Sabahlar Hayrola,
Hayırlar Fehtola
Belalar Defola,
Cümle Canlara dirlik düzenlik ola,
Hasan Can’ımıza “sayıl” gelmiş, “soyadı ondandır,
yorulmadan taşır sırtında” dediler.
Ta ilk çağlardan, ta antik çağlardan beri, insanın
çok zor görevleri vardır.
Bunlardan birisi de, bana kalırsa en önemlisi,
kendine verilen ya da kendisinin aldığı “soyadını” taşımasıdır.
Tanrılar tanrısı Zeus hem kendisi gibi ölümsüzlere,
hem yarı ölümlülere, hem de ölümlülere yakışan adlar koyardı.
Bu ad ve soy ad koyma işi, yakın çağlarda, tek
tanrılı dinlerde, Afrika – Asya kabilelerinde daha isabetli olarak sürüp
gitmiştir.
Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarındaki isim ve
sıfatların insanlara, meleklere, peygamberlere veriliş mantığı ve nedeni hep
antik çağın mitolojisine, hatta ta Sümer
mitolojisine benzer.
Hasan Can’ımızın efradına, atalarına “sayıl” soy adı
nasıl verildi, kim verdi, bilinmez ama, vakıadır ki, ya o zamanlar, yani soy
adı kanunu çıktığında, Can’ımızın köyüne, ya da yanına yöresine, gelen bir
Veliullah’a “sayıl” diye seslendiler, “sayıl gelmiş” diye seslenip, hürmet
gösterip, kelamını dinlediler ve o günün anısına, “sayılın” geldiği günün
anısına Can’ımızın efradı kendine “sayıl” soy adı almış olsun.
Hem gelen “sayılı” anmak, unutmamak, hem de “sayılın
“anlamına saygı ve hürmetten, olsa gerektir, bu güzel, saygın, bana göre çok
uhrevi soy ad taşınır gelir.
Bayram geldiğinde doğan çocuğun adı nasıl “ bayram”
, oluyorsa, ramazan geldiğinde “ramazan” , üç aylar dediğimiz ayların ilki receb
ayı geldiğinde doğanlara “recep” diyorsak, bir vakanın, bir doğa olayının, bir
zaman diliminin parçası oluyorsunuz yani, istemeden ya da çok önceden sizin
genlerinize yazılmış ama bilmediğiniz şifreli kodlardan.
Muharrem ayındayız, evladı Kerbala’nın matem
günleridir, Muharrem adı olanlara selam olsun.
Sonra doğan çocuk, bayram gibi, şen, ramazan gibi
sakin, irecep gibi, ireceb, sayıl gibi derviş oluyor, isimler asıl anlamını
taşıyanlara yakışıp öyle gidiyor, anlamı gittikçe ağırlaşıyor.
Eskiler, doğan ya da doğacak çocuğa şimdiki gibi
internetten veya “Açıklamalı Çocuk İsimleri Sözlüğü” gibi ne olduğu
belirsiz, gazete kuponu ile dağıtılan kitaplara bakarak isim vermezlerdi.
Genetik kodları bilen de yoktu kuşkusuz, ama
isimleri ve soy isimleri veren, hem de isabetli olarak veren ulular, veliler,
bilgeler vardı, verdikleri isim ve soy isimlerde yanılmazlardı kolay kolay.
Eskiler, bu duruma, yani isminin ya da soy isminin
hakkını verene, yükünü taşıyana, taşıdığı isim veya soy isme yakışana “ismi ile
müsemma” derlerdi.
Bir insanın ismi ile müsemma olacak şekilde isim
taşıması kolay değildir, bunu ancak uzağı görebilen, geleceği görebilen,
yıldızlarla konuşabilen bilgeler, veliler, ulular verirse, kolay olurdu.
***//***
Çok uzattık, “ sayıl”a gelelim ve aslı “sail”
olarak bilinir.
Benim de aklımın yettiği günlerden hatırlarım, köye
sırtında torbası, elinde asası, uzun sakalı, başında takkesi beresi ile derviş
kılıklı, derviş ruhlu insanlar geldiğinde “sayıl” geldi, derlerdi. Çocuklar
köyün bir başından bir başına “sayıl geldiiii, sayıl geldiii” diye bağırırdı.
Benim çocukluğumdaki bu derviş kılıklı insanlar o
eski gezginci dervişler gibi ne başlarında derviş sikkesi, ne de boyunlarında
keşkül taşılardır.
O zatın başındaki, takke mi, yoksa derviş sikkesi
miydi, bilecek yaşta değildim.
Gelen zatın, torbasından başka, omuzundan astığı,
çorba ve su içtiği “keşkülü” var mıydı, ihtimaldir ki vardı, ben bunu da bilecek,
ayrım yapacak yaşta değildim.
Gelenlere herkes saygı, hürmet gösterirdi. Asla
sokakta bırakılmazdı onlar.
Köy konağına alınan Sayıl’ın, kelamı dinlenir,
muhabbetine katılan eksik olmazdı.
Ta pirlerden gelen, adı bazen abdal / aptal olan,
bazen, deşirici olan, bazen cerre çıkan medrese hocası olan bu veliullahtan
sayıl(an) zatlara, kimse kötü gözle bakamaz, herkes sayılın kendi evine de
uğramasını beklerdi.
Bir tas çorba içer, bir parça ekmek koyar torbasına,
bir sonraki köye bilinmez bir menzile yola rahvan olurlardı.
Yanlarında “ hamrahları” , aynı yola gideni, (hem –
rah), yoldaşları olmazdı. Bizim Emrah dediğimiz, aslında yoldaş, dediğimizdir.
Onların yolu ucu bilinmez menzil, yoldaşları
yıldızlar olurdu.
Kim olduklarını ne kimse sorardı ne de onlar kim
olduklarını, adlarını ya da soy adlarını söylerdi.
Onlar tek bir isimle “sayıl” diye, anılırdı.
Gittiklerinde, kimse sayılın ne zaman geldiğini, ne
zaman gittiğini, nereye gittiğini, hatırlamazdı.
Onlara, sayıl’ a hep bir “evliya, pir, hızır”
gözüyle bakılırdı.
Kılığı, kıyafeti biz çocuklara yabancı gelen
bu “veliullahtan” zata karşı kötü bir şey yapmayalım, arkalarından
koşup oyun oynamayalım, kızdırmayalım, diye sıkı sıkı tembihlenirdik.
Gelen sayılın kim olduğu, nereden gelip nereye
gittiği gibi sorular onun “hızır” olduğuna yorulduğundan olacak, asla sorulmazdı.
Sayılın gelişi, köye yıldırım hızıyla yayılırdı. Sayılı
gören ilk çocuk avaz avaz “sayıl geldiiii, sayıl geldiiii” diye, bağırır, köye,
köylüye, muhtara, belki de o an uygun durumda olmayanlara, eli hamurda ya da
çamurda olanlara haber iletirlerdi.
Yani diyeceğim o ki, “sayıl-an” zatlardı o
gelenler, o nedenle sayıldıkları için adları “sayıl idi” sadece sayıl, Ali,
Ahmet, ya da Hasan değildi.
Bizim Hasan Can’ımız soyadını taşırken de taşımazken
de hep “sayılır” biz çocuklar bunu hep böyle bilir, böyle eda ederiz.
Bir bir sayılmak değildir burada, soyadında saklı
olan, burada saklı olan aslı “sual” kökünden gelen “sail” yani “soru soran,
sual eden”dir.
Sualimiz neyse, ahvalimiz de odur.
Muhabbetle kalınız, aşk illa ki.
Recep Babayiğit
09.10.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder