazdıran, romanımızın yazarı Arif IRGAÇ’ ta.

Tokat Kalesi ayağa kalkmış bizi uğurluyor adeta. Yine o bildik hurufat : T ve K 


İris üzerinde TKemerli Hıdırlık Köprüsü – Altında mıyız köprünün acaba üstünde mi?
Cahit KÜLEBİ’ ye “Külebi” diye seslenirdi şair dostları, aydınlar.
Külebi Tokat’ lıdır.
Külebi Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı olarak çalışmıştır.
Tokat aslında Külebi’ dir.
Yine o hurufat, yine T ve K.
Tokat’ ta eser Külebi’ nin şimal rüzgarları.
Külebi Zile’ nin göğsünü emmiş bir Niksarlıdır.
Külebi, deriz, ama aslı Gül-ab-i’ den gelir ve biz Gülabi, diye okur, yazarız.
Gül-ab-i “gül suyu gibi” demektir.
Bizim yaşayan Çorumlu ozanlarımızdan Aşık Gülabi ne güzel taşır bu adı.
Külebi de, gözlerinden, bakışlarından güller dökülen bir şairimizdir.
Külebi Niksar’ ı yaşamış, İstanbul’ u yazmış bir şairdir.

İSTANBUL
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Kamyonlar kavun taşırdı İstanbul’ a ve biz her gördüğümüz Kavun Tarlasından bir tane bile kavun koparıp yiyemeden devam ediyoruz yolumuza.
Nihayet bir nohut tarlası çarpıyor gözümüze.
Kavuna olan özlemimizi, nohutla gideriyoruz.
Niksar’ dan sonra yol ayrımında sağa dönüyoruz ve Reşadiye yönüne, Şebin yönüne kıvrılıyoruz.
Bu gezimize nehirler gezisi diyorsak, Niksar’ dan sonra Kelkit Çayı ve Kelkit Havzası’na giriyoruz.
Artık Şebin’ i çıkıp, Eğribel’ i aşana kadar hep Kelkit Havzası içinde olacağız.
Arif IRGAÇ kendi coğrafyası içinde olduğunu hissettiriyor bize.
Reşadiye’ de kamyoncu durağında durduğumuzda, yolun karşı tarafının hikayesini anlatıyor Arif IRGAÇ.
Kamyoncu durağının genç aşçısının kendini Kelkit Çayı sularına bırakarak intihar edişini de.
Çaylar yeni demlenmiş. Elinde çay dolu bardaklarla bize servis yapıyor Arif IRGAÇ.
Kendi coğrafyası içinde Arif IRGAÇ, kendi yazdığı ve kendi bestelediği şarkılarını, türkülerini seslendiriyor bize duduk eşliğinde.
Coğrafya Arif IRGAÇ’ ın coğrafyası, ama fiziki olarak da bakılınca artık bambaşka bir coğrafya çıkıyor karşımıza. 
                                                                                                                                                                      ELEDİM ELEDİM HÖLLÜK ELEDİM

Başka bir Yurt Gezimizin konusu TÜRKÜLERİN KAYNAĞI olursa, belki de ilk yapacağımız gezi ELEDİM ELEDİM HÖLLÜK ELEDİM türküsüne kaynaklık eden Anadolu’ nun HÖLLÜK TEPELERİ olurdu.
Şebin yolundayız.
Kılıçkaya Barajı havzasındayız.
Suşehri ayrımını geride bırakıp Şebin’ e doğru, çok farklı bir coğrafyaya doğru gidiyoruz.
Karşımıza, yolun solunda çıkan kahverengi tepenin görüntüsü bizi etkiliyor.
Foto mola vermek gerekir.
“Höllük Tepesi” , diyor Arif IRGAÇ karşımıza çıkan ve çıplak ve yuvarlak kıvrımı bir tümülüsü andıran bu tepe için.
Uzaktan bakıldığında tepenin el değmemiş hali ve kızıl kahve rengi bizi hemen çekiyor.
Sol taraftaki izler tepede farklı bir hava yaratıyor.
İçimden hiç durmadan koşup o hızla tepenin en yükseğine çıkarak kendimi yuvarlana yuvarlana aşağıya bırakmak geliyor.
Araçtan inerek hızla tepeye koşuyorum.
Yorulduğumdan değil, aklıma başka bir şey geldiğinden, Höllük Tepesi’ nin o el değmemiş yüzeyine bir iz bırakmak, ayak izlerimle bir işaret bırakmak için on beş metre kadar yükseldiğim tepeden, sola dönerek ve ters U yaparak geri dönüyorum.
Bunu yaparken, her adımımda karşıdan sert gibi görünen tepenin toprağının gerçekten de “höllük” gibi yumuşacık olduğunu fark ediyorum. 
Höllük Tepesi’ ne her adımda batışım bana farklı bir duygu yaşatıyor.

Karadeniz hariç, Anadolu köylerinde doğup da yaşları ellinin üzerinde olan bütün bebekler “höllük toprağı” ile belenmiştir.
Sonra pudralar çıktı.
Sonra hazır bebek bezleri çöpleri kapladı bütün doğayı.

Höllük toprağı öyle her yerden her tepeden alınmazdı.
Höllük sadece höllük tepelerinden alınırdı ve bu tepeler köyün uzağında bazen çok çok uzağında olurdu.
Tembel anneler veya tembel babalar, rastgele yerden aldıkları höllüğe benzer kırmızı/ kahverengi toprağı höllük olarak kullandıklarından bebeklerine tetanos bulaştırdıklarını bilmezlerdi.
Çok basitmiş gibi görünen bir işlem bile aslında bin yılların bir deneyimidir.
Kim bilir kaç anne bu höllük tepesinden, bizim önünde durduğumuz höllük tepesinden, benim koşarak üzerine çıktığım Höllük Tepesi’ nden höllük toprağı alarak bebeklerini beledi.

Kim bilir kaç anne aynalı beşiklere höllükle beledikleri bebeklerini büyütüp, besleyip, asker etti ve o asker gelmedi.

Öyle yoksuldur ki Anadolu köylüsü anne, höllük alacak parası, höllüğe gidecek erkeği bile yoktur. 

Sıradan toprak yerine, bebeğini höllüksüz beler bebeğini düşünerek.
Bilir güzel anne höllük toprağının nasıl olduğunu ve bebesini başka toprağa belemez.
Kış vakti ise ısıtır höllük toprağını bir sacın üzerinde.

Hep bu türkü ile bu Çorum türküsü ile büyüdük.
Höllüklere de belendik, bu türküyü de hiç düşürmedik dilimizden.

Eledim eledim höllük eledim
Aynalı beşikte canan bebek beledim
Büyüttüm besledim asker eyledim
Gitti de gelmedi canan buna ne çare




Höllük Tepesi mi – Kızıl Tepe mi?



Höllük Tepesi’ ne bırakılan iz mavi ile kızıl kahvenin uyumuna eşlik ediyor

***//***
Höllük Tepesi’ ni geçtikten sonra hep yükseliyoruz.
Uzaklardan çok uzaklardan Şebin’ in tepelerini, volkanik bir kayaya oturmuş kalesini gösteriyor bize Arif IRGAÇ.
Heyecanlıyız.
İşte, diyor şu gördüğünüz köy Aziz NESİN’ in köyüdür, yeni adı Ocaktaşı olan “Gölve”.
***//***
Şebinli’ dir  Aziz NESİN.
Sadece Aziz NESİN mi?
Saymakla bitmez bir hazinedir, kurumayan bir damardır Şebinkarahisar.
Ve biz bu damardan beslenip büyümüş bir dostumuzla, bir yazar dostumuzla, ismi ile müsemma Arif IRGAÇ ile varıyoruz dostumuzun romanı KERVANKIRAN’ ın peşinden Şebinkrahisar’ a.
İdil BİRET
Ara GÜLER
Rahşan ECEVİT
Başar SABUNCU
Erdal EREN
Kemal TAHİR – TAHİR KEMAL
Akla gelen ilk isimler oluyor bu damarın, kurumayan bu damarın besleyip büyüttükleri.
KARAHİSAR-İ ŞARKİ – ŞEBİNKARAHİSAR - ŞEBİN
İki “karahisar” vardı, birisi doğuda-şarkta, birisi batıda.
Beyazıt gibi. Doğuda olana Doğubeyazıt, dedik.
İki karahisar birbirine karışmasın, diye doğuda olan karahisar “karahisar-i şarki veya şark-i karahisar” batıda olan karahisar ise “afyon karahisar” olarak söylenir oldu.
İki karahisarın da ortak birçok yönü var aslında.
İki karahisar da, volkanik ve çok sarp bir kaya üzerine yapılmış bir kale etrafında kurulmuştur.
Kara renk, volkanın renginden geliyor.
İki karahisarın tarihi de ta Hititler’ e kadar gider.
Hititler Şark-i Karahisar’ a onlar için hep sorun teşkil eden ve belki de soyları Lazlara kadar giden ve Hitit devletinde paralı asker olarak savaşan “Kaşkalarla” savaşmak için geldiler.
Mustafa Kemal 12 Ekim, 1924 tarihinde Şark-i Karahisar’ a geldiğinde şehrin adının etrafta bulunan şap madenlerinden dolayı “Şebinkarahisar” olarak değiştirilmesini teklif ediyor.
Mustafa Kemal’ in teklifi kabul edilir, ama yöre insanı bu kadar uzun bir kelimeye sığan şehir ismini söylemekte zorlanır veya buna alışamaz.
Dedik ya baştan, daha Zile’ ye varışımızda, Anadolu halkı konuşmalarında söz tasarrufu yapar ve Şebinkarahisar yerine, kısaca “Şebin” der ve biz de “Şebin” diyoruz.
Mustafa Kemal’ in teklifi kitabe ve ziyarette kaldığı konak
TAMZARA
Biz Şebin’ e geldik, ama konaklama dışında sabah ve akşamları hep Tamzara’ da olacağız.
Kadim Ermeni kültürünün izleri, folklörü, sesi hala izlenebilen ve Şebin’ e kısa bir mesafede olan, ama Şebin’ den tamamen farklı bir havası ve ruhu olan bu küçük köye vardığımızda saat 10:30’ a geliyordu.
Tamzara bu saatte çıktı ilk defa karşımıza, ama gezimiz boyunca ne biz kopacağız Tamzara’ dan ne de Tamzara bizden.
 “Altın Şafak” demek Tamzara Ermenice’ de.
Tamzara’ yı en güzel kim anlatır bize, diye soramıyoruz.
 -Köy meydanında sağda, bir çay bahçesinin içinde sürekli akan AKIL SUYU mu?
 -Ara GÜLER mi?
 -Yurt Gezileri kitabında Aziz NESİN mi?
 -Tamzara’ nın bir zamanlar her evde kurulu tezgahlarında dokunan ünlü dokumaları mı?
 -Tamzara sırtlarında her gün doğan ve bizi kendine ta buralara kadar çeken KERVANKIRAN yıldızı mı?
 -Yoksa anneannesin 15 yaşına kadar yaşadığı ve bir özlemle anneannesinin izini sürmeye biraz da ezik giden Agos Gazetesi yazarı dostumuz PAKRAT ESTUKYAN beyefendinin gazetedeki 19.06.2015 tarihli yazısı mı?
 -Kim?
 -Bestelendiği tarihten bu güne hala çalınıp söylenen PİC OĞLU OSMAN’ ın o ünlü “Tamzara’ nın Üzümü” türküsü mü?
 -Yoksa, Tamzara adı ile batı da Ankara ve Yunanistan, doğuda Artvin-Gürcistan-Ermenistan-Azerbaycan , güneyde Mardin’ e kadar geniş bir coğrafyada oynanan halk oyunu mu anlatır Tamzara’ yı?
Bilemiyoruz.
Ama daha ilk andan çok etkileniyoruz Tamzara havasından, bizi sarıp sarmalayan, etkileyen.
Önce o herkesin içtiği “akıl suyundan” içiyoruz. Gerçekten kolay içimli ve lezzetli bir sudan içiyoruz kana kana.
Arif IRGAÇ gerekli görüşmeleri yapmış, bizi bir kafede, uzun bir masanın etrafına alıyorlar.
Kahvaltı mı öğle yemeği mi, ne fark eder, masaya konulanlar öylesine güzel, öylesine lezzetli ve öylesine doğal yiyecekler ki, kimse yemem, demiyor.
Suna Hanım “Suna Anne’nin” yerinden ha bire bir şeyler getiriyor.
Hamur işleri yeniyor.
Türlü otlar yeniyor.
Kara kovan balı yeniyor.
Köme yeniyor.
Fındık ezmesi yeniyor.
Aydınlık bir Tamzara sabahında kuş sütü eksik kahvaltı sofrası

Sıra geliyor bu güzel sofrayı kuran Suna Anne’ ye bir teşekkür etmeye.
Bilenler bilir, sıradan teşekkür etmeyiz.
Hemen bir türküye başlıyoruz Suna Anne’ nin mutfağında, Suna Ana için.
Şafak söktü yine Suna’m uyanmaz
Hasret çeken gönül derde dayanmaz
Çağırırım Suna’m sesim duyulmaz
Uyan Suna’m uyan derin uykudan

Çektiğim senin elinden
Usandım gurbet elinden
Hiç kimse bilmez halimden
Uyan uyan derin uykudan


Gezi programımız o kadar yoğun ki, Arif IRGAÇ kim bilir neler planladı bizim için.

Toparlanıp biniyoruz aracımıza ve Alucra yoluna doğru hareket ediyoruz.
İlk ziyaretimiz, romanda Papaz Michael ile Göğdinli Murat’ın görüşme yaptıkları Kayadibi Köyü’ nde sarp bir kayalığın içindeki doğal mağaraya yapılmış olan MERYEM ANA MANASTIRI.

İLK OKUMALAR – MERYEM ANA MANASTIRI

Katolik ve Protestan kiliselerinde durum nasıl bilmiyorum, ama Ortodoks kiliselerinde en yaygın isimler ya AYA MARIA – AGIA MARIA veya HRISTOS kilise isimleridir.
Biz MERYEM ANA, diyoruz.

Oysa kelimede ana lafı geçmez.
Azize Meryem, demek gerekir.

Bu o kadar önemli değil belki, ama bütün MERYEM ANA kiliseleri içinde bir başka MERYEM ANA kilisesi vardır ki Türkiye’ de ve İstanbul’ da hem tarihi hem de hikayesi çok farklıdır: MARIA MUHLİOTİSSA veya yaygın adı ile MOĞOLLARIN MERYEMİ KİLİSESİ

Bu kiliseden söz ediyoruz Kayadibi Köyü MERYEM ANA MANASTIRI’ ndaki kiliseden.

Hem manastır, hem de kilise doğal bir kaya mağara içindeler ve iç içe iki kap misali, akustik mükemmel.

İyi, ama Arif IRGAÇ hazırlıklı gelmemiş, musiki aletleri yanında değil.
Önemli mi?

Önemli elbette, böylesi bir atmosferde sesimizden ses bırakmalıyız iz olarak.
Hemen bir koşu iniyorum aşağıya ve araçtan alıp geliyorum Arif IRGAÇ’ ın musiki aletlerini.

Geçiyor Arif IRGAÇ kilisenin nişine, dayıyor sırtını kilisenin duvarına, öyle hüzünlü üflüyor ki duduğa, sanki bir ağıt çıkıyor duduktan, bu ağıt sanki yerlerini yurtlarını zorla terk ederek buralardan gidenler için yükseliyor duduktan.

Arif IRGAÇ sanki romanında yazdığı o trajediyi bu kez duduğun sesinden anlatıyor bize. 

Yine işaretler çıkıyor ortaya. Peşimizi hiç bırakmayan işaretler.

Yola düştüğümüzde araçta duduğun sesi ile benim “re-cep’in” sesini buluşturan, Elmadağ’ da Bayram ARACI ile Neşet ERTAŞ’ ın seslerini aynı tezenede buluşturan “re” karar sesindeki “r” harfi, küçük “r” harfi olarak yansıyor fotoğrafa Arif IRGAÇ’ ın sırtını dayadığı nişin içinde. 

Arif IRGAÇ neyine üflüyor bu kez, mey sesi, duduk sesi bu atmosfere daha tok geliyor
Beliren bu işaret, “r” harfi, Arif ‘ teki “r” mi, Ümran’ daki “r” mi, kim görüntülüyor bu kareyi? Bakan göz nasıl görüyor bu işareti?
Meyin yoksul sesi gidenlere ağıt gibiydi çağırsan da çalsan da artık gelemeyenlere

Arif IRGAÇ romanından ilk okumayı manastırda yapıyor, doğal kaya mağaranın ağzına gelerek. “Bağarsık Deresi” akıp gidiyor Şebin bağlarına bereket saçarak.

İlk okuma manastırda, aşağılarda akıp giden Bağarsık Deresi
Arif IRGAÇ okumaya geçmeden önce, bir şiir okuyor ezberinden, hemen sonra da başlıyor aynı şiirin türküsüne: “BESTE VE GÜFTE ARİF IRGAÇ”

Yunus EMRE ilahileri, Ruhi SU nefesleri alıyor sırayı mey eşliğinde ve koro ile.

Manastırda uzun bir zaman geçiriyoruz.
Bunu hem manastırın havasını daha çok sindirebilmek, hem de buradan sonra çıkacağımız Şebin Kalesi’ nde öğle güneşinin etkisinin kırılmasını beklediğimiz için yapıyoruz.

Manastırdan ayrılmadan önce son bir kare alıyoruz ve bizi bir daha bu mekana getireceğine inandığımız manastırın havasını son bir kez daha kokluyoruz.


  Manastırdan son bakış 


KALEDEN KALEYE ŞAHİN UÇURDUM
KALEDEN İNİŞ M’ OLUR?

Kayadibi Köyü’nden ayrılıp, Şebin ilçe merkezine geliyoruz.

Tamzara’ da sabah kahvaltısında “şimdi manastır güneş alır, ama serindir, önce oraya gidin, kaleye bu saatte sakın çıkmayın, manastırdan sonra öğle güneşi geçince kaleye çıkarsınız”, diye uyardıklarında bizi uyaranların ne kadar haklı olduklarını anlıyoruz.

Gerçekten de öyle, öğle sıcağının etkisi geçmiş olsa da gün boyu güneşi içine çeken kalenin volkanik kara taşı artık o sıcağı geri vermeye başlamış.
Karahisar burası, anlatmaya çalıştık, Afyon’ daki de öyle.
Karalığı volkanik yapısından geliyor.

Her iki karahisar da zapt edilmesi imkansız bir sarp kayaya, doğal volkanik kütle üzerine kurulmuş.

Her ikisinin de tarihi ta Hititlere kadar gidiyor.
Ama bugün bizim için tarih Arif IRGAÇ’ ın romanı KERVANKIRAN’ da yazılan, o romanda geçen tarih olacak.

Franz WERFEL’ in MUSA DAĞ’DA KIRK GÜN romanı aynı tarihlerde, 1915 yılında yerlerini yurtlarını terk etmeyerek “burası bizim topraklarımız” diyerek Samandağ - Musa Dağ’a sığınan, orada direnen Ermeni vatandaşlarımızın hikayesini anlatır.

Arif IRGAÇ’ ın,  yazarımızın, dostumuzun, romanını KERVANKIRAN’ ı okuduğumda, biraz da kendimden utanmıştım, aynı ve benzer direnişlerin Anadolu’ nun başka yerlerinde de yaşanmış olduğunu, Şebin’ de yaşanmış olduğunu öğrendiğimde.

Arif IRGAÇ öyle güzel yazıyor ki, aşk dolu, sevda dolu, memleket dolu, Demirci Onnik Ustalar dolu, Recepler ve Cemileler dolu.

Alişar dolu.

KERVANKIRAN’ ı okurken daha yükümün ne kadar ağır olacağını tahmin ediyordum.

(…)
Kalede de iç tarafta Hamayak Antranik ve Karabet’ i hain diye suçluyor ve onların kurşuna dizilmesi emrini veriyor: ateeeeeş
(…)

Bu ateş emrini sanki biz yaşıyoruz Arif IRGAÇ romandan ilgili bölümü okurken, bize ateş ediliyor sanki.
Her iki romanda da mutlu sonu görüyoruz.
MUSA DAĞ Ermenileri Samandağ – Süveyde sahiline gelen Fransız savaş gemileri ile tahliye edilirken, Şebin Kalesi’ nde direnen Şebin Ermenileri ise kalenin arkasından, Öksürük Kayası tarafına doğru sert bir inişe geçerek, Bildor Düzü üzerinden Şebin’ den 50 km uzakta Rus işgali altında bulunan Berdiga Ormanları’nın olduğu bölgeye vararak kurtuluyorlar.
Hrant dede bütün bu olup bitenleri torununa anlatıyor, bize de.
KALEDEN KALEYE ŞAHİN UÇURDUM
Türküler yakılırken öyle laf olsun, diye, söz uysun diye dizilmezdi sözler.
Kaleden kaleye şahin uçurdum, diyorsa türkünün sözü burada iki kale var demektir.
Kalenin birisi bizim bildiğimiz, içinde halkın ve askerin yaşadığı kaledir.
Ama bu kalenin içinde başka bir kale daha vardır “kızlar kalesi” diye biliriz.
Kaleden kaleye uçan şahin, askerin bulunduğu kaleden, kızlar kalesine uçan ve kanadında yâre name götüren şahindir.
 
Kaleden şahin uçurmak için önce kaleye çıkmak gerekir.


  Kaleye çıkış m’olur, demedik

Şebin Kalesi’ nden hemen inmiyoruz.

Arif IRGAÇ bize romanda geçen Öksürük Kayası’ nı gösteriyor, kaleden biraz yüksekte 1.970 metre ve tam karşımızda duran tepeyi.

 

1.970 metreye varan yüksekliği ile Öksürük Kayası, kim bilir bu adı nasıl aldı?



Şebin ise zaten kale ile Öksürük Kaya arasına kurulmuş bir ufak şehir değil mi?

Öksürük Kayası ile Karahisar arasın Şebin


KALEDEN İNİŞ M’OLUR?



İçinde kale kelimesi geçen o kadar türkümüz, o kadar şarkımız, o kadar halk oyunumuz vardır ki.

Ama bir türkü vardır ki bu gezimiz boyunca hep bizimle olan Zaralı İnce Halil’ in eseridir.

Uzun yolculuklarının birinden dönüşte dökmüştür diline belli ki.

Tam da bizim kaleden inişimize benzer.

Ama demek ki kaleler o kadar sarp ve erişilmez, çıkılmaz yerler ki, “acep nasıl inerler” o yolu diye türkülerde sorulur sorular.



Fakat bizim Zaralı İnce Halil’ in bu soruyu sormaktaki meramını kim bilebilir?



Kaleden İniş M’olur



Kaleden iniş m’olur

Nanay nanay zalım nanay kibar nanay
Ham demir gümüş m’olur

Yad ele bakma yüreğim yakma
Evvelden ikrar verip

Nanay nanay zalım nanay kibar nanay
Sonradan dönüş m’olur

Yad ele bakma ciğerim yakma

Şu dağlar kömürdendir

Geçen gün ömürdendir
Feleğin bir kuşu var

Cırnağı demirdendir

Bu dağlar eze dağlar

Yar gele geze dağlar
Suları şarap olmuş

Çiçeği meze dağlar

Yöre: Sivas/Zara
Kaynak Kişi: Halil Söyler



Bizim inişimizi sorgulayan olmadı, ama çok güzel iniyorduk.


İniş m’olur derken                                                  

Ne güzel iniyorlar hatta
Ama en güzel ve en manalı inişi bizim bu topraklara gelmemize neden olan, kendisi de bu geziye mihmandarlık yapan KERVANKIRAN romanının yazarı, Arif IRGAÇ yapıyordu.

Kalenin volkanik, andezit kaya yapısı arka planda öyle güçlü bir efekt uyandırıyor ki.
Arif IRGAÇ elini iki yana açmış, elinde bu kaleye kadar getirdiği eseri ile bir döneme ışık tutmanın, bir dönemde yaşanan gerçeklikleri bütün yalınlığı, bütün tarafsızlığı, bütün duygusu ile ortaya koymanın haklı gururunu ve sevincini yaşıyor gibiydi
Belki de o dik ve çetin Öksürük Kayası yönünde inerek kurtulan insanların kurtuluşu umutlarına dair bir sevinçti duyumsadığı.

Belki de kaleden Öksürük Kayası’ na doğru inerek, kurtulanları anlatıyordu.



Mutlu ve gururlu bir kale inişi
Bir daha bu kaleye ne zaman çıkarız, bilemiyoruz.
Ama kalenin bedenlerine, sur duvarlarına, burçlarına, sarnıçlarına, anıtsal giriş kapılarına kim bilir ne çığlıklar sindi?
Biz de sesimizi bırakıyoruz kalenin bedenlerine ve iki “karahisarı” bir eden, başka bir noktada ortak eden Hisarlı Ahmet’ ten bir türkü söylüyoruz inmeden önce.

Karahisar kalesi yıkılır gelir
Kakülü omzuna dökülür gelir

Yayladan gel allı gelin yayladan
Kesme umudunu kadir mevladan

Ver elini karlı dağlar aşalım
Bayramlaşalım

KARŞI BAHÇE

Akşam yemeği için Tamzara’ nın hemen altında, dere kenarında KARŞI BAHÇE lokantasına gidiyoruz.
Her şey öyle özenle hazırlanmıştı ki.
Yemekler yeniyor, türküler söyleniyor.

Arif IRGAÇ bu sefer çok ama çok yürek yaralayan, gerçek hayat hikayeleri anlatıyor.
Dinledikçe kendimizi kötü hissediyoruz.
Dinledikçe bu acı hikayenin Kervankıran romanından sonra bambaşka bir romanın daha konusu olabileceğini düşünüyoruz.

Arif IRGAÇ’ a adı verilmiş dedesinin kardeşi, büyük amca Arif nasıl bir travma içindeydi kim bilir?

Küçük Arif’ in, dedesinin kardeşi, altı yaşındaki Arif’ in hikayesi bizi nasıl da dağlıyor.

Arif IRGAÇ’ ın günün birinde, 1915 Rus işgali ile yurtlarından, Trabzon’dan iç kesimlere, Şebin’ e kaçan dedelerinin Trabzon’ da bıraktığı toprakları ve yurtları görmeye gittiğinde köyde karşılaştığı insanlarla arasında geçen diyaloglar ise bizi o kadar güldürüyor ki.

Aksakal söz alıyor.

Kendi dedesinin de demirci olduğunu ve dedesinin körüğü nasıl kullandığını çocuk dünyası ile anlatırken KERVANKIRAN romanında anlatılan ve doğup büyüdüğü topraklar için ölüme bile kolaylıkla hoş geldin diyebilen ONNİK USTA’ yı bir kez daha hatırlatıyor bize.

Hava karardı.

Lokantanın son katında ve Tamzara’ nın kayalık sırtlarına bakan bir balkonda oturuyoruz hep bir arada.

Gökyüzü gece mavisine bürünürken Tamzara sırtlarında yer alan kayalıkların gökyüzüne uzanan ve sırt sırta vermiş siluetleri belli oluyordu sadece.

Sanki bugün ve bu saatte bizim bu lokantada olduğumuzu birileri söylemiş gibi. Tamzara sırtlarındaki kayalıklardan bir yıldız doğdu.
Doğan yıldız KERVANKIRAN yıldızıydı.
Sarı yıldız, mavi yıldızdı.
Tarık’ tı.

Nasıl oluyor da bunca işaret, bunca hurufat bu yurt gezisinde bir araya geliyordu?
Tesadüf mü?

Başımız dönüyor.
Kervankıran yıldızı hepimizin başını döndürüp, sarhoş ediyor.
Onu, Kervankıran yıldızını anlatan bütün öykülerde olduğu gibi, yıldız bizi kendine çekiyor, yemekte alkol almanız boş yere.



Tamzara sırtlarında Kervankıran Yıldızı – Yine aynı hurufat, T ve K harfleri


Yaşananların tesadüf olmadığını yazarımız, dostumuz, usta adam Arif IRGAÇ anlatıyor.

(…)

Recep Bey,                        

Yaşamı yalnız gerçekler değil, düşler ve hayaller de yönetip yönlendirir. Yazgınız sizi bir yerlere sürükler, oralardaki, ses, imge ve izlerde sizden bir şeyler olduğunu hissedersiniz. Eğer aksi olsaydı, beyniniz ve bilinciniz size o izleri ve imgeleri göstermezdi; bunların farkında bile olmazdınız.
             
Bir roman, bir yazar ve uzak bir Anadolu kasabası…

Yalnız size şunu söyleyeyim: O yıldız her zaman, Tamzara' nın kayalık zirvelerinde öylesine parlak, gelin gibi süslenmiş, baştan çıkarıcı ve tek başına görülmez. Hissettiklerimizi, dilimizi ve sözcükleri kullanarak hissetmiyoruz. Bazan sessizliğin sesinde de müthiş anlamlar yüklü olduğunu hissederiz. Yorum sizin!

Saygı ve sevgilerimle,

(…)
Bu söz, Şebin’ i hayatında bir kere bile görmemiş birisi tarafından söylenmiş olsa, belki de anlayamazdık.

Ama peşinden gittiğimiz KERVANKIRAN romanı ile o gece o lokantada, Tamzara’nın kayalık sırtlarından yükselen Kervankıran yıldızının büyüleyici etkisi aslında bizi aynı yere götürüyordu: herkes kendi dünyasına.

Biz hepimiz, bu Yurt Gezisine katılanlar, Arif IRGAÇ’ ın da dediği gibi, buralarda, bu topraklarda kendimizden birer iz bulduğumuzu fark ediyorduk.

(devam edecek)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder